Yeni Üyelik
36.
Bölüm

11.Bölüm: Saklanan

@sevvnuraydn

Bu dünyada kelebeğin tek zayıf noktası beyaz kuşmuş. Onun için yaşar onun için nefes alırmış. Yaralarla yamalanmış kalbini onunla tamamlamış. Hasret kaldığı aileyi onunla birlikte oluşturmuş.

 

Yeni bir güne gözlerini açtığında kalbini görüyormuş kelebek. Kuşun gözlerindeki ışıltı onun için doğan güneşten farksızmış. Gece olunca bu ışıltı yerini yıldızlara bırakırmış. Derin bir iç çekmiş kelebek. Huzura baktığını, ciğerlerine dolanın huzurun güzel kokusu olduğunu düşünüyormuş.

 

Kuş ise içinde yeni bir yaşamı büyütüyormuş. Kelebekten olma minik bir canlı varmış içinde. Bu minik bebek daha doğmadan küslükleri gidermiş. Kelebeğin can dostu kırlangıcı affetmesini sağlamış. Küslüklerin giderilmesiyle yeni aile bireyleri kayıp olanın peşine düşmeye hazırmış. Kuşun kaybının tüm dengeleri değiştireceğinden habersiz tehlikeli bir kumar başlamış.

 

_______

 

(3 gün sonra...)

 

Merih ile birlikte o gecenin ertesi günü doktora gitmiştim. Yapılan kan testinin sonucunda hamile olduğum kesinleşmişti. Bebeğimizi kontrol etmek için doktorum Başak ile görüştüğümüzde ise bebeğimizin üç haftalık olduğunu öğrenmiştik. Bulantılarımı dindiren ilaçlar sayesinde kendimi daha iyi hissediyordum. Şimdi ise Merih ile sürpriz hamileliğim ile ertelemek durumunda kaldığımız fotoğraf meselesini konuşuyorduk.

 

"Şimdi gitmek istediğine emin misin Lu?" diye sordu Merih. Kerim ile Ege yukarıda Dünya'nın fizik tedavisi için gelen ekiple beraberdi. Salonda sadece ikimiz vardık. Merih'in griye çalan mavi gözlerine diktim gözlerimi.

 

"Eminim. Kaç gündür bu konuyu düşünüyorum Merih ve artık bir şeylerin açıklığa kavuşması gerek. Eğer benim bir kardeşim varsa onun kim olduğunu öğrenmek istiyorum," dediğimde elimi tuttu. Sıcak dokunuşu elimin üzerindeydi. Parmakları şefkatle benimkilere kenetlendi ve kuruyan dudaklarını ıslattı.

 

"O zaman Ege burada amcası ile kalırken senle bende o fotoğraftaki köye gideriz."

 

Gülümsedim. Sonrasında beni her zaman anlayan bu mucizevi adama sıkıca sarıldım. "Biliyor musun Merih?" dedim ondan ayrıldığımda. Işıldayan gözleri gözlerimdeyken alnını alnıma dayayıp soluklandı. Soluklarımız birbirine karışıyordu ve kalp atışlarımın sakin ritmi bu halimize tezatlık yaratacak şekilde hızlanıyordu.

 

"İçimdeki minik bebeğinde sana benzemesini istiyorum. Uzun zaman bakmayı arzuladığım gökyüzünden bir tane daha olmasını istiyorum. Bana senin gibi bakan mükemmel bir oğlan çocuğundan sonra bu bebeğinde senin gibi bakmasını istiyorum."

 

Merih gülümsedi. Dudaklarıma soluksuz bir buse bırakıp tekrar gözlerimin içine baktı.

 

"Bebek kime benzerse benzesin ben ona her baktığımda seni göreceğim Lu. Tıpkı Ege'ye her baktığımda da olduğu gibi... Neden biliyor musun?"

 

Gökyüzümdeki güneş gözlerimi alıyordu. Gülümsemesine güneşin sıcaklığı vuruyordu sanki.

 

"Çünkü o mükemmel çocuğu var eden sensin. Onun annesi sensin Lu ve ben ona her baktığımda seni düşünüyorum. Söğüt ağacının altında bulduğum o kızın benim karım oluşunu düşünüyorum. Çocuklarımın annesi oluşunu düşünüyorum ve o an bir şeyin farkına varıyorum. Ben bu dünyadaki en şanslı adamım."

 

"Bunu her seferinde nasıl başarıyorsun?" diye sordum birden. Merih duraksamıştı. Ama sonrasında dudaklarına yerleşen gülümseme ona da bulaşmıştı.

 

"Beni her seferinde kendine tekrar tekrar aşık etmeyi nasıl başarıyorsun?"

 

Merih etkileyici bir gülümsemeyle, "Aynı şeyi sana sormalı," dedi ve elimi tuttu. Koltuktan kalkmam için yardım ettiğinde kıkırdadım. Birlikte salondan çıkmış yukarı katın merdivenlerini tırmanmaya başlamıştık. Tam o sırada halasının yanından seke seke yanımıza gelen Ege'ye baktım. Sevinçle babasının kollarına atıldı. Merih onu kucağına aldığında artık bir değil iki çift gökyüzü bana bakıyordu.

 

"Anne nereye gidiyorsunuz?" diye sordu Ege. Onun bu sorusuyla kıkırdadım. Uzanıp yanağına uzunca bir öpücük bıraktım.

 

"Babanla küçük bir işimiz var. Sende biz yokken burada amcanla halanı üzme olur mu?"

 

Ege anlayışla başını sallamış bizden gelirken şemsiye şeklindeki çikolatalardan almamızı istemişti. Bunun üzerine Ege'yi Kerim'e emanet etmiş sonrasında Merih ile birlikte hazırlanıp evden çıkmıştık. Arabayı Merih kullanıyordu. Bense telefondan fotoğraftaki köyün konumunu bulmaya çalışıyordum. En sonunda navigasyonu ayarlamış telefonu tutucuya yerleştirmiştim.

 

Merih navigasyona göre arabayı sürerken bende uzanıp radyoyu açtım. Sıra sıra kanalları gezerken bir tanesinde durdum. Radyoda çalan şarkının adı "Bana Unutmayı Anlat". Kendimi şarkının sözlerine bırakmış camdan dışarıyı izlemeye başlamıştım.

 

Biliyorum, artık çok geç

Parlamıyor gözündeki kaybolan ışığın

 

Şarkının sözleri ve iç burkan tınısına dalıp gitmiştim. Aklıma eski bir anı düştü. İlk başta sadece ufak bir kesit belirdi gözlerimin önünde. Sonra anı genişleyip bir film şeridi halini aldı.

 

"Luna Soydere," diyerek beni çağıran kişi yurt görevlisiydi. Üniversite ikinci sınıftaydım. Amerika'da yurdun bahçesindeki devasa erik ağacının tepesine tırmanmış ağacın dalları arasında sessizce kitabımı okuyordum. Okuduğum kitabın adı Çalıkuşuydu. Onu Türkiye'den tatil zamanı kendi evime gittiğim sırada almıştım. Bir yandan kitabımı okuyor bir yandan da ağacın tepesinden büyüleyici görünen göl manzarasına bakmayı da ihmal etmiyordum.

 

Göl buraya uzaktı. Fakat manzarası yüksekten büyüleyici gözükürdü. Yurt görevlisinin ikazıyla ağaçtan istemeye istemeye indiğimde sorunun ağacın tepesinde olmam değil de farklı bir şey olduğunun henüz farkında değildim. O yüzden İngilizce, "Bir daha çıkmam," diyerek onun yanımdan uzaklaşmasını bekledim. Elimde yarım bırakmak zorunda kaldığım kitabımla bloğuma gitmeye yeltendiğimde ise beni durduran yine yurt görevlisi olmuştu.

 

Görevli kadın, "Müdire Hanım seni odasında bekliyor," diye mırıldandı. Sonra da bahçede dolanmaya devam etti. Müdirenin bana ceza keseceğinden neredeyse emindim. Ama konu oldukça başkaydı. Elimde kitapla ağır adımlarla müdirenin odasının kapısını çaldığımda içeride beni birinin beklediğinden habersizdim.

 

İçeri girdiğimde gözüm müdirenin masasının önündeki bordo renkli koltukta oturan babama kaydı. Onu görmek bile olduğum yere çivilenmeme yetmişti. Değişik bir aksana sahip olan yurt müdiremiz Bayan Sarah, "Baban seni almak için geldi," dedi gülümseyerek. Onun yüzündeki gülümsemeye karşılık benim kılımı bile kıpırdatmamam ortamı geriyordu.

 

Babam, "Gidelim," dedi tek düze bir sesle. Onun sözü emirdir. Sorgulanamaz. Karşı gelinemezdi. Eğer karşı gelme cesaretini gösterirseniz sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsınız. Başımı önüme eğmiş onun peşinden odadan çıkmıştım. Birlikte müdirenin yanından ayrıldığımızda bahçedeki kızların ve birkaç çocuğun durmuş bizi izlediğini gördüm.

 

Babamla siyah araca binerken arkamdan neler dediklerini az çok tahmin edebiliyordum. Zengin şımarık kızlardan biri olduğumu düşündüklerini biliyordum. Arabaya binip yurdun önünden uzaklaştığımızda babamın yüzüne bile bakmamıştım. Bir süre ikimiz de tek kelime etmedik. Araba gölün önünde duruncaya dek...

 

Buraya neden geldiğimizi merak ettiğim halde sormamayı tercih etmiştim. Babam ile göl kenarındaki iskeleden onun teknesine bindiğimizde kendine borç bildiği daha doğrusu vicdanını rahatlatmak için yalandan benimle vakit geçirmek için böyle bir şey yaptığını anlamıştım. Bu ilk değildi.

 

Aramızdaki uçurumun o da farkındaydı ve bir şekilde bana karşı babalık görevini böyle şeylerle yerine getirmeye çalışıyordu. Yurda hediyeler yolluyordu. Birçoğu pahalı olan hediyeleri aldığım gibi ya satıp parasıyla kendime kitap vb. şeyler alıyordum ya da hiç dokunmayıp yurtta gördüğüm bazı kızlara hediye ediyordum.

 

"Tekne gezisinin ikimize de iyi geleceğini düşündüm," dedi babam. Bunu söylerken kendini gülmeye zorlaması da dikkatimden kaçmamıştı. Gülmek onda eğreti duruyordu. Göz ucuyla ona baktım ve neden peşimden Amerika'ya kadar geldiğini merak ettim. Sonra o, göl manzarasını izlerken bende oturup kitabımın kapağını araladım.

 

Ayracımı kaldığım yerden kaldırıp sayfayı okumaya başladığım sırada babamın kitabı parmaklarımın arasından sökercesine alması da bir olmuştu. Kitabın kapağını kapatıp teknenin içinde bir yere fırlattı. "Buraya senin için geldik. Bilmem farkında mısın?" diyerek bana kendince gözdağı vermişti.

 

Başımı kaldırıp ona baktım. Bunca zaman beni bir paçavra gibi kenara atan adamın bana bunları söylemesi oldukça gülünçtü. Kendime engel olamadım. Dudaklarımdan dökülen histerik kahkaha onun afallamasına yetmişti. "Benim için mi? Bana isteyip istemediğimi sordun mu? Ben buraya gelmek istemedim. Beni buraya getiren sensin," dediğimde babamın gözlerinde çakan şimşekleri gördüm.

 

Tekne ile epey bi açılmıştık. Kaptan tekneyi gölün ortasında durdurduğunda babamın yüzüme tokadı basacağına o kadar emindim ki öylece bekledim. Ama bunu yapmadı. Onun yerine gözlerini bakınca ince uzun bir çizgi halinde görünen eski taş köprüye dikmişti. "Bir şeyleri telafi etmeye çalışıyorum," dedi öfkeyle solurken. Sesi duygudan yoksundu. Sanki bunu yapmaya kendini mecbur hissediyormuş gibi bir hali vardı.

 

"Bunun için çok geç kaldın. Artık seninle değil vakit geçirmek seninle yan yana bile durmak istemiyorum. Nasıl ki beni tutup yurdun kapısına bıraktıysan bir daha da beni görmeye gelme. Hediye de yollama. Çünkü sen benim için artık yoksun ve bundan sonra da ne yaparsan yap olamayacaksın."

 

Babamı o andan sonra hayatımdan uzaklaştırmak için çok çaba sarf ettim. Gizlice beni izlediği zamanların, benimle iletişim kurabilmek için harcadığı çabaların hepsi boştu. Derin bir iç çektiğimde gözlerim navigasyonun üzerindeki saate kaydı. Neredeyse iki saattir yoldaydık ve navigasyona bakılırsa daha yolumuz vardı. Sıkıntılı bir nefes verdiğim sırada Merih'in dikiz aynasından kısa bir anlığına bana baktığını fark ettim.

 

"Ne düşünüyorsun Lu?" diye sordu. Başımı koltuğa iyice yaslamış ona bakmıştım.

 

"Şarkının sözleriyle dalıp gitmişim," diye mırıldandım. "Aklıma bir anı geldi," diye de ekledim.

 

Merih sesimi daha iyi duyabilmek için uzanıp radyoyu kapattı. O an arabada sessizlik hakim oldu. Yutkundum. "Şarkının sözleri bana babamla olan bir anımı anımsattı. Amerika'ya gönderildiğimin ikinci senesinde yurda yeniden gelmemin üzerinden sadece birkaç hafta geçtiği zamanlardan bir anı," dediğimde Merih durgunlaştığımı fark etmişti.

 

"Canını sıkan bir anı mı?" diye sordu. Başımı hafifçe sallamakla yetindim.

 

"Babam beni Amerika'ya bırakıp gittikten haftalar sonra sık sık bana hediyeler göndermeye başladı. Pahalı mücevherler, her genç kızı büyüleyecek güzellikte kıyafetler ve daha sayamadığım onlarca çeşit hediyeyi yurda gönderirdi."

 

Merih'in dudakları ince bir çizgi halini almıştı.

 

"Ama benim için bunların hiçbir değeri yoktu. Gözlerimi boyayabileceğini düşünmesine öfkelenmekten başka ona karşı hiçbir şey hissetmiyordum. Eskiden onun yaptığı her şeye hayrandım. Ama o bunu benden aldı. İçimde onun için sakladığım tüm sevgiyi kalbimden söktüğü gibi avuçlarının arasında paramparça etti."

 

Yutkundum. Anlattıkça anının devamı gözlerimin önünde belirmişti.

 

"Babam kendince beni geri kazanmaya çalışıyordu. Ama ben buna izin vermedim. Beni yurttan alıp tekne gezintisine çıkarmıştı. Teknedeyken tüm bunları benim için yaptığını söyledi. Bende ona bunun için artık çok geç kaldığını söyledim. Her ne yaparsa yapsın geçmişi telafi edemezdi. Gözlerinden iki damla yaş aktı. Onu daha önce ağlarken hiç görmemiştim. Fakat o an onu ağlarken gördüğümde içimde hiçbir hareketlilik olmadığını fark ettim. İçimde en ufak kıpırtı bile yoktu."

 

Merih beni dinlerken bir yandan da navigasyona göre arabayı sürmeye devam ediyordu.

 

"Bende tamamen bittiğini o an anladım. Yıllarca başımı bile okşamayan titreyen parmakları usulca yüzümü kavramak istediğinde belindeki silahı bir anda kaptığımı hatırlıyorum."

 

Söylediğim sözle Merih ani bir frenle arabayı kenara çekmişti. Yüzündeki dehşet ifadesine baktım. "Silahı ilk başta ona doğrulttum," diye mırıldandım. Babamın buna rağmen bana yaklaşmaya çalışışını anımsadım. Onu dışarıdan gören birisi haline acırdı. Perişan görünüyordu.

 

"Babam bana silahı ona vermemi söyledi. Ama ben onun kızıydım. En az onun kadar inatçıydım. Silahı ona vermedim. O da bana yaklaşmaya devam etti."

 

Babam ile aramızdaki mesafenin git gide kapandığını hatırladım. Silahı bırakmam için bana yalvarışını hatırladım. "Bana kullanmayı bilmediğim için elimden bir kaza çıkacağını söyledi. Aramızda iki adımlık mesafe kala onunla bağlarımı koparmanın tek yolunu çeneme dayadım," dediğimde Merih Ege bana kaşlarını çatarak bakmaya başlamıştı.

 

"Neden böyle bir şey yaptın Lu?" diye sordu Merih Ege. Sesindeki dehşeti içimde hissetmiştim.

 

"Onu kendimle tehdit ettim. Bir daha karşıma çıkmamasını söyledim. Beni yurda geri bıraktı ve o zamandan sonra bir daha hayatıma müdahale edemedi. En azından yanıma gelmeyi kesti."

 

Merih anlattıklarıma karşılık ne diyeceğini bilememişti. Anlattıklarımı sindirmeye çalışıyordu. "Yaptığım şeyin yanlış olduğunu biliyorum," dedim ve onun kolunu tuttum. Kolumu onunkine dolayıp başımı omzuna yasladım.

 

"Bunun için pişmanım."

 

Griye çalan mavi gözlerine diktim gözlerimi. "Özür dilerim," dediğimde Merih bana kızmak yerine gülümseyip dudaklarını alnıma bastırdı. Alnıma uzun ve sıcak bir buse kondurdu. Derin bir iç çektim. Tam o sırada Merih başını başıma yaslamış ve benim için yeniden profesör oluvermişti.

 

"İnsanlar sana çok büyük acılar yaşatacak Lu. Ama onlarla karşılaştığında sana hiçbir şey olmamış gibi bakacaklar. Sanki kanatlarını koparan onlar değilmiş gibi..."

 

"Biliyor musun Merih?" dedim birden.

 

"Ben onu affedebilmeyi çok istemiştim. Ama buna gücüm yetmedi."

 

"Sana ilk tanıştığımız zamanlarda da söylediğim gibi..."

 

Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Dudaklarına acının tatlı tebessümünün hakimiyet kuruşunu izledim.

 

"Affetmek büyük bir erdemdir Lu. Fakat bir şeyi sakın unutma. Her insan affedilmeyi hak etmez. Tıpkı kalplerimizi kelebek mezarlığına çevirenler gibi..."

 

Gülümsedim. Kelimeler olmadan bile hislerime tercüman oluşunu seviyordum. "Şimdi yola devam edelim mi?" diye sordu Merih Ege. Doğrulup koltuğuma yerleştim. Merih arabayı çalıştırdı. Yolculuğumuzun geri kalanı sessiz ve beklediğimden kısa sürmüştü. Kendimi köyün girişinde bulduğumda içimde tuhaf bir his belirmişti. Başımı çevirip en büyük destekçim Merih Ege'ye baktım. Bana güven vermek istercesine içtenlikle gülümsedi. Gözlerinde gökyüzü gülüşünde ise güneş saklıydı sanki.

 

Birlikte arabadan indik. Boynuma astığım çantayı düzelttim ve Merih'in elini tuttum. Parmaklarıma sıkıca kenetlenen parmaklarından güç aldığımı hissederek köye bir adım atmıştım. Köyün çakıl taşlı yollarında yürürken ikişer katlı ahşap evlerin önünde duran köy ahalisi bizi izliyordu. Köylerine gelen bu iki yabancıyı tanımaya çalışıyorlardı sanki. Acaba annem de benim gibi bu taşlı yollarda gerçekten yürümüş müydü?

 

Merih Ege, "Fotoğraftaki ev şuradaki olmalı," dedi biraz ötede görünen iki katlı ahşap evi gösterirken. Bir fotoğrafa bir de eve baktım. Uzaktan o eve çok benziyordu. Ama o olup olmadığı konusunda şüphelerim vardı. Hipnotize olmuşçasına eve doğru adımlamaya başladım. Sanki görünmez bir güç elimden tutmuş beni oraya doğru götürüyormuş gibi hissediyordum. Adımladıkça anneme daha çok yaklaştığımı hissediyordum.

 

Evin önünde durduğumda fotoğrafa tekrar baktım. Merih'e, "Bu o ev," dediğimde ikimizde evin önünde oturan yaşlı kadına baktık. Kadın kapının önünde oturmuş bir şeyler örüyordu. Sarı renkli ipi şişlerin arasında bir o yana bir bu yana atarak kendince bir şeyler örüyordu. Henüz bizim orada bulunduğumuzu fark etmemişti.

 

Merih'e baktım. Birlikte bahçe kapısından içeriye girip yaşlı teyzeye doğru yaklaştık. Kadın bir anda örgü örmeyi kesti ve gülümsedi. "Umay sen mi geldin kızım?" diye sorduğunda olduğum yerde kalmıştım. Tek bir adım bile atamadım. Öylece donakaldım. Yanlış duymuş olmalıydım. O kadın benim annemin annesi olamazdı değil mi? Bana öldüğü söylenen anneannem yaşıyor olamazdı değil mi? Kadın örgüsünü bir kenara koyup bana baktı. Öyle içten gülümsedi ki...

 

Ayağa kalktı ve kollarını bana dolarken, "Umay'ım gelmiş," dedi neşeyle. O beni bağrına bastı. Bense vücudumda derman kalmadığını hissettiğimden öylece bu hayalden uyanmayı bekledim. Her an onun kollarına yığılıp kalabilecekmişim gibi hissediyordum. Kadının omzunun üzerinden Merih'e baktım. O da bu duruma en az benim şaşırmıştı.

 

Kadının benden ayrılmasıyla gözleri otomatikman Merih'e kaydı. Beni kolumdan tutup arkasına sakladı ve keskin bakışlarıyla, "Kızımdan uzak dur!" diye bağırdı. O kadın benim anneannemdi. Beni annem sanıyordu ve bu durumda da Merih'i kim sandığını biliyordum. Onu Hünkar Server olarak görüyordu ve dolayısıyla onun benim için bir tehdit olduğunu düşünüyordu. Beni daha doğrusu annemi Hünkar'dan korumaya çalışıyordu.

 

"O benim kocam," dedim birden. Anneannem bana sanki ona ölüm haberi vermişim gibi baktı. Onun kolundan tutup az önce kalktığı kapının önündeki sedire geri oturmasını sağladım. Sonra onun kırışıklıklarla dolu pamuk ellerini tutup gözlerine baktım. Dudaklarımın titremesine engel olamayarak, "Ben Umay değilim. Onun kızıyım. Senin torununum," dedim.

 

Söylediklerimi düşünmeye başladı. Kızı olmadığımı anlayınca yüzünden geçen karaltıyı görmüştüm. Hüzün adeta sinsi bir gölge gibi geçti gözlerinden. Karşısında benim yerime kızının olmasını ne kadar çok istediğini biliyordum. Onun pamuk gibi beyaz ellerine öpücükler kondurdum ve başımı dizlerine yasladım. İlk başta tereddüt etsede titreyen parmaklarının saçlarımda gezindiğini hissedebiliyordum.

 

Merih'e baktım. Kollarını göğsünde kavuşturmuş bizi izliyordu. Kusursuz gülümsemesine baktığım sırada evin kapısı aralandı. İçeriden genç bir kadın çıktı. Başındaki örtüyü düzeltip, "Siz de kimsiniz?" diye sordu. Yerden kalkıp ona baktım. Onu daha önce bir yerlerden tanıdığımı hissettim. Ama nereden tanıdığımı anımsayamadım.

 

"Ben Luna," dedim gülümseyerek. Her ne kadar onu hatırlayamasam da o beni hatırlamışa benziyordu. Gözlerini iri iri açmış gülümsemişti. "Sen Umay teyzenin kızısın," dedi hayretle anneannemin yanına giderken. Annemi tanıdığına göre onun hakkında bir şeyler biliyor olmalıydı.

 

"İçeriye buyurun lütfen," dedi genç kadın anneannemi içeriye götürmeye çalışırken. Onların içeriye girmesiyle Merih ile birlikte biz de içeriye girmiştik. İçerideki eski sedirin üzerine oturdum ve genç kadına baktım. Onu tanımadığımı daha doğrusu hatırlamadığımı anlayınca, "Ben Günay," dedi nazikçe baş selamı verirken.

 

Onunla bir süre kim olduğumu ve buraya geliş sebebimi izah ettikten sonra anneannemin öldüğünü bildiğimden ve onu sağ olarak bulduğumdan falan bahsettim. Günay bize birer bardak çay ikram etmişti. Çaylarımızı yudumlarken, "Annemin kucağındaki bebek hakkında bir şeyler biliyor musun?" diye sordum eskimiş fotoğrafı ona gösterirken.

 

Günay fotoğrafa uzun uzun baktı. Fotoğrafı bana geri uzatırken, "O bebek Umay teyzenin değil," diye mırıldandı. Bakışlarını kaçırmıştı. Göz ucuyla Merih'e baktım. O da benimle aynı şeyi düşünmüş olacak ki griye çalan mavi gözleri beni buldu. Günay yalan söylüyordu ve bunu neden yaptığını anlamıyordum. Belki gerçeği saklamasının sebebi korkuyor oluşuydu. Belki de biri onu tehdit ediyordu. Bilmiyorum. Ama bir sebepten dolayı bana yalan söylediğini biliyordum.

 

"Biz artık kalkalım," dedi Merih bana kısa bir bakış attığı sırada. Elimdeki bardağı köşeye bıraktım ve onunla birlikte anneannem ile vedalaşıp evden çıktık. Evden uzaklaşıp arabaya geçtiğimizde artık rahatça konuşabileceğimizi hissediyordum.

 

Merih arabayı çalıştırırken, "Bir şey saklıyor," dedi şüpheli bir ifadeyle. Onu başımla tasdikledim.

 

"Bize yalan söyledi. O fotoğraftaki bebeğin kim olduğunu biliyor ve bir nedenden olayı bunu öğrenmemizi istemiyor."

 

Merih'in sözleriyle sıkıntılı bir nefes vermiştim. Büyük umutlarla geldiğim bu yerde anneannemin yaşadığını öğrenmiş ama elim boş geri dönmek zorunda kalmıştım. Emniyet kemerimi taktığımda Merih arabayı sürmeye başlamıştı. "Şimdi ne olacak?" diye sordum beklentiyle ona bakarken. Merih düşünceliydi. Bu işi en kestirme nasıl açıklığa kavuşturabileceğimizi düşünüyordu.

 

"Ben ne yapıp edip bu işi çözeceğim Lu," dedi Merih. Dikiz aynasından bana kısa bir bakış atmıştı. Elimdeki fotoğrafı katlayıp sinir bozukluğuyla çantama tıkıştırdım.

 

"Biri bizim önümüzü kesiyor," dedim Merih'e bakıp. "Biri bizim onun kim olduğunu veya ona ne olduğunu öğrenmemizi istemiyor," diyerek sözlerimi devam ettirdim.

 

"Evet ama bunu bizden başka bilen kimse yoktu Lu."

 

"Ya varsa?"

 

Merih'in aklına düşen şüphenin aklını kemirdiğini yüzüne yerleşen ciddi ifadeden görebiliyordum. "Evden biri dışarıya haber uçuruyor. Peki ama kime? Kim bu gerçeğin gün yüzüne çıkmasını istemiyor?" diye sordu Merih kendi kendine. O an aklıma tek bir kişi geldi.

 

"Babam," dedim birden. Babam bu bilgiye ulaşmamı istemiyor olabilirdi. Nedenini her ne kadar anlamasamda bunu onun istediğini hissediyordum. Sonuçta bunca zaman bir kardeşim olduğunu saklamakla kalmamış bana onun doğar doğmaz öldüğünü söylemişti. Peki ama neden? O an aklıma gelen bir ihtimalle dehşetle Merih'e baktım.

 

"Babam ya kardeşimin başka bir adamdan olduğunu düşündüğü için öldüğünü söylediyse ya kardeşim sandığım kişinin ikimizle de bir bağı varsa?"

 

Merih duraksadı. İkimizinde aklından aynı şey geçiyordu. Merih'in babası ile annemin yasak aşkından olma bir çocuk olabilir miydi? İşte bu soru birçok şeyi açıklıyordu. Babamın o çocuğun öldüğünü söylemesini açıklıyordu. Fakat evden hiç kimse ona yardım etmezdi. Bu durumda geriye tek bir ihtimal kalıyor. Merih'e, "Ayıyı nereden buldun?" diye sordum.

 

"Bursa'daki teyzenlerin evinden," dedi Merih. Tam da tahmin ettiğim gibi...

 

Teyzemler annemi utanç kaynağı olarak görüyorlardı ve ihanetin tohumunun adının kendi soyadlarına bulaşmasını istememişlerdi. Onlar her şeyi biliyordu ve sırf bu yüzden bu karanlık lekeden kurtulmak için babama haber uçurmuşlardı. Babamda muhtemelen o köy evine geleceğimizi bildiğinden her şeyi önceden ayarlamıştı. Bunu nasıl anlamam? Sıkıntılı bir nefes verdiğimde, "Babama haber uçuranlar teyzemlerdi. Bu bebeğin ortaya çıkmasını istemiyorlar," dedim.

 

"Peki ama neden? Onun ortaya çıkması neyi değiştirir ki?"

 

"Çok fazla şeyi değiştirir. Çünkü utancın bir tane olması yetiyor Merih. İkinci bir utanca gerek yok," dediğimde sözcüklerin boğazıma oturduğunu hissettim.

 

Merih sinirden ne yapacağını ne düşüneceğini bilemez bir haldeydi. Gaza bastı sonra arabada benim olduğumu hatırlayıp frene basmaya çalıştı ve işte tam da o anda oldu her şey. Merih, "Lu frenler tutmuyor!" dedi panikle. Ona baktığımda yüzünde beliren dehşet ifadesi birçok şeyi ifade ediyordu. Korkuyu, öfkeyi ve birazda ihaneti...

 

"Merih çok hızlı gidiyoruz!"

 

"Sıkı tutun!"

 

Arabayı kavşaktan döndürdüğümüzde Merih her ne kadar frene basmaya çalışsa da başarılı olamadı. Araba son sürat uçarcasına yollarda kaymaya devam etti. Karşıdan gelen koca tırı gördüğümüzde Merih direksiyonu sağa kırdı ve ne olduysa o zaman oldu. Araba freni patlamışçasına çam ağaçlarıyla dolu bir ormana girdi. Arabanın ağaca çarpması ise tamamen bir hayal ürünü gibiydi. Kötü bir hayal ürünü...

Loading...
0%