Yeni Üyelik
26.
Bölüm

1.Bölüm: Zaman Acımasızdır

@sevvnuraydn

Kuş karanlığın sonu olacağını en başından beri hissediyormuş. Karanlıkta başlayan hikayesinin aydınlığa kavuşmakla biteceğinin ihtimali artık yokmuş. Umudun olduğu hikayelerin sonundaki tünelin ışıkla dolu oluşunun aksine bu tünelin sonu ölümcül bir karanlığa uzanıyormuş.

 

Kuş ölümün soluğunu hissetmiş bedeninde. Ölüm onu öpmüş ve ecelinin geldiğini fısıldamış kulağına. Kuş çırpınmış. Beyaz kanatlarından saçılan tüyleri ölümün onu götürmeye hazır olduğunun en büyük göstergesiymiş.

 

Kelebek ise var gücüyle kuşunu ölümün pençesinden almak için uçuyormuş. Kanatlarında güç kalmadığını hissetsede durmamış. Uçmuş, uçmuş ve uçmuş. Ta ki kuşunu görene dek...

 

Kuş ölümün karanlığını yenmişti. Fakat bunu yaparak karanlığın kendisi olacağını nereden bilebilirdi ki? Ölüm yok olmuş beyaz bir kuşla. Hicran doğmuş ölümün yok oluşuyla.

 

Kelebek kuşunu gördüğünde beyaz kanatlarındaki koyu kırmızı kana bakmış. İşte o an hep gelmesinden korktukları ayrılığın enselerinde bittiğini anlamış. Ayrılık vakti gelip çatmış.

 

Değil dokunmaya bakmaya bile kıyamadığı kuşunun hali kelebeği kahretmiş. Gözyaşlarıyla son bir kez sarılmış kuşuna. Ayrılmayacaklarına dair verdiği söz bir karanlıkla yok olmuş.

 

Kelebek kuşuna annesi gibi veda etmiş. Dudaklarını sağ kanadına bastırmış. Gözyaşlarıyla onu ait olduğu özgürlüğe uğurlamış.

 

Kuşların yaratılışında özgürlük şarttı. Kelebekler ise bir kozaya hapis olarak doğardı...

 

_______

 

(Merih Ege'den...)

 

(5 yıl sonra...)

 

İnsan özgürlüğü elinden alınınca mı benliğini kaybeder yoksa sevdiklerinden ayrı kalınca mı? Hangisi? İnsan benliğini ellerine bulaştırdığı kara lekeyle mi kaybeder? Peki ya ben? Ben kendimi ne zaman kaybettim?

 

Yutkundum. Gözlerim kirden suretimi bulanık gösteren aynada gezinirken beş yıl önceki halimle şu anki halim arasındaki farka bakıyordum. Mavi gözlerim uzun zamandır kesmeyi ihmal ettiğimden neredeyse boğazıma kadar ulaşmış kirli sakallarımda gezindi.

 

Kaşımın üzerindeki bene, içerde geçen onca zamanın ardından küçük bir tebessümü bile kaldıramayan dudaklarıma baktım. Yılların beni ne kadar değiştirdiğini bir kez daha görmüştüm.

 

Beş yıl önceki Merih Ege Server artık yoktu. Yerine sanki ruhu çekilmiş bir adam gelmişti. Bedenim belki de aynıydı. Fakat bu bedende taşıdığım ruh artık yaşamıyordu.

 

Benim bedenim kozada ruhum kelebek mezarlığındaydı.

 

"Merih Ege Server," diyerek arkamda duran adamın aynadaki yansımasına baktım. Burada bulunduğum her an ölümle burun burunaydım.

 

Ölüm ensemde bekliyor canımı alacağı anı kolluyordu. Buraya ilk geldiğim andan beri bu böyleydi. Mahşerin bitişinin benim sonumu getireceğini bilemezdim. Arkamdaki adamın dudaklarında sinsi ve bir o kadarda tehlikeli bir gülümseme belirdi.

 

"Tahsin Soydere seninle görüşmek istiyor," diye mırıldandığında ilk hapishane gecemi anımsadım. Gardiyanların demir kapıyı gürültüyle kapayışıyla onlarca suçlunun arasında Hünkar Server'in varisi olarak bulunduğum o anı anımsadım.

 

En büyük suç örgütü olan mahşerin kurucusunun oğluydum ben. Tabii bu karanlık dünyayı içindekilerle beraber yok edende bendim. Bulunduğum koğuştakilerin birçoğu mahşerdendi. Beni ölümle köşe kapmaca oynatan şeyde buydu. Mahşerin ta kendisi...

 

Hünkar Server'den korkanlar bana ilişmemişti. Tahsin'e tabi olanlar ise beni yok etmek için fırsat kollar olmuştu. Bir keresinde içlerinden biri yüzünden ölümün kıyısından dönmüştüm. Şimdi ise bana bunun yapılmasını emreden adam benimle görüşmek istiyordu.

 

Sıkıntılı bir nefes verdim. "Tahsin neden benimle görüşmek istiyor?" diye sordum. Bunun üzerine arkamdaki adamın yüzünde düşünceli bir ifade belirdi.

 

"Onu yanına gidince öğrenirsin. Birazdan gardiyanlar burada olur."

 

Esmer yüzündeki derin yara izine baktım. Yüzümü ona doğru döndüğümde dudakları ince bir çizgi halini almış ağır adımlarla lavabodan çıkmıştı. Peşinden çıktığımda içerideki herkesin bana baktığını fark ettim.

 

Tam da o sırada tam da adamın söylediği gibi demir kapı gürültüyle açılmış içeri iki gardiyan girmişti. İkisininde gözleri içeride geziniyordu. "Merih Ege Server!" diye bağırdı içlerinden biri.

 

Bunun üzerine bir adım öne çıktım. "Ziyaretçin var," dedi diğeri. Biri sağ tarafıma diğeri sol tarafıma geçmişti. Gardiyanlar beni koğuştan çıkardığında Tahsin'in benimle ne konuşmak istediğini merak ediyordum.

 

Benden ölümüne nefret eden biriyle ne hakkında konuşacağımı merak ediyordum. Gözlerim karanlık koridorları daha da kasvetli hale getiren yer döşemelerinde geziniyordu. Bir süre sonra beni özel bir odaya aldılar.

 

Tahsin'in benimle bu kadar özel ve bir o kadar da önemli ne konuşacağını öğrenmek için tek kelime dahi etmeden karşısındaki sandalyeye oturdum. Yüzünde her zamanki eğreti duran gülümsemesi belirdi.

 

"Görüşmeyeli çok değişmişsin," diyerek göz ucuyla beni baştan aşağıya süzdü. Sesindeki tını iğneleyiciydi. Sanki yaptığı küçümseyici imaya karşılık vermemi istiyor gibi bir hali vardı. Ama bunu yapmadım.

 

Sükunetimi korumayı tercih ettiğimden "Benden ne istiyorsun?" diye sordum. Bunun üzerine kollarını masaya dayadı. Ağarmış sakallarla çevrili yüzünü bana doğru yaklaştırdı.

 

"Seni özgürlüğüne kavuşturmaya geldim küçük Server," dedi sakince. İlk başta benimle dalga geçtiğini sanmıştım. Çatılan kaşlarımla en çok arzuladığım şeyle beni ümitlendirmemesi gerektiği konusunda küçük bir uyarıda bulunmuştum.

 

"Benimle oyun oynama!"

 

Sesim haddinden fazla yüksek çıkmıştı. Artık en ufak şeye tahammülüm kalmamıştı. İçeride geçirdiğim zaman beni bambaşka bir adama dönüştürmüştü. Kendimi zaman zaman tanıyamadığımı hissediyordum. En çok da buradan çıkınca onun beni tanımamasından korkuyordum. Lu'nun...

 

Yutkundum. Ağzımda acı ve buruk bir tat belirdi. Sanki hissettiğim duygu karmaşası koca bir yumru olup boğazıma oturmuş gibi hissediyordum. "Buraya seninle ciddi bir şey konuşmaya geldim," dedi Tahsin.

 

Sesindeki tınıya bakılırsa bu konuda açık olduğu kesindi. Sandalyemde sırtımı dikleştirip tüm dikkatimi ona verdim. "Seni dinliyorum," diye mırıldanıp beklentiyle gözlerine baktım.

 

Nazikçe boğazını temizledi. "Senin yokluğunda dışarıda çok fazla şey değişti küçük Server. En çokta kızım değişti," dediğinde gözlerindeki ifadeye baktım. Cümlenin öznesi bile heyecanlanmama yetmişti.

 

"Kızım hiç iyi değil," dedi sıkıntılı bir nefes verdiği sırada. Kalbimde onca yıldan sonra ilk kez endişenin yürek burkan çarpıntısını hissettim. Kollarımı masaya dayayarak ona doğru yaklaştım.

 

"Ona ne oldu?" diye sordum. Bana onun hakkında daha fazla şey anlatması için adeta yalvarıyordum. Tahsin ilk başta gözlerini kaçırdı.

 

"Babandan ölümüne nefret ettiğimi bilmeyen yoktur. Fakat kızım seni kendinden bile çok seviyor. Senin yokluğunda ruhu çekilmiş gibi..."

 

Yutkundum. Gözlerimi kısa bir anlığına yumup tekrar ona baktım. "İşlediğin cinayetin sebebini öğrendim Merih Ege Server ve polise bir itirafta bulundum," diyerek sanki büyük bir sırrı açıklamak üzereymiş gibi ses tonunu ayarladı.

 

"Artık özgürsün küçük Server. Bundan sonra kızım sana emanet. Ona iyi bakacağına dair en ufak bir kuşkum yok. Ona yapamadığım babalığı en azından onun için bu hayatta en çok değer verdiği şeye sevdiği adamla kavuşmasını sağlayarak telafi edebileceğimi umuyorum."

 

Ne diyeceğimi ne tepki vereceğimi bilememiştim. Tahsin'in sözleri zihnimdeki boşlukta yankılanıyordu. Kafam bu duyduklarını algılamayı reddediyordu sanki.

 

Özgürlüğün düşüncesi onca zaman benim için hayalden ibaretti. Şimdi ise bir hayal gerçek oluyordu. "Bunu neden yaptın?" diye sordum dayanamayarak. Dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. Yüzündeki buruk gülümseme geçen beş yılın acısını gözler önüne sermeye yetmişti.

 

"Ben hiçbir zaman iyi bir baba olamadım. Kendi karımı gözünün yaşına bakmadan öldürdüm. Şimdi kızım yüzüme bile bakmıyor. Ama onu onca yaşanana rağmen gülümsetebilen bir tek sen varsın."

 

Tahsin'i ilk defa bu kadar çaresiz görmüştüm. "Peki beni neden öldürmek istedin?" diye sordum bu sefer. Tahsin gözlerini gözlerime dikti.

 

"Çünkü babanın yolundan gittiğine emindim. Ta ki kızım için hiç işlemediğin bir günahın bedelini ödemeyi seçtiğini öğrenene dek... Sen iyi bir adamsın Merih Ege. Kızım için yaptıklarına minnettarım. Şimdi sıra bende," dedi ve yutkundu.

 

"İşlediğim günahların bedelini ödememin vakti artık geldi. Kızıma iyi bak. Birazdan her şey son bulacak."

 

Tahsin'in sözünü bitirmesiyle gardiyanlar içeri girdi. Bize verilen süre artık dolmuştu. Gardiyanlardan ikisi Tahsin'i kelepçelerken tek kelime bile edemedim. Ama onun yüzünde beliren tebessümle birlikte söylediği sözler içimde ölen umudun yeniden doğmasına neden olmuştu.

 

"Luna'ya onu çok sevdiğimi söyle."

 

Onun ismini duymak bile içimi yaşam enerjisiyle dolduruyordu sanki. Başımı hafifçe salladığımda Tahsin'i götürmüşlerdi. İçeri giren diğer gardiyanlarsa beni özgürlüğüme kavuşturmak üzereydiler.

 

"Merih Ege Server," dedi içlerinden birisi. Onlarla birlikte görüşme odasından ayrılmış ıssız ve bir o kadarda karanlık koridorlardan geçerek çıkışa doğru ilerlemiştim.

 

Özgür olmak için atacağım son bir adım kalmıştı. "Artık özgürsün," dedi biri. İşte o an küllerimden yeniden doğduğumu hissetmiştim. Gözlerimi açılan kapıyla birlikte gökyüzüne diktim. Masmavi gökyüzündeki bembeyaz pamuk topları ve onun üzerinde süzülen bembeyaz kuşlar bana onu hatırlattı.

 

"Beyaz kuşlar umudu simgeler. Onların uçuştuğu bir dünyada hala bir umut var demektir."

 

Umudumu yeniden kazandığımı hissediyordum. Özgürlük artık benimleydi. Görevliden birkaç parça eşyamı aldım. Küçük siyah çantanın içinde birkaç parça giysinin yanında onun fotoğrafı vardı. Tabii bir de ona yazdığım onlarca beyaz küçük zarf...

 

Elimde çantamla birlikte beni duvarları arasına hapsettikleri kozadan dışarıya doğru cesur bir adım attım. Tam karşımda siyah araçlardan biri vardı. Önünde ise bunca yıllık can dostum...

 

Gözlerimin dolduğunu hissettim. "Kerim," dedim gülümseyerek. O da en az benim kadar mutluydu. Çantamı yere bırakıp ona sıkıca sarıldım.

 

İçeride sarılmamıza bile izin yoktu. Şimdi ise ona doya doya sarılabiliyordum. Ayrıldığımızda ikimizde gülmeye başladık. "Beş yıl oldu," diye mırıldandım. Beni başıyla tasdikledi. "Koskoca beş yıl..."

 

Kerim ile arkadaşlığımız tıpkı hayatımızın ortasına devasa bir ayraç konulmuş gibi kaldığı yerden devam ettiği için mutluydum. Birlikte arabaya geçtiğimizde içimde küçük bir heyecan belirmişti.

 

"Lu," dedim birden. Bunu söylemeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki şimdiden kendimi susuzluğu dinmiş biri gibi hissetmiştim. Kerim duyduğu isimle birlikte gözlerini kaçırdı. Eli ilk başta kıvırcık saçlarında daha sonrasında da ensesinde gezindi. Oldukça gergin görünüyordu. Benden bir şey sakladığına adım kadar emindim.

 

"Lu'ya bir şey mi oldu?"

 

Bu sorumla birlikte kalbim gümbür gümbür atmaya başladı. Kerim başını olumsuz anlamda salladı. Endişeli halimin geçmesini bekledi ama geçmedi. Bana geçerli bir yanıt vermediği sürece tedirgin olmaya devam edecektim.

 

"Kerim ne olduğunu söyler misin?" dedim en sonunda dayanamayarak. Uzun süren ısrarlarımın sonunda Kerim sıkıntılı bir nefes verdi.

 

"Merak etme o gayet iyi. Sadece senin yokluğunda çok fazla şeyin değiştiğini bilmen gerek. Üstelik senin hapse girdiğini öğrenmesini istemediğinden yurt dışında olduğunu biliyor. Sana oldukça öfkeli. Hatta bana bir keresinde yüzünü bile görmek istemediğini söyledi."

 

Lu'nun hisleri bir çınarın devrilişi gibi içimde beslediğim umutları alt üst etmişti. Ona ulaşamamaktan korkuyordum. Yutkundum. Elim sanki nefes alamıyormuşum gibi üzerimdeki hırkanın fermuarına kaydı. Fermuarı bir miktar indirip soluklanmaya çalıştım. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum. İçeriden çıkabileceğime olan en ufak inancım yokken şimdi özgür olmama rağmen ona kavuşamıyordum.

 

İçimdeki yoğun duygular beni boğuyordu. Parmaklarım fermuardan uzaklaştı. Bunun bana bir yararı olmadığından arabanın camını ardına kadar açmaya başladım. Soğuk rüzgar sakallarımı ve yüzümü okşuyordu. Gözlerimi kapatıp onu hayal ettim. Bunca yıl unutmaktan ölesiye korktuğum yüzü tekrar gözlerimin önünde belirdi.

 

Gözleri, uzun kirpikleri, yüzünde beliren en ufak tebessümle kendini gösteren eşsiz gamzesi hala hafızamda ilk günki kadar tazeydi. Derin bir iç çekip gözlerimi araladım. Silüeti kayboldu. Geriye sadece buruk bir mutluluk kırıntısı kalmıştı.

 

"Merih," dedi Kerim. Adımı çekinerek söylemişti.

 

"Onu uzaktanda olsa görmeye ne dersin?"

 

Bu soruyla birlikte gülümsedim. Başımı hafifçe salladığım sırada Kerim şoföre gideceğimiz yeri tarif etmeye başladı. Bense içimdeki hisleri yazarak dökmek istediğimden Kerim'e baktım. "Zarflarımla kalemim yanında mı?" diye sordum.

 

Kerim bilmiş bir tavırla gülümsedi. "Sorman hata," dedi ve ortadaki bölmeden dolma kalemimle birlikte sakladığı beyaz zarflarımdan birkaç tanesini uzattı. Kalemimin üzerine kazınmış isme baktım. Merih Ege Server...

 

Kafamdaki düşüncelerle dolma kalemim kağıdın üzerinde hareket etmeye başladı.

 

"1825 gün. Söylerken bile yüreğim parçalanıyor Lu. Sensiz geçen ızdırap dolu 1825 gün..."

 

Sayılar insanın canını yakabilir miydi? Sonradan bulunmuş rakamlar bir insanı yok edecek güce sahip olabilir miydi? Bilmiyorum. Tek bildiğim yan yana dizilip karşımda adeta duvar olan bu dört rakamın daha önce canımı hiç olmadığı kadar çok yaktığıydı.

 

Kalemimin kapağını kapatıp yazan sayıya baktım. Uzun uzun inceledim o dört rakamı. Her bir rakamın ağırlığıyla ezildim. Sonrasında mürekkebin ıslaklığıyla kuruyan acılarımı beyaz küçük bir zarfa yerleştirdim.

 

Tam o sırada "Luna bugün günlerdir çıkmasını beklediği piyesi izlemeye gidecek," dedi Kerim. Bu piyesin ne olduğunu adım kadar iyi biliyordum. "Romeo ve Juliet mi?" dedim birden.

 

Kerim başını hafifçe sallamış sonrasında sözlerine kaldığı yerden devam etmişti. "Ne zaman bu piyes sahnelense ilk bileti o alıyor. Üstelik ilk koltuğa değil. Biletini özellikle arka taraflardan alıyor. Bunun anlamını biliyorsun değil mi?"

 

Tabii ki de biliyordum. Benimle olan özel anları kendince telafi etmeye çalışıyordu. Belki de bu sefer öncekilerden farklı olarak geçmişi birlikte telafi ederdik. Kim bilir?

 

"Benim için onun yanındaki koltuğu alır mısın?"

 

Bu sorumla birlikte Kerim bir anlığına duraksamıştı. Sanki bu soruyu önceden soracağımı tahmin etmiş gibi "O koltuk dolu," dedi tek seferde. Ama ben bunu geçerli bir yanıt olarak görmüyordum.

 

"Benim için o koltuğun sahibini telefona bağlat," dedim ve Kerim'in telefona piyesin yapılacağı yerin sahibini bağlamasını bekledim. Telefon ilk çalışta açılmış ses tonumu ayarlayarak ilk olarak telefondaki sese selamlarımı iletmiştim. sonrasında ise asıl meseleye geldim.

 

"O koltuğun fiyatının gerekirse on katını veririm. Sizden tek isteğim o koltuğun sahibine bu teklifimi iletmeniz," dediğimde telefonda kısa bir sessizlik hakim oldu. Daha sonra karşı taraftaki adam sıkıntılı bir nefes verdi.

 

"Bu ne yazık ki mümkün değil Merih Ege Bey. O koltuğun sahibi o koltuğun karşılığında daha değerli bir şey teklif etmenizi istedi."

 

Bunun üzerine gülümsedim. "O koltuk için tam bir milyon veriyorum," dediğimde hem Kerim hem de telefonun ardındaki adam şoka gitmişti.

 

"Merih sen kafayı mı yedin?"

 

Kerim bana içten içe kızsa da bu teklifime karşılık gülmeden edememişti. Telefonun arkasındaki ses koltuğun sahibiyle tekrardan iletişime geçmiş koltuğu satın almamı sağlamıştı.

 

"Merak ediyorum. O koltuğa bir milyon verecek kadar önemli ne olabilir?"

 

"O koltuğun yanındaki benim için her şeyden daha kıymetli."

 

Adam bu cevabımla keyifle kıkırdamış aramayı sonlandırmıştı. Bunun üzerine gözlerimi karşımda tabletten hesap işlemleriyle uğraşan Kerim'e çevirdim. "Sen gerçekten kafayı yemişsin," dedi ve söz verdiğim meblayı havale etti. Kıkırdadım.

 

"İnan bana buna değerdi."

 

Kerim piyesin yapılacağı yeri tam olarak tarif ettikten kısa bir süre sonra araba dışarıdan bakılınca Roma Kolezyumuna benzeyen oval bir yapının önünde durdu. Siyah hırkamın kapüşonuyla başımı kapattım. Daha sonra kapıyı açıp arabadan indim.

 

Elimdeki küçük beyaz zarfı cebime koyup binadan içeriye girdim. Az ötede güvenliklerin orada arkası dönük bir kadının varlığını fark ettim. Uzun kumral saçları kalçasına kadar uzanıyordu. Üzerinde krem rengi ince bir palto vardı. Elinde kahve tonlu bir çanta ve ayağında da çantasıyla uyumlu uzun çizmeleri vardı. Sebebini bilmediğim bir şekilde o kadına yaklaşmam gerektiğini hissediyordum.

 

Kalbim heyecandan gümbür gümbür atıyordu. Nefesimi tutmuş aceleci adımlarla kadına doğru yaklaştığımda beni henüz fark edemeyeceği kadar uzak bir mesafede durmuş onun bana doğru dönen yüzüne bakakalmıştım.

 

"Lu," diye mırıldandı dudaklarım. İrademin dışında dudaklarım onun adını söylemek için can atıyordu sanki.

 

Sesim boşlukta yankılandı ama o beni görmedi. Güzel gözleri etrafta gezinirken yılların ikimizi de ne kadar değiştirdiğini bir kez daha görmüş oldum. Biçimli dudakları ince bir çizgi halini almış piyesin başlamasına sayılı dakikalar kaldığından birkaç insanla beraber içeri girmişti.

 

Hemen arkasından karanlık salona adım attım. Salon hınca hınç doluydu. Koltuğumu bulmam bir hayli vaktimi alsada hemen onun yanına oturmuştum. Koyu kırmızı perdeye dikmişti gözlerini.

 

Teninin yaratılışından gelen muazzam kokusuna bir de parfümü eklenmişti. Yıllar sonra kokusunu ciğerlerime çektim. Perde aralandı. Salonda alkış sesleri yükseldi.

 

Arkasına yaslanıp dikkatini oyuna verdiğinde ben tüm dünyayı unutmuş sadece onu izliyordum. Karşımda nadide bir sanat eseri varmış gibi yüzünün her bir santimini incelerken bulmuştum kendimi.

 

Derin bir nefes aldım. Lu başını koltuğa yaslarken gösteriye dalmış başı bir anda omzuma düşmüştü. Sırf başını kaldırmasın diye yerimden hiç kıpırdamamıştım. Ona fark ettirmeden burnumu saçlarına doğru götürdüm.

 

Öyle güzel kokuyordu ki kokusuyla sarhoş olduğumu hissediyordum. Çölde uzun zaman susuz kalıpta suya kavuşmuş gibiydim. Bu hislerin tarifi yoktu. Kelimeler içimden geçenleri anlatmakta yetersiz kalıyordu.

 

"Adi Capulet," dedi birden. Bunu söylerken içime dünyanın yükünün oturduğunu hissediyordum. Boğazımda beliren devasa yumruya rağmen kendimi nefes almaya zorladım.

 

"Alçak Montague," diye fısıldadım. Beni duymamıştı. Başı omzuma yaslı Juliet'imin titrediğini fark ettim. Muhtemelen ağlıyordu. Geçen bunca zamanın ve onca yaşanan şeye rağmen bile yanımdan ayırmadığım beyaz ipek mendili çıkardım cebimden.

 

Ona vermeye cesaretim yoktu. Henüz buna hazır değildi. Bunu bilmek mendili gerisinin geri cebime tıkıştırmama yetmişti. Sonrasında sessizce piyesin bitmesini bekledik. Lu piyesin sonunda hıçkıra hıçkıra ağlamış bense sessizce beklemek zorunda kalmıştım.

 

Yanımdayken ona dokunamamak, ağladığında gözyaşlarını silememek bana ağır geliyordu. Yutkundum. Piyesin bitmesiyle birlikte Lu çantasını alıp yanımdan kalktı. Peşinden salondan çıktım.

 

Karanlık salondan çıktığımda onun sadece birkaç adım gerisindeydim. Topuklu çizmeleriyle bir ritim tutturmuş çıkışa doğru adımlıyordu. Beni fark etmemesine özen göstererek peşinden gittim.

 

Binanın dışına çıktığımda Lu'nun yaşlı bir kadına doğru adımladığını fark ettim. Kadın İngiliz asıllı birine benziyordu. Onların kültürlerine göre giyinmiş beyaz kısa saçlarını renklendiren pembe tonlarında çiçekli bir şapka takıyordu.

 

Küçük bir erkek çocuğun elinden tutmuş gülümseyerek Lu'ya doğru yaklaşıyordu. Onları duyabileceğim kadar kısa bir mesafede durdum. Yaşlı kadının elinden tuttuğu çocuk bir anda elini bırakıp "Anne!" diye bağırdı.

 

Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan Lu çocuğun boy hizasına eğilmişti. "Oğlum," diyerek küçük çocuğa sıkıca sarıldı. Ortalama dört beş yaşlarındaki çocuğun Lu'ya sıkıca sarılışını izlerken bu resme birinin daha dahil olmak üzere olduğunu fark ettim.

 

Birkaç metre öteden bir adam onlara doğru ilerlerken Lu henüz adamı fark etmemişti. "Karahindiba teyzeyi üzmedin öyle değil mi?" diye sordu Lu. Küçük çocuk başını olumsuz anlamda sallayıp gülümsedi. "Hayır anne. Karamimdiba teyze ile sana çok güzel bir resim yaptım," dedi ve cebinden katlanmış bir kağıt çıkardı.

 

Lu küçük çocuğun elindeki kağıdı alıp açtı. Yüzünde gamzesini belirginleştiren gülümsemesiyle küçük çocuğun yanağına uzun bir öpücük bıraktı. Tam o sırada Kerim'in sesini duydum.

 

"Demek öğrendin," dedi Kerim. Bunun üzerine kabul etmekte zorlandığım gerçeğe biri daha eklendi. Kahverengiyle kızıl arası bir renkte saçları olan uzun boylu bir adam onların yanında bittiğinde "Bana onun evlendiğini neden daha önce söylemedin?" diye sordum.

 

Gözlerim karşımda çocuğuyla ve kocasıyla mutlu olan Lu'ya takılı kalmıştı. Bizim anılarımızı yad etmesinin onun için hala bir anlamı olduğunu sanırken şimdi onun hayatında bir başkasının olduğunu öğrenmiştim.

 

Göğsümün ortasına bir bıçak saplanmışta bıçağı kalbimi deşerek çeviriyorlarmış gibi hissediyordum. Lu küçük çocuğu kucağına alırken adam onlara belli bir mesafeden bakıp gülümsemişti. Küçük çocuk annesinin yanağını öptü. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımdan çeneme doğru kaydı. İçimdeki hayal kırıklıklarının arasında sıkışıp kalmıştım ki onun bakmayı deli gibi arzuladığım güzel gözleri beni buldu. Donup kalmıştı.

 

Hayal görüp görmediğini sorguluyordu. Benim orada bulunup bulunmadığımı sorguluyordu. Gözlerini birkaç kez kırpıştırmış bu yaşananların hayal olup uçmasını dilemişti. Yanağında taşıdığı mezarıma beni gömdü. Mezar bir anda kayboldu. Dudakları titremeye başlamıştı. Kucağındaki küçük çocuğu yere indirip elini tuttu. Bana doğru bir adım attığında her şeyin bittiğini anlamış oldum.

 

Zaman acımasızdır. En çokta sevenlere acımaz...

 

"Merih Ege," diye fısıldadı Lu. Gözlerindeki ifadeden ikimizinde aslında ne kadar çaresiz olduğunu anlamak zor değildi.

 

"Lu," dedim çaresizce. Elimi cebime soktum. Beyaz küçük zarfımı çıkardığımda Lu karşımda ağlamaya başlamıştı. Küçük çocuğu yanındaki yaşlı kadına emanet edip bana doğru adımlamaya başladı.

 

Bense onun gerçekleriyle yüzleşmeye henüz hazır olmadığımdan notumu Kerim'e uzattım. "Bunu ona ver," dedim ve gözyaşlarımı tutmaya çalışarak arkamı döndüm.

 

Yeri döven adımlarımla ilerlerken gerçekleri haykıran zihnimin kalbimle verdiği savaşın ortasında kalakaldığımı hissediyordum. "O evlenmiş. Üstelik bir de çocuğu olmuş," diye mırıldandım kendi kendime.

 

Aceleci adımlarımla nereye gittiğimi bile bilmediğimden kendimi çıkmaz sokağa soktuğumun çok geç farkına vardım. "Merih Ege!" diye bağırdı Lu. Sokağın sonunda ondan kaçacak yerimin olmadığı gerçeğiyle duraksamıştım. Ağladığımı görmesini istemiyordum. Bu yüzden yüzümü ona dönmemiştim. Ta ki bana dokunduğunu hissedene dek...

 

"Yüzüme bak!" diye bağırdı. Sesi titriyordu. Derin bir nefes alıp ona baktım. Ağlamaktan kızarmış güzel gözlerine, söylemek isteyip de söyleyemediği sözlerin ağırlığıyla titreyen dudaklarına ve benim yüzümden yanağında kaybolan mutluluk çukurunun olması gereken yere baktım.

 

Yanı başımızda boş beton bir duvar vardı. Tam önünde ise zamanın acımadığı iki yaralı ruh...

 

Beş yılın ardından birbirlerini gören ama ayrı kalmaya mahkum iki aşık...

 

Bir zamanlar beyaz kuşun çakıldığı uçurumdan çakılan beyaz bir kelebek ve zamanın ölü kumlarının altında ezilen iki kişi vardı o duvarın önünde. Acımasız zamanın değiştirdiği bir kuş ve bir de kelebek...

Loading...
0%