Işık da Vural da çoktan gitmişti. Bende Devrim ile kalmıştım. Onun yüzünü avuçlarımın arasına almış, “İyiyim. Gerçekten,” demiştim. Kirpiklerinin arasından parlayan kahverengi gözlerindeki parıltı beni iyi görmüş olmanın onu ne derece rahatlattığını anlamamı sağladı.
Burada bizi kimsenin göremeyeceğini biliyordum. Bu yüzden dudaklarına küçük bir buse kondurmakta bir sakınca görmemiştim. Geri çekildiğimde alnını alnıma dayadı ve derin bir iç çekti Devrim.
“İyisin,” dedi yeniden.
“Buradan çıkarsak daha iyi olacağım,” dedim ve onunla beraber yerden kalktım. Devrim kolunu belime doladı. Birlikte depodan ayrılıp kantinin olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladık. Hareketsizlikten bacaklarım uyuşmuş bir vaziyette olduğundan Devrim bir süre beni adeta sürüklemek durumunda kalmıştı. Neyseki bu durum kısa sürdü.
İkimiz birlikte öğle arasında kantini dolduran öğrenci kalabalığına baktık. Henüz kimse bizim kapının eşiğinde durduğumuzu fark etmemişti. Herkesin sabah yaşanan olayı işlenen ortak dersten sonra bir kenara bıraktığını görmek beni rahatlatmıştı. Asır’ın amacına ulaşamamış olduğunu görmek beni rahatlatmıştı ve tüm bunların içinde şimdi herkes yalanlarla lekelenen iki masuma inanıyordu.
“Gel,” dedi Devrim ve beni belimden tutup kantin kapısından içeriye soktu. İkimiz ağır adımlarla gördüğümüz ilk boş masaya doğru ilerlerken kimseyle göz göze gelmemek için bakışlarımı masaya dikmiştim. Kimseyle doğrudan göz teması kurmak istememiştim ama bir şey vardı ki yalanlar resitalinin kurbanları benimle aynı fikirde değildi.
Sandalyeme yerleştiğimde orada bulunan neredeyse herkesin gözlerinin benim üzerimde olduğunu fark ettim. Hatta Devrim’in yanıma kurulmasıyla masamızın başına gelenler bizdendi.
“Karay Müzik Koleji’nin yeni ikonu gelmiş,” dedi Buğra gülerek. İlk başta gözlerimi devirdim sonrasında dayanamayarak omzuna hafif şiddette bir yumruk indirirken, “Kes şunu,” dedim. Kendisi ağzına hayali bir fermuar çekti ve vurduğum omzunu tuttu.
“Devrim seni kızdırmasa iyi eder. Omzum çöktü,” dedi Buğra yüzünü buruşturarak.
“Emin ol onu kızdırmayı aklımın ucundan dahi geçirmiyorum,” dedi Devrim.
Onun bu söylediğine karşılık dudaklarımdan küçük bir kıkırtı döküldü. Tam o sırada Yağmur Buğra’nın koluna girdi. “Bu boşboğazı izninizle alıyorum,” dedi Yağmur ve Buğra’yı çekiştirmeye başladı.
Onların gidişiyle etrafıma baktım. Heves’in uzaktan bana başıyla selam verdiğini fark ettim. Selin hemen yanı başımdan geçerken Yiğit Eren onun peşinden gitti ve tüm bunların içinde herkesin bizden taraf olduğunu gördüm. Yalanlar Resitali’nin birbirine düşürdüğü kurbanların İhanetlerin Müzikali’nin ardından Karanlık’ın yanında yer alacağını kim tahmin edebilirdi ki?
“Ne düşünüyorsun bakalım?” diye sordu Devrim birden.
Başımı çevirip ona baktım. Gözlerindeki ışıltı bir yana dudaklarındaki o eşsiz gülümsemeye bakmak gülümsememe neden olmuştu. Az önce yaşadığım her şeyi kafamdan attığımı hissettim. Böyle bir etkisi vardı Devrim’in. Hafızadaki tüm kötü anıları silebiliyordu. Bu onun özel yeteneği bile olabilirdi.
Ona, “Korktuğum gibi olmadığını düşünüyordum,” diyerek yanıtladım sorusunu.
“Herkes sırrımı biliyor.”
“Sırrımızı,” diyerek düzeltti beni Devrim.
“Bunu itirafçı olduğum için değil senin sırrının da bana ait olduğunu düşündüğüm için söylüyorum Sanat.”
“Bizim sırrımız,” dedim onun bu sözlerinin üzerine. Tam o sırada kantin kapısına kaydı gözlerim. Vural vardı kapının ardında. İçeriye bakıyordu. Bana bakıyordu. Yine aynı ifadeyle, hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiği o küçücük ihtimale bakıyordu.
Göz göze gelmemizin üzerine eski güleç Vural olmaya zorladı kendini. Bana bakarken dudakları iyice yukarı doğru kıvrılmış sonrasında kantinin kapısından içeriye girmişti. Benim olduğum masaya doğru yaklaştığını fark eden Devrim ise ilk kez bir şey dememişti.
Vural masamıza uğrayıp bize selam vermiş sonrasında arka taraftaki masada tostunu gömen Adahan’ın yanına gitmişti. O an Devrim’e, “İlk kez Vural’a laf çarpmadın,” dedim imayla.
“Seni bulmamda yardım ettiği için bu seferlik bir şey demedim ama bir daha böyle bir şey tekrarlanmayacak Sanat Karay.”
Tek kaşım havaya kalktığı sırada, “Sahi siz beni nasıl buldunuz? O depoda tutulduğumuzu nasıl anladınız?” diye sordum. Devrim sanki çok gizli bir şey söyleyecekmiş gibi kulağıma doğru yaklaştı. Fısıltıyla, “Senin yokluğunu hissettiğim anda gözüm hiçbir şeyi görmedi. O an Vural ile kamera kayıtlarının olduğu odaya girip kuralları çiğnemekte bir sakınca görmedim,” diyerek yanıtladı sorumu Devrim.
Geri çekildi. Onun sakin duruşunun aksine benim yüzümde donuk bir ifade hakimdi. “Umarım yakalanmamışsınızdır Devrim Dinçer Demiralp,” dedim sinir bozukluğuyla. Devrim umursamaz bir tavırla omuz silkti. Daha sonra, “Daha bu sabah tüm okula yıllar önce bir cinayete sebebiyet verdiğimi söylemişken senin için yakalanmam çok da sorun olmazdı bence,” dedi. Kahretsin ki bu söylediğinde fazlasıyla haklıydı. İkimiz de tüm okula en karanlık sırlarımızı açıklamışken böylesine bir şey ceviz kabuğunu doldurmazdı.
“Haklısın,” dedim onun bu söylediklerine karşılık.
“Anlamadım. Hangi konuda haklıyım tam olarak?” diye sordu Devrim muzip bir tavırla.
“Bakıyorum sizi haklı bulmam çok hoşunuza gitmiş Devrim Dinçer Demiralp. Üzgünüm ama bana karşı takındığınız bu tavır birilerinin hiç hoşuna gitmeyecek.”
Birileri kelimesi bile onun sinir uçlarını tetiklemeye yetmişti. Yeniden o kıskanç Devrim oluverdi. “Birileri mi?” diye sordu histerik bir kahkaha eşliğinde. Sinirden gülmesi bir yana birileri derken acaba kimi kast ettiğimi düşündü?
“Evet birileri,” dedim sırf onu biraz daha sinir etmek için.
Devrim’in yüzü kızardı. Kendi içinde kıskançlık krizi geçirdiğini iyi biliyordum. Açıkçası onu böyle görünce içimden kıkır kıkır gülmek geleceğini hiç düşünmemiştim. O ise, “Birileri tam olarak kim oluyor acaba?” diye sordu beklentiyle.
Dudaklarım yavaşça yukarıya doğru kıvrıldı ve, “Bilemeyeceğim artık. Birileri bu halini görünce ne diyecek kim bilir?” diyerek küçük oyunumu biraz daha uzatmak üzere ilk adımı atmış oldum.
Devrim sözlerimin üzerine homurdandı. Hatta bir ara fısıltıyla birilerine küfür bile etmişti. Onu dikizlediğimden habersiz gözlerini kantin kapısına dikmişti. Aklından ne geçtiğini biliyordum. Birileri ile kimi kast ettiğimi düşünüyordu. Zihninde tek bir ismin yankılandığına emindim. Vural!
Devrim’in çenesinden tutup yüzüme bakmasını sağladım. Aksi ifadesi benimle göz göze gelir gelmez yumuşamıştı bile. Ona doğru yaklaştım. Aramızda küçücük bir mesafe kaldığında, “O birileri benim sevgilim Devrim Dinçer Demiralp,” dedim fısıltıyla.
Geri çekildiğimde yüz ifadesi kesinlikle görülmeye değerdi. Hoşnutsuz bakışlarına karşılık gülmeden edemedim. Devrim ilk kez beni böyle gülerken görüyordu. Gamzelerimi ilk fark ettiğindeki halimin aksine bu sefer kıkırdayarak gülmüştüm. Bu küçük detayı o da fark etmişti.
“Çok güzel gülüyorsun,” dedi birden.
Hayranlıkla baktı bana. Sonrasında, “Okulda olmasaydık sana yapacağımı bilirdim Sanat Karay,” dedi imayla.
“Ne yapardın Devrim Dinçer Demiralp?”
“O güzel gülüşünden öperdim.”
Yüzünü sırf beni germekten keyif aldığı için yüzüme doğru yaklaştırdı. Bense gülmeyi bir kenara bıraktım. İşaret parmağımı alnına dayayıp onu hafifçe ittim. Tehditkar bir bakış eşliğinde, “Aklından bile geçirme,” demeyi de ihmal etmedim. Bu sefer gülen o oldu. Teslim olurcasına ellerini havaya kaldırdı. Muzip bir bakışın ardından çalan zil ile birlikte ayaklandı Devrim Dinçer Demiralp.
“Derse geç kalmayalım sevgilim,” dedi ve sandalyemi tutup kendine doğru çekti. Geriye doğru çekilen sandalyemden kalktım. Okulu ekmeyi bir hayli seven o aksi çocuğun ışıldayan gözlerine diktim gözlerimi.
“Senin derslere olan ilgi ve alakanı biliyorum sevgilim,” dedim kendimi tutamayarak.
Devrim yaptığım imaya karşılık elini belime yerleştirmiş beni kantin kapısına doğru götürmeye başlamıştı. Beraber kantinden çıkmış yan yana yürüyorduk. Önümüzde de derse yetişmeye çalışan başka öğrenciler vardı. Hatta birkaç adım ötemizde ayaklı anksiyete misali kırmızı rugan ayakkabılarını tıkırdatarak Polen yürüyordu.
Herkes birer birer bugün olacak olan derslerimiz için özel olarak açılan salona yeniden girerken Polen salonun kapısından girmek yerine çekip gitmişti. Gözüm ona takıldığından Devrim’in ne söylediğini ancak ikinci söyleyişinde duyabilmiştim.
“İçeriye girmiyor muyuz?” diye sordu Devrim yeniden.
Başımı çevirip ona baktığımda kafamı bir şeye taktığımı anlamıştı. “Bakalım sevgilimizin aklından ne geçiyormuş?” dedi Devrim ve gözlerini kısarak yüzüme baktı.
“Sanırım Polen’in bir şeyler karıştırdığından şüphelenmiş.”
“Nereden anladın?”
“Gözlerin kırmızı ayakkabıdan bir türlü ayrılmadı da ondan. Şimdi söyle bakalım Sanat Karay. Derse giriyor muyuz yoksa girmiyor muyuz?”
Aklım her ne kadar Polen’e kaysa da derste bu sefer bizi sahneye alacaklarına emin olduğumdan derse girmek ikimiz içinde en iyisiydi. “Derse giriyoruz Devrim Dinçer Demiralp,” dedim ve onunla beraber salona geçtim.
Herkes birer birer koltuklara yerleşmeye başlamıştı. Hocalar ise toplanmamızı bekliyordu. Devrim ile yeniden arka taraftaki yerimizi aldık. Vural da hemen solumda bitti. Onun yeniden neşeli haline döndüğünü gördüğüme sevinmiştim.
“Hocalar çağırdı mı?” diye sordu Vural doğrudan bana bakarak.
“Hayır,” diyerek araya kaynak yapan kişi tabii ki Devrim’den başkası değildi.
Vural bunun üzerine çenesini kapatmayı tercih etti. Yavaş yavaş salon doldu ve artık derse başlama vakti geldi. Piyano hocamız mikrofonu eline aldı. Sonrasında, “Piyanomuzun başına iki kişi alalım,” dedi mikrofona doğru. Bunun üzerine elini kaldıran kişi Devrim oldu.
“Hocam Sanat ile ben gelebilir miyim?”
“Gel bakalım Devrim,” dedi hoca.
Devrim’in peşinden merdivenleri inerken buldum kendimi. Ne ara sahneye çıktım ne ara piyanonun başına onunla beraber oturdum hiç bilmiyorum ama ona baktığımda beraber çalacağımız parça ne olursa olsun bunu benimle çalacak olmaktan dolayı ne kadar memnun olduğunu gördüm.
“Keman için Heves, Tolga ve Kuzey’i sahneye alalım,” dedi Fulya hoca.
“Çello içinde Umut ve Müjde,” diye de ekledi.
Çağırdığı isimler bir bir sahneye gelirken arp hocası en sevdiği öğrencisini istedi. Işık kuğu gibi süzülerek arpın başına geçti. Daha şimdiden orkestramız kalabalıklaşmıştı ki yan flüt dersimizin hocası, “Yağmur, Buğra, Ela ve Açelya sizi de sahneye alalım,” dedi.
Küçük orkestramız onun çağırdığı son isimlerle tamamlandı. Geri kalanlar seyirci olarak görev alacaktı. Hocalarımız bizi yönlendirmeye hazır bir şekilde başımızda bekliyordu. Dersle şöyle dursun müzik ile uzaktan yakından alakası olmayan hatta Mozart ve Beethoven dışında müzisyen bilmediğine emin olduğum Cüneyt Hoca da başımıza dikilmişti. Onun bu okula geliş amacı neydi bilmiyorum ama onun burada olması kadar saçma bir durum olamazdı.
Gözlerimi zar zor onun sırıtan dudaklarından alıp Devrim ile benim başımda bekleyen piyano hocamıza çevirdim. “Madem bu kadar öğrenciyi bir araya topladık. Son dersin parçasını da onlar belirlesin,” dedi piyano hocamız her birimize beklentiyle bakarak. Tam o sırada, “Hocam madem parçayı onlar seçecek bende dahil olmak istiyorum,” diyerek lafa atladı Vural.
Hocamız gözlerini devirdi. Sonrasında olağanüstü sevgi dolu bakışlarıyla Vural’ı kemancıların arasına kattı. Orkestramızın son üyeside gelince sıra çalacağımız parçayı belirlemeye gelmişti.
“Bence bu sefer farklı bir şey çalalım,” dedi Vural heyecanla.
“Aklında ne var?” diye sordu Fulya Hoca.
Hepimizin bakışları Vural’a kaydı. Vural, “Hocam siz bizi izleyin. Hepimizin bu okulun mezunları olarak nasıl bir performans sergileyeceğimizi görün,” dedi sırıtarak.
“O zaman biz hocalarınız olarak size müdahale etmeyelim. Sizde bize hünerlerinizi gösterin,” diyerek piyano hocası olayı özetledi.
“Peki parçanızı belirlediniz mi?” diye de ekledi.
“Arkadaşlar içinde uygunsa Arcade’yi çalalım derim,” dedi Vural. Herkesten onaylayan ve hatta bu fikre bayıldıklarını söyleyen nidalar yükseldi. Başımı çevirip Vural’a baktığımdaysa bu şarkıyı neden önerdiğini daha iyi anladım. Gözleri bana her şeyi anlatmıştı. Şimdi ise çalacağımız şarkıyla tüm salona bunu ilan edecekti. Tıpkı şarkıda da dediği gibi, seni sevmek kaybedilen bir oyun.
“Herkes bu parçada hem fikirse sahne sizin,” dedi Fulya Hoca ve diğer öğretmenlerle beraber sahneden inip en önde yerini aldı.
Hep beraber senkronize bir şekilde şarkının notalarının tüm salonda yankılanmasına sebep olduk. O hepimizin bildiği şarkı bu sefer bizi bir araya getirdi. Devrim’in parmakları benimkilere karışıyordu. İkimizde sanki piyano çalmıyor tuşların üzerinde hayali bir dansa eşlik ediyorduk. Gözlerimiz birbirini bulmuş ezbere çalıyorduk. Resitalin başlangıcında bu sefer biz vardık. İkimiz…
Kan damlayan tuşlardan bu sefer bizim çaldığımız notalar dökülüyordu. Sanki tüm salon boşalmış orada sadece ikimiz varmışız gibi hissediyordum. Öylesine derin bakıyordu ki gözlerime etrafımızı kuşatan bir orkestra yokmuş da sanki salonda sadece bizim çaldığımız piyanonun sesi yankılanıyormuş gibi hissediyordum. Devrim’in böyle bir etkisi vardı. Gökyüzündeki binlerce yıldıza inat sadece o parlıyordu.
Onun dudaklarına yayılan tatlı tebessüme baktım. Parmaklarımı koyduğum yere bakmama bile gerek yoktu. Ben tuşların yerini ezberlediğim gibi onu da ezberlemiştim. Onun her bir mimiğini, her bir bakışını, her bir kelimesini tek tek ezberlemiştim. Şimdi ise ezbere bilsemde hayatımın sonunda bakmaktan asla bıkmayacağım o bir çift kahverengi göze bakıyordum. Devrim’e bakıyordum. Sanat’ın Devrim’ine…
Parçamızın son notalarına doğru yaklaştık. Parmaklarımız son notayı çıkaran tuşlara bastığında ellerimiz birbirine kavuştu. Tıpkı dans sırasında partnerinden uzaklaşan kadının adama karşı konulamaz bir biçimde çekilişi gibi…
“Harikaydınız,” dedi Fulya Hoca birden.
“Valla bende bayıldım. En az müzikaldeki kadar harika bir performans sergilediler,” diyerek lafa dahil olan kişi tabii ki de Cüneyt Hoca’ydı. Diğer hocalarda bize övgü dolu sözler sarf etmişti ki son dersin bittiğini gösteren zil yankılandı dört bir yanda.
Fulya Hoca, “Bu okuldan üstün başarılarınızla mezun olacağınızı bizlere gösterdiniz. Şimdi de dersimiz bittiğine göre evlerinize gidebilirsiniz,” dedi ve keman çalanlardan kemanlarını yerlerine bırakmalarını rica etti.
Herkes birer birer salonu terk etmeye başladı. Işık’ın topuklarını vura vura kapıya yöneldiğini gördüm. Vural ise neşeli görüntüsünün altında çok şey saklıyordu. Sadece bunu gizlemeyi iyi becerdiği için kimse bunun farkında değildi. Benim dışımda kimse…
“Bir olaylı okul gününün daha sonuna geldik Sanat Karay,” dedi Devrim birden. Dönüp ona baktığımda bugün yaşadıklarımızın öyle kolay şeyler olmadığını bir kez daha anımsadım. Sabah olanların üzerine Asır’ın beni ve Işık’ı depoya kilitlemesinin üzerine şimdi okulun çıkış saati gelmişti.
Devrim’e, “Madem bir okul gününü daha atlattık. O halde yarın okulda görüşürüz Devrim Dinçer Demiralp,” dedim ve oturduğum yerden kalktım. Tabii kendileri de saniyesinde peşime takılmakla kalmayıp, “Yarın okulda görüşürüz Sanat Karay,” demeyi ihmal etmedi.
Beraber salondan ayrıldık. Koridorda ilerlerken küçük bir detay dikkatimi çekti. Eğer gözlerim kısa bir anlığına ona kaymasaydı olacakların önüne geçemezdim. O kişi kim mi? Üç burslunun son kurbanı, Polen!
Polen’in bunca yıl tek bir dersi bile mecbur kalmadıkça ekmediğini iyi biliyordum. Derse girmemesi bile işkillenmeme yeterken şimdi kesin olarak bir şeylerin peşinde olduğundan eminim. Peki ama neyin? Polen neyin peşinde?
O an Devrim’e baktım. “Polen,” dedim sadece.
“Polen bir şeyin peşinde.”
Devrim de benim baktığım yöne baktı. Kırmızı rugan ayakkabıların zeminde çıkardığı tak tak sesleri ihanetin davetçisi gibiydi. İkimizde bizi bir şeyin beklediğini biliyorduk. Ayakkabının çıkardığı sese doğru çekiliyorduk. Onun peşinden gidiyorduk. İhanetin…
Devrim ile beraber Polen’in peşine takılmıştık ki onun biraz ötede Serdar ve Miray ile bir araya geldiğini gördüm. Serdar okula dönmüştü. İşte şimdi üç burslu bir aradaydı.
Uzaktan onlara baktım. Üçünün bir araya neden geldiğini düşündüm. Tam o sırada Serdar’ın, “Bu işi biz bitireceğiz,” dediğini duydum. Bu işi biz bitireceğiz!
Üçü beraber asansöre bindi. Devrim ile beraber asansörün kapısının kapanmasıyla merdivenlere yöneldik. Basamakları ikişer ikişer çıkmaya başlamıştım bile. Kalbim boğazımda atıyordu ve tüm bunların içinde içimdeki ses onların müdürün odasına gittiğini söylüyordu. Burslarından vazgeçmek için, okulu bırakmak için ve de en önemlisi bu karanlık yalana ihanet etmek için müdürün odasına çıkıyorlardı.
“Müdürün odasına,” dedim Devrim’e. İkimiz birlikte merdivenlerden çıkmış müdürün odasına giren üç bursluya yetişmek üzere peşlerinden müdürün odasına dalmıştık.
“Hop! Hop! Hop! Pat diye içeri dalamazsınız!” diyerek daha odaya girer girmez bize azar çekmeye hazırlanan kişi pek saygıdeğer okul müdürümüz İrfan Tekin’di.
Onu görünce bile gözlerimi devirme dürtüsüne engel olamıyordum. Soğuk bakışlarımı ondan alıp Polen, Miray ve Serdar’a çevirdim. “Sizinle konuşmam gerek,” dedim. Üçününde ısrar etmeme gerek kalmadan beni dinlemek üzere odadan çıkmayı kabul etmesi büyük şanstı. Fakat İrfan Hoca gibi her şeye burnunu sokmak bir yana otoritesini bizim üzerimizde tatmin etmeyi meslek edinen biri buna saniyesinde engel oldu.
“Neden geldiniz ve şimdi neden gidiyorsunuz?” diye sordu İrfan Hoca.
“Kusura bakmayın hocam. Şimdi çıkıyorduk,” dedi Devrim.
İrfan Hoca tatmin olmadı. Onu olduğundan daha sevimsiz gösteren gülümsemesi belirdi dudaklarında. Ardından, “Sizi dinliyorum,” dedi beklentiyle. Ellerini de masasının üzerinde kavuşturmuş bize bakıyordu. Onu susturmam ve de bir an önce onlar fikrini değiştirmeden önce buradan çıkmam gerekiyordu. Sırf bu yüzden, “Size Rutkay Karay’ın selamı var hocam,” dedim ve manidar bir gülümseme eşliğinde onlardan sonra odadan çıktım.
Babam bu dünyanın paraya tamah eden insanlarla dolu olduğunu söylerken oldukça haklıymış. İrfan Hoca söylediğim o iki sihirli sözcüğün ardından tek kelime etmedi. Bizde fırsattan istifade odasını terk etmiş hep beraber asansöre geçmiştik.
“Bizimle ne konuşmak istiyorsun?” diye sordu Miray birden. Sorusunu cevaplamadan önce zemin katın düğmesine bastım. Asansör yavaş yavaş aşağıya inmeye başladığı sırada, “Ne yapmaya çalıştığınızdan haberim var,” dedim tek seferde. Lafı dolandırmadan konuya girmemi üçü de beklememişti. Hatta üçünün de yüzünde aynı şok ifadesi belirmişti. Yakalanmış olmanın verdiği tedirginlik bir bayrak misali yüzlerini dalgalandırıyordu.
“Nasıl?” diyerek kendini ele veren ilk isimde Polen oldu.
“Bugün okulda öğrendiklerinizden sonra bu karanlık sırra ortak olmak istemeyip burslarınızdan ve hatta okuldan vazgeçmek istediğinizi biliyorum,” dedim birden.
Üçü de öylece yüzüme baktı. Bakışlarını kaçıran Serdar oldu. Üçününde yıllar önce çatıda yaşadığım o olayın üzerine ebeveynlerinin susmasından dolayı kendilerince suçluluk duyduğunu biliyordum. Bunu onlara baktığım an daha da iyi anladım. Ebeveynlerine ihanet etmek istediklerini de…
Yıllar önce ruhunu kaybetmiş o kızın soluk mavi gözleri her birinin yüzünde tek tek gezinirken dudakları ise buna gerek olmadığını mırıldandı. “Bunu yapmanız doğru değil,” dedim bu sefer. Üçü de bana baktı. Üçü de aynı duyguları taşıyordu yüreklerinde. Üçü de suçlu hissediyordu.
Onlara, “Bursunuzdan vazgeçmeyin. Okulunuzdan vazgeçmeyin. Mezun olmanıza haftalar kalmışken bundan sonrasında sizi parlak bir gelecek beklerken bunu yapmayın. Bu okulda okumayı en çok da siz hak ediyorsunuz,” dedim.
“Babalarımız sustuğu için mi?” diyerek araya girdi Serdar.
“Hayır,” dedim kendimden emin bir şekilde.
“Siz bu okuldaki herkesten daha başarılısınız. Okul bitince de çok iyi yerlere geleceksiniz. Polen iyi bir konser piyanisti olacak. Sen okulun bahçesinde de yaptığın gibi bir mekanda canlı müzik yapacaksın ve Miray da o hayalini kurduğu müzik kursunu açarak öğrencilerini yetiştirecek. Tüm bunları siz hayal etmişken ebeveynlerinizin yıllar önce mecburiyetten yaptığı bir şeyin suçunu üstlenmeniz çok saçma.”
Sözlerimi bitirdiğimde üçünden de bir tepki bekledim. Olumlu veya olumsuz bir tepki ama onlar daha çok benim söylediklerime şaşırmış bir halde öylece yüzüme baktılar. Polen en sonunda, “Sen bizim bunları hayal ettiğimizi nereden biliyorsun?” diye sorma cesaretini gösterdi.
“Ben bilirim,” dedim sadece.
Üçü de birbirine baktı. Tam o sırada ilk olumsuz yanıt geldi. Miray ağlamaklı bir ifadeyle, “Bunu yapamam,” dedi.
“Babamın böyle bir olaya sustuğunu bile bile böyle bir günaha alet olamam,” diye de ekledi.
Sıkıntılı bir nefes çektim ciğerlerime. Asansörün kapısının aralanmasıyla hep beraber asansörden indik. Üçüne baktım ve aynen şu soruyu sordum. Yaşadıklarımı hiç yaşanmamış kılma gücünüz var mı?
Üçü de tek kelime etmedi. Bunun üzerine, “Geçmişe dönüp o olayı hiç yaşanmamış kılamayız. Öyle bir gücüm olsaydı emin olun o çatıya adım dahi atmazdım ama ne yazık ki geçmişi değiştiremeyiz. Evet babalarınızın yaptığı şey yanlıştı. Bunu da kabul ediyorum ama bunu sizleri okutmak için yaptılar. Bu yüzden babalarınızın günahlarına ortak olmak bir yana bunu ben sizden istiyorum. O çatıdan çakılan kız için bu kararınızdan vazgeçmenizi rica ediyorum. Bu okulu birlikte bitirebiliriz. Beraber mezun olabiliriz. Birkaç hafta sonra bu okuldan birlikte ayrılmak varken lütfen vazgeçin.”
Soluk mavi gözlerim beklentiyle üçünün üzeride gezindi. Ruhunu kaybeden o kız için bu kararlarından vazgeçecekler miydi? Bunu yapacaklar mıydı? Birkaç hafta sonra bu okuldan beraber mezun olma fikrini kabul edecekler miydi?
Polen, “Sanat,” dedi ağlamamak için dudaklarını ısırarak.
Elimi o an onun omzuna koydum. “Lütfen,” dedim fısıldarcasına.
“Kendinizden, hayallerinizden yıllar önce yaptığım bir hata yüzünden vazgeçmeyin.”
Üçü de bir süre tek kelime etmedi. Devrim ise tüm bunların içinde sessizce beni izlemişti. Beni dinlemişti ve şimdi dönüp ona baktığımda dudaklarında benimle ne kadar gurur duyduğunu belli eden bir tebessümün yer edindiğini gördüm. En büyük destekçimden sonra gözlerim, “Tamam ben kalıyorum,” diyen Serdar’a kaydı.
“Bende,” dedi Polen titreyen sesiyle.
“Bende,” diyerek son burslu da okulda kalmayı seçti.
“Beraber mezun olacağız. Bu okuldaki son haftalarımızın ardından beraber mezun olacağız,” dedim gülümseyerek.
Onlarda gülümsedi. Hatta bu söylediğimden sonra üçü de gelip o yaralı kıza sarıldı. Yaralı kız uzun zaman sonra kendine inanan, onu benimseyen insanlar buldu. Onlara sarıldı. Sonra da uğurladı onları o karanlık koridorlardan aydınlığa. En sonunda da en güvendiği limana sığındı. Devrim Dinçer Demiralp’in kalbine…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.24k Okunma |
447 Oy |
0 Takip |
45 Bölümlü Kitap |