Yeni Üyelik
44.
Bölüm

19.Bölüm: İz Peşinde

@sevvnuraydn

Ölüm ile yaşam arasında ince bir çizgi vardır. Kuş tam bu çizgide görmüş annesini. Annesi ile çocukluğunda gittikleri denizin kenarında gün batımını izlerken, "Beni nasıl tanıdın anne?" diye sormuş kuş. Çünkü artık eskisi gibi görünmüyormuş.

 

Annesi gülümsemiş. "Anneler yavrularını tanır," demiş kuşa. Birlikte denize bakmışlar. Kuş annesine kavuşmanın heyecanını yaşıyormuş. Özlemle geçen çocukluk yıllarının ardından annesi artık yanındaymış. Fakat annesi onunla aynı şeyleri hissetmiyormuş.

 

Annesi onun yaşamasını istiyormuş ölmesini değil. "Gitmelisin," demiş kuşa annesi. Kuş annesini bırakmak istemiyormuş. Yeniden öksüz kalmak istemiyormuş. Fakat eğer bunu yaparsa geride iki öksüz bırakacağından da habersizmiş.

 

Kuşa annesi olacakları göstermiş. Kelebeğinin, minik denizinin ve daha bir kez olsun görmediği serçesinin başına gelecekleri anladığında gözlerini açmış kuş. Artık arafta değil yaşamdaymış.

 

_______

 

(Merih'ten...)

 

Lu gözlerini açana kadar geçen o zaman benim için ölümden beterdi. Doktorların ümitsiz konuşuşu her şeyin artık onun vereceği mücadeleye bağlı olduğunu söyleyişini hatırladıkça bile içim ürperiyordu. Şimdi ise sevdiğim kadın bir mucize sonucu hayata tutunmuş ve ona bunu yapanın adını fısıldamıştı. Jane.

 

Jane'in Kartal'ın ölümünün intikamını alabileceğini hiç düşünmemiştim. Koridorda düşünceli bir şekilde adımlarken kucağında Ege'yi sakinleştirmeye çalışan Kerim'i gördüm. Kerim beni görünce rahatlamıştı. Yanına gidip Ege'yi kucağıma aldım. Ege, "Annemi istiyorum baba," diye iç çekerek kollarımda ağlamaya başladı. Luna'nın yere yığılışını gördüğü için onu sakinleştiremiyorduk.

 

Annesini görmeden sakinleşmeyecekti. "Annen de kardeşin de çok iyi. Görmek ister misin?" diye sordum saçlarını okşayarak. Ege hafifçe başını salladı. Kucağımda Ege ile birlikte Luna'nın olduğu odaya doğru yürümeye başladım. Koridordan geçerken Tahsin Soydere'yi gördüm. Bekleme koltuklarından birinde oturuyordu. Yanında iki jandarma vardı.

 

Başını kaldırıp bana baktı. Ama tek kelime etmedi. Sonrasındaysa jandarmalar onu alıp yanımdan götürdü. Ege tüm bunlardan habersiz boynuma sıkı sıkı sarılmıştı. Bedeni hafiften titriyordu. Tüm bu olanlar onu fazlasıyla korkutmuştu. Birlikte Luna'nın kaldığı odanın kapısında durduk. Kapıyı hafifçe açıp, "Bak annen uyuyor," dedim.

 

Ege yaşlı gözlerle uyuyan annesine baktı. "Annenin gücünü toplayabilmesi için biraz dinlenmesi gerek oğlum," dedim ve onun yanağına küçük bir öpücük kondurdum. Daha sonra onunla birlikte yanımıza gelen Kerim'e baktık.

 

Kerim elindeki telefonu bana uzatıp Ege'yi kucağımdan aldı. Telefonun ekranına baktığımda Turan'ın hatta olduğunu gördüm. Kerim ile Ege yanımdan uzaklaşırken telefonu kulağıma götürdüm. "Bir gelişme var mı Turan?" diye sordum neredeyse fısıltıyla. Turan telefonun ardında sıkıntılı bir nefes verdi.

 

"Jane için operasyon düzenledik Merih Ege. Fakat öyle bir şey oldu ki bunu telefonda söyleyemiyorum."

 

"Turan ne olduğunu söyler misin?"

 

"Buraya gel Merih. Sana atacağım adrese gel. Hem de hemen."

 

Turan daha ağzımı açmama fırsat bile vermeden telefonu şak diye yüzüme kapattı. Telefonda söyleyemeyeceği kadar önemli ne olabileceğini düşünürken ekrana konum bilgisi düştü. Koridorun diğer tarafında duran Kerim'e doğru ilerledim. Ege'yi yanına oturtmuş onunla bir şeyler konuşuyordu.

 

"Kerim benim gitmem gerek," dedim onun yanına gittiğimde. Kerim Luna bu haldeyken nereye gittiğimi merak etmişti. Yüzünde yarı şaşkın yarı da endişeli bir ifadeyle, "Nereye gidiyorsun Merih Ege?" diye sordu Kerim.

 

"Bilmiyorum. Ama Turan'ın demesine bakılırsa bu mesele önemli. Senden ben gelene kadar Ege'nin ve Luna'nın yanından ayrılmamanı istiyorum. Onlar sana emanet."

 

Kerim başını hafifçe salladı ve, "Merak etme kardeşim. Onlar bana emanet. Sen kendine dikkat et yeter," dedi bana sarılarak. Onunla kucaklaştıktan sonra bu seferde küçük kopyama baktım. Mahzun bakışlı oğlumu öpücüklere boğduktan sonra yanımda iki silahlı adamla birlikte hastaneden ayrıldım.

 

Kapının önünde siyah bir araç beni bekliyordu. Mahşer'i arkamda bırakmış olmam gerekirken yeniden aynı noktaya geri dönmek canımı sıkıyordu. Arabaya bindim. Şoför beni Turan'ın attığı konuma götürmek üzere yola koyuldu. Aklım fikrim Luna'da olduğundan şu an nereye ne amaçla gittiğimi düşünemiyordum. Şakaklarımda şiddetli bir ağrı vardı. Kendimi gergin ve bu işin sonunun varabileceği noktayı bildiğimden endişeli hissediyordum.

 

Ailemi Mahşer'in karanlığından uzak tutmaya çalıştıkça daha çok dibe battığımı hissediyordum. Ben kaçmaya uzak durmaya çalıştıkça karanlığa daha çok çekiliyordum. Sıkıntıyla şakaklarımı ovdum. Sakin olmalı ve bu işin arkasında yatanı öğrenmek zorundaydım. Araba Turan'ın verdiği adreste durana kadar başımın ağrısından dolayı zor durmuştum.

 

Sürgülü kapı açıldı. İki adamımla birlikte arabadan indiğimde Turan ve Nehir ile göz göze geldim. Yüzlerindeki ifadeye bakılırsa bir terslik vardı. Ama ne? İkisinin de kireç gibi bembeyaz olmasına neden olabilecek ne olmuş olabilirdi?

 

"Telefonda söyleyemediğin mesele nedir Turan?" diye sordum en sonunda dayanamayarak. Turan ile Nehir birbirlerine baktılar. Nehir, "İçeri girsek iyi olacak," dedi güçlükle. Bunun üzerine onların peşinden önünde durduğumuz evden içeriye girdim. Ev o kadar sessizdi ki bu sessizlik bile insanı ürpertiyordu. Turan ve Nehir salona doğru bir adım atıp kenara çekildi. Görmemi istedikleri şey buydu. Gördüğüm şeyle ne tepki vereceğimi bilemedim. Dehşete kapılmıştım.

 

"Jane," diye fısıldadım dehşetle. O ölmüştü. Daha doğrusu kendini salonun ortasına asmıştı. Onu öyle görünce aklıma korkunç ve hayatım boyunca hatırlamak istemeyeceğim bir anı düştü. O zamanlar küçük bir çocuktum. Dünya daha derdini ifade edemeyecek kadar küçüktü. İkimiz benim odamda oyuncaklarla oynuyorduk.

 

Dünya'ya şaklabanlıklar yaparak gülmesini sağlıyordum. Fakat tam o sırada Dünya benden su istedi. Onu oyuncakların arasında bırakıp odamdan çıktım. Mutfağa doğru ilerlerken annemle babamın odasının kapısının hafiften aralık olduğunu fark ettim. Çocuk aklı işte. Merakıma yenik düştüğümü hatırlıyorum. Odanın kapısının aralık olmasını fırsat bilerek odaya girdim ve o an tüm dünya üzerinde görüp görebileceğim en korkunç görüntüyle karşılaştım.

 

"Anne," dedim birden. Ama bana cevap vermedi. Belki duymamıştır diye defalarca anne dedim ama hiçbir şekilde bana cevap vermedi. Öylece havada asılı bana bakıyordu annem. Yanına gidip bacaklarına sarıldığımı hatırlıyorum. O hiçbir zaman ayağından çıkarmadığı yüksek ökçeli terlikleri yerdeydi. Ayakları buz gibiydi. Tıpkı teni gibi...

 

Annemin sıcaklığı artık yoktu. Terliklerini alıp ayaklarına giydirmeye çalıştım. Onun öldüğünü kabul etmem saatlerimi aldı. Sırf küçük kız kardeşim korkmasın diye onun yanında sessizce ağladığımı anımsadım. Şimdi ise o anı yeniden yaşadığımı hissettim. Jane'e daha fazla bakamadım. Arkamı dönüp bu görüntünün etkisinden kurtulmaya çalıştım.

 

"Merih sen iyi misin?" diye sordu Turan endişeyle. Bir yandan üzerimdeki gömleğin düğmelerini açarak kendime nefes alabileceğim bir alan oluşturmaya çalışıyor bir yandan da sakinleşmeye çalışıyordum. Onlara bu halimin sebebini anlatmadım. Daha doğrusu anlatamadım. Çünkü bu hiçbir zaman dile getirebileceğim bir şey değildi. Bunu sadece Luna'ya söylemiştim. Sadece ona söylemiştim.

 

"Biraz hava almak ister misin?" diye sordu Nehir. İkisi de bana endişeyle bakıyordu. Jane'e bakmamaya özen göstererek, "Dışarı çıkmam gerek," diye mırıldandım. Bunun üzerine evde daha fazla duramadığım için hep birlikte dışarı çıktık.

 

Açık havada biraz olsun kendime geldiğimde Turan elinde tuttuğu kağıdı bana uzattı. "Biri onu kızıyla tehdit etmiş," dedi Turan sıkıntıyla. Ne tür bir insan böyle bir şey yapabilirdi? Aklım almıyor. Ona bunu yapan kim? Bilmiyorum. Ama notu gördüğümde aklıma tek bir isim gelmişti. Kağıttan geminin kenarındaki zaman daralıyor yazısını okumak bile beynimin sinirden karıncalanmasına yetmişti.

 

"Bunu kimin yapmış olabileceğini biliyorsun öyle değil mi?"

 

Turan'ın sorusuyla hafifçe başımı salladım. "Olcay yaptıklarının bedelini ödeyecek," dedim sinirle kağıttan gemiyi avuçlarımla buruştururken. Nehir, "Bir şey daha var Merih Ege," dedi ve bu seferde bir cep telefonu uzattı. Telefonda bir video vardı. Videonun oynatma tuşuna bastım ve sesini açtım.

 

"Bu kız Jane'in kızı Eylül," dedi Turan videodaki küçük kızı göstererek. Ege'nin yaşlarındaki küçük kız eski depo tarzı bir yerde sandalyede oturmuş korku dolu gözlerle ekrana bakıyordu. Videoda sadece küçük kızın sesi duyuluyordu. "Anne ben çok korkuyorum," dedi küçük kız. Başka ses yoktu. Fakat videodan çıkınca gördüğüm yazışmalara göre Luna'ya bunu yapması için Jane kızıyla tehdit edilmişti.

 

Kafamın içinde binlerce karınca geziniyordu sanki. Mesajları okudukça başıma ağrılar atmıştı. Birileri karımı hedef almıştı ve bu kişi eğer Olcay ise onu karımın kardeşi olma ihtimalini gram düşünmem kendi ellerimle öldürürdüm. Telefonu Nehir'e geri verip, "Eğer bu yer düşündüğüm kişiye aitse onu nerede bulacağımızı biliyorum," dedim.

 

Onlar özel ekip otosuyla bense iki adamımla beraber kendi aracımda öncelikli hedefim olarak Olcay'ın evini basmaya gidiyordum. Eğer tüm bunları o yaptıysa ve o küçük kızı esir aldıysa onu elimden kimse alamazdı. Ekipler Olcay'ın evine baskın düzenledi. Fakat içeride kimseyi bulamadılar. Olcay ortalarda yoktu. Nerede olabileceğini az çok tahmin edebiliyordum. Muhtemelen inlerinden birine saklanmıştı.

 

İlk olarak Mahşer'e gitmeye karar verdim. Oraya gitmeyeli seneler olmuştu ve açıkçası o binadan içeri girmek bile beni sarsmaya yetmişti. Tek tek odalara bakmaya başladık. Polis bahçeyi ve Mahşer'in üst katındaki odalara bakarken bende çalışma odasına girdim. Her şey yerli yerinde gibi görünüyordu. Tek bir şey dışında her şey...

 

Çalışma masasının arka tarafında olması gereken tablo yoktu. Dolayısıyla ağzı açık kasaya bakıldığında bir şeylerin alındığı aşikardı. Ama ne? Düşünmeye başladım. Oraya ne koyduğumuzu hatırlamaya çalıştım. Eskiden Mahşer ile ilgili bazı evrakları bu kasaya koyardım. Ama sonrasında bunu yapmayı bırakmıştım. Şimdi ise kasa boştu ve kapağı da ardına kadar açık olduğuna göre içine sonradan koyduğum şey her ne ise önemli bir şeydi.

 

Aklıma Kerim'i aramak geldi. Hem Luna'yı da çok merak ediyordum. Cebimden telefonumu çıkarıp aramaya başladım. Kerim ilk çalışta açtı. "Lu nasıl?" diye sordum ilk başta.

 

"Gayet iyi. Gözlerini açtı ve Ege onun yanında."

 

İçim rahatlamıştı. Fakat sonrasında bulunduğum yere bakınca bu hissin yerini korkuya bırakması çok da uzun sürmedi. "Kerim sana bir şey sormam gerek," dedim kuşkuyla içi boş kasaya bakarken.

 

"Sor kardeşim."

 

"Mahşerdeki çalışma odasındaki kasada ne vardı?"

 

Kerim duraksadı. Hastaneden çıkar çıkmaz soluğu Mahşerde alabileceğimi hiç düşünmemişti. Kısa bir süre sonra, "Senin davanın dosyaları vardı. Yoksa," dediğinde okkalı bir küfür savurdum. Benim davam demek Lu'nun davası demekti. Bunun anlamı birileri bizimle oynuyordu ve eğer o dosyalar düşündüğüm kişinin ellerine geçtiyse yalan söyleyip cinayeti üstlendiğimi anlaması çok da uzun sürmezdi. Bu durumda bir şekilde Tahsin Soydere'nin kızının suçunu üstlendiği ve dolayısıyla Luna'nın içeriye alınmasına sebebiyet verecek birtakım olayların yaşanması olasıydı.

 

"Biri dosyaları çalmış Kerim."

 

"Böyle bir şeyi kim yapmış olabilir? O dosyaları oraya koyduğumu gören olmadı."

 

"Belli ki birileri görmüş. Benim şimdi kapatmam lazım. Gelişmeleri sana haberdar ederim," dedim ve telefonu kapattım. Boş kasayı sinirle kapatacağım sırada içinde loş ışıktan dolayı bir kağıt parçası olduğunu sonradan fark ettim. Kağıdı alıp üzerindeki yazıya baktım.

 

Zamanın dolmak üzere...

 

Kağıdı sinirle avucumda sıktım. Daha sonra çalışma odasından çıktım. Aklıma silahları yurtdışına gönderdiğimiz yük gemisi geldi. Videodaki o karanlık depo gibi yer belki de depo değildi. Konteynerdi ve ben bunu şimdi akıl edebilmiştim. "Turan!" diye seslendim. Karşı odadan çıkıp yanıma geldi. Nehir de hemen peşindeydi.

 

"Aklıma bir yer geldi," dedim sıkıntıyla. Onlara dava dosyamın çalındığını söylemedim. Söyleyemezdim. Bununla birlikte sadece kendimi değil aynı zamanda Tahsin Soydere'yi de yakmış olacaktım. Tabii bunun sonucunda da Lu'nun içeri girme ihtimali doğuyordu.

 

Turan, "Gidelim o halde," dedi. Hep beraber Rusya'ya kaçak yollarla giden o yük gemisine gittik. O kadar çok konteyner vardı ki küçük kızın nerede tutulduğunu öğrenmemiz bir hayli zaman alacağa benziyordu. Polis ekipleri dört bir yandan aramaya başladı. Bende karşıma çıkan ilk konteynerin kapısını araladım. Fakat içi boştu. Sonra bir tane daha ve bir tane daha derken dikkatimi geminin en köşesinde olan konteyner çekti.

 

"Umarım oradasındır," dedim kendi kendime. Sonrasında kırmızı konteynere doğru adımlamaya başladım. Oraya doğru her adım attığımda kalbim korkudan boğazımda atıyordu. Bir süre sonra konteynerin kapısına vardım. İlk başta açmakta zorlandım. Çünkü kapı sıkışmıştı. Fakat sonra onu gördüm. Oturmuş tüm yaşananlardan habersiz, annesinin onu korumak uğruna kendini feda ettiğinden habersiz öylece bana bakan küçük kızı.

 

Beni görünce hiç tepki vermedi. Masanın başında oturmuş resim yapıyordu. Kahverengi gözleri ifadesizdi. Sanki bedenine sakinleştirici enjekte edilmişçesine baygın bakıyordu. Ona doğru yaklaşmaya başladığımda bu sakin halinin yerini gözyaşlarına bıraktı. Küçük kız hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "Annem nerede?" diye sordu.

 

Göğsümün ortasına sıkı bir yumruk atılmış gibi kalakaldım. Ona annesinin öldüğünü söyleyemedim. Söyleyemezdim. O Ege ile aynı yaşta küçük bir kızdı ve bunu kaldıramazdı. Ege'yi anımsadım. Annesini kaybetmenin ihtimali bile onu ne hale getirmişti? Şimdi bu küçük kız gerçeklerle yüzleşirse nasıl bir hale gelirdi düşünmek dahi istemiyordum.

 

"Adın ne senin?" diye sordum ona doğru olabildiğince temkinli bir şekilde adımlarken. Küçük kız iç çekti. Parmaklarıyla yanaklarındaki ıslaklıkları sildi ve "Eylül," dedi hıçkırıklarının arasından. Gülümsedim. Artık aramızda mesafe yoktu. Sandalyesini kendime çevirip onun boy hizasına eğildim. Kahverengi gözleri korkuyla benimkilerde geziniyordu.

 

"Korkma Eylül. Seni buradan kurtarmaya geldim. Çünkü ben bir süper kahramanım."

 

Heyecandan gözleri büyümüştü. "Gerçekten mi?" diye sordu burnunu çekerek. Başımı hafifçe salladım.

 

"Benim adım beyaz kelebek. Senin gibi çocukları kurtarmak benim görevim."

 

"Peki beni anneme götürür müsün?"

 

Yutkunamadım bile. Sorduğu soru çarpılmış gibi kalmama neden oldu. Sonra onu kucağıma aldım. Kollarını sıkıca boynuma doladı. Uzun kahverengi saçlarını onu korkutmamaya özen göstererek yavaşça okşadım. Kollarımdaki kız Kartal'ın kızıydı. Ondan vazgeçmek isteyen, bir gece ansızın öldürdüğümüz Kartal'ın kızıydı. İçimde derin bir sızı vardı. Keşke bu kız tüm bunları yaşamak zorunda kalmasaydı.

 

Eylül, "Resmimi de alabilir miyiz?" diye sordu. O kollarımda sakinleşmeye çalışırken masanın üzerindeki resmi elime aldım ve o an bir notla daha karşılaştım. Eylül'ün resminin hemen üzerine yazılmış notu gördüğümde tüm taşlar yerli yerine oturdu. Olanların hiçbirinde Olcay'ın parmağı yoktu. Biri tüm suçu Olcay'ın üzerine atmakla kalmamış aynı zamanda karımın canına kast etmişti. Siyah kalemle yazılmış o nota tekrar baktım.

 

Artık tanışmamızın zamanı geldi.

Loading...
0%