@sevvnuraydn
|
Kuşunu kartal ile gören kelebek kendini yalnızlığa mahkum etmiş. Ne kuşun yanına gelmesine izin vermiş ne de başka bir canlının. Bir başına yarasını iyileştirmenin yollarını düşünmeye başlamış. Ama bu yara o kadar derindeymiş ki kolay kolay kapanacağa benzemiyormuş.
Kelebek derin bir iç çekmiş. "Neden bu kadar çok yanıyor canım? Neden yüreğimin artık atmadığını hissediyorum," diye düşünmüş kendi kendine.
Tam ümidini yitirip yarasının kendine galip geldiğini hissettiği anda kalbinin kilitli kapıları aralanmış. İçeriye rengini aydan alan ak kanatlarıyla beyaz kuş girmiş. Kelebek ilk kez kuşuna bakmak istememiş. Çünkü kuşunun güzel gözlerine bakmak ilk kez ona acı geliyormuş.
"İçeriye nasıl girdin?" diye sormuş kuşa. Kuş ilk kez kelebeğin gözlerine mahcubiyetle bakmış.
"Sen kalbinin anahtarını yıllar öncesinde bana vermiştin. Unuttun mu?"
Kelebek gözlerini kaçırmış. "Ben unutmadım. Ama sen beni unuttun," demiş.
"Yüreğimin tek sahibi sensin. Oraya senden başka kimsenin girmesine izin vermem. Fakat görüyorum ki benim aksime senin kalbinde bir başkası varmış."
Kuşun gözleri dolmuş. Yüzünde tatlı bir tebessüm belirmiş. "Yanılıyorsun," demiş kelebeğe. Kanatlarıyla göğsünü yarıp içinde atan kalbini göstermiş. "Bak," demiş kelebeğe.
"Yüreğimin içindeki gökyüzünü görüyor musun? Bu gökyüzü bizim. Seninle benim. Ben ikimiz için bir dünya inşa ettim yüreğimin içine. Hatta bak! Şu gökyüzünde süzülen beyaz kanatları görüyor musun? Orada süzülen sensin. Sen ve beni benden eden güzel kanatların..."
Kelebek kuşun söylediklerine inanamamış. Onun kadar güzel bir canlının kendisini sevebileceğini daha önce hiç düşünmemiş. Çünkü kelebek sevmeye alışkınmış. Sevilmeye değil...
Beyaz kuş gülümsemiş. Kalbinin kapılarını kapatmış. Minik bir anahtarla kilitlemiş. Anahtarı da kelebeğinin kanatlarının arasına saklamış. Kanadını yüreğinin üzerine koymuş. "Burası senin," demiş. "Senin..."
Kelebeğin kanatlarından tutmuş beyaz kuş. Birlikte karanlıkta kanat çırpmaya başlamışlar. Gökyüzündeki parlak Ay onlara yoldaşlık etmiş. Kuşun gözleri kelebeğinin üzerindeyken bir anda yeryüzündeki küçük kelebeğe kaymış.
"Bak," demiş kuş kelebeğe. İkisi birlikte yeryüzündeki küçük kelebeğin yanına inmişler. Yeşil kanatlı küçük kelebeğin gözleri kuş ile beyaz kelebeği bulmuş. Küçük kanatları soğuktan buz tutmak üzereymiş. Bu durumu fark eden kuşla beyaz kelebek birbirlerine bakmış.
Küçük kelebeğin bu hali ikisini de çok üzmüş. Onun için bir şey yapmak istiyorlarmış. Onu bu dondurucu gecede ısıtabilmek için bir çare düşünmeye başlamışlar. En sonunda kelebeğin aklına bir çözüm yolu gelmiş.
Kanatlarını ayırmış bedeninden. Kuş şaşırmış. Kanatların olmadan nasıl yapacaksın diye sormuş. Kelebek gülümsemiş.
"Benim kanatlarım elbet bir gün çıkar. Ama bu küçük kelebeğin kanatları onun her şeyi ve ben bunu bile bile kanatlarını kaybetmesini göze alamam."
Kuş kelebeğinin kalbinin güzelliğini bir kez daha görmüş. Ona bakıp derin bir iç çekmiş. Yüreği pır pır ediyormuş ona baktığı her an. İşte o an anlamış kuş. Bu kelebeğe ne kadar aşık olduğunu...
"Ben bu kelebeği çok seviyorum," demiş kendi kendine. Küçük kelebekte görmüş kuşun kalbindeki aşkı. Gözleri hayranlıkla kuşla beyaz kelebek arasında gidip geliyormuş.
"Keşke," demiş içinden.
"Keşke benim annemle babam bu beyaz kuşla kelebek olsaydı. Birbirine aşkla bakan bu iki canlı eminimki beni de severdi," diye düşünüp derin bir iç çekmiş.
Beyaz kelebeğin kanatlarına sarılmış küçük kelebek. İçinin ısındığını hissetmiş. Fakat bu sıcaklığın sebebi soğuktan sarındığı kanatlar değil sevginin sıcaklığıymış.
Beyaz kelebek küçük kelebeğe bakmış. Bu soğukta onun gibi küçük bir kelebeğin dışarıda ne işi olduğunu sormuş. Küçük kelebeğin gözlerine hüzün yerleşmiş.
"Annem beni zalim bir aslanın zulmünden korumak istediği için kaçmamı söyledi. Bende kaçtım," demiş. Beyaz kelebek bu duyduklarına o kadar üzülmüş ki bu küçük kelebeğin hak ettiği huzuru vermek için işe koyulmuş.
Ormanından muhafızlarını çağırmış. Küçük kelebek şaşırmış. Meğer kanatlarına sığındığı bir kralmış. Küçük kelebek kralına bakmış hayranlıkla. O, beyaz kuş ve kralı hep birlikte zulümün yaşandığı yere gitmişler.
Beyaz kelebek yuvadan aslanı çıkarttırmış. Koskoca aslan korkuyla diz çökmüş beyaz kelebeğin karşısında. O an beyaz kuş kelebeğine bakmış. Pelerinsiz bir kahraman gibiymiş kelebek onun gözünde. Kanatsız bir kahraman... Belki de kanatsız bir melek... Kim bilir?
_______
"Lu," diye fısıldadı bitkin bakan gözleri beni bulduğunda. Onu görmüş olmanın verdiği mutlulukla "Ege," dediğimde yanıma gelip bana sıkıca sarıldı. Kolları belimi kavradığında çenemi omzuna dayadım.
"Başardın," dedim gülümseyerek. Ege bu dediğimden bir şey anlamadığından benden ayrılmış sorgulayıcı bakışlarını gözlerime dikmişti.
"Neyi başardım?" diye sordu. Griye çalan büyüleyici gözlerine baktım. "Sen küçük bir çocuğun hayatını karartan birine gerekeni yaptın. Benim gözümde dünyayı kurtaran bir süper kahramandan farkın yok. İşte sen bunu başardın Ege. O küçük çocuğun kabuslarına son vererek hak ettiği huzuru verdin. Bu sence de büyük bir başarı değil mi?"
Bu söylediklerim onun oldukça hoşuna gitmişti. Yüzünde genişçe bir gülümseme belirmiş gözlerindeki yorgun ifadenin yerini ise sevgi dolu bir pırıltı almıştı sanki. Dudakları keyifle yukarıya doğru kıvrılırken gözleri içeriye kaydı.
"Efe ile annesi iyi mi?" diye sorduğunda birlikte içeriye girdik. Efe annesine sarılmıştı. Annesi ise ona sarılarak ağlıyordu. İkisininde gözleri bizi bulduğunda yerden kalktılar.
Ege içten bir gülümsemeyle koşarak bacağına sarılan Efe'nin başını okşadı. Efe, "Sen benim kahramanımsın Ege abi," dediğinde gülümsedim.
Gözlerim dolu dolu onları izlerken bir şeyi düşünmeden edemedim. Ege'nin ne kadar mükemmel bir baba olacağını düşünmeden edemedim. Şefkatiyle Efe'yi saran kolları bana bunu düşündürmüştü. Onun bir oğlunu olduğunu hayal ettim. Tıpkı onun gibi güzel gözleri olan bir oğlan çocuğu...
Bunun hayali bile derin bir iç çekmeme neden olmuştu ki Efe'nin annesi yanımıza geldi. Gözlerimi ona çevirdiğimde yanağında küçük bir çürük olduğunu fark ettim. O an Ege gülümseyerek Efe'ye baktı.
"Bizi biraz annenle yalnız bırakabilir misin?" diye sorduğunda Efe anlayışla başını sallamış arkadaki odalardan birine gitmişti. Bunun üzerine Ege mavi gözlerini Efe'nin annesinin gözlerine dikti.
"Siz iyi misiniz?" Ege'nin bu sorusuyla kadın yanağındaki ıslaklığı silmiş yüzünde esaretten kurtulmuş olmanın verdiği mutluluğun tebessümü belirmişti.
"İyiyim. Sizin sayenizde oğlumla birlikte daha da iyi olacağım," dediğinde gözleri kısa bir anlığına beni buldu. Parlak yeşil gözleriyle bu genç kadın öylesine güzeldi ki onun böyle bir zulme maruz kalması beni üzmüştü.
"O şeref yoksunu size bırakın dokunmayı yaklaşamayacak. Buna izin vermeyeceğim. Siz içinizi ferah tutun," diye mırıldandı Ege. Kadın bunun üzerine "Bu iyiliğinize karşılık sizin için ne yapabilirim?" diye sordu.
Ege gülümsedi. "İyilik karşılık beklenilerek yapılmaz hanımefendi. Tek isteğim Efe ile birlikte bundan sonra mutlu bir hayatınızın olması. Başka bir şey değil," dediğinde kadının gözleri Ege'nin eline kaydı.
"Eliniz," dedi birden. Ege önemli olmadığını belli edercesine gülümsedi. Ardından "Efe!" diye seslendi. Onun sesiyle birlikte Efe odadan koşarak yanımıza geldi.
"Lu ablan ile birlikte gitme vaktimiz geldi." Efe gideceğimizi duyunca dudak bükmüştü. Yanaklarından iki damla yaş akarken Ege ile birlikte eğilip onun göz hizasına inmiştik.
"Gitmeyin. Burada kalın." Onun bu sözleriyle birlikte Ege gülümsemiş sağlam eliyle Efe'nin başını okşamıştı. "Gitmemiz gerek. Beyaz kuşla beyaz kelebeğin kurtarması gereken koca bir dünya var."
Efe'nin dudaklarından küçük bir hıçkırık çıktı. "Peki ama ben sizi özlersem ne olacak?" Bunun üzerine Ege içtenlikle gülümsedi. "O zaman gördüğün her beyaz kelebeğin ben olduğumu düşün. Beyaz kelebekler Ege kelebeğidir. Onlara her baktığında benim senin yakınlarında olduğumu hisset," dediğinde griye çalan mavi gözlerini bana çevirdi.
"Bir de Lu ablanın beyaz bir kuş olduğunu unutma. Bu dünyadaki tek beyaz kuş o. Onu özlediğinde de küçük bir serçeye bak. Serçeler beyaz kuşların dostudur. Onlar sana Lu ablanı hatırlatırlar."
Ege'nin bu sözleri gözlerimin dolmasına neden olmuştu. Efe ise başını olumlu anlamda sallamış ikimize de aynı anda sarılmıştı. Onun küçük kolları Ege ile bizi birbirimize bağlarken ikimizin gözleri birbirlerine kenetlenmişti.
Griye çalan mavi gözleri gözlerimde gezinirken kalbimin büyük bir gürültüyle göğüs kafesime baskı yaptığını hissediyordum. Yüzümde küçük bir gülümseme belirdi. Efe ile ayrılmış evden çıkmıştık.
Ege ile yan yana ıssız sokaklarda yürürken nefes seslerimiz bile sanki gürültü yapıyordu. Topuklularla uzun zamandır ayakta olduğumdan en sonunda dayanamayarak ayakkabılarımı çıkarıp elime aldım. Daha sonra bir elimde topuklular varken diğer kolumu da Ege'nin koluna doladım.
Bir süre sonra "Ege," diye mırıldandım. Onun güzel gözleri beni bulduğunda "Efe'nin babasına ne yapacaksın?" diye sordum. Bu sorumla birlikte dudakları ince bir çizgi halini aldı. Yüzünde düşünceli bir ifade belirdi.
"Onun yeri hapishane Lu. Olcay onu adalete teslim edecek. Üstelik onun için avukatlar ordumu seferber edeceğim. Bir daha o demir parmaklıkların arasından çıkamayacak."
Ege'nin bu sözleriyle birlikte ince parmaklarım onun kolunu daha da sıkı kavradı. "Efe ile annesinin bundan sonraki hayatlarında şiddet olmayacak. O kadın bir daha böyle bir zulüm yaşamayacak. Oğlu için böylesine korkunç bir fedakarlık yapmak zorunda kalmayacak," dediğimde Ege'nin yüzünde küçük bir tebessüm belirdi.
"İnsandan sonra en fedakar canlı sence hangisi Lu?" diye sordu. Onun bu sorusuyla düşüncelere daldım. Fakat aklıma onlarca şey gelirken birinde karar kılamamıştım. Meraklı bakışlarımı onun gözlerine çevirdim.
"Ben bu soru üzerinde çok düşündüm hatta çok da gözlem yaptım. En sonunda o fedakar canlıyı buldum. O kimsenin sarı renkliyken görmediği karahindiba çiçeği..."
Karahindiba çiçeği aklımın ucundan bile geçmemişti. Onun gibi ince düşünceli birinin böyle bir cevap vereceğini tahmin etmeliydim. Soğuktan ince bir gömlekle titreyerek yürürken sözlerine kaldığı yerden devam etti.
"Sarı taç yapraklarıyla pek dikkat çekmeyen bu küçük çiçek insandan sonra en fedakar canlıdır Lu. Hatta o bir anne... Fedakarlığıyla yavrularına can olan bir anne... Sarı taç yaprakları beyaz tomurcuklara döndüğünde başlar onun anneliği. Zira onun her bir tomurcuğu yavrusudur. Peki onun anneliğini bu kadar özel kılan nedir? Ben sana söyleyeyim. O yavruları için güneşte parlayan sarı taç yapraklarını döker. Tıpkı bir annenin yavruları için yıllarca saçını süpürge etmesine benzer bu. Daha sonra insanoğlu onu hayattan koparır. Onu ait olduğu topraktan alıp yaşamına son verdiğinde o yavrularının başının tacı yaptığı yavrularının yuvadan uçuşunu izler gözyaşlarıyla."
Ege'nin bahsettiği fedakarlık çiçeği bana Efe'nin annesini çağrıştırmıştı. O da tıpkı karahindiba çiçeği gibiydi. İnsanların fark etmediği o küçük fedakarlık çiçeği...
O küçük çiçeği fark edenler Ege gibilerdi. Onları koparmayan aksine tomurcuklanması için onlara şans verenler Ege gibilerdi. Gözlerim onun büyüleyici gözlerinde takılı kalmıştı. "Keşke herkes bir karahindibadan fedakarlık öğrenebilseydi. O zaman dünya daha güzel bir yer olmaz mıydı?"
Ege'nin dudaklarında tatlı bir gülümseme belirdi. "Fedakarlık insana sonradan kazandırılabilecek bir erdem değildir Lu. İnsanın yüreğinden gelebilecek bir şey. Eğer insan kendinden feragat etmeyi kendisi istemezse kimse ona bunu yaptıramaz."
"Tıpkı Efe'nin annesi gibi..."
Bu sözümle başını hafifçe sallamıştı. Birlikte ıssız sokaklarda yürürken zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Onunlayken ne zaman ne mekan kavramı diye bir şey yoktu sanki. Sadece ikimiz vardık. Sadece ikimiz...
"Artık elini gösterebiliriz," diye mırıldandığımda birlikte hastaneden içeri girmiştik. Doktor, Ege'nin eline acil müdahalede bulunurken bana kapıda beklememi söylemişlerdi.
İçerisi çok fazla kalabalık olduğundan bu duruma itiraz etmek gibi bir lüksüm olmamıştı. Acilin kapısında bekleyen onlarca insanın arasında gözlerim kapıda Ege'yi bekledim. Bir elimde topuklu ayakkabılarımla onu beklerken arada bir de telefonumun saatine bakıyordum. Sanki zaman durmuş gibiydi.
Bir türlü zaman geçmiyor kimse bana Ege'nin eline ne yaptıkları hakkında bilgi vermiyordu. Sıkıntılı bir nefes verdiğim sırada acilin kapısından Ege ile birlikte doktor bir adam çıkmıştı.
"Elin nasıl oldu?" diye sordum onu görür görmez. Ege ise korkulacak bir şey olmadığını belli edercesine gülümsemiş bandajlı elini bana göstermek için havaya kaldırmıştı.
"Gayet iyi." Onun bu sözleriyle birlikte içimin rahatladığını hissetmiştim. Koluna girmem için beklentiyle gözlerime baktı. Kıkırdadım. Bir an bile beklemeden onun koluna girdim. Birlikte hastaneden çıkıp yürümeye devam ettik.
Bir elimde taşlı topuklularım diğer elim onun kolunu kavramış yüzümde ise genişçe bir gülümsemeyle onunla birlikte yürüyordum ki Ege düşünceli bakışlarını bana yöneltmişti.
"Lu," diye mırıldandı. Ses tonundan bir konudan tereddüt ettiğini anlamam uzun sürmedi. "Kartal'a oynamak istediğin oyunda sana yardım edebilirim."
Onun bu teklifi şaşkınlıktan göz bebeklerimin büyümesine neden olmuştu. Çünkü Ege, Kartal ile görüşmemi asla ama asla istemiyordu. Bunu bildiğimden griye çalan mavi gözleri bir şartının olduğunu belli edercesine gözlerimde gezindi.
"Fakat benim başka bir planım var. İstediğin gibi Kartal baktığı her yerde senin eski halini görecek. Onun aklını kaçırmasına sebep olacağız. Ama bunu senin onun yanında olmadığın bir şekilde yapacağız."
"Nasıl?" diye sordum dayanamayarak. Bunun üzerine yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Sen bana güven yeter. Kartal'a yaklaşmadan onun kafasını bulandırmanın yolunu çok iyi biliyorum," dediğinde gülümsedim.
"Sana güveniyorum," diye mırıldandım. Başımı onun omzuna yasladım. Bu cevabım onu tatmin edince kıkırdamıştı. Birlikte ilerlemeye devam ettik. Yarı yolda topuklularımı geri giymiş kayıp ruhlar göğünün olduğu binanın önünde durmuştuk.
"Yukarı çıkmak ister misin?" Onun bu sorusuyla bir an bile tereddüt etmedim. Başımı hafifçe sallamış onunla birlikte içeriye girmiştim. Birlikte asansörle yukarıya çıktık. Çatı katına vardığımızda buraya ilk geldiğim anı anımsadım.
Perişan bir haldeydim. Yaşama dair içimde en ufak bir umut kırıntısı dahi yoktu. İçi yaşama sevinciyle dolu o kadının ruhu çekilmiş kendini kayıp ruhlar göğünden atmayı düşünüyordu. Ama şimdi o kadın tekrar aynı yerde. Kayıp ruhlar göğünde...
Üstelik o kadın artık hiç olmadığı kadar güçlü. Çakıldığı uçurumdan çıkıp yeniden doğduğu andan beri bu böyleydi. Tabii bunu başarmasını sağlayan beyaz bir kelebekti. Her ne kadar kelebek bu durumdan haberdar olmasa da onun sayesinde kalbi yeniden hayat bulan bu beyaz kuş ona aşık olmuştu.
Yüzümde genişçe bir gülümsemeyle birlikte o gün acılarımı rüzgara anlattığım yere gittim. Kayıp ruhlar göğünün tam kıyısında durdum. Rüzgara anlatmak istediğim çok fazla şey vardı. Ama bunların hiçbirinde acı yoktu. Aşk vardı.
"Biliyor musun?" diye sordum Ege tam yanı başımda durduğunda. Yanağımdan küçük bir yağmur damlası gibi kayan yaşla birlikte gözlerimi yıldızlı geceye diktim.
"Buraya ilk geldiğim zaman rüzgara acılarımdan başka anlatacak hiçbir şeyim yoktu. Ama şimdi o günden bugüne çok fazla şey değişti Ege," dediğimde gözlerim onun güzel gözlerini buldu. Ona doğru döndüm.
Ayağımda topuklu ayakkabılarımla bile onun boyuna yetişemiyordum. Eşsiz güzellikteki gözlerine bakarken başımı kaldırmak zorunda kalıyordum. Onun gözlerine bakmak belki de bu yüzden gökyüzüne bakıyormuşum gibi hissettiriyordu. Kim bilir?
"Ege," diye fısıldadım. Kalbim heyecandan gümbür gümbür atıyordu. Ona onu sevdiğimi söylemek istiyordum. Üstelik sadece ona değil rüzgara da bu hissettiklerimi anlatmak istiyordum. Böylece rüzgar kalbimde taşıdığım aşkı gittiği her yere götürebilecekti.
"Benim o gün yüreğimde hissettiğim şeyin adı kederdi. Izdıraptı. Sanki yüreğimin ortasına saplanmış bir bıçakla nefes almaya devam ediyormuşum gibi hissediyordum. Ama şimdi durum farklı. Bir kelebek geldi ve o bıçağı saplandığı yerden çıkarttı."
Bu söylediklerimle Ege'nin yüzünde yine o kusursuz gülümseme belirdi. "O günün aksine şimdi kalbimde bambaşka bir his var. Bu hissettiklerimi ilk sana söylemek istiyorum Ege. Sonra belki içimdeki cesaret beni yarı yolda bırakmazsa bu hissettiklerimi rüzgara da anlatırım. Kim bilir?"
Ege'nin gözlerinde meraklı bir ifade belirirken derin bir nefes aldım. Sonra bu yaptığıma kendim bile inanamayarak yüzümü ona yaklaştırdım. Aramızda bir milimlik mesafe kaldığında durdum. Büyüleyici gözleri beni adeta hipnotize ediyordu.
"Seni seviyorum Merih Ege," diye fısıldadığımda beni duyup duymadığını bile bilmiyordum. Tek bildiğim hislerimi ifade eden sözcüklerin dudaklarımdan onun dudaklarına geçmesini istediğimdi. Aramızdaki o bir milimlik mesafeyi de kapattığımda dudaklarına küçük bir buse bırakmıştım.
Geri çekildiğimde saniyeler kadar kısa süren bu kısacık anın başımı döndürdüğünü hissetmiştim. Sersemlemiştim. Sanki alkol almışım gibi hissediyordum. Gözlerim onun griye çalan mavi gözlerini bulduğunda olayın şokuyla kaskatı kesildiğini fark ettim.
Bu durum saniyesinde pişman olmama neden olurken yüzümün utançtan cayır cayır yanmaya başladığını hissediyordum. Şu an kendimi şu binadan atsam anca kurtulurdum bu utançtan. Gözlerimi onun gözlerinden kaçırıp ardıma bile bakmadan asansöre doğru hızla ilerlemeye başladım.
Ne düşünüyordum ki? Onunda beni seviyor olduğunu falan mı? Aferin Lu! Aferin! Adamı sevdiğini söyler söylemez cevabını bile beklemeden öpmek de ne demek oluyor acaba? Ah aptal kafam!
İçimden kendi kendime kızarken onun peşimden gelmesine bile aldırmadan asansöre binip kapının kapanmasını beklemiştim. O yanıma gelemeden asansörün kapısı kapanmış hızla aşağıya doğru iniyordum. Tek umudum eve ondan önce varıp kendimi odama kapatmaktı. Aksi bir durumda ona karşı nasıl bir açıklama yapacağımı düşünemiyordum bile.
Ona ne söyleyecektim? Merih Ege ben sana çok aşığım. Dayanamadım öptüm mü diyecektim? Şimdiden yüzümün kızardığını hissediyordum. Asansörün kat göstergesinin zemin katı göstermesiyle kapı açılmış bir an bile duraksamadan kendimi binanın dışına atmıştım.
Biraz olsun şansım yaver giderse taksi bulabilirdim. Ama bu saatte taksi bulabileceğimi hiç sanmıyorum. Sıkıntılı bir nefes verdiğim sırada karşı caddenin köşesinde küçük bir taksi durağı olduğunu fark ettim.
Tüm dilek haklarımı burada kullanmış olsamda Ege bana yetişmeden önce karşıya geçip taksi durağına doğru ilerledim. Tam o sırada Ege'nin peşimden koştuğunu gördüm. Boş taksilerden birine atlayıp acele etmesini söyledim.
Ege "Lu bekle!" diye seslendi arkamdan. Ama ben onunla göz göze gelme cesaretini bile kendimde bulamadığımdan taksiciye gaza basmasını söylemiştim ki Ege son dakika yanımdaki kapıyı açıp içeriye girmişti.
Şaşkın bakan gözlerim onun gözlerinde gezinirken taksici bu olana bir anlam verememişti. "Hanımefendi bir sıkıntı mı var?" diye sorduğunda başımla onun bu sorusunu olumsuz anlamda yanıtladım. Ardından Ege'nin gözlerine bakamadığımdan adresi tarif edip bakışlarımı camdan dışarıya yöneltmiştim.
Onunla aynı arabada olmak bile beni germeye yetmişti. Daha birkaç dakika önce onu öpmüştüm. Üstelik bu an beynimin içinde takılmış plak gibi dönüp dururken onun gözlerine bile bakamıyordum. Her an kapıyı açıp kendimi atabilirdim.
Rezilsin Luna! Rezil! İç sesim beni yerin dibine sokarken sessiz geçen uzun bir yolculuğun ardından taksi evin devasa kapısının önünde durdu. Ege cebinden çıkardığı cüzdanla taksiciye parasını ödedi. Bense taksiden inip kapıdan geçtim.
Bahçedeki fıskiyenin şırıltısı dışında etrafta hiç ses yoktu. Tabii bir de topuklularımın çıkardığı tok ses dışında...
Ege'nin arkamdan seslenişlerine rağmen evin kapısında bizi karşılayan Handan Hanım'ın yanından geçerek aceleyle merdivenlerden yukarıya çıktım. Kendimi odama atıp kapıyı ardımdan kilitlediğimde gümbür gümbür atan kalbimin sesi odamın dört bir yanında yankılanıyordu sanki.
Oldukça uzun geçen bir gecenin ardından kendimi yatağıma bırakmış gözlerimi tavana dikmiştim. Kafamda ise sürekli Luna Ege'yi öptü diyen bir ses vardı. O anın görüntüsü gözlerimin önünden bir türlü gitmiyordu. Durum sadece bununla da sınırlı değildi.
Dudaklarımda bile o an hissettiğim sıcaklık duruyordu. Parmaklarımı dudaklarıma götürdüm. Onu öpen benken olayın şokunu atlatamamam yetmezmiş gibi onun nasıl bir halde olduğunu düşünemiyordum bile.
Acaba şu an benim hakkımda ne düşünüyordu? Onu öptüğüm için bana kızgın mıydı? Acaba o da benim hissettiklerimi hissediyor muydu? Kalbi benimki gibi heyecanla çarpıyor muydu?
Kafamın içi o kadar çok doluydu ki her an patlayabilirdi. Yattığım yerden doğrulup topuklularımı odamın bir kenarına koydum. Üzerimdeki kabanı çıkarıp saçlarımı sıkı sıkıya tutan tel tokaları aynanın karşısında tek tek çıkarmaya başladım.
Gözlerim aynadaki yansımama takılı kalmışken bozulmuş rujum utançtan yeniden kızarmama neden oldu. Saçlarımı düzgünce tarayıp üzerimdeki elbiseyi rahat pijamalarla değiştirdim. Daha sonra battaniyemin içine girdim.
Battaniyemi tepeme kadar çekmiş uzaklara dalıp gitmiştim. Bir gecede yaşadıklarımın haddi vardı hesabı yoktu. Derin bir nefes aldım. Zihnimdeki uğultuyu susturup uykuya dalmayı diliyordum. Tek isteğim uyumak ve uyandığımda tüm bunların benim için bir rüya olarak kalmasıydı.
Gözlerimi yumup bekledim. Ama olmadı. Ne kadar denersem deneyeyim uykuya geçmeyi başaramamıştım. Üstelik gözlerimi her kapattığımda onun yüzünü görüyordum. Sıkıntılı bir nefes verip yataktan kalktım. Onun üşümemem için üzerime geçirdiği gri kabanı tekli koltuğun üzerinden aldım.
Koltuğa oturup avuçlarımdaki kabana baktım. Onun gözlerini hatırlatan bu gri kabanı göğsüme bastırıp derin bir iç çektim. Ona sarılır gibi onun bana verdiği kabana sarıldım sıkıca.
Kabanı da tıpkı onun gibi kokuyordu. Merih Ege'nin kokusuyla dolu kabana daha da sıkı sarıldım. Gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladı. İçimde beliren derin bir huzurun varlığını hissediyordum.
Zihnimde onun kusursuz gülümsemesi ve griye çalan mavi gözlerinde gizlenen engin gökyüzü belirdi. Gülümsedim. Onun parmağını gezdirdiği gamzelerim belirginleşmişti. Üzerimde onun gibi kokan bana onu hatırlatan gri kabanına sarılı bir halde güzel bir rüyanın kollarına bıraktım kendimi. |
0% |