@sevvnuraydn
|
Kuş bunca zaman ondan saklanan gerçekten habersiz yaşamış. Aslında bir kardeşi olduğunu bilmeden kaç bahar kaç kış geçirmiş kuş. Onu en çok da bu üzüyormuş. Ondan saklananın geçen dört mevsimi nasıl geçirdiği? Akıbetin bilinmezliği kuşun içini kemiren kurt misali yüreğinde geziniyormuş.
Kelebek ise kuşunu böyle görmeye dayanamıyormuş. Onu içinde bulunduğu çıkmazdan tutup çıkarmak istiyormuş. Bilinmezleri onun için bilinir, karanlıkları onun için aydınlık, dünyayı onun için yaşanılır kılmak istiyormuş kelebek. Nefes alma sebebine nefes olmak istiyormuş. Kuşuna bakmış. O bakmaya doyamadığı kar beyazı kuşuna...
"Seni böyle düşündüren şey nedir?" diye sormuş kelebek kuşuna. Kuş kelebeğe bakmış. Bunca zaman yegane yoldaşına anlatmış hislerini. İçinde beliren an be an yüreğini esir esen kasveti anlatmış kelebeğine. Hayatından uzaklaştırdığı kişinin ondan aslında sandığından çok daha fazla şey sakladığını bilmek ona ağır geliyormuş. Beyaz kuş bu ağırlığın altında eziliyormuş. Uçamıyormuş. Kanatlanıp acıları ardında bırakamıyormuş.
"Kanatlarım kırık," demiş kuş kelebeğe.
"Benim acılarımın ağırlığıyla kırıldılar. Artık istesemde uçamıyorum. Kanatlanmak istedikçe kemiklerim batıyor ciğerlerime. Nefes alamıyorum. Benden çok şey aldılar biliyor musun? En çok da sevdiklerimi aldılar benden," demiş kuş.
Kelebek de sevdiklerini kaybetmişti. Bir gece kuşundan ayrılmış o gecenin sabahı beş yıl boyunca olmamıştı. Doğmamıştı güneş. Sonsuz bir geceye mahkum olmuştu kelebek. Kuşu içindi her şey. Aşık olduğu beyaz kuş için...
"Hayat neyi alırsa elimizden insan en çok onu istermiş," demiş kelebek kuşa.
"Kaybettiklerimizi özlememizin sebebi de bu. Biz onları kaybettiğimiz için özlüyoruz. Özledikçe de düşlüyoruz. Kavuşmayı düşlüyoruz. Kaybolanı bulmayı düşlüyoruz. Bir nevi iyileşmeyi düşlüyoruz aslında. Çünkü en büyük yaralarımızı gidenler açtı."
Kuş kelebeğin gözlerine bakmış. Korku varmış kelebeğin gözlerinde. Beş yıl süren gecenin ardından doğan güneşin batmasından korkuyormuş kelebek. Sırların sonunun yeni bir ayrılığa çıkmasından korkuyormuş. Kozaya esir olmaktan değil kozanın karanlığından korkuyormuş. O hep korktuğu karanlığın kendisi olmaktan korkuyormuş. En çok da karanlığının kuşunu yutmasından korkuyormuş.
"Bulacağız," demiş kelebek kuşuna.
"Eksik yanını bulacağız ve bir yapbozu tamamlar gibi tamamlayacağız yüreğini."
"Ya yüreğim kabul etmezse? Ya o parça canımı daha çok yakarsa?" diye sormuş kuş korkuyla. Kelebek gülümsemiş.
"O zaman önce o parça olur sonra kalbin olurum. Olmaz mı?"
_______
Başım o kadar şiddetli dönüyordu ki göz kapaklarım sırf bu yüzden bile açılmayı reddediyordu. Sanki birileri gözlerimin üzerine beton dökmüş gibi hissediyordum. Ağırlaştığımı ve git gite dibe doğru çekildiğimi hissediyordum. Uçurumdan çakıldığım o ana geri dönmüştüm sanki. Süratle havayı yarıyordum. Kalbim korkudan her an patlayacak gibiydi. Sakinleşmek zorundaydım. Karnımda minik bir bebek olduğunu hatırlattım kendime. Evde beni bekleyen bir denizin ve yanımda da Merih Ege'min olduğunu hatırlattım kendime.
Güçlü olmalıydım. Güçlü olmak zorundaydım. Bu hissettiklerim gerçek değildi. Ben onun yanındaydım. Merih'in yanındaydım ve şimdi onun için gözlerimi açacağım. Önce kocaman derin bir nefes ve sonra yavaşlayan kalp atışları. Aç gözlerini Luna. Onlar için aç gözlerini.
İrkildim. Gözlerimi aniden açtığımda her şey o kadar bulanıktı ki ilk başta yoğun bir sis tabakasının ortasında kaydolmuşum gibi hissettim. Görüntüleri netleştirmem beklediğimden uzun sürsede artık nerede olduğumu biliyordum. Arabadaydım. Araba koca bir ağacın gövdesine toslamıştı ve ön cam paramparça olmuştu. Arabanın önünü göremiyordum. Çünkü öyle bir şey artık yoktu. Ağaçla burun burunaydım. Peki ya Merih? O nerede?
Başımı çevirip ona baktığımda alnından sakallarına doğru bir yol oluşturan kanı gördüm. Başını çarpmıştı ve çok kötü yaralanmıştı. "Merih," dedim korkuyla. Onu o halde görünce aklımı yitirdiği hissettim. Emniyet kemerimi güçlükle açıp ona doğru uzandım. Yüzümü onunkine yaklaştırdığımda, "Merih Ege!" diyerek onu uyandırmaya çalışmıştım. Ama o uyanmadı. Kıpırdamadı bile.
"Merih aç gözlerini!" diye bağırdığımda sesim sadece arabanın içinde değil başımın içinde de yankılanıyordu. Sanki onunla beni ilk ayıran olayı yeniden yaşıyormuşum gibi hissettim. Onun kör kurşunun hedefi olduğu o dehşet verici sahnenin içindeymişim gibi hissettim. Yutkundum. O anın içinde olmadığımı hatırlattım kendime. Sakin olmalı ve onun için yardım çağırmalıydım. Merih'in başını oynatmamam gerektiğinden ona dokunamadım bile. Öylece yüzüne bakmakla yetindim. Korkmamam gerektiğini ve iyi olacağını hatırlattım kendime.
Merih'in bir inip bir kalkan göğsüne baktım. Yaşıyordu. Onun için yardım çağırınca iyileşecek ve daha iyi olacaktı. Omzuma astığım çantayı güçlükle çıkardım. Çantamın içinden telefonumu çıkarıp yardım çağırmaya çalıştım. Ama bunu başaramadım. Lanet olsun ki telefonum kapalıydı ve benim Merih için acilen yardım edecek birini bulmam gerekiyordu. Tutucuda olması gereken Merih'in telefonu çarpmanın şiddetinde parçalanmıştı. Şimdi ne yapacağım?
Arabanın kapısını sertçe ittim. Biraz zorlayarak da olsa kapımı açmayı başardım. Arabadan indiğimde çarpmanın şiddetinden kısa bir anlığına dengemi kaybetmiştim. Ağaçlardan birine yaslandım. "Güçlü olmak zorundasın Luna," dedim kendi kendime. Merih için güçlü olacaktım. Onun için yardım çağıracaktım.
Yoldan sapmamaya dikkat ederek düz bir şekilde geldiğimiz yöne doğru ilerlemeye başladım. Eğer yola çıkmayı başarabilirsem bize yardım edecek birilerini bulabilirdim. Yumuşak toprakta uzun bir şerit oluşturan tekerlek izlerini takip ederek yürümeye devam ettim. Bacaklarım titriyordu ama bunu yapmak zorundaydım. Güçlü olmak zorundaydım. Merih Ege'm için...
Nihayet kendimi yol kenarında bulmuştum. Bu ıssız yoldan tek bir araba geçmesi için her şeyi yapardım. Yeterki Merih kurtulsun. Orada ne kadar durduğumu bilmiyorum. Kendimi bitkin hissediyordum ve eğer yoldan biri geçmezse ne yapardım hiç bilmiyordum. Sıkıntılı bir nefes verdiğim sırada yoldan geçmekte olan bir araba gördüm. İlk başta hayal falan gördüğümü zannettim. Ama onu sadece görmüyor aynı zamanda da asfaltta giderken çıkardığı sesi de duyuyordum. Arabanın geçip gitmeden önce önüne atlamış onu bir şekilde durdurmayı başarmıştım.
Arabayı kullanan orta yaşlı adam beni görünce korkuya kapılmıştı. Kaputa hafifçe vurarak, "Lütfen yardım edin," dedim yalvarırcasına. Adam panikle arabadan inip yanıma geldi.
"İyi misin kızım?" diye sorduğunda mavi gözleri gözlerimde geziniyordu. Bakışlarındaki korkuyu hissedebiliyordum. Ona bakınca nasıl bir halde olduğumu az çok anlamıştım. Berbat göründüğümü biliyordum.
"Kaza yaptık. Eşim arabada," dedim titreyen sesimle. O kadar zor konuşmuştum ki adam, "Endişelenme kızım. Eşin için şimdi ambulans çağıracağım," demişti. Ayakta zor durduğumdan beni kollarımdan tutup arabasına oturtmuş sakinleşmem için su vermişti. O ambulans çağırırken bense su içip kendime gelmeye çalışıyordum. Kısa bir süre sonra orta yaşlı adam yeniden yanıma geldi.
"Daha iyi misin?" diye sordu ilgiyle. Elim sanki bir refleks sonucu karnıma gitti. Onun varlığını hissedebiliyordum. Benim minik bebeğim hala oradaydı.
Adamın gözleri de karnımdaki elime kaydı. "Sayenizde daha iyiyim," diye mırıldandım. Mavi gözleri elime kilitlendi. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirmişti. Gözlerini güçlükle elimden çekti ve arabasını tekerlek izlerinin olduğu yolun kenarına çekti. Arabayı park ettiğinde ona dönüp, "Çok teşekkür ederim," dedim minnettarlıkla. Gülümsedi.
Arabadan indiğimde bana camdan bakıp baş selamı vermişti. O giderken arkasından bakmıştım. Bir süre yol kenarında durmuş ambulansın gelmesini beklemiştim. Çok geçmeden ambulans tam önümde durdu. Gelen ekibe olanları ve Merih'in nasıl olduğu hakkında birkaç bilgi verdikten sonra birlikte tekerlek izlerini takip etmeye başladık. Çok geçmeden arabanın önüne vardık ki asıl olay işte tam da o anda patlak verdi.
"Bahsettiğiniz yaralı burada değil," dedi sağlık ekibindeki adam. O an başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. Merih arabada olmalıydı. Eğilip ezilmiş konserve kutusuna dönmüş arabanın ön koltuğuna baktım. Merih'im yoktu. Peki ama neredeydi? O halde nereye gidebilirdi ki? Gidemezdi. Dehşete kapılmıştım. Şu an onun olması gereken koltuğa bakarken ne düşünmem gerektiğini ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ta ki koltuğun üzerindeki kağıttan yapılma gemiyi görene kadar...
Sağlık çalışanlarının anlamsız bakışları altında güç bela da olsa kağıt gemiyi almayı başarmıştım. Parmaklarımın arasındaki kağıt parçasına bakarken kendimi tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Bu anı daha önce de yaşamıştım ve benim için kabus asıl şimdi başlıyordu. Kağıt geminin kenarındaki yazıya baktım.
Aramayı bırak!
Kağıtta yazan tam olarak buydu. Yazıya baktıkça aklıma Merih'in başına gelmiş olabilecek onlarca ihtimal geliyordu. Başım yavaş yavaş dönmeye başladı. En son duyduğum ses, "Hanımefendi!" diye bağıran bir adama aitti. Gözlerimi açtığımda kendimi hastanede buldum. Hastane odalarının insanı kör eden floresanlarına bakmak ilk başta sersemlememe neden olmuştu. Sol elim acıyordu ve bunun sebebini anlayamıyordum. Gözlerimi acıyla kasılan elime çevirdiğimde kağıttan yapılma gemiyi sıktığımı ve hatta tırnaklarımı etime batırdığımı fark ettim. Uyandığımı gören Kerim, "Luna iyi misin?" diye sordu endişeyle.
Merih yerine onu görünce tüm dengem alt üst oldu. Merih'in olmadığını hatırladım ve "Onu götürdüler!" diyerek ağlamaya başladım. Kerim söylediklerimden hiçbir şey anlamamıştı. Endişeyle yüzüme bakıyor ne söylemesi gerektiğini düşünüyordu. Beni de en çok bu korkutuyordu. Teselli edilmek ve bunu yaparken elimin kolumun bağlanması.
Kerim, "Kimi götürdüler?" diye sordu endişeyle. Hıçkırıklarımın arasından, "Merih'i aldılar Kerim!" diye bağırdım. O an Kerim karşımda çarpılmış gibi kalakalmıştı. Ama benim gibi panik yapmamıştı. Aksine her zamanki gibi sakindi. Neden böyle davrandığını çözemedim. Onun yatağın ucundan yanı başımdaki beyaz perdeyi aralayışını izledim. Perde aralanırken yanımda aslında bir yatak daha olduğunu gördüm. Perde tamamen aralandığındaysa yatakta yatan kişiyle şoke olmuştum.
"Merih Ege," diye mırıldandım şaşkınlıkla. Alnına yapıştırılmış sargı beziyle uyuyordu. Peki ama o buraya nasıl geldi? Onu götürdüklerine emindim. Peki ya o notta yazan şeye ne demeli? Arayışımı sonlandırmamı isteyen notu oraya koyan biri olmalıydı.
Merih'i o baygın haliyle arabadan çıkaran ve avucumdaki notu yazan kişi aynı kişiydi. Bundan emindim. Sol elimdeki buruşmuş kağıdı araladım ve o an gözlerim kağıttaki yazının olması gereken yere takılı kaldı. Bu bana bırakılan kağıt değildi. Üzerinde not yazması gereken kağıt boştu.
Kerim'e baktım. Elimdeki kağıdı yatağımın kenarına koydum ve muhtemelen benim deli olduğumu düşüneceği için tek kelime etmedim. Yatağımda yan dönüp Merih'in orada olup olmadığına tekrar baktım. Sanki tekrar bakınca yok olacakmış gibi gelmişti. Ama öyle olmadı. Oradaydı ve iyiydi. İçime su serpildiğini hissettim. Rahat bir nefes aldığım sırada, "O iyi değil mi?" diye sordum Kerim'e.
Kerim, "O da bebek de gayet iyi," demişti. Tam o sırada aklıma minik denizim geldi.
"Peki ya Ege. O nerede?"
"Halasının yanında evde merak etme."
Kendimi daha iyi hissetmem gerekirdi. Sonuçta sevdiklerim iyi ve güvendeydi. Ama ben kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Sıkıntı karabasan gibi göğsümün ortasına çöreklenmişti bir kere. Bu olayların aslını öğrenmeden de gideceğe benzemiyordu. Merih'ime baktım. Onun solgun ama yaşanan onca şeye rağmen hala kusursuz görünen o güzel yüzünü izledim. Bir şeyler dönüyordu. Ama ne? Bizimle kim uğraşıyordu?
Sıkıntılı bir nefes verdim. Korktuğum şey gerçekse ve tüm bu olanların altından babam çıkarsa ne yapardım hiç bilmiyordum. Merih'e baktığımda tüm korkularımın yitip gittiğini hissettim ve bir şeyden emin oldum. Babam ona ne kadar değer verdiğimi biliyordu. Her ne sebepten olursa olsun Merih'e bunu yapmazdı. Bu işte başka bir iş var. Biri var ki aklıma gördüğüm kayıktan sonra gelen tek isim Olcay. Peki ama Olcay böyle bir şeyin ortaya çıkmasını neden istemesin ki? Yoksa?
Yattığım yerden kalktım. Ne baş dönmem ne de halsizliğim umurumdaydı. Aklıma düşen ihtimal bana güç vermişti. Bir şekilde bu düşüncemin doğru olup olmadığını anlamam gerekiyordu. Eğer doğruysa tüm taşlar yerli yerine oturacaktı. Odadan çıktım. Koridorun diğer tarafında bekleyen birkaç takım elbiseli adam vardı. Peki ya Kerim? O nerede?
Kerim burada bir yerde olmalıydı ki o an fark ettiğim küçücük bir detay sadece benim değil Merih'in de hayatına mal olabilirdi. Adamlara fark ettirmeden odaya girip kapıyı kapattım. O adamlar Merih'in adamları olsaydı Kerim şu an burada olurdu. Onlar onun adamları. Olcay'ın...
Yarım bıraktığı işi bitirmek için adamlarını yollamış olmalıydı. Merih'i onlardan korumam gerekiyordu. Ama nasıl? Gözlerim odada gezinirken metal serum askısına takıldı. Serum askısını elime aldım. Her ihtimale karşı hazırlıklı olmalıydım. Tam o sırada kapının altından atılan notla birlikte duraksadım. Elimdeki metal askıyı bırakmadan eğilip notu aldım. Notta yazan şey şuydu:
Hedef sensin.
Okuduğum şeyle ellerim titremeye başladı. Metal askı gürültüyle yere düştüğünde Merih'in odada olduğunu hatırlayıp hıçkırıklarımı bastırmak durumunda kaldım. Metal askıyı eski yerine koyduğum sırada odanın kapısı aralanmış içeriye Kerim girmişti. "Ayakta olmaman gerek. Dinlenmelisin Luna," dedi kınarcasına. Elimdeki notu buruşturup ona fark ettirmeden avucumun içine sakladım.
Başımı hafifçe sallayıp yatağa oturdum. Kafamın içinde takılmış plak gibi dönen iki kelime bana nefes bile aldırmıyordu. Kerim'in endişeli bakışlarını üzerimde hissettim. "Luna sen iyi misin?" diye sordu Kerim. Ondan olanları saklamak istedim. Ama yapamadım. Söz konusu sadece ben değildim. Merih ve doğal olarak da Ege de bu işten zarar görecekti. Beni hedef alan kişi her kimse bana zarar vermek için onlarla uğraşacaktı.
"Kerim," dedim ağlamaya başlamadan hemen önce. Elimdeki notu ona uzatıp gözyaşlarımın konuşmama izin vermesini bekledim. Boğazımdaki devasa yumrunun çözülmesini ve kendimi konuşmaya hazır hissetmeyi bekledim. Kerim, "Bunu sana kim verdi?" diye sordu ciddi bir ifadeyle.
Ona bugün olan her şeyi en başından anlattım. Köye gidişimizi, öldüğünü sandığım anneannemin aslında hala sağ oluşunu, geçirdiğimiz kazayı ve hatta Merih'in kaybolmasından yerine bırakılan kağıt gemiye kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattım. Daha sonrasında ona kapıdaki adamlardan ve en sonunda kapının altından bana gönderilen bu ürpertici nottan bahsettim. Kerim bu anlattıklarımdan hiçbir şey anlamamıştı.
"Kim neden böyle bir oyun oynar ki? Böylesini Tahsin Soydere bile yapmaz," dedi Kerim sıkıntıyla alnını kaşırken.
"Babam her ne kadar gerçeği öğrenmemi istemese de asla böyle bir işe kalkışmaz. Bunu yapan kişi Olcay olmalı. Sonuçta daha önce de böyle notlar göndermişti."
Kerim söylediğim isimle duraksadı. Haklı olup olamayacağımı kafasında ölçüp biçmekle meşguldü. En sonunda bir karara varmış olacak ki, "Bir şeyden mi şüpheleniyorsun?" diye sordu. İçime düşen kuşkuyu onunla da paylaşmak istiyordum. Böylece bir ihtimali ortadan kaldırabilirdik.
"Olcay'ın benim kardeşim olma ihtimali nedir?"
Kerim sorduğum soruyla birlikte ilk başta ne diyeceğini bilememiş sonrasında bu ihtimali düşünmeye başlamıştı. Yılan bakışlı dediğim, beni öldürmeye kalkışan, çocuğumu kaçıran bu adamın kardeşim olma ihtimali vardı. Belki de bunu öğrenmemem için tüm bu oyunları oynuyordu. Ama bu oyunların bir açığı vardı ki eğer Olcay benim kardeşimse neden bana zarar vermek istesin ki? Bunda onun karı ne? Hiçbir şey.
İki ihtimal vardı. Ya Olcay benim kardeşimdi ve tüm bunlardan habersizdi -ki bu bana daha isabetli geliyordu- ya da Olcay sadece Tahsin Soydere'nin canını yakmak uğruna hem mahşerin hem de Dünya'nın intikamını almaya çalışıyordu. Kafam çok karıştı. Onlarca ihtimal varmış da ben o ihtimallerin arasında boğuluyormuşum gibi hissediyordum.
"Babamla konuşmam gerek," dedim birden. Daraldığımı hissediyordum. Bazı gerçekleri onunla konuşmam gerekiyordu. Kerim de bunun farkındaydı. "Yarın için babanla bir görüşme ayarlayabilirim. O zamana kadar güvende olduğunu bil ve biraz dinlen Luna," dedi Kerim. Yatağa uzanıp Merih'e baktım. Onun yanımda olması kendimi daha iyi hissettirdi. Elimi karnıma koydum ve sonrasında Merih'i izleyerek uyuyakaldım.
*******
Ertesi gün Merih'in griye çalan mavi gözlerine baktığımda doğdu güneşim. Onun bakışlarıyla yeniden doğmuşum gibi hissettim. Yataktan kalkıp yanına gittim. Gülümsedi. Yorgun ama baktığımda içimi eriten o güzel gülüşüne küçük bir buse bıraktım. "Merih Ege'm," dedim iç çekerek. Başındaki yara endişe edilecek kadar büyük olmadığı için şanslıydık.
"Luna'm," dedi Merih halsizde olsa. Yattığı yerde yavaşça kenara kayarak bana yatmam için işaret verdi. Başına dokunmamaya dikkat ederek yanına uzandım. Daracık yatakta birbirimize sıkıca sarıldık.
Merih alnıma sıcak bir buse kondurup huzurla soluklandı. Kokusunu içime çektim. Sıcaklığına sığındım ve, "Beni çok korkuttun," diyerek hasret kaldığım gökyüzüne baktım. Gülümsedi. Beni kollarıyla sarıp sarmalarken, "Korkma," diye fısıldadı. Sesi damarıma verilen sakinleştirici gibi rahatlatıcıydı.
"Ben seni bırakıp nereye giderim Lu? Bu mümkün mü?"
Gülümsedim. Başımı onun göğsüne yaslayıp kalp atışlarını dinledim bir süre. Sonra da Merih'in muayene zamanı geldiğinden odadan çıktım. Doktorlar kazayı ucuz atlattığından bahsettiler. Bir gün daha müşahade altında kalmasını istediğimizden ertesi gün taburcu olacaktı. Bende o hastanede Kerim ile kalırken babam ile konuşmaya gidebilecektim. Kerim her şeyi ayarlamıştı. Beni iki koruma ile birlikte cezaevinin önüne kadar bıraktırdığında tek yapmam gereken cesaretimi toplamaktı.
İçeriye girdim. Beni babam ile görüşmek üzere özel bir odaya aldılar. İşte oradaydı. Her zaman belli bir uzunlukta tuttuğu sakalları bir hayli uzamış birbirine karışmıştı. Yıllarca tek değişmeyen şey kiremit rengi gözlerinde çakan kıvılcımdı. Beni gördüğünde ayağa kalktı. Bana ne kadar sarılmak istediğini biliyordum. Ama ne buna onlar izin verirdi ne de ben. Biz artık baba kız olamayız. Annemin başına gelenlerden sonra asla olamayız.
"Kızım," dedi titreyen sesiyle. İkimizde karşılıklı sandalyelere kurulduğumuzda küçükken bakmaya korktuğum o kıvılcıma baktım. Artık eskisi gibi parlamıyordu gözleri. Eskiden öyle güzel bakardı ki annemi çok kıskanırdım. Anneme her zaman aşkla bakan gözlerine imrenerek bakardım. İçimden ileride evleneceğim adamın bana tıpkı babamın anneme bakışı gibi bakmasını isterdim. Şimdi büyüdüm. Bu aşkı bitiren adamın en büyük düşmanının oğluna aşık oldum.
"Haberlerini aldım. Kesilen frenlerden haberim var. Bunun arkasında kim varsa ortaya çıkaracağım," dedi babam sinirle.
Gözlerim masanın üzerinde titreyen ellerine kaydı. Yıllar çoğu şeyi alıp götürür derler. Babamın da gençliği yavaş yavaş gidiyordu. O eski Tahsin Soydere yoktu. Yerine bambaşka bir adam oturmuştu sanki.
"Bana artık gerçeği söyle baba," dedim yalvarırcasına. Çünkü bunu öğrenmeye her şeyden çok ihtiyacım vardı. Ailemi korumak, daha içimde filizlenmeye çalışan o küçük tohumu korumak için buna ihtiyacım vardı.
"Kardeşim sağ öyle değil mi?" dedim sinir bozukluğuyla. Donup kaldı. İlk başta tek kelime etmek istemedi. Bunun üzerine, "Bana bir not bıraktılar baba. Hedef benmişim. Merih veya sen değil; onların hedefi benim," dediğimde gözlerindeki o korkutucu kıvılcıma uzun zaman sonra yeniden şahit oldum.
"Buna cesaret edemezler," dedi kelimelerinin üzerine basa basa. Gerçeği söylemeyeceği belliydi. Gözlerimden akan iki damla yaşla yanıma almalarına zar zor izin verilen ultrason fotoğrafını çıkarıp masanın üzerine koydum. Ona doğru ittirdiğimde bakışları beni buldu.
"Hamileyim," dedi hıçkırıklarımın arasından. Ardından, "Onun için, oğlum için ve Merih için bu gerçeği öğrenmem gerek baba. Kimin benimle uğraştığını bilmek zorundayım," diye devam ettim sözlerime. Babam ultrason fotoğrafını ellerinin arasına aldı. Küçücük bir noktadan ibaret olan torununa bakıp ağlamaya başladı. Dudakları titriyordu. Gözyaşları sakallarını ıslatmıştı.
"Benimle uğraşan kişi kim? Kardeşimin kim olduğunu neden öğrenmemi istemiyor?"
Babamın bakışları fotoğraftan bana kaydı. Küçükken yaramazlık yaptığımda bana aynen böyle bakardı. Hemen arkasından uzun bir konuşma yapar sonrasında da tüm bu konuştuklarımızı düşünmem için beni odama yollardı. Hiç unutmam. Annemin cenazesinde ortalığı birbirine kattığımda yüzlerce adamın gözleri önünde elimi sıkıca tutup gözlerimin içine bakabilmek için dizlerinin üzerine çöküşünü.
"Dik dur," demişti bana. "Sen Tahsin Soydere'nin kızısın. Soyadına yaraşır davran. Acını hiçbir zaman gösterme. Tüm acını içinde yaşa. Sakın ola zayıf olduğunu sezmelerine izin verme," demişti babam. Bana en son o zaman sarıldı. Beni bağrına bastı ve bir taş gibi duygusuz olduğunu orada bulunan herkese gösterdi. Beni kucağına aldı. Annemi son yolculuğuna birlikte uğurladık. Şimdi ise bana annemle beraber o toprağa gömülen sırrı söyleyecekti.
"Senin bir kardeşin yok Luna. En azından benim öyle bir oğlum yok," dedi babam tek düze bir sesle. Kalbim heyecandan gümbür gümbür atmaya başlamıştı. Beklentiyle baktım gözlerine.
"Annemle Hünkar Server'in bir oğlu mu var?" diye sordum onun dile getirmeye korktuğu gerçeği söylemek için. Babam başını olumlu anlamda salladı. Şimdi tüm taşlar yerine oturmaya başladı.
"O kişi Olcay öyle değil mi?"
"Olcay dolaylı yoldan Merih'in kardeşi," dedi babam içimdeki tüm ihtimalleri tek bir sözüyle silip atarken. Tahmin ettiğim şeyde yanılmamıştım. Olcay hem benim hem de Merih'in kardeşi oluyordu. Fakat bu denklemde eksik bir şeyler vardı. Koca bir cümleyi etkisiz kılan bir eksik vardı. O da Olcay'ın benimle neden uğraştığıydı?
"Olcay bunu biliyor mu?" diye sordum bu sefer. Babam bir süre düşündü. Sonrasında, "Bilmiyorum. O Hünkar'ın sağ koluydu. Onu Hünkar yetiştirdi. Belki de biliyordu," dediğinde aklıma Olcay'ın aşkı geldi. Dünya...
Kahretsin! Eğer tüm bunlar doğruysa Olcay ile Dünya da kardeş oluyordu. Bunun anlamı Olcay babasının kim olduğunu bilmiyor. Çocuk esirgeme kurumundaki çıkan yangına bakılırsa ya Hünkar Server de bu gerçeği bilmiyordu ya da Olcay sanıldığı gibi Hünkar'ın değil babamın oğluydu. Belki de Hünkar Server babamdan oğlunu saklayarak bir çeşit intikam almıştı. Sevdiği kadının intikamını, annemin intikamını... |
0% |