@sevvnuraydn
|
Evde son derece çekişmeli geçen bir aile mahkemesinin ardından babamla okula bisikletle gitmek konusunda anlaşmaya varmıştık. Tabii bu bize bir ay boyunca hafta sonlarını evde geçirme cezasına patlasa da en azından okul işi hallolmuştu. Ertesi gün tıpkı dün sabah da olduğu gibi Selma ile birlikte beyaz bisikletlerimizle okulun yolunu tutmuştuk. Tabii hanımefendi daha uykusunu tam alamadığından okula normalde geldiğimiz saatten daha geç varabilmiştik. Sonuçta Selma Hanım'ın canı sağ olsun. Öyle değil mi? "Gece beşik salladınız da benim mi haberim yok Selma Hanım," derken şüpheyle bakan gözlerimi üzerine dikmiştim. Kısarak baktığım gözlerimi bir süre yüzünde gezdirdim. Yüzünde sanki soruma evet diyecekmiş gibi bir ifade hakimdi. Açıkçası evet demesinden korkar haldeydim. "Keşke beşik sallamış olsaydım. Ama başka işlerle meşguldüm," dedi esneyerek. Acaba ne işle uğraştı da uykusuz kaldı diye düşünmeden edemedim. Çünkü Selma uykucunun tekiydi. Yengem sabahları onu yataktan sürüklercesine kaldırırdı. Hatta bir sabah yengem bunu yataktan aşağıya iterken Selma kafasını komodine çarpmıştı. Daha sonra bir hafta balon gibi bir kafayla gezmek zorunda kalmıştı. "Ne işiymiş bu?" Şüpheyle bakan gözlerim onu süzerken mavi gözlerini bir anda başka tarafa çevirdi. Bunu yapmasının tek bir sebebi olabilirdi. O da kesinlikle benden bir şey saklıyor olduğuydu. Üstelik yüzünde bariz bir renk değişimi olmuştu. Kesinlikle sakladığı şeyden utanıyordu. Onu iyi tanıyordum ve yüzündeki ifadenin bu anlama geldiğine kesinlikle emindim. Selma kesin bir işler karıştırıyordu. Hatta bununla da kalmadığı belliydi. "Selma," dedim otuz iki diş sırıtarak. Beni bulan gözleri dehşete kapılmış gibiydi. "Dökül kuzum. Yoksa ben senin eteğindeki taşları nasıl dökerim bilirsin," diyerek bir yandan da bisikletimi kilitleme yerinin olduğu yere doğru itekliyordum. "Yok bir şey," dedi tekrar bakışlarını kaçırırken. Kesin bir şey saklıyor diye çalan içimdeki dedikodu çanlarının da etkisiyle ona iyice yaklaştım. Onun daha demin yaptığı bu naza karşılık olarak gözlerimi devirdim. Sonra dişlerimi sıkarak olabilecek en sevimli gülümsememle ona baktım. "Selma anlat annem." Onu cesaretlendirmek için sarf ettiğim sözler karşısında derin bir nefes aldı. Selma karşımda renkten renge girerken bir anda açtı ağzını yumdu gözünü. "Ben dün gece bütün sosyal medyayı taradım," dedi ve bakışlarını bir süre benden öte tarafa çevirdi. Anlaşılan birileri stalk hayatına geri dönmüştü. "Yine kimi stalkladın söyle bakalım," diye bilmiş bir şekilde yüzüne baktım. "Yoksa bizim sınıftaki sosyetik Hülya mı?" diye sorduğumda soruma verdiği cevapla kalakalmıştım. "Yok. Emre'yi..." "Ne!" diye bağırdığımda sesimle kampüsün bahçesindekilerin bakışlarını üzerimize çektiğimi fark ettim. Ama bu durum çok da umurumda değildi. Sonuçta Selma Hanım daha ilk günden Emre'den hoşlanmaya başlamıştı. Bu magazin bültenlerini sallayacak bir haberdi. Adeta deprem etkisi yaratacak cinsten bir haberdi hem de. "Selma," diyerek imalı bir gülümsemeyle baktım yüzüne. Ama bu halim onu daha da çok utandırmıştı. Gözlerini bisikletine sabitlemişti. Zarif parmakları ikide bir freni sıkıp dururken meşhur imalı bakışımı takındım. "Tamam. Tamam. Utanma," dedim gülümseyerek. Anlaşılan birileri yavaş yavaş abayı yakmaya başlamıştı. Ona karşı gülümseyip düşüncelere dalmışken ikimiz birlikte bisiklet kilitleme noktasına gelmiştik. Bisikletlerimizi kilitleyip bahçede yürümeye başladık. "Başak sakın Emre'nin yanında kaş göz yapayım deme," dedi birden. Bir yandanda tehdit edercesine işaret parmağını gözümün önünde sallayıp duruyordu. Anlaşılan hislerimde yanılmamıştım. Gözlerimi devirip onu tasdiklercesine başımı salladım. Bu durum onu bir nebze rahatlatmış olsa da yüzüme şüpheyle bakıyordu. "Rahat ol ima yapmayacağım," dedim delici bakışlarını üzerimden çekmesi için. Selma umduğum gibi delici bakışlarını üzerimden çekerken mırıldandı. "Başak uykumun açılması lazım. Gidip kahve alalım mı? Hem ben girerim kahve sırasına yeter ki tamam de." Birileri ya konuyu değiştirmeye çalışıyordu ya da gerçekten yorgunluktan ölüyordu. Ama sanırım doğru olan şık ikinci şıktı. Çünkü Selma konuyu değiştirmek için genellikle alışveriş bahsini açardı. Demek ki uykusuzluğu ona kafein yüklemesi yapması gerektiğinin sinyallerini veriyordu. Gözlerimi ona çevirdiğimdeyse Selma'nın yüzündeki bu ifade beni güldürmüştü. "Tamam. Hadi gidelim ders başlamadan," dedim fakülte binasına doğru ilerlerken. Selma otuz iki diş sırıtıp benimle birlikte fakülte binasına doğru yürüdü. Fakülteden içeri girdiğimizde ise yorgunluktan ayakta uyuyan Selma'yı adeta kafeteryaya sürükleyerek götürmek zorunda kalmıştım. "Of Selma ya! Aşık olunca ceremesini neden ben çekiyorum acaba," diye söylenirken kafeteryanın kapısından girmiştik. Selma uykulu olmasına rağmen çenemi kapalı tutmam gerektiğini belli eden o meşhur bakışını atmıştı. Bunun üzerine sesimi kesip kafeteryadaki boş bulduğum bir masaya oturmuştum. Uyuşuk Selma ise yoğun kahve kokusunu aldığı gibi bir kafile kadar uzun kuyruğa girmişti. Ben olsam o kuyruğa girmek yerine derste uyuyup hocadan azar işitmeyi tercih ederdim. İçimden kuyruğa baktıkça Selma'ya bir yandan acıyor bir yandan da vakit geçmesi için telefonumu omzuma astığım küçük çantadan çıkarmaya çalışıyordum. Telefonu çıkarıp boş boş çekindiğimiz çoğu saçma sapan olan fotoğraflara bakmaya başladım. Selma ile bir tane bile düzgün fotoğrafımız yoktu ne yazık ki. Her fotoğrafımızda ya kahkaha atıyorduk ya da fotoğrafı mahveden bir poz vermeyi başarıyorduk. Ben telefondaki anılarla dolu birbirinden saçma fotoğraflara bakarken tanıdık bir ses yankılandı kulaklarımda. "Ihı ıhım," diye karşımdan bir ses geldi. O an duraksadım. Selma'nın o kuyruktan bu kadar çabuk ayrılması mümkün değildi. Bakışlarımı telefondan kaldırıp dikkatlice karşı sandalyeme yönelttiğimde şansıma sövmeye başladım. Çünkü baş belam tam karşımda gayet rahat bir şekilde oturmuş beni dikizliyordu. Bunu fark etmemle başımı tekrar sanki onu görmemişim gibi telefonuma gömdüm. Bu yaptığımla küçük bir çocuğu bile kandıramazdım da neyse. "Ihı ıhım," diye mırıldandı tekrar. İçimden ses tellerin kopsun desemde eğer onunla muhattap olmazsam beni rahat bırakmayacağını da çok iyi biliyordum. Bakışlarımı istemeye istemeye telefondan alıp onun sinir bozucu gülümseyen yüzüne çevirdim. "Ne istiyorsun?" diye sordum tek düze bir sesle. Bir yandan da ona kısık gözlerle bakıyordum. "Başakçığım nasılsın?" diyerek söze başladı. Gözlerimi devirip "Sayende günüm mükemmel olabilecekken solmaya başladı," diyerek sorusuna okkalı bir cevap yapıştırdım. Bu cevabım karşısında iyice keyiflenmişti. İşte bu tepkisinden onun nasıl bir ruh hastası olduğunu anlamak çok da zor olmasa gerek. "Benim günüm mükemmel başladı," dedi imayla. Ona bakıp 'ya ne demezsin' dercesine zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdim. Gözlerimi ondan kaçırıp kuyruğa diktiğimdeyse Selma'nın ortalarda bir yerde olduğunu gördüm. Tıpkı bir zombi misali ayakta ölü gibi dikiliyordu. Ona acımıştım. Keşke kuyruğa onun yerine ben girseydim diye geçirdim içimden. Ama ne yazık ki bunun için artık çok geçti. Bıkkınlıkla bakışlarımı tekrar karşımdaki baş belasına çevirdim. "Ne istiyorsun Korkmaz?" Sesim o kadar tek düze çıkmıştı ki o bile afallamıştı. Ama bu hali kısa sürmüştü. Hemen o eski gıcık tavırlarına geri dönmüştü. Sorduğum sorum karşısında dirseklerini masaya dayayıp tıpkı bir profesör edasıyla konuşmaya başladı. "Aslına bakarsan tam da duymak istediğim soruyu sordun. Ne istiyorum bir düşüneyim?" Ona sinir bozucu olduğunu düşündüğümü belli edercesine baktım. Ama bu durum onu gram rahatsız etmemişti. Aksine ona gıcık olmam ve beni sinir ediyor olması hoşuna bile gidiyordu. "Sanırım cevabımı buldum. Aklında benimle ilgili hiç soru var mı?" Bu ne saçma bir cümleydi. Ona soruyu soran benken şimdi nasıl oldu da soru okları bir anda bana dönmüştü. "Pardon ama önce ben sormuştum," dedim dayanamayarak. Bu tavrıma karşı kendini tutamayarak kahkaha atmaya başlamıştı. "Merak ettiğin bir şey olmadığından emin misin?" Sorusunda yatan gizli bir ima vardı. Ama ne? Bunu düşünürken bir an duraksadım. Kafamın içinde yanan ampulle birlikte 'anlaşıldı' diye geçirdim içimden. Eğer ona soru sormazsam kesinlikle beni rahat bırakmazdı. Üstelik benim sinir kat sayımı tavan yapana kadar da şansını zorlardı. Gözlerimi onun koyu renk harelerine çevirdim. Ardından işaret parmağımı yanağıma dayayıp düşünür gibi yaptım. "Bir düşüneyim." Sonra dümdüz "Acaba tahmini ne zaman peşimi bırakırsın?" diye sordum. Bu soruma karşılık gözlerini devirdi. Sonra yine aynı ciddiyetsiz ifadesine dönerek "Sanırım hiçbir zaman," demeyi de ihmal etmedi. Cehennem azabı gibiydi mübarek. Üstelik beni hepten sınıyordu. "Peki, bu okula neden ve nasıl geldin? Üstelik nasıl oluyor da aynı sınıfa düştük inan çok merak ediyorum." Beklediğim sorular bunlardı der gibi baktı yüzüme. Ardından oturduğu sandalyeye sırtını dayayıp kollarını ensesinde kavuşturdu. Oldukça rahat bir tavırla sorularımı sırayla cevaplamaya başladı. "Birincisi bu okulu gerçekten sabahlara kadar çalışıp da kazandım." Doğruyu söylemek gerekirse onun çalışmış olması beni epey şaşırtmıştı. Çünkü Korkmaz bunca zamana kadar armut piş ağzıma düş mantığıyla yaşamış biriydi. Yani çalışıp çaba göstermek pek ondan beklenebilecek bir şey değildi. Bunu bildiğimden çaba göstermiş olması beni bir açıdan gururlandırmıştı. O da kendi çabalarıyla tıp fakültesini kazanmış olmasıydı. "İkincisi aynı sınıfa düşme işini çok sevgili ve kıymetli babacığım halletti," dedi gülümseyerek. İşte bunu tahmin etmeliydim. Zavallı Adnan amca çocuğunun böylesine ruh hastası olduğunu bilse acaba ne düşünürdü? Gerçi ne düşünürse düşünsün evlat olunca mecburen katlanmak durumundaydı. "Adnan amcayı ne dedin de ikna ettin çok merak ettim doğrusu," dedim imayla. Karşımda zevkten dört köşe olan Korkmaz efendi gayet kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladı. "Aslında sadece Başak ile aynı okulu kazandık. Kız şimdi yabancılık çekmesin. Aynı sınıfta olsak o da çok sevinir demiş olabilirim." Ona inanamayarak baktım. Şaka yaptığını umuyordum ama oldukça ciddiydi. Birinci ben onunla aynı okulda olduğumu öğrendiğimden beri kabusa düştüğümü hissetmişken neden aynı sınıfa düştüğümde sevinecektim ki? Bu benim belamı bulmuş olmam demek olurdu. "Ben seninle aynı sınıfta olunca yabancılık çekmeyecekmişim öyle mi?" diye sordum inanamayarak. Beni başıyla onaylayınca gözlerimi devirdim. "Peki bu hikayede Selma nerede?" Bu sorum karşısında masanın üzerinden eğilip iyice yaklaştı. "Bu hikayenin kahramanı sadece senle benim canım." Canım demesi sinirlerimi bozsa da ses etmedim. Bakışlarımı ondan alıp başka tarafa çevirdiğimdeyse Selma'nın elinde iki kahveyle yanıma doğru geldiğini gördüm. Yanıma gelip kahvenin bir tanesini önüme koydu. Daha sonra kendininkinden sabırsızca koca bir yudum aldı. "Bu arada son sorunun cevabı oldukça basit," dedi Korkmaz. Tam o sırada önümde dumanı tüten kahveden bir yudum aldım. "Sensin..." Bunu duymamla sıcak kahve genzime kaçmış az daha boğuluyordum. Sadece bununla da kalsa yine iyi. Ağzım yanmıştı. Selma panikle çantasından çıkardığı suyu bana uzatırken Korkmaz bana sırıtarak bakıyordu. Ben suyu içip kendime geldiğimdeyse Korkmaz Bey çoktan kafeteryadan çıkıp gitmişti. "Başak iyi misin?" diye sordu Selma panikle. Mavi gözleri yüzümde dolaşırken sorusunu başımı olumlu anlamda sallayarak yanıtladım. Selma, Korkmaz efendiden boşalan sandalyeye oturup beni izlerken ancak kendime gelebilmiştim. "Az önce ne oldu öyle?" Bu soruyu sormakta haklıydı. Zavallım şoka girdi tabii. Ben olsam bende şoka girerdim. Sonuçta delinin biri bir şeyler söylüyor ve kankam bir anda boğuluyor. Yani böyle bir manzarayı görmek biraz benim bahtsız bedevi Selma'ya göre bir şeydi. "Anlatacağım," diye mırıldandım. Selma'nın şaşkın bakışları yüzümde gezindi bir süre. Mavi gözleri sabırsızlıkla beni beklediğini belli edercesine yüzümde gezinirken oturduğu sandalyede kıpırdanmaya başladı. Zarif parmaklarını masaya hafifçe vururken aklıma gelen anıyla bir yandan şansıma söverken bir yandan da anlatmaya başladım. "Sınav dönemini hatırlıyor musun?" O dönemi kendim hatırlamak istemezken bir de ona hatırlatmaya çalışmam epey gülünçtü. Bunu sorduğumda Selma'nın kafasında bir soru işareti oluştuğuna emindim. Şu an konumuzla sınav döneminin ne ilgisi olduğunu sorguluyordu. "O dönemde isimsiz gelen notlar ve çiçekleri hatırla," dedim hatırlamasını umarak. Selma sanki olağanüstü bir aydınlanma anı yaşamış gibi kocaman açılmış gözlerle yüzüme baktı. "Evet! Evet hatırladım," diyerek oturduğu yerden heyacanla ayağa fırladı. Selma'nın ses tonunu ayarlayamaması sonucunda kafeteryadaki gözleri de üzerimize çekmiştik. Bize tuhaf tuhaf bakan insanların bakışları altında yerin dibine girerken Selma'ya kısık gözlerle baktım. Bakışlarımdaki gizli imayı fark edince hızlıca yerine geri oturdu. Sonuçta o benim bakışlarımdaki ifadeyi anlayabilecek sınırlı insanlardandı. "O çiçeklerin ve isimsiz notların sahibi olan bay K yoksa Korkmaz mı?" Bu sorusu karşısında başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim. Benden onay alan Selma gözlerini fal taşı gibi açıp sırıtmaya başlamıştı bile. İnci gibi dişlerini görmemle hepten şansıma sövüyordum. Çünkü sabah onunla dalga geçen benken şimdi o benimle alay ediyordu. Ne demişler? Etme bulma dünyası... "Sanırım bu okulda bir adet belalın bulunmakta," dediğinde kıkırdadı. Gözlerimi ona çevirdiğimdeyse bu durumdan hoşlanmadığımı anlamış olacak ki susmayı tercih etmişti. "Peki. Bu çocuğun sana aşık olduğuna kalıbımı basacağıma göre sen neler hissediyorsun asıl sen onu söyle," diye mırıldandı. Benden olumlu bir yanıt en azından bir işaret beklediği belliydi. Ama onun beklediği cevap ben de olumsuzdu. Sözleri karşısında sıkıntılı bir nefes verip kahvemden bir yudum aldım. "Bilmiyorum. Üstelik peşimi kolay kolay da bırakacağa benzemiyor." Benzemiyor kelimesi ona hafif kalırdı. Resmen kene gibi yapışmıştı. Üstelik kurtulmaya çalıştıkça daha çok yapışıyordu. Kan emici vampir bozuntusu... Selma adeta hastasına acıyan bir psikolog edasıyla yüzüme kısa bir bakış attı. Ardından o da benim gibi kahvesinden bir yudum aldı. "Onu bunu bilmem ama talibin var. Yine iyisin." Sanki o talibi ben istemişim gibi baktı yüzüme. Halbuki o talibin yapışıp da bir türlü rahat bırakmadığını bilmiyordu. Ona o meşur öldürücü bakışlarımdan birini atıp telefonumu omzuma astığım küçük çantamın içine attım. Daha sonra sandalyemi arkaya doğru çekip oturduğum yerden kalktım. "Nereye?" diye sordu Selma şaşkınlıkla. Ona bakıp iç çektim. Bazen söz konusu dedikodu olunca her şeyi unutabiliyordu. Zaten sınav döneminde ders çalışmaktan aklımızı kaybetmiştik. Bir de kalan aklını bu tarz şeyler için kullanması hiç iyi değildi. "Biz neredeyiz Selma?" Sanki ona koca bir denklem sorusu yöneltmişim gibi yüzüme baktı. Hatta bu bakışa öküzün trene baktığı gibi bakmak desek daha doğru olur. Kesinlikle kanaat getirdim bu kıza uykusuzluk hiç yaramıyordu. "Hani biz okuldayız ya benim zeki dostum. Ders başladı ders!" Selma tıpkı komutanından emir almış bir asker edasıyla hızla yerinden kalktı. Masanın üzerindeki dumanı tüten kahvelerimizi de alıp kalabalığı yararak birlikte kafeteryanın kapısına doğru ilerledik. Kafeteryadan çıktığımızdaysa kahvemi yudumlamaya devam ettim. "Başak düğün ne zamana?" diyerek kıkırdayan mavi gözlü kıza karşı gözlerimi devirmekle yetindim. Çünkü eğer onunla dalaşmaya kalkarsam muhtemelen elindeki kahveyi üzerine boce edecekti. Bunun sonu da hastanede bitebileceğinden ses etmemiştim. "Sen söyle bakalım. Senin düğün ne zaman?" Yüzümdeki bilmiş ifadeye karşı gözlerini kısarak baktı. Bir kedi misali her an pençelerini çıkarmaya hazırdı. Bu ani hamlem karşısında elindeki kahveyi dökmekten son anda kurtulmuştu. Üstü kapalı imadaki Emre detayını çakmasıysa renkten renge girmesine neden olmuştu. Ama bu benim sonumu getiren ima olmuştu. Selma boş bulunup düşünme yetisini gram kullanmayıp neler olabileceğini düşünememesi sonucunda sırtıma bir tane geçirmişti. Elimdeki kahve üstüme dökülürken avaz avaz bağırmaya başladım. "Başak! Özür dilerim!" Selma şoktan ne yapacağını şaşırırken bense tişörtümün ucunu tenime değmemesi için sallayıp duruyordum. Selma ise titreyen parmaklarla yengeme telefon açıp acil kıyafet getirmesini söyledi. Aradan geçen birkaç dakikanın sonunda yengemden tişörtü alıp giyinebilmiştim. Sonrasıysa dersin ortasında girmemiz ve hocadan yüklü miktarda azar işitmemiz olmuştu. ******* Dersler dersleri kovalamıştı. Hatta hocalarda bizi... Nihayet onca dersin sonunda öğle arasına girebilmiştik. Bu arada o kahve meselesini Selma'yı pataklarken aramızda halletmiştik. Resmen kızı pataklarken kümes hayvanına çevirmiştim. "Başak kitap almaya kütüphaneye mi gitsek?" diye sorduğunda sanki az önce saçlarını çarşamba cadısına çeviren ben değilmişim gibi gayet de neşeliydi. Ona bakıp saçlarını toplayışına gülerken sorusunu başımla onayladım. İkimiz birlikte sanki kedi köpek misali didişmemişiz gibi kol kola kütüphanenin yolunu tuttuk. Koridorlarda kütüphanenin kapısını ararken nihayet dev kapıları ardına kadar açık kütüphaneyi bulabilmiştik. "Acaba burada eski magazin dergileri de var mıdır? Ya da bin dokuz yüzlü yıllardan kalma moda dergileri..." Bakışları sanki bu saydıklarını hayalinde görmüş gibi hayranlık doluydu. Sorduğu saçma sorunun üzerine şok olmuş bakışlarımı heyecanla kütüphaneye bakan mavi gözlere çevirdim. "Bu soruyu hiç sormamışsın gibi var sayıyorum." Selma otuz iki diş sırıtırken birlikte okulun neredeyse dörtte birini oluşturan devasa kütüphaneye giriş yaptık. "Çok güzel," diye mırıldandı Selma. Daha sonra birbirimizden ayrılıp kendimize uygun birer kitap almak üzere kütüphanenin devasa raflarının arasına daldık. Parmaklarım tozlu raflardaki kitapların üzerinde gezindi. Kırmızıydı yeşildi derken yaldızla yazılmış gibi parlayan isimleri okudum birer birer. Rafların arasında gezindim bir süre. En sonunda kendime uygun bir kitap bulduğumdaysa rafa yaklaşıp kitabı elime almak istedim. İnce parmaklarım arasındaki kapkalın kitabı dikkatlice raftan çıkardığım sırada rafın ardından bana bakan bir çift koyu hareyle göz göze gelmem bir oldu. O anki korkuyla kitabı elimden düşürmekle de kalmayıp ufak çaplı bir çığlık atmıştım. Ama sesiniz her ne kadar kısık da çıksa bulunduğunuz ortam kütüphane olunca fısıltı bile deprem etkisi yaratır. Üstelik benim çığlık atmış olmam devasa kütüphanenin dört bir yanında yankılanmıştı. Üzerimde hissettiğim öldürücü bakışları saymıyordum bile. "Amma da korkaksın," diyerek kahkaha atan Korkmaz'ı dövmemek için zor duruyordum. Sinirden gözlerim seğirirken arkasında saklandığı rafın arkasından çıkıp yanıma geldi. "Kitabınızı almanıza yardım edeyim leydim." Korkmaz alayla yerden kitabımı almaya eğildiğinde ben ondan önce davranıp kitabımı yerden almaya yeltendim. İkimiz göz göze gelince ise ondan mutlusu yoktu. "Ne kadar da romantik. Tıpkı filmlerdeki gibi... Güzeller güzeli kız kitabını düşürür. Yakışıklı ve atletik vücutlu oğlanımız da kitabı almak üzere eğilir. Ki Allah'ın işine bak kız da oğlan ile aynı anda eğilir. Sonrasıysa birbirlerine vurulurlar." Sözlerindeki imaya karşılık gözlerimi devirdim. Hışımla kitabımı yerden alacağım sırada ahtapot gibi yapışmıştı. "Ben şimdi sana bir vuracağım. Göreceksin," diye fısıltıyla onu tehdit ederken bir yandan da kitabımı ondan almak için efor sarfediyordum. Ama kas yığınının kitabımı vermeye hiç niyeti yoktu. "Versene kitabımı," diyerek bağırmamak için zor durduğum sırada babamın zorla aldırdığı dövüş sanatları dersleri etkisini aniden göstermişti. Kitabı sıkıca tutan Korkmaz'a sıkı bir tekme atıp yere düşüşünü şok içinde izledim. Aniden attığım tekmeyle sırt üstü yere yatan Korkmaz kahkahalarla gülerken onun artık iflah olmaz bir dayak arsızı olduğunu anladım. Kütüphanedeki bakışlar ise birer ok gibi üzerime atılıyordu. "Sen gerçekten akıl ve ruh sağlığını yitirmişsin. Senin yerin tımarhane," dedim yerde kahkaha atan Korkmaz'a bakarken. Bu halim onun keyfini yerine getirmiş olacak ki doğrulup yerde bağdaş kurdu. Bu haliyle hintli meditasyoncuları anımsatmıştı. "Baban sana nasıl dayanıyor inan çok merak ediyorum." Aklıma Korkmaz'ın babası Adnan Bey geldi birden bire. Sonrasıysa Adnan Bey'in de en az Korkmaz kadar deli olduğunu hatırladım. "Babamın nasıl biri olduğunu unuttuğunu söyleme," dedi tekrar o sinir bozucu kahkahasını atarken. En sonunda dayanamayıp elimdeki ansiklopedi kalınlığındaki kitabımı koluna indirdim. Kolunu ovuşturan Korkmaz yerden kalktı. "Başak Hanım şiddet hiç hoş bir şey değildir," dedi gülerek. Sanki onu rahat bırakmayan bendim. Sanki benim peşime takılıp zebani gibi musallat olan o değildi. Sanki bütün bir yaz bana isimsiz notla çiçekler gönderen de o değildi. Sanki ona peşimden koşması için yalvarmışım gibi yüzüme baktı bir süre. Ardından yüzünde kocaman bir gülümsemeyle tekrar elimdeki kitaba yöneldi. Onu gözlerimle uyarmama rağmen sabrımın son damlasına kadar beni zorlamaktan geri durmuyordu. "Korkmaz kaşınma istersen," dedim son bir uyarı ikazıyla. Ama beni zerre takmamıştı. Hatta bu da yetmezmiş gibi bana meydan okurcasına tekrar kitabıma saldırmıştı. İçimden sabır çekip boynumu tıpkı filmlerdeki kavga sahnelerinde de olduğu gibi kütlettim. İşte şimdi savaş çanlarının benim için çalmaya başladığı an gelip çattı. Sonrasıysa yer misin yemez misin elimdeki tuğla ağırlığındaki kitabı gelişi güzel ona geçirmeye başladım. Korkmaz yediği dayaktan hem acı çekerken hem de gülüyordu. İşte tam olarak bu noktada onun ne kadar manyak olduğunu daha iyi anlıyoruz. Ancak Korkmaz gibi bir deli dayak yerken gülebilirdi. "Abla özür ederim bir daha yapmayacağım. Abla affet abla." Resmen karşımda kahkaha atıyordu. Üstüne üstlük utanmadan bir de benimle dalga geçiyordu. Kütüphanedekilerin de kınayan bakışlarını üzerime çektiğimdeyse onu kütüphanenin kapısına kadar elimde koca kitapla kovaladım. Onu koridorda kolum ağrıdan tutulasıya kadar dövdükten sonra onun yanına yere oturup soluklanmaya başladım. Bu çocuk bütün dengemi alt üst etmişti. Beni delirtmişti. "Tam bir baş belasısın," diye mırıldandığımdaysa ikimizde sırtımızı duvara dayamış dinleniyorduk. Birimiz dayak yemekten diğerimiz ise dayak atmaktan yorulmuştu. Koluma giren krampla kitabı dizlerimin üzerine bıraktım. Korkmaz halimize kahkahalarla gülerken o an ben bu belaya nereden bulaştım diye kara kara düşündüğüm andı. |
0% |