Yeni Üyelik
41.
Bölüm

16.Bölüm: Söz

@sevvnuraydn

"Belirsizlik en büyük ızdıraptır. Neden biliyor musun?"

 

Kuş merakla kelebeğe bakmış. Kelebek, "Çünkü en çok belirsizlik yakar canını. Adeta bir kara delik misali içine çeker seni. Düşüncelerin arasında kalırsın. Düşünceler aklını kurcalar. En sonunda çok fazla düşünmekten aklını kaçırırsın," demiş. Beyaz kuşun içinde de tıpkı kelebeğin söylediği gibi bir kara bir delik varmış. Ama ona bunu söylemek yerine gelene bakmış.

 

"O da kim?" diye sormuş kuş kelebeğe. Kelebek de kuş ile birlikte buzların arasında açan çiçeğe bakmış. Kelebek tanıyormuş bu çiçeği. Ne de olsa geçmişinde açanı herkes tanır.

 

"Onun adı kardelen. Bir zamanlar hayatımda açan sonra açtığı yerde yok olan kardelen çiçeği."

 

Kelebeğin gerçeği kuşu üzmüş. Halbuki bunda üzülecek ne vardı ki? Onun da hayatından kara bir kartal gelip geçmemiş miydi? Şimdi neden içinde belirsizlik var? Kuş kelebeğine bakmış acıyla. "Senin buzullarında yeniden açtı bu çiçek. Bu senin için bir şey ifade etmiyor mu?" diye sormuş kuş. Her ne kadar kelebeğin vereceği cevaptan korksa da...

 

Kelebek bir an bile tereddüt etmemiş. Kuşunun güzel gözlerine bakmış.

 

"Ben buzda açanı değil kalbime konanı seviyorum."

 

_______

 

"Kimsin sen?"

 

Sorduğum soruyla birlikte karşımdaki adamın gözlerine öfkeyle baktım. Adam ellerini teslim olurcasına havaya kaldırırken kafedeki herkes dehşetle bizi izliyordu. Adam cebinden bir şey çıkardı. "Hanımefendi ben sadece size arabanızın anahtarlarını vermek istemiştim," dedi kapüşonlu adam. Elindeki anahtarı bana doğru uzatırken bıçağı boynundan çekip aldığım yere bıraktım. Etrafımıza toplanan kalabalığı, "Sorun yok," diyerek dağıttı kapüşonlu adam.

 

Anahtarımı alıp cebime tıkıştırdığım sırada adam hızla yanımdan uzaklaştı. Sanki peşinde birileri varmış gibi koşarak gidişini izlediğim sırada az önce onun olduğu yerde beyaz bir kağıt parçası olduğunu fark ettim. Etrafımdaki bakışlara aldırmadan kağıdı alıp kendimi dışarı attım. Aceleyle arabama doğru yürüdüm. Bir süre sonra arabaya geçip kapımı kilitledim. Artık kağıtta yazana bakabilirdim. Katlı kağıdı aralayıp yazana baktım. Tek bir sözcük yazılıydı.

 

"Peşindeyim."

 

Okuduğum şeyle gözlerim otomatik olarak dikiz aynasına kaydı. Arkadaki arabanın içi boştu. Notu parmaklarımın arasında buruşturup arabayı çalıştırdım. Bir an önce eve dönmem gerekiyordu. Peşimdeki her kimse buraya gelmeden öncesinde de beni takip ediyordu. Takipçi kimdi?

 

Arabayı park ettiğim yerden çıkardım. Eve dönüş yoluna geçmiştim ve gerginlikten durmadan arkaya bakma ihtiyacı hissediyordum. Görünürde kimse olmamasına rağmen aklıma kağıtta yazan o tek kelime geldikçe tüylerim diken diken oluyordu. Buruşturduğum kağıdı yoldan geçerken çöp konteynerinden içeriye attım. Tüm bunların içinde en çok da telefonumu yanıma almadığıma pişman olmuştum. Eğer telefonum yanımda olsaydı Merih'e haber verebilirdim. Aslında böyle bir şeyi ona nasıl söylerdim hiç bilmiyorum. Ama en azından Nehir'i aramak gibi bir şansım olurdu. Nehir bu işi sessiz sedasız halletmeme yardımcı olabilirdi.

 

Sıkıntılı bir nefes verdim. Gözüm yeniden dikiz aynasına kayarken dalgınlığım yüzünden öndeki araca çarptım. Koltuğumda hafifçe savrulurken kendime sakin olmam gerektiğini hatırlattım. Fakat tam o esnada çarptığım aracın şoförü arabasından inip camımı tıklattı. "Koskoca arabayı görmüyor musun?" diye söylenmeye başladı hafif tombul adam.

 

Ona değil koskoca arabayı şu an hiçbir şeyi gözümün görmediğini tabii ki de söylemedim. Onun yerine arabadan indim ve "Öncelikle sakin olun beyefendi. Zararınızı karşılayacağım," dedim. Ama o bu söylediklerime pek de ikna olmuşa benzemiyordu. Çatık kaşlarla yüzümü inceliyordu. Her an bir şey söyleyip arıza çıkarmaya hazır bir halde tetikte bekliyordu.

 

"Benim çok acilen yetişmem gereken bir buluşma var ve sizin yüzünüzden geç kalacağım."

 

İçimden çok fazla şey söylemek geçiyordu. Ama sustum. Onun yerine haksız olduğumu kabullenip, "Çok üzgünüm. Ama bu bir kazaydı ve benim elimden zararınızı karşılamaktan başka bir şey gelmez," dedim. Adam bir süre boş boş yüzüme baktı. Sonrasında ceketinin iç cebinden çıkardığı kartviziti bana uzattı.

 

"Pekala hanımefendi. Bu olayın polise intikal etmesini istemiyordanız akşama kadar zararımı karşılarsınız. Fakat şimdi cidden gitmek zorundayım."

 

Adamın elindeki kartviziti alıp arabaya geçtim. Bir gün bu kadar zor geçemez dedikçe aksilikler peş peşe geliyordu. Ama şükürler olsun ki evime sağ salim geri dönebilmiştim. Arabayla bahçe kapısından içeriye girerken Merih ile Kerim'in evin önünde beni beklediğini gördüm. Merih'in yüzündeki asabi ifade beni görmenin rahatlığıyla yumuşadı. Arabayı çeşmenin önüne park edip arabadan indim. Merih tek kelime etmedi. Ta ki arabanın önündeki hasarı fark edene dek...

 

"Kaza mı yaptın?" diye sordu Merih yanıma gelirken. Arabanın önündeki hasardan sonra bana baktı ve "Sen iyi misin peki?" diye sordu.

 

"Ben iyiyim. Bir anlık dikkatsizliğimden dolayı oldu. Ayrıca akşama kadar çarptığım arabanın sahibinin hasarını da karşılamam gerek."

 

Merih gülümsedi. Ona adamın bana verdiği kartviziti verdim. Kerim bu hesap işiyle ilgileneceğini söyleyip Merih'in elindeki kartviziti kaptığı gibi içeriye geçti. Merih ise, "Peki aramız şu an nasıl? Barıştık mı?" diye sordu muzip bir gülüşle.

 

Ona Kardelen denilen kadını düşünemeyecek kadar korkunç dakikalar yaşadığımı ve buraya kadar nasıl geldiğimi bilmediğimi tabii ki de söylemedim. Onun yerine, "Hiç küsmedik ki," dedim. Merih verdiğim cevaptan memnun olmuşa benziyordu. Dudaklarında her zamanki kusursuz ve insanı cezbeden o güzel gülüşü belirdi. Korkularımı unuttum. Tartışmamızı ve hatta az önce yaşadığım o dehşet verici anı da bu gördüğüm manzarayla unuttum.

 

"Bir daha kavga etmeyelim Lu," dedi Merih ellerimi avuçlarının arasına alırken.

 

"Etmeyelim," dedim titreyen dudaklarımla. Ona sıkıca sarıldım. Merih aramızda olanlardan dolayı böyle olduğumu düşünüyordu. Ama benim bu halde olmamın tek sebebi Olcay'ın verdiği sözü tutmamış olmasıydı. Ateşkes yalandı ve ben tehlikedeydim. Tabii doğal olarak benimle birlikte tüm sevdiklerim ateş hattındaydı. Tüm sevdiklerim de!

 

Merih benden ayrılıp gözlerime baktı. "Madem artık aramızda küslük yok. O halde üçümüzün düğün hazırlıkları için organizasyon firması ile görüşmemizde hiçbir sakınca yok," dedi Merih. Beni neşelendirmek için böyle söylediğini biliyordum. Her ne kadar evin güvenli duvarlarının ardına çıkmak istemesemde onu başımla onaylamıştım. Bir açıdan düşününce daha ne kadar bu durumun böyle devam edeceğini bilmiyordum ve hayatımın sonuna kadar saklanarak da yaşayamazdım.

 

Aklıma Amerika'da okurken yaşadığım bir anım geldi. Babamın beni teftişe geleceğini bir şekilde öğrenmiştim ve onu görmek istemediğimden bende taş köprünün oradaki ormanlık alanda saklanmayı düşündüm. Öğlen saatleriydi. Babamın gelmesine çok az bir zaman kaldığından okuldan çıkar çıkmaz taş köprüye doğru koşmaya başlamıştım. Etrafta bana çevrilen onlarca küçümseyici bakışı umursamadan taş köprüye doğru koşmaya devam ettim.

 

Taş köprüdeyken göz ucuyla kolumdaki saate baktım. Babam her an burada olabilirdi. Sıkıntılı bir nefes verdim. Tam o sırada önüme bakmadan koşmamın bedeli olarak birine çarpıp yere düştüm. "Bu ne acele?" diye sordu biri kendi kendine. Bu kişi her kimse Türkçe konuşuyordu. Başımı kaldırıp ona baktım. Düştüğüm yerden beni kaldırmak için elini uzatan o çocuğa Merih Ege'ye baktım.

 

"İyi misin?" diye sordu İngilizce. Uzattığı eli tutup yerden kalktım. Sonrasında, "İyiyim. Sana çarptığım için kusura bakma," diye mırıldandım.

 

Türkçe konuşmam hoşuna gitmişe benziyordu. Kıkırdadı. "Önemli değil. Fakat önüne bakamayacak kadar acele nereye yetişmeye çalıştığını merak ettim," dedi gülümseyerek. Ona ne diyeceğimi bilemediğimden tekrar saate baktım. Babam birazdan köprüden arabayla geçecek ve okulumda olacaktı. Vaktim tükenmek üzereydi. Ya onu ardımda bırakıp gidecektim ya da orada onunla kalıp babamın beni görmesine müsaade edecektim. Hangisini seçtim dersiniz?

 

Ona baktım. O zamanlar bakmak için bir ömür vermek isteyeceğimden habersiz onun gözlerine baktım. "Söylesem de anlamazsın ki beni," dedim bakışlarımı kaçırarak.

 

"Anlarım. Ben anlaşılmak isteyen herkesi anlarım."

 

"Gerçekten mi?"

 

"Gerçekten. Şimdi söyle bana."

 

"Babamdan kaçıyorum," dedim gözlerimi ona bakmaya cesaret edemediğimden taş köprünün altındaki yeşile çalan turkuaz göle dikerken. Beni anlamayacağını iyi biliyordum. Söylediğim şeye gülecekti. Benimle alay edecekti ve ben onun yanından uzaklaşacaktım. En azından o an için böyle düşünüyordum.

 

"Biliyor musun? Bende babamdan kaçıyorum."

 

İlk başta benimle alay ettiğini sanmıştım. Fakat parlak mavi gözlerine baktığımda bana karşı dürüst olduğunu anladım. "Ama sana küçük bir tavsiye vermem gerek," dedi. Kısa bir anlığına köprünün öteki tarafından gelmekte olan arabaya baktı. İçinde babamın olduğu arabaya...

 

Babamın arabası yavaş yavaş bize doğru yaklaşırken bir el belimi kavradı. Beni kendine çekti ve bana sıkıca sarıldı. Yüzüm göğsüne yaslı öylece kalakaldım. Beni kendine hapsetmişti. Arabanın yanımızdan hızla gittiğini tekerleklerin taş köprüden geçerken çıkardığı sesten anladım. Arabanın gidişiyle başımı kaldırıp onun gözlerine baktım. Mavi gözlerine baktığımda kendimi gökyüzünde gibi hissetmiştim.

 

"Saklanmak için bir yere değil birine ihtiyacın var."

 

Merih Ege yıllar önce bana böyle söylemişti. Saklanmak için bir ormana ihtiyacım olmadığını aksine birine daha doğrusu ona ihtiyacım olduğunu söylemişti. Benim her şeyden çok ona ihtiyacım vardı. Ona, onun sevgisine, onun gözlerine ihtiyacım vardı. Aklıma gelen bu anıyla birlikte gözlerimin dolduğunu hissettim. Benim kaleye, surlara veya ağaçlarla dolu koca bir ormana ihtiyacım yoktu. Ben onun göğsüne saklanabilirdim.

 

"Merih Ege," dedim gülümseyerek.

 

"Birlikte başka bir yere gitmeye ne dersin? Sen, ben ve oğlumuz."

 

Gülümsedi. "Düğün için organizasyon firması işini Kerim'e iteklemekte bir mahsur yok," dedi Merih. Söylediği şeye gülmeden edemedim. Birlikte evden Ege'yi de alıp yola çıktık. Tabii kazaya karıştığımdan arabayı bu kez Merih kullandı. Ege ise arkada koltuğundan bize gülücükler saçıyordu. Hep birlikte bir yere gidiyor oluşumuz onu heyecanlandırmaya yetmişti. Nereye gittiğimizi ortaya teklifi ben attığım halde bilmiyordum.

 

Ege, "Nereye gidiyoruz baba?" diye sordu. Merih aynadan ona baktı ve "Parka," dedi. Hava epey kararmıştı. Hatta akşam olmuştu ve biz şimdi parka gidecektik.

 

"Cidden parka mı gidiyoruz?" diye sordum. Merih beni onayladığında hangi parka gittiğimizi sorgulamamıştım. Ta ki araba şirketin yakınındaki parkta durana kadar...

 

"Burayı hatırladın mı?" diye sordu Merih gülümseyerek. Hiçbir zaman unutmamıştım ki. Burası birlikte ıslandığımız parktı. Her şeyden önemlisi burası bana salıncakta sallamayı teklif ettiği parktı.

 

Arabadan indim. Ege'nin kemerini çözmesine yardım ettim ve onun heyecanla parka koşuşunu izledim. Merih tıpkı o taş köprüde olduğu gibi elini belime yerleştirdi. Birlikte parka gittik. Ege kaydıraktan kaymaya başlamıştı bile. Merih ile birlikte onu rahatça görebileceğimiz bir banka oturduk. Bir yandan Ege'yi izlerken, "Aklıma bir anı geldi," dedim.

 

Merih'in gözleri benim üzerimdeydi. Beni dinliyordu. Birlikte Ege'yi izlemeye başladığımız sırada, "Amerika'da babamdan saklanmak için taş köprünün üzerinde deli gibi koştuğumu hatırladım," dedim. Duraksadı. Aynı anının kesitlerini anımsadığımızı onun huzurla soluklanışından en çok da dudaklarında beliren tebessümden anlamıştım.

 

"Köprüde çarpıştığım çocuk bana saklanmak için bir yere değil birine ihtiyacın var demişti."

 

Sözlerimle bana baktı. Merih'in gözlerinde o zamandaki gibi bir pırıltı vardı. "Yasemin," diye mırıldandı sakince.

 

"Yasemin?"

 

"Senin kokun."

 

O kısacık anda kokumu içine çekip bunca zaman ciğerlerinde saklamış olamazdı öyle değil mi? Belki de olabilirdi. Söz konusu Merih Ege olunca her şey mümkündür. "Hatırlıyor musun?" diye sordum şaşkınlıkla.

 

"Hatırlıyorum. O zamanlar tıpkı taze yasemin gibi kokuyordun."

 

"O zamanlar mı?"

 

"O zamanlar böyleydi. Şimdi cennet gibi kokuyorsun Lu. Sadece bana özel olan bir cennet."

 

Bana aşkla baktı. Yüreğime onun sevgisinin aktığını hissettiğim sırada Ege, "Anne beni salıncakta sallar mısın?" diye bağırdı. Merih ile birlikte bu anı her ne kadar bölmek istemesem de banktan kalkıp onun yanına gittik. Ege'yi sallamak üzere arkasına geçtim. Fakat Merih bana engel oldu.

 

"İzin ver bunu ben yapayım," dedi Merih. Sesi her ne kadar gizlemeye çalışsa da çatlamıştı. Ege ile aralarındaki zaman farkını kapamak istediğini biliyordum. Kenara çıktım. Merih ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Ege'nin salıncağının zincirlerini tutup kendine doğru çekti. Sonra da onu serbest bıraktı. Ege kollarını iki yana açıp kıkırdadı. "Daha yükseğe baba!" diye bağırdı Ege.

 

Ege salıncakta yükseldikçe yükseldi. Onun yanındaki salıncağa oturdum. Tatlı kıkırtılarını dinledim. Bir süre Ege'nin parkta oynamasını seyrettim. Ege yavaş yavaş yorulmaya başladı ve artık pilinin bittiğini belli edercesine homurdanmaya başladı. Merih onu kucağına aldı. Miniğim yorgunluktan başını babasının omzuna yaslamış her an uykuya dalabileceğini belli edercesine baygın bakışlarla bana bakıyordu. Küçük kuzumun elinin üzerine tüy hafifliğinde bir öpücük bıraktım.

 

"İyi geceler," dedi Ege onu araba koltuğuna yerleştirirken.

 

Merih ile birlikte arabaya geçtik. Ege arkada tatlı bir uykuya dalmıştı bile. Merih, "Şu an eve hiç gidesim yok Lu. Onun yerine seninle manzara izlemek istiyorum," dedi etkileyici bir sesle.

 

"Tabii sende istersen," diye de ekledi.

 

"Seninle her şeye varım Merih Ege Server."

 

"O halde gidiyoruz Luna Server."

 

Merih arabayı çalıştırdı. Arabanın hafif sallantısı Ege için muhtemelen beşik etkisi yaratıyordu. Minik kuş ağzını havaya dikmiş arkada mışıl mışıl uyuyordu. Arabayla şehri rahatça görebileceğimiz bir yere gittik. Merih arabayı tepeden bakınca şehri görebileceğimiz güzel bir yere park etti. "Şimdi manzarayı daha net görebilmemiz için bir şey yapmalıyız Lu," dedi Merih. Ne demek istediğini tam olarak anlayamasam da ona ayak uydurmayı tercih ettim. Birlikte arabadan inip kaputun üzerine oturduk. "Sanırım daha da yükseğe çıkmamız gerek Lu," dedi Merih kıkırdayarak. Artık kaputun üzerinde değil arabanın tepesindeydik.

 

"Eskiden insanlar kaybolduklarında yollarını nasıl bulurdu?"

 

Bu sorum onu gülümsetti. Birlikte gökyüzünde parlayan yıldızlara baktık.

 

"Kutup yıldızına bakarlardı Lu. Kutup yıldızı onlara yol gösterirdi. Kimisi ateş böceklerinin ışığını takip ederdi. Kimisi ise sadece kaybolduğu yerde bulunmayı beklerdi. Bizlerde kaybolduk bu dünyada. Birinin elimizi tutmasına ihtiyacımız var. Saklambaç oynarken sobelenmeye yolumuza birinin ışık tutmasına ihtiyacımız var."

 

"Senin ışığın ben olabilir miyim Merih?"

 

"Sormana ne lüzum var ki. Sen benim yolumu aydınlatan güneşimsin Lu."

 

Merih'e baktım. Karanlık geceyi anımsatıyordu gözleri. İçinde onlarca yıldız vardı ve gerçek gökyüzü bile onun gözlerindekinden güzel değildi. "Keşke o gün beni göğsüne bastırdığın ana hapsolabilseydim Merih," dedim iç çekerek.

 

"Keşke o anda kalsaydım. Senin göğsünde soluklanmaya devam etseydim ve tüm bu olanlardan sana sığınabilseydim. Şu an bir dilek hakkım olsaydı bunu dilerdim biliyor musun?"

 

Merih beni kendime çekti. Beni sarıp sarmalayan kollarının arasında küçüldüğümü hissediyordum. "Benim bu dünyada tek bir dilek hakkım olsaydı onu da anneni geri getirmek için kullanırdım. İşte o zaman bu kadar yara almazdın Lu," dedi Merih.

 

"Ama o zaman hayatımda sen olmazdın."

 

"Olurdum Lu. Bir şekilde ben seni bulurdum."

 

"Neden böylesin Merih?"

 

"Nasılım?"

 

"Neden bu kadar iyisin? Neden beni bu kadar çok düşünüyorsun?"

 

Gülümsedi. Başımı göğsüne yaslayıp gökyüzüne baktım. Takım yıldızlarıyla dolu lacivert gökyüzünde kendimi aradım.

 

"Çünkü ben sana aşık oldum Lu. Senin bedeninde taşıdığın her bir yara izine, yanağındaki o küçük umut çukuruna, acılarına aşık oldum ben senin. Hem ne demiş Shakespeare? İnsan yarası yarasına denk geleni severmiş."

 

Ona baktım. Elinin üzerine kazınmış kuş sembolünü okşadım ve "Ben seni hak edecek ne yaptım Merih Ege Server?" diye sordum. Parmakları çenemi kavradı. Gözlerine bakmamı sağladı ve dudaklarıma uzun ve şefkat dolu bir buse bıraktı. Geri çekildiğinde, "Bunun için hiçbir yapmana gerek yok Lu. Yaşa yeter," dedi.

 

Merih ile gökyüzüne baktık. Işıldayan yıldızlar şehrin ışıklarının gölgesinde kalsa da hiçbir ışık onların güzelliğini bastıramazdı. Hayranlık uyandıran bu manzaraya bakarken gökten bir yıldız kaydı. Gözlerimi yumup bir dilek diledim. Tam o sırada, "İnsanlar neden hayal kurmayı bıraktı biliyor musun Lu?" diye sordu Merih. Onun da dilek dilediğini ve hatta benim için yeniden profesör olacağını bu sorusuyla anlamış oldum.

 

"İnsanlar hayal kurmayı bıraktı çünkü kurdukları hayalleri gerçekleştirmek için hiçbir çaba harcamadılar. Hayalleri gerçekleşmeyince bu sefer de hayal kurmayı bıraktılar. Halbuki birazcık düşünselerdi en küçük hayalin bile çaba harcamadan gerçekleşmeyeceğini anlarlardı. Sonuçta kimsede Allaaddin'in sihirli lambasından yok ki bir an da hayaller gerçek olsun."

 

"O zaman gerçekleşebilmesi için sana hayalimi anlatmam gerek."

 

"Anlat bakalım. Belki lambadaki cin olamayabilirim. Ama senin hayallerini gerçekleştirmek için beyaz bir kelebek olabilirim Lu."

 

"Tüm bunlar sona erdiği zaman seninle buradan gitmek istiyorum Merih. Sen, Ege ve bebeğimizle yeni bir yerde tertemiz bir sayfa açmak istiyorum. Tıpkı çıkmaz sokaktaki o duvar resminde de olduğu gibi."

 

"Bunu bende istiyorum Lu. İçinde bulunduğumuz karanlık dünyayı artık tamamen terk etmek istiyorum. Seninle ve çocuklarımla yeni bir dünya inşa etmek istiyorum. Ama bundan önce Dünya ile Kerim'e verdiğim sözü tutmalıyım."

 

"Hangi sözü?"

 

"Dünya'nın yürüdüğü gün Kerim ile evleneneceği gün olacak Lu. Ondan sonra birlikte çocuklarımızı da alıp gideceğiz buralardan. Kendi dünyamıza gideceğiz. Tıpkı o duvar resmindeki gibi."

 

"Söz mü?"

 

"Söz. Beyaz kelebeğin beyaz kuşuna sözü."

Loading...
0%