@sevvnuraydn
|
Kuşun bu hayatta en çok korktuğu şey sahip olduğu en değerli şeye yani ailesine zarar gelmesiydi. Onların iyiliği için ölüme bile gözü kapalı yürürmüş kuş. Ne korku varmış yüreğinde ne de en ufak tereddüt. Söz konusu sevdikleri olunca akan su durur tüm aslaların yerini olumlu sözlere bırakırmış.
Kelebek tüm bunlardan habersiz kuşunun onunla olduğunu sanırmış. Halbuki kuşun bedeni kelebeğinin yanında ruhu korkunun diyarında kanat çırpmaktaymış. Kuş endişelerini, içinde bulunduğu sırlar çıkmazını, onları bekleyen tehlikeleri kelebeğine hissettirmemek için çabalıyormuş. Bunun için en derin yaralarını açanın karşısına çıkmış beyaz kuş.
Cesaretini onun kanından aldığı babasının karşısında kuş dik durmak zorundaymış. Kırılgan fıtratına ters düşmek zorundaymış. Acılarını kalbine gömmek, yapılanları o an için de olsa sineye çekmek zorundaymış. Sonuçta her şey onlar için değil miydi?
Kuş bir zamanlar hayranı olduğu şimdinin korkulu rüyasına bakmış. Ondan yıllar evvel toprağa karışan gerçekleri istemiş. Bu gerçekler gün yüzüne çıkmadıkça ne kuş güvendeymiş ne de kelebek. Canla oynanan kumarda rakibin kim olduğunu bilmeden savaşamazsınız. Kuş bunun farkındaydı. Canına kast edeni bulmak için iki kor aleve dikmiş gözlerini. Kül olabileceğini bilmeden...
_______
Artık bir şeylerden kesinlikle eminim. Olcay ile kan bağım olduğu apaçık bir gerçekti. Onu Hünkar Server'in yetiştirdiğini ve en büyük destekçisinin o olduğunu da biliyorum. Fakat emin olmadığım bir şeyler var ki o da Olcay'ın Hünkar Server'in öz oğlu olduğuydu. Ya Olcay bunca zaman ona kol kanat geren Hünkar Server'in intikamını almak pahasına kendi öz babasına zarar vermek için beni hedef alıyorsa? İşte bu ihtimali göz ardı edemezdim.
Görüşme zamanımızın dolmasıyla cezaevinden çıktım ve o an karşımda gördüğüm kişiyle duraksadım. "Merih Ege," diye fısıldadığımda onun burada ne işi olduğunu sorguluyordum. Hastanede olması gerekirken burada ne işi vardı? Üstelik burada olduğumu nereden anladı? Gözlerim kısa bir anlığına onun arkasında duran Kerim'e kaydı.
"Bana ne zaman söyleyecektin?" diye sordu Merih. Bana sitem ediyordu. Ondan sakladığım her şey için bana içten içe kızıyordu. Gözlerinde gizlenen gökyüzünde kara bulutlar dolanıyordu. Üstelik bir anda beni kollarının altına alıp sarıldığında sarsılan bedeniyle onun benim için ne kadar çok korktuğunu anladım.
Titriyordu Merih Ege. Bir zamanlar Mahşer'in başında olan, herkesin adını bile söylemeye çekindiği o adam şu an bana sarılırken korkudan tir tir titriyordu. Bana bir şey olmasından korkuyordu. Beni kaybetmekten korkuyordu ve bu korkusunu tek kelime etmeden hissettiriyordu. Ondan ayrılıp gözlerine baktım. Hedefin ben olduğumu biliyordu.
Titreyen parmakları önce omuzlarımı kavradı sonra da beni yeniden sıkıca sardı. "Bunu bir daha yapma," diye fısıldadı çaresizce. Boşlukta sallanan kollarımı onun bedenine dolayıp öğrendiğim ve yaşadığım onca şeyden sonra ilk kez huzurlu bir nefes aldım. "Yapmayacağım," dedim birden. Yapmayacağım.
Merih rahat bir nefes aldı. Bense öğrendiklerimin ağırlığı altında ezildim. Kırıldım. Onlarca parçaya ayrıldım. Un ufak oldum ve en sonunda da esen ilk rüzgarda buradan kilometrelerce öteye savruldum. Artık yokum. Merih'in kollarının arasına aldığı beden artık yok. İhtimallerin ve geçmişin darbesiyle yok oldu.
"Lu," diye fısıldadı Merih Ege. Benden ayrılıp gözlerime baktığında beni anladığını biliyordum. Dile getiremediğim şeylerin aslında gözlerimden yansıdığını biliyordum. Onun gözlerime tek bir bakışıyla içimi okuduğunu da...
"Evimize gidelim," dedi Merih. Böyle önemli bir meseleyi ulu orta konuşmak yerine evde baş başa konuşmayı tercih ettiğini biliyordum. Elimden tutup beni az ötede bekleyen araca doğru götürdü. Bacaklarımda derman kalmadığını hissediyordum. Belki Merih de bu durumun farkında olduğu için beni yürütmeye çalışıyordu. Araca geçtiğimizde Kerim öne binmiş arka tarafta iki koruma ile birlikte yola çıkmıştık. Geriye dönüp şöyle bir bakıyorum da Mahşer'in bittiği gece ne kadar da güzeldi. O zamandan sonrası benim için rüya gibiydi. Ta ki o korkunç olayın yaşandığı geceye kadar...
Eğer o gece hiç yaşanmamış olsaydı şu an Merih ile hayatımız bu noktaya gelmemiş olurdu. Ege babasıyla büyümüş olurdu. Karnımdaki bebek böylesine zorlu bir süreçten geçmemiş olurdu. Geçmişin gölgesinin aksine bahçemizdeki söğüt ağacının gölgesinde olurduk. Ama şimdi bunların hepsi bir hayalden ibaret. Ne geçmişe dönüp yaşananları değiştirme şansımız var ne de geleceğe gidip olacakları önceden görme imkanımız. Hayatımız pamuk ipliğine bağlı. Peşimde biri var ve o kişi her kimse ya Olcay'ın ta kendisi ya da onunla bir bağı var. Bilmiyorum. Tek bildiğim artık kendim için değil sevdiklerim için korkuyorum.
Merih'in gözleri benim üzerimdeydi. Bana fark ettirmemek için temkinli davranıyordu. Ama ben onun sıcaklığını hissedebiliyordum. Sözleri olmasa bile varlığını hissediyordum. Dönüp ona baktım. Griye çalan mavi gözlerindeki kuşkulu ifadeye baktım. Aklından neler geçtiğini biliyordum. O da benim gibi bu işte kimin parmağı olduğunu anlamaya çalışıyordu. Araba evin önünde durana kadar içim içimi yedi. Sıkıntının göğsümün ortasına oturduğunu hissettim. Sanki ağır bir kaya gibi kalbimi eziyordu sıkıntılar. Canımı yakıyordu. Nefes alamıyordum. Arabadan nasıl indiğimi bile hatırlamıyorum.
"Lu!" diyerek endişeyle arkamdan seslendi Merih. Açık havada nefes almaya çalışırken onun beni böyle görmesini istemediğimden yüzümü ona dönmedim. Yakamı çekiştirerek genişletmeye çalışırken Merih'e bakmamak için arkam ona dönük öylece durdum. Nefes alıp veriyordum sadece. Yaptığım başka hiçbir şey yoktu. Yaşamaya çalışıyordum. Sanki ölümle yaşam arasında durmuşumda yaşama doğru zorlu bir adım atmaya çalışıyormuşum gibi hissettim.
Merih elini omzuma koydu. Ona bakmak istemedim. Yaşadığı o korkunç kazadan sonra bir de beni böyle görüp üzülsün istemedim. "Lu," dedi içimi titreten sesiyle. Adımı eksik söylerken ki o tınısı bile beni etkiliyordu. En çok da onun sesini duyduğumda ona karşı kaybettiğimi hissediyordum. Derin bir nefes aldım. Kendimi topladığımdan emin olduğumda ona baktım. Gülümsedim. Ama o bana gülmedi. Dudaklarımdaki gülümsemenin sahici olmadığını biliyordu çünkü.
"Seni bu kadar üzecek ne öğrendin?" diye sordu Merih Ege. Şefkatle bakan gözlerinin altında küçük bir kız gibiydim. Annesinin cenazesinde yeri göğü inleten, annesinin ölmediğine inanan, öldü diyenlere bağırıp çağıran o küçük Luna oluverdim yeniden. Babasının onu son kez kollarına aldığından habersiz o küçük Luna oluverdim. Merih'in gözlerine diktim gözlerimi. Dudaklarımın titremesine engel olamayarak, "Kardeşimin kim olduğunu artık biliyorum," dedim.
Merih ne söylemesi gerektiğini bilememişti. Profesörün kelimeleri ilk o zaman tükendi. Kelimelerini tamamen kaybetmesi için ise bir acı yetti.
"Benim kardeşim Olcaymış."
Gerçeği söylerken Merih'in gözlerine bakmıştım. Bu gerçek sadece bana değil ona da ağır geldi. Asıl acı gerçeği söylediğimde tüm hayatımızın tepetaklak olacağını nereden bilebilirdim ki?
"Olcay annemle Hünkar Server'in oğluymuş."
Merih'in öğrendiği şeyi sindirmesi için zamana ihtiyacı vardı. Sadece onun değil benimde zamana ihtiyacım vardı. Böyle bir şey nasıl kabul edilebilir ki? Sanki bana koca bir asır verseler bile bunu hazmedemeyecekmişim geliyordu.
Geçmişimiz kirliydi bizim. Karanlıktı. Kanlı ve acı doluydu bizim geçmişimiz. Aslında biz karanlığa doğduğumuz anda düşmüştük. Sadece farkında değildik. Çünkü o zamanlar çocuktuk. Çocuk yanımız bastırıyordu karanlığımızı. Ama şimdi büyüdük. Karanlıktan korkarak geçirdiğimiz çocukluk yıllarımızdan karanlığın ta kendisi olarak sıyrıldık.
"Ben Olcay'ın Hünkar Server'in oğlu olduğuna inanmıyorum Merih," dedim birden. Söylediğim şeyle afallamıştı. Çünkü ilk başta ona bunun tam zıttını söylemiştim.
"Olcay'ın benim öz kardeşim olduğunu hissediyorum. Babam ondan vazgeçtiğinde Hünkar Server ona sahip çıktı. Belki de Olcay kendi öz babasından kendisini büyüten adam için intikam almak uğruna beni hedef aldı. Ablası olduğumu bilmeden."
Merih söylediğim şeyleri düşünmeye başladı. İkimizde bunun ihtimaller dahilinde olduğunu biliyorduk. Hünkar Server'in sırf annemin intikamını almak için babama karşı kendi öz oğlunu kullanabileceğini biliyorduk. Merih, "Bunu öğrenmenin tek bir yolu var Lu," dediğinde bunun ne olduğunu biliyordum. DNA testi.
"Kerim bir avukat aracılığıyla bu testin yapılmasını sağlayacak. Eğer Olcay senin öz kardeşinse bu sadece senin hayatını kurtarmaz Lu. Tüm geçmişin sayfalarında yazanı da değiştirir."
Griye çalan mavi gözlerine baktım. Kuşkulu ifadesinin altında yatan başka şeyler daha olduğunu hissediyordum. Ama şu an bunu düşünecek durumda değildim. Öğrendiklerim sindirilmesi yeterince zorken başka şeyler düşünmek istemiyordum. Merih ile birlikte eve geçtik. Ege eve dönmemiz gereken vakitte dönmediğimizden bize biraz kızmıştı. Neyse ki Kerim ona şemsiye çikolatalardan almıştı da bize olan öfkesi fazla uzun sürmemişti.
Ege başını göğsüme yaslamış bana sıkıca sarılmıştı. "Seni çok özledim anne," dedi Ege. Yanaklarından uzun uzun öptüm. Bebek teninden gelen mis gibi kokuyla doldurdum ciğerlerimi. Saçlarını okşarken, "Bende seni çok özledim. Hatta kardeşinde seni çok özledi," diye fısıldadım. Heyecandan kıkırdamıştı.
Minik elini karnıma yerleştirdi. Mavi gözleri ışıl ışıldı. "Ne zaman doğacak?" diye sordu Ege. Gülmeden edemedim. Kardeşi için heyecanlanması beni mutlu ediyordu.
"Daha var. Karnım böyle kocaman şiştiği zaman kardeşin yeteri kadar büyümüş olacak ve işte o zaman dünyaya gelmeye hazır olacak."
"Karnın böyle kocaman mı olacak?" diye sordu Ege kollarını iki yana açarak. Onun kocaman kavramı kollarını iki yana ne kadar açabilirse o kadardı. Kıkırdadım. "Birlikte resim yapmaya ne dersin?" diye sorduğumda Ege göz ucuyla salona gelen babasına baktı.
"Baba sende bizimle birlikte resim yapar mısın?"
Merih gözlerini gözlerimden ayırmadan Ege'nin bu teklifini kabul etti. Birlikte Ege'yi baş köşeye oturtacak şekilde verandadaki yemek masasına geçtik. Masanın üzerinde kağıtlar ve rengarenk boya kalemleri saçılıydı. Ege heyecanla önüne aldığı kağıda bir şeyler çizmeye başlarken Merih'e baktım. Kağıda kendince bir şeyler çizerken ki ifadesine takıldı gözlerim. Ciddiydi. Düşünceliydi ve her ne kadar bana sezdirmemeye çalışsa da endişeliydi.
Masadan kendime boş bir kağıt alıp önüme koydum. Onlarca renk boya kalemine bakarken aklıma annemle olan bir anım geldi. O zamanlar Ege'den sadece bir yaş büyüktüm. Annemle evin bahçesindeki yuvarlak masada tıpkı şu anda da olduğu gibi resim yapıyordum. Kağıdın tam ortasına biçimsiz bir daire çizmiştim. Tam ortasına kahverengi gözler ve gülümseyen pembe dudaklar ilave ettiğimde annem, "Bu kim?" diye sormuştu.
Ona kimi çizdiğimi söylemek istememiştim. Çünkü bu bir sürprizdi. "Söyleyemem," dedim kıkırdayarak. Annem pes edercesine ellerini kaldırdı. Yüzünde resimdeki gibi bir gülümseme belirdi. Fakat bu gülümsemeyi şimdi anımsıyorum da annemin dudaklarında mutluluk yoktu. Kahverengi gözlerine hüzün yerleşmiş, dudaklarından çıkan kuş cıvıltısını anımsatan kıkırtısının yerini buruk bir tebessüme bırakmıştı. Sahi annemin kederinin sebebi neydi?
Resmime devam etmiştim. Annemin omuzlarına varan dalgalı saçlarını çizmeye başladım. Kahverenginin en güzel tonuydu annemin saçları. Ağaç kabuğu desem değil kestane rengi desem hiç değildi. Onun saçlarına kahverengi bile diyemiyordum. Sanki onun saçları bizim dünyamızdaki renklerden farklı yaratılmıştı. Umay kahvesi gibi.
Saçlarından sonra sıra elbisesine gelmişti. Annem elbise giymeyi severdi. Her zaman süsüne düşkün ve bakımlı bir kadın olmuştu. O gün de üzerinde beyaz bir elbise vardı. Elbisesini de çizdikten sonra resmimin kalan ayrıntılarını ekledim. Bana sarılabilmesi için kollar, benimle koşup oynayabilmesi için bacaklar ve ayaklar çizdim. Tabii bir de şefkatle saçlarıma dokunan ellerini de unutmamak lazım.
"Anne bak!" diye neşeyle şakıdığımı hatırlıyorum. Annemin resmime bakarken dudaklarına damlayan iki damla yaşı hatırlıyorum. Kederini bana hissettirmemek için gülümsemeye çalışması hala dün gibi aklımda. "Çok güzel olmuş," dedi ve yanağımdan öptü. Akşamında ise sağ omzumu...
Başıma geleceklerden habersizdim. Hangi çocuk terk edileceğini hissedebilirdi ki? Hiçbir çocuk annesinin onu bırakacağını bilemezdi. Annemin boynuna sarılmıştım. Öyle güzel kokuyordu ki dünyanın en güzel kokan çiçeği bile annem gibi kokamazdı. O beni koklayıp öperken onunla geçirdiğim son sabahın böyle olması ne kadar acı. Akşamında sağ omzuma veda busesi bırakacağından habersiz ona sarılıyordum.
Şimdi aradan yıllar geçti. Ama ben yine aynı resmi çizdim. O günün amatörlüğü yoktu üzerimde. Bu sefer annemi gerçekten birebir çizmiştim. Hafızamın en derinlerinden çıkardığım silüetini olduğu gibi kağıda aktarmıştım. Elimdeki siyah kurşun kalemi bırakıp resmime şöyle bir baktım da eskiden annemin neredeyse kopyasıymışım. Babamın benden nefret etmesine yetecek kadar çok benziyormuşum anneme. Ama şimdi bambaşka biriyim.
Ege, "Anne resmim nasıl olmuş?" diye sordu havaya kaldırdığı kağıdı göstererek. Dikkatimi çizdiğim resimden zar zor alıp onun havaya kaldırdığı kağıda vermiştim. Resimde ben, Merih, o ve daha doğmamış kardeşi vardı. İster istemez gülümsedim.
"Çok güzel olmuş," dedim uzanıp yanağından öperken. Ege neşeyle kıkırdadı. Tam o sırada gözlerim Merih'e kaydı. Bambaşka bir aleme dalıp gitmişti. Kalem kağıdın üzerinde hareket ederken sanki bilinçsizce bir şeyler çiziyordu. "Merih," dediğimde gözlerini gözlerime dikti.
Önündeki kağıda göz ucuyla baktığımda sadece karalama yapmış olduğunu gördüm. İçindeki karmaşık düşünce bulutunu resmetmişti sanki. Kafası o kadar karışıktı bir şu an hiçbir şeye odaklanacak hali yoktu. Ege'ye bakıp, "Babanın dinlenmesi gerek," dedim.
Merih her ne kadar iyi olduğunu söyleyip dursa da onu Ege ile birlikte odamıza çıkarmıştım. Yatağa uzandığında üzerini örtmüştüm. Ege de babasının uykuya dalabilmesi için ona masal okumuştu. Merih'in uyumasıyla Ege ile birlikte odadan çıkıp üst kata Dünya ile Kerim'e bakmaya çıktık. Kerim Dünya'nın yanında doktorlarla birlikte fizik tedavide olduğundan onunla olanları konuşma fırsatım olmadı. Dünya'nın doktorlarının evden ayrılmasıyla odaya girdim.
Kerim Dünya'nın yatağa uzanmasına yardım etti. Dünya bugün ki fizik tedavinin sonunda bir hayli yorulmuşa benziyordu. Nefes nefese kalmıştı. Ege onu yorgun görünce ses etmedi. Aşağı inip bahçede bisiklet sürmeye gitti. Kerim ise asıl meseleyi konuşmak için benimle beraber odanın dışına çıkmıştı.
"Babanla konuşabildin mi?" diye sordu Kerim. Her ne kadar bu durumu Merih'in bir anda öğrenip de hastaneden firar etmesinin tek sorumlusu o olsa da ses etmedim. Çünkü Merih'i iyi tanıyordum. Söz konusu ben olunca gözünü ne derece karartabileceğini iyi biliyordum.
"Konuştum," diye mırıldandım. Gerisini ona nasıl açıklayacağımı bilemesem de DNA testi için Kerim'in hem güvenilir bir avukat ayarlaması hem de bu işi yapan bir yerle anlaşması gerekiyordu. Ancak bu şekilde bir şeyler kesin olarak açıklığa kavuşurdu. Sıkıntılı bir nefes verip, "Kardeşimin kim olduğunu artık biliyorum," dedim.
Kerim merakla gözlerime baktı. Bu bakışın anlamını iyi biliyordum. Ondan isteyeceğim şey yüzünden endişe ediyordu. "Kimmiş peki?" diye sordu kuşkuyla. Yutkunma ihtiyacı hissettim. Bu ismi her anışımda boğazım düğümleniyordu sanki. Çözülmesi imkansız kör bir düğüm.
"Olcay."
Kerim kendi içinde duyduğu ismi yanlış anlayıp anlamadığını sorguladı. Sonrasında, "Bundan emin misin?" diye sordu fısıltıyla. Üçüncü katın loş ışığının altında gözlerinde beliren dehşeti oldukça net bir şekilde görebiliyordum. Başımı olumlu anlamda sallamaktan başka bir şey yapamadım. Sanki bu gerçeği ne kadar çok dile getirirsem kabul etmesi daha da zorlaşacakmış gibi geliyordu.
Kerim'e, "Ama bir şeylerin doğruluğundan emin olmam gerek Kerim. Babam Olcay'ın onun oğlu olmadığını düşünüyor. Ama ben bunun doğru olmadığını hissediyorum," dediğimde bu söylediklerimden sonra aklında beliren soru işaretini görebiliyordum.
"Babam onun Hünkar Server'in oğlu olduğunu düşünüyor. Annemle Hünkar Server'in bir oğlu olduğundan bahsetti. Ama bence bu doğru değil. Hünkar Server Olcay'ı babama karşı doldurdu ve bizim bunu ortaya çıkarmamız gerek."
Kerim'in öğrendiklerini sindirebilmesi için ona biraz zaman verdim. Olcay Hünkar Server'in değil babamın oğluydu. Bundan emindim. Aksi bir durumda Mahşer'i Merih'e değil Olcay'a bırakırdı. Kerim, "DNA testi yaptırmamız gerek," dedi sıkıntılı bir nefes vererek. Babamdan örnek almak zor olmasa da asıl mesele Olcay'ı bu işe ikna etmekti. Ama bunu yapmamız neredeyse imkansızdı.
"Bu işi ayarlayabilir misin?" diye sordum tereddütle. Kerim ayarlamaya çalışacağını söyledi ve Dünya'nın yanına odaya girdi. Bununla birlikte üçüncü kattan ikinci kata indim. Merdivenin başında Merih ile göz göze geldim. "Uyuyamadın mı?" diye sordum uykusuzluktan kızarmış gözlerine bakarak. Bakışlarını kaçırdı. "Uyku tutmadı," diye mırıldandı.
"Bahçeye çıkıp biraz hava almaya ne dersin?" diye sordum. Gökyüzümde mahcup bir ifade belirdi. Elimden tuttu. Sıcacık parmaklarını kavradı parmaklarım. Birlikte aşağıya inip salona geçtik. Salondan bahçeye açılan kapıdan geçerken rüzgarın esintisi tenime çarpıp geçmişti. Merih ile birlikte bahçede bisiklet süren Ege'ye baktık. Tüm bu yaşananlardan habersizdi. Mutluydu ve ben sonucu her ne olursa olsun onun o gülen yüzünün solmasına izin vermeyecektim.
Merih elimden tutup beni söğüt ağacının altına götürdü. Birlikte söğüt ağacının gölgesine sığındık. Merih başını dizlerime yasladı ve Ege'yi izlemeye başladı. Ege bisikleti bir kenara bırakmış maket uçağıyla oynuyordu. Kendi kendine konuşuyor kendi dünyasında onu kimsenin bulamayacağı o büyülü dünyada yaşıyordu. Bu yüzden en çok da çocuklara özeniyorum. Onların tüm dünyadaki kötülüklere inat kaçabilecekleri bir hayal dünyaları var. Ama biz yetişkinlerin böyle bir dünyası yok. Varsa yoksa bu dünya. Varsa yoksa karanlık. Bizler için aydınlık yok muydu?
Gözlerimi gökyüzüne diktiğim sırada Merih'in saçlarını okşuyordum. Parmaklarım saçlarının arasından geçerken huzurlu bir soluk aldığını fark ettim. İç çekerek, "Profesör neden dünya kuşları sevmiyor?" diye sordum gökyüzünde süzülen minik serçeleri izlerken. Merih de benim gibi serçelere baktı.
"Çünkü kıskanıyorlar Lu. Kuşların özgürlüğünü kıskanıyorlar. Sırf girdikleri kalıplar kanatlanmaya engel olduğu için kinleniyorlar. Sırf bu yüzden gökyüzünde uçan kuşları hedef alıyorlar. Kanatlarını kırıp yeryüzüne inmelerine neden oluyorlar. Tıpkı bize yaptıkları gibi," dedi Merih huşu içinde.
"Peki benden de bu yüzden mi nefret ediyorlar?"
Merih bana baktı. Doğruldu ve yanağımdaki ıslaklığı küçük bir dokunuşuyla sildi. Mavi gözleri gözlerimde geziniyordu. Öyle sıcak, öyle ilgili bakıyordu ki gözlerime tek kelime etmesine gerek yoktu beni iyileştirmek için. Ama o her zaman olduğu gibi sözcüklerini yaralarıma yapıştırmayı tercih etti.
"Seninle birlikte yıllar önce kurtardığımız o küçük çocuğu hatırlıyor musun?" diye sordu Merih şefkatle yanağımı okşarken. Sözleriyle o güne geri döndüm. Birlikte Mahşer'den ayrılmış sokakta babasının zulmünden kaçmış o küçük çocuğa umut olmuştuk. Dünyayı o gece de beyaz bir kelebek kurtarmıştı. Gözlerim dolu dolu, "Hatırlıyorum," diye mırıldandım.
Merih, "O küçük çocuk seni özleyeceğini söylediğinde ona Lu ablanın beyaz bir kuş olduğunu unutma demiştim. Bu dünyadaki tek beyaz kuş o. Onu özlediğinde de küçük bir serçeye bak. Serçeler beyaz kuşların dostudur. Onlar sana Lu ablanı hatırlatırlar demiştim," dedi iç çekerek.
"Sen eşsizsin Lu. Yeryüzünde herkesin umutla beklediği beyaz kuş sensin. Sen umut olduğun için sana böyle davranıyorlar. Sen onların karanlığına galip gelme diye seni altından yapılma kafese koymaya çalışıyorlar. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Senin kanatlarını kırmalarına özgürlüğünü elinden almalarına izin vermeyeceğim Lu."
Gülümsedim. Merih kusursuz gülüşüyle elini karnıma yerleştirip, "Aklıma bir şey geldi," dedi. Genişleyen gülümsemesine bakınca onca olandan sonra onu böylesine mutlu eden şeyi merak ettim.
"Bebeğimizin kız olacağını hissediyorum Lu," dedi Merih. Onun bu heyecanlı hali bana da geçmişti. Öylesine heyecanlıydı ki bu haliyle küçük bir çocuktan farkı yoktu.
"Sen beni hatırlatması için oğlumuzun adını Ege koydun. Bende eğer bir kızımız olursa bana seni hatırlatsın istiyorum Lu. Bana beyaz kuşu hatırlatsın istiyorum. Küçük kuşumuzun adının Serçe olmasına ne dersin?"
Merih'in sözleriyle gözlerimin dolduğunu hissettim. "Serçe. Hayatımda duyduğum en güzel isim," dedim gülümseyerek. Kıkırdadı. Etrafa baktı. Ege'nin içeriye girmesini fırsat bilerek dudaklarımdan aşkla öptü. Sonra da, "Şirketin bahçesinde konuştuklarımızı hatırlıyor musun?" diye sordu gülümseyerek.
Hatırlıyordum. Birlikte uçan kelebek ile o küçük serçeye baktığımızda kendimize beyaz kuş ile beyaz kelebek demiştik. Bize onlar ilham olmuştu. Şimdi ise eğer Merih'in hayalindeki gibi bir kız çocuğumuz olursa adı Serçe olacaktı. Serçe.
"Beyaz kelebek ile beyaz kuş olmaya karar verdiğimizde serçe de oradaydı," dedim gülümseyerek. Tam o sırada oyuncak atıyla aramıza küçük bir kovboy dahil oldu. Tahta atının üzerindeki kovboy koşarak yanımıza gelirken Merih onu yakalayıp gıdıklamaya başlamıştı. Ege'nin tatlı kıkırtıları yankılandı söğüt ağacının altında. İşte şimdi ailemiz bir aradaydı.
Yıllar önce söğüt ağacının altında ağlayan o yalnız kız işte tam da şimdi tamamlanmıştı. Onu dışlayan dünyaya inat artık onun da bir ailesi vardı. Onu koşulsuz şartsız seven bir adam ve çocukları vardı. Biri kollarında biri karnında iki çocuğu vardı o kızın. Biri denizden olma diğeri serçeden olma iki güzel çocuk.
O kız artık ağlamıyor. En çok yalnız olanlar parlamak ister. Yıldızlar bu yüzden her zaman yalnızdır diyen o adam sayesinde gülmeyi öğrenmişti. Artık ne zalim kral ne de bir başkası onun canını yakamazdı. Çünkü o kızın elinden alamayacakları bir şey vardı. Bir gökyüzü, bir deniz bir de küçük bir kuş. Kızın dünyası artık bu üç şeyden ibaretmiş.
Ege'nin kıkırdayarak bize sarılmasıyla Merih'in gözlerinde gizlenen gökyüzüme baktım. Ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha gördüm. "Sizi seviyorum," diye fısıldadım. Gülümsedi. Ne acılarım kaldı geriye ne de korkularım. Merih Ege'nin tek bir gülüşü her şeyi alıp götürdü.
"Bende sizi," dedi Merih iç çekerek. Bizi güçlü kollarının arasına aldı. Söğüt ağacının altında sadece beyaz kuş ile beyaz kelebek yoktu. Artık minik bir denizi ve bir de serçesi vardı bu ağacın. Minik bir de serçesi... |
0% |