@sevvnuraydn
|
Kelebek her zaman kuşun yanındaydı. Onun koruyucusu, gözlemcisi ve en önemlisi sadık aşığıydı.
Kuş ise özgür ruhunu kelebeğe vermişti. Böylece nereye giderse gitsin yanında kelebeği de götürecekti.
Birlikte gökyüzüne tünediklerinde de böyleydi. İki aşık gökyüzünden izledi tüm dünyayı, uçuşup duran kuşları, dans eden arıları. Kuş ilk defa küçük bedenine rağmen kendini büyük hissetmişti.
"Her şey yukarıdan ne kadar da küçük görünüyor," diye şakıdı kuş heyecanla. Kelebek onu başıyla tasdikledi. "Haklısın," dedi kelebek.
"Dünya aslında küçücük biz onu büyük sanıyoruz. Halbuki bir ucundan diğer ucuna varmak bir gönül yolculuğuna bakar."
Kelebeğin bu sözleri kuşu düşündürmüş. Koskoca dünyayı dolaşmanın nasıl bu kadar kısa sürebileceğini sormuş kelebeğe. Kelebek gözlerini uzaklara dikmiş.
"Eğer aşıksan," demiş kelebek.
"Sevdiğine giden hiçbir yol sana uzak gelmez. Tıpkı seninle dünyanın öteki ucuna uçmamız gibi..."
Kuş gülümsemiş. Dünyanın başka bir tarafına uçarken nasıl hiç yorulmadığını düşünmüş. Sonra kelebeğin sözlerinin aslında ne kadar anlamlı olduğunu fark etmiş.
Yanında aşığıyla aldığı yol onu yormak yerine huzur vermiş. Kuş kelebeğinin kanatlarının altına sığınmış. Kelebek ise kuşuna bakıp derin bir iç çekmiş.
"Keşke," demiş kelebek.
"Keşke seni o halde bulmasaydım. Beyaz kanatlarınla kar tanelerini kıskandıran güzelliğine güzellik katan gülümsemenin solmasını görmek yerine o gülümsemeye hapsoldaydım."
Kelebeğin bu sözüyle birlikte bir hayal kurmuşlar. Kuşun hiç canının yanmadığı, birbirlerini kırmızı acıların arasında değilde saf beyaz kar tanelerinin arasında bulduklarını hayal etmişler.
Belki de ilk kez bir hayal onlara bu kadar güzel gelmiş. Kuş kelebeğe bakmış. "Kırmızı acılarımızı beyaz kar taneleriyle iyileştirmeye ne dersin?" diye sormuş kelebeğe.
Birlikte kaybolmuşlar beyazlığın içinde. Kar onları saklamış acılarını da beraberinde götürmüş. Kuş ile kelebek bir olmuşlar o gece. Kar taneleri onları bir araya getiren yıldızlar oluvermiş. Saf ve bembeyaz yıldızlar...
_______
Kutunun içindeki maskeye baktığımda içimde adını koyamadığım garip bir his belirmişti. Sanki o kutudaki şey basit bir maske değilde içine eski benliğimi sığdırmışlar gibi hissetmiştim. Bu hisle birlikte ürperdim.
Merih kutunun kapağını kapattı. "Geri dönmemizin vakti geldi Lu," dedi gözlerini kutudan alıp bana çevirdiğinde. Onu başımla onaylamaktan başka bir şey yapamadım. Kelimelerim hislerimi ifade etmekte yetersiz kalırken ne diyebilirdim ki?
Avucumdaki küçük beyaz zarfı girişe astığım kabanın cebine koyduktan kabanı üzerime geçirdim. İşte her şey o gün başladı. İntikam için geriye sadece harekete geçmek kalmıştı.
(2 gün sonra...)
Evimizdeydik. Bambaşka bir günün bambaşka bir sabahına ışınlanmış gibiydik. Hala olanlara inanamıyordum. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki ne düşünmem gerektiğini tam olarak kestiremiyordum.
Gözlerim evin bahçesindeki söğüt ağacında takılı kalmıştı. Merih Ege yeşil söğüdün yere uzanan dallarının arasına yerleştirdiğimiz kuş yemliğini yemle doldurmakla meşguldü.
Onunda en az benim kadar kafası karışıktı. Özellikle döndüğümüzden bu yana düşüncelerinden biraz olsun uzaklaşabilmek için çeşitli işlerle uğraşmayı tercih etmişti.
Turan ile Nehir'e Olcay ile ilgili bulduğu belgeleri de teslim etmiş geriye sadece Kartal ile Tahsin Soydere'nin ifadesi kalmıştı. Onu geren şey ise Kartal'dan çok Tahsin'in ifadesiydi.
"Yine uzaklara daldın," diyerek onu daldığı düşünce aleminden çıkardığımda bahçeye çıkmış yanına gitmiştim. Griye çalan mavi gözleri benimkileri buldu. Sıkıntılı olduğu gözlerinden belliydi. Sıkıntılı bir nefes verdi. Soğuk havada sıcak nefesi buharlaşmıştı. "Sipariş ettiğimiz peruk az önce geldi Lu. Bu gece Kartal için harekete geçeceğiz ve bu durum beni fazlasıyla geriyor," dediğinde gözlerini kaçırmıştı.
Mavi gözlerinde korku vardı. Benim için endişeleniyordu. Üstelik mesele sadece bu da değildi. Merih bu işin sonundan korkuyordu. Bir aksilik sonucu tüm planın alt üst olmasından korkuyordu.
"Neden korktuğunu çok iyi biliyorum Merih Ege," dediğimde kollarım onun belini kavradı. Arkadan ona sıkıca sarılıp başımı sırtına yasladım. Benzersiz kokusuyla doldurdum ciğerlerimi. "Korkma," diye fısıldadım. "Ben senin yanındayım. Bunu da birlikte aşacağız göreceksin," dediğimde bana doğru döndü.
Mavi gözlerinde gezinen koyu bulutları biraz olsun dağıtmayı başarmıştım. Ellerimi tutup gülümsedi. "Dışarı çıkalım mı?" diye sordu.
Biraz hava almak ikimize de iyi gelecekti. Özellikle de son birkaç saattir üzerimizde hissettiğimiz baskın stresi de düşünecek olursak dışarı çıkmak en iyisiydi. Bu teklifini başımı olumlu anlamda sallayarak yanıtladım. Daha sonra birlikte içeriye geçtik. Hava öylesine soğuktu ki içeri girer girmez sıcak hava akımını yüzümde hissetmiştim.
Merih ile birlikte odalarımıza dağıldık. Akşam Kartal'ın evine gideceğimden o saate kadar birlikte vakit geçirecek olmamız kafamızı dağıtmaya yeterdi. Dolaptan ince boğazlı kazağımı çıkarıp üzerime geçirdim. Merih'i daha fazla bekletmemek adına krem rengi kabanımı giyip merdivenlerden aşağıya indim.
Kerim ile Merih kapının önünde bir şeyler konuşuyordu. İkisininde yüzünde gergin bir ifade vardı. Hepimiz akşam için oldukça stresliydik. Gerçi üç gün sonraya ayarlanan mahşer gecesinin yanında bugün olacaklar koca bir hiçti.
"Turan'ın kesin emri var Ege," dedi Kerim. Üstüne basa basa söylediği sözler Merih'in pek de umurundaymış gibi görünmüyordu. Aksine her şeyden oldukça sıkılmış görünüyordu.
Yorgundu. Tükenmiş ve artık hiçbir şey yapmadan öylece uzaklara dalmaktan başka bir şey yapmak istemiyor gibi görünüyordu. "Sana daha önce de söyledim Kerim. Bugün Lu ile yalnız kalmak istiyorum," dedi Merih tüm bu olayların onu ne derece yorduğunu hissettirmek için bıkkın bir nefes verdiği sırada.
Hangi konuyu tartıştıklarını tam olarak anlamasamda Merih'in kolay kolay pes etmeyeceğini yüzünden anlamıştım. "Ege inat etme. Kendin için olmasada bunu Luna için yap," dedi Kerim ve bana baktı.
Merih yutkundu. Kalkanını tek bir isimle indirmişe benziyordu. Konu her ne ise bunu benim için kabul edecekti. Başını hafifçe sallamakla yetindi. Parmakları kabanın kolunun altında kalan küçük elimi kavradı. Birlikte kapının önüne çıktığımızda bizi siyah takım elbiseli iki koruma karşılamıştı. Anlaşılan tartıştıkları konu buydu. Merih yalnız olmak istiyordu. Fakat Kerim onun tehlikede olabileceğinden endişe ettiğinden peşimize koruma takmıştı.
Merih sıkıntılı bir nefes verdi. Karşısındaki iki adamı görmeye bile tahammülü yoktu. Parmaklarım onunkileri daha da sıkı kavradı. "Sorun değil," diyerek onu rahatlatmaya çalıştım.
Birlikte önümüze gelen uzun siyah araca bindik. Merih gideceğimiz adresi şoföre söylerken bense gözlerimi camdan dışarıya dikmiştim. Dışarıda hafif kar yağışı vardı. Sokaklar henüz beyaza boyanmamıştı.
"Seninle şehrin meydanında dolaşacağız Lu. Sana insanları daha yakından tanımayı öğreteceğim."
Merih bunu söyler söylemez paltosunun cebinden beyaz küçük zarflarından birini çıkarıp uzattı. Elinden aldığım zarfı heyecanla aralayıp içindeki notu içimden okumaya başladım.
"İnsanların bazılarında kıskançlıktan kaynaklanan röntgen gözlükleri bulunur Lu. Bu gözlükler ne işe yarar hiç düşündün mü? Adından da anlaşılacağı gibi bu gözlük insanın içindeki kusurları gösterir. Kıskanç insanların bunu kullanmasındaki sebep karşısındakinde olup da kendisinde olmayan bir şeyin onda olmayışından dolayı karşısındakinin kusurları arama ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Özellikle bu gözlüklerin sayesinde bir kusur buldu mu onu kullanmaktan geri durmaz. Eline geçen bu fırsatla karşısındakini ezmeye çalışır. Karşısındakinin en ufak kusurunu cümle aleme ilan etmekten geri durmaz. Halbuki gözünde yer etmiş röntgen gözlüklerini çıkarsa kendindeki kusurları görebilir. Ama ona göre kendi kusurlarını görmektense karşısındakini ezmek daha mantıklıdır. Sakın şunu unutma Lu. İnsanlar senin en ufak hatanı ana haber bültenlerine manşet yapabilirler ama sen ne olursa olsun kendinden ödün verme. Her zaman öyle kıskanç insanlara karşı dik dur. Emin ol senin bu kendinden emin halin onları da etkiler. Belki bir bakmışsın senin kalbinin güzelliği karşısında röntgen gözlüklerini çıkarmış olurlar..."
Onun kıskançlığa daha doğrusu kusur arayanlara olan bakış açısı bile herkesten farklıydı. Elimdeki not kağıdını katlayıp zarfa geri yerleştirirken gözlerim onun üzerindeydi.
Bir ok gibi keskin bakan mavi gözlerini yola dikmişti. Henüz onu izlediğimin farkında değildi. Elimdeki küçük zarfı kabanımın cebine koydum. Daha sonra bende onun gibi yola diktim gözlerimi.
Kısa süre sonra araba şehrin merkezine yakın bir yerde durdu. "Bizi arabada bekleyin," dedi Merih tek düze bir sesle. Bunun üzerine iki koruma itaatkar bir şekilde başlarını sallamıştı. Birlikte arabadan indik. Az ilerideki meydanda onlarca insan vardı. Merih'in bana insanları tanımayı öğreteceği yerde...
Merih elimi tuttu. Birlikte el ele siyah arabayı ardımızda bırakmış meydana doğru yürüyorduk. Korumalar olmadan yürümek Merih'i gülümsetmişti. Meydanda yürürken tekrar profesör oluvermişti.
"İnsanları tanımanın yolunun ilk adımının karşındakinin gözlerinin içine bakmak olduğunu söylerler. Bu kısmen doğrudur. Ancak gözlere bakmakta saklı bir ayrıntı vardır Lu. Sence bu nedir?"
Sorduğu soruyu düşündüm. Ama aklıma ayrıntının ne olduğu gelmemişti. "Ben sana söyleyeyim," diye mırıldandı Merih Ege. Daha sonra duraksadı. Gözlerimin içine baktı.
"Gözlerin içindeki parıltıdan neyi gördüğündür. Eğer o parıltıdaki derin anlamı anlayabilirsen o zaman insanları tanımadaki ilk adımı atmış olursun."
Büyüleyici gözleri gözlerimde gezinirken yutkundu. "Mesela ben seni bir uçurumun dibinde değilde bir kafede görseydim veya bir sokak lambasının altında soğuktan tir tir titreyerek taksi beklerken görseydim senin gözlerin içine baktığımda ne hissettiğini yine şimdi olduğu gibi anlardım Lu. Çünkü senin gözlerindeki parıltı mutluluğun parıltısı değil, cam kırıklarının parıltısı."
Merih derin bir iç çekti. Bense öylece onun gözlerine bakıyordum. "Senin gözlerin cam kırıklıklarıyla ve acıyla dolu. Yüzünde bir gülümseme varken bile gözlerinin içi adeta kan ağlıyor. Senin gözlerinin içinde yüreği kesiklerle dolu adeta paramparça olmuş ağlayan bir kadın var. Yardım bekleyen güzel bir kadın..."
Merih'in sözleriyle gözlerimin dolduğunu hissettim. Elini yanağıma koyup gülümsedi. "İşte ben o kadını kurtarmaya ve onun kalbine konmaya gelen ömrünün 24 saatten ibaret olduğu bir kelebeğim. Ama yine de ömrünün en güzel dakikalarını seninle geçirmek isteyen bir kelebek... Ömrü bittiğinde bile mutlu olarak ölecek bir kelebek... Neden biliyor musun? Çünkü o kelebek ölebileceği en güzel yerde senin kalbinde öldü."
Derin bir iç çektim. Söylediği her bir sözcük kalbime dokunmuştu. Parmakları yanağımı okşadı. Sonrasında dudaklarıma uzun ve soluksuz bir öpücük kondurdu. Ayrıldığımızda onunda benimki gibi yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Birlikte el ele meydanda ilerlemeye devam ettik. Bir süre sonra boş bulduğumuz bir banka oturup insanları izlemeye başladık.
"Bazen insanların hareketlerini gözlemlerim. Hatta bu benim herkesten gizlice yaptığım küçük bir oyunum bile olabilir. Neden insanları gözlerimlerim biliyor musun Lu?" diye sordu Merih.
Önümüzden gelip geçmekte olan insanları izlerken gözlerimi ona çevirdim. "Çünkü insanlar en gündelik yaşantılarında bile mimiklerinin ardında sırlarını barındırır. Hobilerini, korkularını, sevinçlerini, kederlerini gibi daha pek çok şeyi bu mimiklerin ardına gizlerler. Kimse onlara böylesine dikkatli bakmadığı için tüm bunlardan habersizdir. Fakat bizim gibiler dışında..."
Birlikte tekrar insanlara baktık. "Bizim gibi hayatı ve insanları anlamaya çalışanlar böyle ince ayrıntılara bakarlar. Mesela şuradaki bankta oturan kadını görüyor musun?" diye sordu Merih.
Gözlerimi birkaç metre ötedeki bankta oturan kadına çevirdim. Koyu kırmızı bir elbise giymiş kadının siyah denilebilecek kadar koyu saçları omuzlarına dökülüyordu. Kestane rengi gözleri uzaklara dalmıştı.
"Parmağındaki yüzükle oynarken yüzündeki kasılmış kaslardan aslında onun ne kadar gergin olduğunu görebilirsin. Belki de nişanlısından ayrılmak istiyordur? Belki de nişanlısı onu terk ettiği için bunu kendine yediremiyordur," dedi Merih.
Genç kadın parmağındaki alyansı bir çıkarıp bir takarken ağlamamak için kendini zor tutuyor gibi duruyordu. Bu sefer "Peki şuradaki ağlayan çocuğu görüyor musun?" diye sordu Merih. Gözlerimi bankta oturan kadından alıp oldukça yakınımızda ağlayan küçük çocuğa çevirdim.
"Muhtemelen annesi onun niçin ağladığını bile bilmiyor. Ama biz biliyoruz. Bak, elindeki kırık dondurma külahından aslında onun yürürken dondurmasını düşürdüğünü anlayabilirsin. Üstelik çocuğun sesini gereksiz yere yükseltmesinden telefonla konuşan annesinden ilgi beklediğini söyleyebiliriz. İşte böyle etrafına dikkatle bakmayı öğrendiğin an küçük ayrıntılar senin hayata farklı bir pencereden bakmanı sağlar."
Gözlerim küçük çocukta takılı kalmıştı. Küçük parmaklarının arasında tuttuğu kırık dondurma külahını sinirle yere fırlatışını izledim. Çığlık attıkça sesini duymayı reddeden insanları izledim. O küçük çocukta kendimi gördüm.
Bende bir zamanlar çok fazla bağırmıştım. İçimdeki dünyayı dışa yansıtmaya çalışmıştım. Ama kimse beni duymamıştı. O çocukta tıpkı benim gibi bu çabasının yersiz olduğunu anlayınca susmayı tercih etti. Annesiyle birlikte meydanda ilerlemekten başka bir şey yapamadı.
Bense gözlerimi yanı başımdaki Merih'e çevirdim. "Kimse onu duymadı. O da susmayı tercih etti," diye mırıldandım. Merih burukta olsa gülümsedi.
"Dışarıdan bakınca sessiz görünenler aslında yüreği çığlıklarla dolu olanlardır Lu."
Bu söyledikleri doğruydu. İçimdeki dünyada kıyamet kopuyordu ama ben tek kelime dahi etmiyordum. Yaptığım tek şey bunun son bulmasını ümit etmekti. Başka hiçbir şey değil. Derin bir iç çektim. Merih ise bu halimi fark etmiş "İnsanlar sesini duymasa bile yüreğinin içinde taşıdığı yükü atması gerekir Lu. Bunun için sana yardım edeceğim," diyerek beni içinde bulunduğum buhrandan çıkarmıştı.
Elimi tuttu Merih. Birlikte banktan kalkıp yürümeye başladığımızda nereye gideceğimizi merak ediyordum. Topuklu botlarımın sesi kaldırım taşlarında yankılanıyordu. Etrafımızdan onlarca insan gelip geçiyor ama kimse kimsenin ne yaşadığını bilmiyordu. Bu bana çok tuhaf geliyordu. Bir akvaryumun içinde binlerce farklı türde balık vardı. Fakat hiçbiri birbirini görmüyormuş gibiydi. Aynı dünyanın farklı canlılarıymışız gibi hissediyordum.
"Bugün seninle bir yere davetliyiz Lu," dedi Merih gülümseyerek.
Dalgın bakan gözlerimi ona çevirdiğimde yüzündeki gülümseme genişlemişti. Birlikte meydanın öteki tarafına doğru yürürken "Ama öncesinde yapmamız gereken bir şey var," dedi.
"Ne gibi?" diye sordum dayanamayarak. Merih ile birlikte yürürken yol kenarında şarkı söyleyen insanlar olduğunu fark ettim.
"Dans etmek gibi," dedi ve elini ben daha tek kelime bile edemeden belime yerleştirdi. Birlikte insanların bakışlarına aldırmadan müziğin ritmine kapılmış dans ediyorduk. Kıkırdadım. Bir elim onun omzunda bir elim onun avucunda dans etmeye başladık. Etrafımızdaki bazı insanlarda bize ayak uydurarak dans ederken Merih ile kahkaha atıyorduk.
Müziğin eğlenceli tınısı ve bizim komik sayılacak dansımızın birleşimiyle ortaya oldukça eğlenceli bir gösteri çıkmıştı. Merih elimden tutup beni kendi etrafımda döndürürken kahkahalarım yankılanıyordu meydanda.
Benim yüzümü güldürmenin her zaman bir yolunu buluyordu. "Seni seviyorum Ege," dedim gülerek. Yanağını yanağıma dayayıp kıkırdadı. "Ben daha çok..."
Gözlerimi onun büyüleyici gözlerine diktim. Maviliklerinde kaybolduğum gözlerine bakarak bir süre dans ettik. Daha sonrasında birlikte el ele meydanın girişinde bekleyen siyah uzun arabaya doğru yürüdük.
Arabaya bindiğimizde nereye gideceğimizi bilmesemde eve gitmeyeceğimizi biliyordum. Gözlerim yola takılı kalmış gideceğimiz yeri düşünüyordum. Merih yolu tarif ederken zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anladım.
Araba bir üniversitenin bahçesine girerken şaşkınlıkla Merih'e bakıyordum. "Bugün buraya gençlere umut olmaya geldik Lu," dediğinde gülümsedim.
İçimde beliren heyecana daha fazla engel olamayarak arabadan indim. Merih de benimle birlikte arabadan inerken bizi koyu gri takım elbiseli bir adam karşılamıştı.
"Hoş geldiniz Ege Bey," dedi adam gülümseyerek. Burnunun üzerindeki dikdörtgen çerçeveli gözlüklerin ardından bize bakıp içtenlikle gülümserken ikimizle de tokalaşmayı ihmal etmemişti.
"Hoş buldum Ulus Bey."
"Öğrencilerimiz sizi konferans salonunda bekliyorlar."
Ulus Bey'in söylediğiyle Merih'in konuşmacı olarak buraya davet edildiğini anlamış oldum. Heyecanla ona baktım. Griye çalan mavi gözlerindeki ışık içimdeki umudu yeniden hissetmeme neden olmuştu.
Merih ile birlikte Ulus Bey'in önderliğinde üniversite binasından içeriye girdik. Gözlerim koridordan geçerken sınıfların kapılarına kayıyordu. O an lise son sınıfta okuduğum yıllarda pencerenin önünde oturduğum bir anım gözümün önünde belirdi.
Tüm sınıf beden eğitiminde bahçede top oynarken bense sınıfta nöbetçi olmayı seçmiştim. Bunu yapmamın birçok sebebi vardı. Birincisi neredeyse hiç arkadaşım olmadığından ikincisi ise cam kenarına tüneyerek gökyüzünü izlemeyi sevmemdi. Yine o günde gözlerimi gökyüzüne dikmiş uçuşan kuşları imrenerek izliyordum. Bir yandan da elimdeki kalın ajandaya bir şeyler yazıyordum. Yazdığım cümle aradan geçen onca zamana rağmen hala aklımdaydı.
Dünyaya baktığım yere gökyüzüme bir perde çektiler yazmıştım.
Ben o zamandan beri bu dünyadan kendimi soyutlamıştım. Benim dünyam yeryüzünde değil gökyüzündeydi. Gözlerimi yanı başımdaki bir çift gökyüzüne diktim.
"Konferans salonumuz tamamen dolu Ege Bey," dedi Ulus Bey konferans salonunun kapılarını açarken. Merih ile birlikte Ulus Bey'in peşinden konferans salonuna girdik.
Salon tıka basa öğrenciyle doluydu. En öndeki koltuklar öğretmenler için ayrılmıştı. "Siz şöyle geçin Luna Hanım," dedi Ulus Bey öndeki koltuklardan orta kısımda olanı işaret ederek. Bunun üzerine gösterdiği yere geçip oturdum.
Merih ise Ulus Bey'in kendisini takdim etmesiyle kürsüye çıktı. Öğrencilerden bazıları ona bakmaya bile tenezzül etmemişti. Bu durum ilk başta canımı sıksada onun yüzündeki etkileyici gülümseme beni kendime getirmişti.
Usulca kürsünün üzerindeki mikrofona doğru eğildi. "Buraya size sıkıcı öğütler vermeye veya başarı hikayemi anlatmaya gelmedim," dedi Merih. Birkaç kişi bunun üzerine konuşmayı kesip ona baktı.
"Buraya size görmediklerinizi veya bir başka değişle görmek istemediklerinizi göstermeye geldim."
Bu sözleriyle gözleri onca kişinin arasından yine beni buldu. Nefes kesen gülümsemesinin yanında mavi gözlerinin bende oluşu heyecanlanmama yetmişti. "Bunu ise tek başıma yapmayacağım. Onunla birlikte yapacağım," dedi ve beni sahneye çağırdı.
Ne diyeceğimi bilemedim. Sanki devasa bir mıknatısa kapılmış metal parçası gibi ona doğru çekildiğimi hissettim. Oturduğum yerden kalkmış sahnenin basamaklarını çıkıp onun yanındaki yerimi almıştım.
Herkesin gözleri benim üzerimdeydi. Bense sanki ağzıma fermuar dikiliymiş gibi kalakalmıştım. Bunu fark eden Merih kürsünün altından elimi kavradı. Sıcak parmaklarının verdiği his beynimi uyuşturmuştu. Sakinleştirici almışım gibi rahatladığımı hissettim.
Merih mikrofona doğru eğildi. "Sizlerde birçok çocuk gibi masallarla büyüdünüz. Fakat ne yazık ki gerçek dünya masallar gibi değil. İyiler her zaman kazanan tarafta olamıyor. Kötülerinde iyilere galip geldiği zamanlar var. Ama biz bunu değiştirmek için yetişiyoruz," dediğinde gözlerini bana çevirdi.
"Her şeyden önce görmeyi bilmeniz gerek. Görmekten kastım sadece bakmak değil. İnsanların aslında neler yaşadığını görebilmek..."
Yutkundu. "Küçük Prens'in hikayesinde de olduğu gibi resime bakıp şapka görmeyi değil fil yutmuş boa yılanını gördüğünüz anda değişir dünyanız. Benim dünyamsa bundan yıllar önce söğüt ağacının altında değişti."
Mavi gözleri gözlerimdeydi. Bizim hikayemiz onlarca gence umut olacaktı. Belki de onlar beden eğitimi dersinden sonra perdeyi kapatan hoca gibi bir başkasının dünyasına perde çekmeyecekti. O perdeyi bizzat açan o dünyayı koruyacak birer birey olarak hayatlarına devam edeceklerdi.
Merih gülümsedi. Onunla birlikte bende gülümsedim. Eli hala elimdeydi. Kimse onun elimi tuttuğunu görmüyordu. Tıpkı bir zamanlar o söğüt ağacının altında ağladığımı görmedikleri gibi...
"Birçoğunuz sevgi dolu bir ailede büyüyor. Diğerleri ise içinde yaşadığı kıyameti dış dünyadan saklıyor. Dudaklara fermuar dikmiş her şeyi içinde yaşıyor. Tıpkı söğüt ağacının altındaki beyaz kuş gibi..."
"Beyaz kuş yalnızdı. Sevmek sevilmek nasıl bir his bilmeden büyümüştü. Söğüt ağacının altında saklanmıştı tüm dünyadan," diyerek sözü devraldım. Merih gülümsedi.
Başını sallamış bundan sonrasını bana bırakmıştı. "Hiçbir canlı kuşun içinde kopan fırtınanın farkında değildi. Dünyaya baktığı yere gökyüzüne bir perde çekip onun yeryüzünde çaresizce dolanışını sessizlikle izlediler sadece."
Yutkundum. Sözcüklerin boğazıma düğümlendiğini hissettiğimde yüzümde onun yanımda olduğunu bilmenin gülümsemesi belirdi. "Onu sadece bir kişi gördü. Beyaz bir kelebek," dediğimde gözlerimi onun gökyüzü gibi bakan gözlerine diktim.
"Kelebek kuşun acılarını gören yeryüzündeki tek canlıydı."
Merih bu sözümle birlikte gülümseyip mikrofona doğru eğildi. "Kelebek kuşu gördüğü ilk anda onun ne hissettiğini anlamış. Gözlerindeki pırıltı onun acılarını bir kez daha göstermiş kelebeğe. Sonuçta sessiz olanlar aslında yüreği çığlıklarla dolu olanlardır," dedi ve kalabalığa dikti gözlerini.
"Dünyada o beyaz kuş gibi binlercesi var. Eğer biz onların elinden tutup gökyüzünde kanat çırpmalarına yardım etmezsek gökyüzünde uçan tek bir tane bile kuş göremeyiz. Unutmayın gençler. Gökyüzünde uçuşan bir tane bile beyaz kuş varsa hala bir umut var demektir."
Konferans salonunda alkış sesleri yankılandı. Bunun üzerine derin bir nefes alıp mikrofona doğru eğildim. "Bu okuldan mezun olduğunuzda etrafa boş gözlerle değil beyaz kelebeğin gözlerinden bakın. Hem kim bilir? Belki karanlığın sonundaki ışığı görür belki de o ışığı yakan bizzat siz olursunuz," dedim ve kenara çekildim.
Merih'in gözlerinde benimle ne kadar gurur duyduğunu gördüm. "Bursumuzun adının beyaz kuş olmasının sebebi de bu. Beyaz kuşlar umudu simgeler. Bunu sakın unutmayın," dedi Merih.
Onlarca öğrenciye ve daha birçok kişiye umut olacak bursa bu adı vermişti. Beyaz kuş...
Salonda tekrar alkış sesleri yankılandı. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Merih usulca kulağıma doğru eğildi. "Sadece bana değil onlara da umut oldun beyaz kuş," diye fısıldadığında gözlerimi ona diktim.
"Sende bugün sadece benim değil herkesin kahramanı oldun beyaz kelebek."
Mavi gözleri ışıl ışıldı. Sadece söylediklerim değil birbirimize aşkla bakışımız da kalplerimizi çarptırıyordu. "Artık yüzleşmeye hazırsın Lu," dedi Merih.
Korkularımın ve endişelerimin bedenimi terk ettiğini hissettim. Merih bana hayatı öğretmişti. Önce profesör olmuş sonra Ege olmuş en sonunda da Merih olmuş bir tek benim olmuştu.
Onun adı Merih Ege. Bana yeni bir hayat bahşeden beyaz kelebeğin, gözlerinde kendi gökyüzümü gördüğüm ve içimdeki dünyaya verdiğim yeni isim onun ismiydi. Merih Ege... |
0% |