Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4.Bölüm: Kayıp Ruhlar Göğü

@sevvnuraydn

Beyaz kuş gözlerini kelebeğinin ışığıyla açtığında acılarının dindiğini hissetmiş. Beyaz kanatların yaralarını sardığını kalbini ışığıyla onardığını hissetmiş. Ruhunu kaplayan ışığa baktığında kendini gri renkli bulutların üzerinde bulmuş.

 

"Ben buraya nasıl geldim," demiş. Kelebek ona bakıp gülümsemiş.

 

"Ben senin ruhunun kanatlarıyım. Sen nereye istersen bende oraya konarım. Tıpkı şu anda da olduğu gibi..."

 

Kuş kelebeğe doğru kanadını uzatmış. Beyaz kanatlarına dokunmuş kelebeğin. "Benim kalbimi parçaladı kara kartal. Bir uçurumun dibinde ölüme terk etti beni. Ben ölümü kucakladığımı sanırken aslında yaşamı kucaklamışım. Senin kanatlarına sarılmışım. Şimdi sen benim kırılan kanatlarım oldun," demiş beyaz kuş.

 

Tıpkı kuşun kendi kanatlarına dokunduğu gibi kelebek de kuşun kanatlarına dokunmak istemiş. Ama korkmuş. "Ya canı yanarsa ya incitirsem onu," demiş. Kuş kelebeğin gözünde cam gibi kırılgan nadide bir parça kadar da değerliymiş. Onu kendinden bile sakınmaya başlamış kelebek. "Sakın korkma," demiş. "Sana ben dahil hiç kimse zarar veremez. Sen benimle güvende olacaksın," demiş beyaz kuşa.

 

Kuş çektiği acılara rağmen kelebeğe güvenmek istemiş. Onun beyaz kanatlarına sığınmak istemiş. Işığıyla aydınlanmak istemiş. Güvende olduğunu bilmek istemiş. Kelebeğe bakmış. Işığına doğru yaklaşmış.

 

Ona baktığında kendi yansımasını görmüş beyaz kuş. Kanatlarında bambaşka bir kuş varmış kelebeğin. Kuş gözyaşlarıyla bakmış yansımasına. Sanki gözleri bambaşka bir kuşa aitmiş gibi hissetmiş.

 

Kelebek, "O sensin," demiş. "Seni iyileştirebilmek için bunu yapmak zorundaydım," dediğinde kuş gözlerini kaçırmış. Yüzleşmek istememiş. Gerçek ona acı vermiş. Korkmuş bunu kabullenmekten. Ama kelebek onun bu gerçeği kabullenmesi gerektiğini biliyormuş. Kuşun büyüleyici gözlerine dikmiş gözlerini.

 

"Sen bir bedenden çok daha fazlasısın. Ne beyaz kanatların ne de görkemli tüylerin seni sen yapan şeylerdi. Asıl seni sen yapan şey kaburgalarının arasına saklanmış kalbindi. Ve şunu bil ki ben ona bir şey olmaması için kanatlarımı bu uğurda kaybetmeye hazırım," demiş kelebek.

 

Kuş beyaz kelebeğin uzattığı kanada bakmış. İlk başta korkmuş ama atan kalbinin kelebekle gitmek istediğini anladığında bir an bile duraksamadan tutmuş kelebeğin kanadından. Birlikte gri bulutlardan uçup kelebeğin evine konmuşlar.

 

Kuş kelebeğin kanatlarının arasına sığınmış. Kelebek ise kuşa yeni bir hayata başlama şansı vermiş. Sonuçta beyaz kelebekler şansı simgelermiş. Onlardan bir tane bile görmüşseniz şans her zaman sizinledir. Tıpkı beyaz kuşun yanından bir an olsun ayrılmayan beyaz kelebek gibi...

 

_______

 

İnsan bazen başını yaslayabileceği bir omuz arıyor. Sırtını dayayabileceği gölgesinde dinlenebileceği bir beden arıyor. Özellikle de zor bir dönemden geçiyorsa daha da çok arzuluyor yanında birinin olmasını. Çünkü fırtına anından bir dala tutunmadan kurtulmak mümkün olmaz. Eğer olurda tutunacak bir dal bulamazsa insan en ufak rüzgarda savrulur gider.

 

Bende fırtınanın ortasında kalmış dört bir yana savrulan küçük bir kuş gibiyim. Kanatlarımı tüm gücümle çırpıyorum ama rüzgara karşı koyamıyorum. Bedenim o kadar zayıf düşmüş ki bir dala konmaya ve o dala sıkıca tutunmaya ihtiyacım var. Tıpkı beni sarıp sarmalayan kolların altında çaresizce kollarımı profesörün bedenine doladığım gibi...

 

"Profesör," dedim iç çekerek. Ona sarılmış omzunda sakinleşmeye çalışıyordum. Göğsü aldığı her nefeste inip kalkıyordu. Griye çalan mavi gözleri uzaklara dalmıştı. Gözlerimi onun baktığı yöne çevirdim. Aralık kalan perdeden dışarıyı izlediğini fark ettim. Tekrar, "Profesör," diye mırıldandım. Bunun üzerine gözlerini bir anda bana çevirdi.

 

Profesör, "Seni bir yere götürmek istiyorum Lu," dedi. Başımı kaldırmış ondan uzaklaşmıştım. Gözlerimi onun mavi gözlerine diktim. "Nereye?" diye sorduğumda gözlerini tekrar dışarıya dikti.

 

Mavi gözleri lacivert gökyüzünde gezinirken, "Kayıp ruhlar göğüne," diyerek yanıtladı sorumu. Kaşlarımı çatmış dikkatle yüzünü inceliyordum. Kayıp ruhlar göğünün neresi olduğunu anlamaya çalışıyordum.

 

"Lu," dedi profesör. Bakışlarını tekrar bana çevirdiğinde gözlerindeki endişeyi daha iyi görmüştüm.

 

"Sen duşunu alırken seni burada bekleyeceğim."

 

Bunu söylerken sesi titremişti. Korkuyu sadece gözlerinde değil sesinde ve hatta kullandığı her sözcükte hissetmiştim. Yalnız kalmamı istemiyordu. Bana bir şey olmasından korkuyordu. Tam da Kartal'ın aksine...

 

Ona başımı olumlu anlamda sallayarak tepki verebilmiştim. Daha sonra oturduğum yerden kalkıp açık olan banyo kapısından içeriye baktım. Yerlerdeki saçlar durumumu gözler önüne sererken profesörün gözleri hala benim üzerimdeydi. Derin bir nefes aldım. Sanki az önce yaşadıklarım hiç yaşanmamış gibi içeriye doğru büyük bir adım attım. Kapıyı profesörün endişeli bakışlarına bir süre maruz kaldıktan sonra yavaşça kapattım. Olabildiğince hızlı bir duş alıp bornozumu üzerime geçirdim. Saçımı da askıdaki baş havlusuyla ıslaklığı geçene kadar kurutup kapıyı açtım.

 

"Lu," dedi profesör. Beni görünce rahat bir nefes almış ayağa kalkmıştı. Banyodan çıkıp yanına gittim. Mavi gözleri gözlerimde gezindi. "Kapıda seni bekliyorum," dedi ve hemen ardından odadan çıktı.

 

Onun odadan çıkıp kapıyı kapatmasıyla yatağın üzerine koyduğum iki parça kıyafeti üzerime geçirdim. Daha sonra makyaj aynasının çekmecesinde bulduğum siyah lastik tokayla saçlarımı ensemde at kuyruğu olacak şekilde topladım. Kapıda beni bekleyen profesörü daha fazla bekletmek istemediğimden odamın kapısını araladım.

 

"Ben hazırım," dedim profesörle göz göze geldiğim. Yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. Koluna girmem için bekledi. Bunun üzerine kolumu onunkine doladım. Birlikte evin uzun koridorunu geçip merdivenlerden aşağıya indik. Merdivenlerin başında bizi Kerim ve Handan Hanım karşılamıştı.

 

"Ege Bey," dedi Handan Hanım. Gözlerim ondan profesöre kaydı. İnce bir çizgi halini alan dudaklarını sakince araladı. "Biz çıkıyoruz Handan Hanım. Siz yemeğe başlayabilirsiniz," dedi ve Kerim'den arabanın anahtarlarını aldı. Daha sonra birlikte kapının önünde duran kırmızı üstü açık arabaya geçtik. Kemerimi bağlarken kalbim gümbür gümbür atıyordu. Nereye gideceğimizi merak ediyordum.

 

Gözlerim onun yüzündeki ifadede geziniyordu. Onu bir anda bu kadar durgunlaştıranın ben olduğum gerçeği beni üzüyordu. Onu endişelendirmem yetmezmiş gibi kendimi onun başına bela olmuşum gibi hissetmekten alıkoyamıyordum.

 

Gözlerimi yola çevirdim. Karanlık sokakları aydınlatan sokak lambalarının altında ilerlemeye başladık. Issız sokaklarda arabanın motorunun sesi yankılanıyordu. Etraftaki insanların sayısı geçen her dakikada azalmaya devam ediyordu. Sanki birer birer eksiliyormuşuz gibi...

 

Derin bir iç çektim. Kısa bir anlığına profesöre baktım. Ondaki bu kuşkulu ifade beni biraz endişelendirsede üstelemedim. Ne kadar yol gittiğimizi hangi yollardan geçtiğimizi bile hatırlamadığım uzun bir sürenin ardından profesör arabayı yüksek bir binanın önüne park etti. Dalgın bakışlarımı ona çevirdim.

 

"Geldik mi?" diye sordum. Beni başıyla onayladı. Anahtarı kontaktan çıkarıp cebine attı. Daha sonra kapıyı açtı. Onun arabadan inmesiyle bende kapımı açtım. Tam o sırada yanıma gelip arabadan inmem için elini uzattı. Elim onun elini kavradı. Ondan güç aldığımı hissettim. Adımımı yavaşça arabanın dışına attım. Arabadan inip kapıyı kapattım ve ona doğru yaklaştım. Elleri ellerimi kavradı. İki elimde onun avuçlarında kayboldu. Sıcak parmakları benimkileri örtüyordu. Mavi gözlerinin altında küçücük kaldığımı hissediyordum. Başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerimizin buluşmasıyla yüzünde küçük bir tebessüm belirdi.

 

"Hazır mısın Lu?" diye sordu içtenlikle. Bu soruyla neyi kast ettiğini anlamamıştım. Ama yine de onu başımla onayladım. Profesör bir elimi bıraktı. Diğerini ise nazikçe kavradı. Birlikte önünde durduğumuz binadan içeriye girdik. Girişteki asansöre bindiğimizde profesör çatı katının tuşuna bastı.

 

Bir süre sonra asansörün kapısı tekrar aralandı. Kendimizi yerden metrelerce yüksekte çatı katında bulmuştuk. "Buraya neden geldik?" diye sordum.

 

Birlikte çatının kenarına doğru yürüdük. Birkaç adım uzakta durduğumuzda aklıma uçurum gelmişti. Sadece birkaç metre yükseklik bile beni bu derece sarsmaya yetmişti. Gözlerimi acıyla yumup soğuk rüzgara karşı durdum. Tam o sırada profesör yanı başımda durdu. Gözlerimi açıp ona baktım. Onun gözleri çoktan uzaklara dalmıştı.

 

"Ünlü Fransız yazar Proust der ki bir acı sonuna kadar yaşanmadıkça geçmez. Biz de bunun için buradayız," dedi gözlerini tekrar bana çevirdiğinde. Yutkundum. Kendimde bunu yapacak gücü bulamıyordum. Bunu o da fark etmiş olacak ki parmaklarını güven vermek istercesine benimkilere kenetledi.

 

"Şimdi içinde ne kadar düşünce ne kadar acı varsa hepsini rüzgara anlat. Bağır çağır. Boşalt içini. Rüzgar alıp götürsün."

 

"Ya rüzgar acılarımı alıp gitmek yerine yüzüme çarparsa. Ya daha çok yara alırsa ruhum. O zaman ne yapacağım?"

 

Çaresizliğim sesime de yansımıştı. Titreyen dudaklarım ve kırılan cesaretim ne kadar aciz olduğumu bir kez daha gözler önüne seriyordu. Griye çalan mavi gözler benim kahverengi gözlerimi buldu.

 

"O zaman ruhunun elinden tutarım. Düştüğü yerden kaldırır. Yaralarını tekrar sararım," dedi dolan gözlerime karşı.

 

"Peki ya bunu yapmaya cesaretim yoksa?" diye sordum bu sefer. Bunun üzerine bana daha da yaklaştı. Mavi gözlerinin altında teselli arayan bir zavallı gibi hissetmiştim kendimi. Ta ki benim içimdeki cesareti körükleyen o sözleri söyleyene dek...

 

"İşte o zaman şunu bil ki risk almadan hiçbir acı geçmez. Ya acılarını risk alıp savurursun rüzgarla birlikte uzaklara ya da içindeki acının ağırlığıyla yaşamaya alışırsın. Tıpkı bize istemediğimiz halde bir şeylere alışmaya mecbur bırakılan her şey gibi..."

 

Profesör haklıydı. Bu acıyla yaşamaya alışmaktansa rüzgara haykıracak ve uzaklara savuracaktım. Belki rüzgar tersten esecekti. Belki acılarımı yüzüme vuracaktı. Belki de eskisinden bile daha çok yara alacaktım. Ama bunun bir önemi yoktu. Sonuçta benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Benliğimi kaybetmişken korkmam yersizdi. Derin bir nefes aldım. Tek bir adım attım. "Yüzümü yok etti!" diye bağırdım rüzgara doğru. Gözlerimden yaşlar birer birer akın etmeye başlamıştı. Ama benim durmaya hiç niyetim yoktu.

 

"Yüzümü yok etti! Annemin babamın bir zamanlar okşamaya kıyamadığı yüzümü bedenimi ne hale getirdi!" diye haykırdım.

 

Sesim titriyor boğazıma bağırmaktan dolayı keskin bir ağrı saplanmıştı. Ama durmadım. Hıçkırıklarıma ve hatta kendimi kaybetmek pahasına durmadım. Tekrar bir adım attım. "Şimdi ölsem ne olacak! Ben artık ben bile değilim! O adam Luna'yı öldürdü! Aşkı Luna'yı öldürdü! Kartal beni öldürdü! Bana kıydı! Ben artık bir hiçim! Bir hiç!" dedim ve son bir adım attım.

 

O son adım benim ölüme attığım bir adımdı. Ama beni durduran profesör oldu. Bana arkadan sarıldı. Beni geriye doğru kendine doğru çekti. Güçsüz bedenimi kavrayan kolları altında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Tam o sırada kulağıma doğru eğildi. Sıcak nefesi yanağımı yakıyordu. Ellerim onun kollarını kavramıştı. "Sen bir hiç değilsin," diye fısıldadı.

 

"Sen benim çok geç bulduğum yaralı bir ruhsun. Ben de o ruhu iyileştirecek olan şifacıyım. Sana söz veriyorum Lu. Sana bunu yapandan hesap sormadan bana ölüm yok. Sana söz veriyorum."

 

Bu sözlerinin üzerine ona doğru dönüp sıkıca sarıldım. Profesör nazikçe başımı okşadı. Kollarını bedenime dolandığında bile bana karşı öyle nazikti ki...

 

Kendimi onun ellerinde un ufak olmuş cam parçalarıyken sonradan yapıştırılmış bir biblo gibi hissetmiştim. Beni incitmemek için gösterdiği özen kalbimi çarptırıyordu.

 

"Profesör," diye fısıldadım. Ondan ayrılıp gözlerine baktım. "Teşekkür ederim," dedim titreyen dudaklarımı gülmeye zorladığım sırada. Onunda yüzünde gururlu ama bir o kadar da acıklı bir gülümseme belirdi. "Ben her zaman senin yanında olacağım Lu," dedi içtenlikle.

 

Gözümün önüne düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Daha sonra elini ceketinin içindeki cebe attı. İçinden beyaz ipek bir mendil çıkardı. Gözyaşlarımı sildi. Mendili avucuma sıkıştırdı ve diğer elimi onun elini tutmam için uzattı. Bir an bile duraksamadan tuttum elini. Birlikte kayıp ruhlar göğüne çıkan asansörle yeryüzüne geri indik. Arabaya geçtiğimizde "Buraya neden kayıp ruhlar göğü diyorsun?" diye sordum. Profesör gülümsedi.

 

"Çünkü acı çeken ruhlar göğe yükselir Lu. Bizde senin acı çeken ruhunu onlarca kayıp ruhun arasına gönderdik. Artık yüreğinde acı çeken bir ruh yok."

 

Emniyet kemerimi takarken bu söylediklerinde haklı olduğunu hissetmiştim. Yüreğimin ortasına sıkışmış acı çeken küçük Lu sanki o gökyüzünde bir yerde süzülüyordu. Sanki onu azat etmişim gibi hissetmiştim.

 

İçimde biriktirdiğim her şeyin rüzgarla birlikte yok olduğunu hissetmiştim. Derin bir nefes aldım. Artık her şeye baştan başlamamın vakti geldi. Yeni bir ben yeni bir hayat demekti. Yeni hayatımın ilk gününü bugün ilan ediyorum. Yeni Luna'nın yeni hayatının ilk günü bugün. Gözlerim arabadaki saate ve kenarındaki tarihe kaydı. Yeni hayatımın ilk günü 12 Eylül...

 

*******

 

"Aç mısın?" diye sordu profesör. Yola daldığımdan tam olarak ne kadar zaman geçtiğini kestirememiştim. Elimdeki ipek mendili kaybetmek istemediğimden ona doğru uzattım. O da mendili tekrar ceketinin iç cebine koydu. Daha sonra arabayı sahil kenarında bir yere park etti.

 

"Biraz," diye mırıldandım. Sorusuna olumlu cevap vermem onu memnun etmiş olacak ki sahil kenarında seyyar bir arabanın olduğunu fark ettim. Birlikte arabadan inip köftecinin olduğu tarafa doğru ilerledik. Profesör tam o sırada telefonunu çıkarıp bir numarayı tuşladı.

 

"Kerim biz biraz geç döneceğiz. Bizim için ayrı sofra kurulmasın," dedi ve telefonu kapattı. Daha sonra küçük masalardan birine oturduk. Bizi gören köfteci amca gülümseyerek yanımıza geldi.

 

"Ege'm hoş geldin. Nerelerdeydin bunca zaman?" dediğinde profesör adamla kucaklaştı.

 

"İşler yoğun biliyorsun. Bir türlü fırsat bulamadım. Ama yanımda birini getirdim. Seni Lu ile tanıştırayım," dediğinde amca ismimin eksikliğinden dolayı şaşırmıştı. Ama yine de bana karşı içtenlikle gülümsemişti.

 

"Ege güzel kızı bulmuş evleniyorsun ama beni düğününe çağırmıyorsun öyle mi?"

 

Amcanın bu isyanı ikimizide güldürürken profesör durumu yanlış anladığını söylese de biz çoktan amcanın gözünde nişanlı damgasını yemiştik.

 

"Siz onu benim külahıma anlatın. Şimdi Taci gelsin de size gerçeği bir de o söylesin," dedi amca. Fakat tam olarak kimden bahsettiğini anlayabilmiş değildim.

 

"Taci kim?" diye sordum en sonunda. Profesör yanıma oturdu.

 

"Biraz sonra görürsün."

 

Bunu söylediğinde gözlerim yanımızdan uzaklaşan amcaya takıldı. Arabanın kenarına saklanmış bir kutuyu alıp yanımıza doğru geldiğinde. Kutunun üzerindeki kar beyazı tavşanı daha yeni fark edebilmiştim.

 

"Şimdi Taci sizin için bir niyet çekecek," dedi amca yanımıza geldiğinde. Adının Taci olduğunu öğrendiğimiz tavşan önündeki bir dizi küçük kağıttan birini dişlerinin arasına aldı. Bizim için çektiği niyeti merak etmiştim. Bu merakım yüzümden de okunmuş olacak ki amca kağıdı tavşanın ağızından alıp bana uzattı. Kağıdı alıp açtım.

 

"Kader bir kelebeğin kanadında aşk ise bir kuşun gagasında saklıdır."

 

Okuduğum notla birlikte gözlerim profesöre kaydı. Gözlerim onun mavi gözlerinde gezinirken amca tavşanı alıp kenara koydu. Daha sonra köfteleri pişirmek üzere ızgaranın başına geçti. Bense hala elimde tuttuğum notu kafamda düşünüyor bir yandan da gözlerimi profesörün mavi gözlerinden alamıyordum. En sonunda gözlerimi kaçırıp yanı başımızdaki denize baktım. Karanlıkta lacivert renge bürünmüş denizin dalgalarını izlemeye başladım. Kısa bir süre sonra da amca köfte ekmeklerimizi getirmişti.

 

"Afiyet olsun," diyerek ikimize gülerek baktı. Daha sonra gelen başka bir müşteriyle ilgilenmek için yanımızdan ayrıldı. Profesör ile birlikte yemeğe koyulduk.

 

"Mesut amca buraların en iyisidir," dedi gözleri ton ton amcaya kaydığı sırada. Köftenin enfes tadıyla bu söylediğinde haklı olduğunu daha da iyi anlamış oldum. "Profesör," dedim bir anda.

 

"Bundan sonra ne olacak?"

 

Bu sorumla birlikte yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. "İlk işimiz sana yeni bir kimlik ayarlamak olmalı," dediğinde düşüncelere daldım. İsmimi değiştirmek istemiyordum. Çünkü ismimi seviyordum. En önemlisi bana Lu demesini seviyordum.

 

"İsmimi mi değiştireceğiz?" dedim sesimdeki hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak. Profesör aniden durgunlaştığımı fark etmiş olacak ki gülümsedi. "Hayır," dedi.

 

"Sadece soyadını değiştireceğiz. İsminin değişmesine asla izin vermem."

 

Sözleri beni rahatlattı. Adımın tamamını kullanmamasını seviyordum. Bununla yaşamak istiyordum ve yaşamaya da devam edecektim.

 

"Peki yeni soyadım ne olacak?" dedim bu sefer. Şimdiki soyadım Soydere. Peki yenisi ne olacak? Düşüncelere daldım. Yeni bir soyadı seçmeliydim. Ama ne? Uzun bir süre düşündüm. Profesör ise benim için uygun soyadını buldu.

 

"Sanırım buldum," dedi mavi gözlerini bana çevirdiği sırada. Biten ekmeğin kese kağıdını buruşturup yanımızdaki çöp kovasına attım. Ardından meraklı bakışlarımı ona çevirdim.

 

"Arga," dedi sadece. Luna Arga diyerek içimde birkaç kez söyledim. Bu yeni soyadını sevmiştim. "Arga eski türkçede zeki, akıllı manasına gelir," dedi profesör. Anlamından çok söylenişini sevmiştim. Adımla bütünleştiğini hissetmiştim.

 

"Bunu sevdim."

 

Profesör beğenmeme sevinmişti. Buruşturduğu kese kağıdını çöpe atıp cebindeki cüzdandan çıkardığı parayı rüzgarda uçmasın diye masadaki ağır metal peçeteliğin altına sıkıştırdı. Ardından gitme vaktimizin geldiğini söyledi. Birlikte arabaya geçtik. Artık eve dönmemizin vakti geldi. Profesör bir tuşla arabanın çatısını kapattı. Kemerlerimizi bağlayıp yola koyulduk. Gözlerimi ilk başta elimde sıkıştırdığım kağıda daha sonra da onun yola odaklanmış dikkatli bakışlarında gezdirdim.

 

Bu adamın hayatıma nasıl dahil olduğunu düşünmeye başladım. Defalarca kez hayatımı kurtarmıştı. Aslında yaptıkları sadece bununla da sınırlı değildi. Beni iyileştirmiş ruhumu ise tamir etmeye çalışan bir iyilik meleği gibiydi.

 

Gözlerimi ondan alıp tekrar elimdeki kağıda çevirdim. Tekrar okudum o tek cümlelik yazıyı. Kader bir kelebeğin kanadında aşk ise bir kuşun gagasında saklıdır. Bu benim için neyi ifade ediyordu veya neyi ifade etmesi gerekiyordu bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı ki bundan sonra kaderimizin tek bir yola çıktığı ve o yolda birlikte yürüyecek olduğumuzdu.

 

*******

 

Profesör ile birlikte uzun ve yorucu geçen bir gecenin ardından gözlerimi yeni bir güne açmıştım. Gözlerimi alan güneş ışığına karşı sırtımı dönüp uykumu açmaya çalıştım. Tam o sırada yanımdaki yastığın üzerime bırakılmış bir başka zarf olduğunu gördüm. Bu küçük zarf bir öncekilerin aksine beyazdı. Yüzümde istemsizce küçük bir gülümseme belirirken zarfa doğru uzandım. Zarfı elime alıp yattığım yerden doğruldum. Zarfı açıp içindeki küçük notu çıkardım.

 

"Kader neden bir kelebeğin kanadında gizlidir hiç düşündün mü Lu? Kader bir kelebeğin kanadında gizlidir. Çünkü kelebek gibi kısa ömürlüdür. Bir gün hayatının tam ortasında bambaşka bir sabaha gözlerini açman gibi kaderde kısacık bir anda gelişir. Üstelik bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi değişkendir. Aşk ise bir kuşun gagasında saklıdır. Neden biliyor musun? Bunca zaman aşığa aşkı kuşlar taşıdı. Bülbüller aşkı şakıdı. Serçeler camlara tünedi. Uykusundan uyandırdı aşığı. Beyaz kuş ise aşık oldu. Kanadından aşkın tüyü düştü. Bir gönüle kondu. İşte bu yüzden kader kelebeğin kanadında aşk ise bir kuşun gagasında saklıdır Lu."

 

Notu okuduğum anda anladım. O niyet kartlarındaki notları da onun yazdığını. Kalbim heyecanla atmaya başladı. Gözlerim notta takılı kaldı. Notu küçük zarfın içine koyup çekmecemdeki diğer notlarımın arasına koydum. Daha sonra elimi yüzümü yıkamak için banyoya geçtim. Banyoda bir tel saç bile yoktu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi...

 

Musluğu açıp soğuk suyu yüzüme çarptım. Yüzümü askıdan aldığım havluyla kurutup hazırlanmak için makyaj aynasına yöneldim. O an makyaj aynasının üzerine bırakılmış beyaz kadife bir kutu olduğunu fark ettim. İçimdeki merak duygusunun da etkisiyle sandalyeme oturup kutuyu dizlerimin üzerine koydum.

 

Yavaşça kapağını araladım. İçinde küçük zarflardan bir tane daha olduğunu fark ettim. Bu zarf da beyazdı. Anlaşılan bundan sonra ondan gelecek olan tüm zarflar beyaz olacaktı. Kutunun dibindeki zarfı alıp içindeki notu çıkardım.

 

"Yeni hayatında böyle bembeyaz Lu. Tıpkı kalbin gibi... Bundan sonra mektuplarını çekmecende değilde bunun içinde biriktirmeni istiyorum. Bir gün bu kutuya sığmayacak kadar çok mektubun olacak. İşte o zaman hayatı öğrenmiş olacaksın. Yeni bir sen olacaksın. Luna Arga olacaksın."

 

Gözlerim adım ve yeni soyadımda gezinmeye başladı. Luna Arga. Bu yeni soyismini eskisinden bile daha çok benimsemeye başlamıştım. Zihnimin dört bir yanında bu soyisim yankılanırken notu zarfa yerleştirip kutuya koydum. Şimdi ise sıra bu kutuya uygun bir yer bulmaktaydı.

 

Gözlerim bunun için odanın dört bir yanında gezinmeye başladı. En sonunda okuma köşesinin yanındaki yuvarlak küçük masa gözüme ilişti. Kutuyu alıp onun üzerine yerleştirdim. Ardından çekmecemdeki diğer notları da bu kutuya koymak üzere çekmecemi açtım. Tam o sırada çekmecenin içinde notlarımın arasında bir şey olduğunu fark ettim. Bu başka bir zarftı. Bunu anlamamı üzerine yapıştırılmış küçük kuş tüyü sağlamıştı. İnce parmaklarım beyaz kuş tüyünü okşarken sabırsızlıkla yeni notumu okumak için zarfımı araladım. İçindeki küçük kağıdı çıkarıp okumaya başladım.

 

"Bundan sonra bu kutu senin yüreğin olacak. İçinde hayatın sırlarını saklayacaksın. Kuşun kanadından düşen sevda tüyünü saklayacaksın. Eğer olurda bir gün birine kalbini açarsan o kuşun tüyünü sevdiğinin kalbine konduracaksın. Vakit gelene kadar kalbini kilitli tut. Bunun için sana küçük bir şey bırakıyorum."

 

Zarfın dibinde küçük bir ağırlık vardı. Elimi zarfa tekrar soktuğumda küçük gümüş rengi bir anahtar çıkarmıştım. Mektuplarımın hepsini kutuya koyup anahtarla kilitledim. Ardından elimdeki anahtara baktım bir süre. Küçük anahtarı incelerken küçük bir detay fark etmiştim. Üzerinde Lu yazıyordu.

 

Gözlerim istemsizce dolarken odamın kapısı yavaşça aralanmış griye çalan mavi gözlerle göz göze gelmiştim. Kader beni kelebeğin kanatlarının arasına almıştı. Orada saklamıştı. Şimdi ise kanatlanıp uçmamı bekliyordu. Profesör beni koruyup kollayan o kelebeğin ta kendisiydi. O benim beyaz kanatlı kelebeğimdi. Beyaz kelebeğimdi.

Loading...
0%