@sevvnuraydn
|
Kelebeğin yaşamasının sebebi kuşunun ona duyduğu sevgiydi. Ne de olsa kelebeklere ömür biçen şey sevgiden başka bir şey değilmiş.
Kelebek kuşuna olanlardan sonra kendine gelmekte zorlanıyormuş. Birisi onu canından çok sevdiği kuşundan ayırmaya çalışıyormuş. Ama kim? Kim böyle bir şey yapmak istiyordu?
Kelebek kendini bir çıkmazda hissediyormuş. Bir labirentin ortasında umutsuzca kanat çırpıyormuş. Ne tarafa uçsa duvara tosluyormuş. Çıkışı bulmak sandığından zor olacakmış. Labirentin duvarlarına çarpa çarpa yaralanacak belki de beyaz kanatlarından olacaktı kelebek. Ama bunu göze almak zorundaydı.
Kelebek yaralansa da acıdan kıvransa da labirentin içinde uçmaya devam etmiş. Labirentin sonunda zalim kartalın kızını görmüş. Onu kanatlarının altına aldığında ise asıl suçluyu labirentin çıkışında görmüş. "Gerçekler şimdi ortaya çıkıyor," demiş kelebek kendi kendine.
Gerçekler şimdi ortaya çıkıyor...
_______
(Luna'dan...)
(1 hafta sonra)
Olanların üzerinden tam bir hafta geçti. Eve gelmiş tüm bu olanları zihnimden atmaya çalışıyordum. Bunu sadece kendim için değil Ege için de yapıyorum. Merih için de yapıyordum. Karnımda büyümeye çalışan yaşama sıkı sıkıya tutunan bebeğim için de yapıyordum. Onlar için yaşadığım o korkunç anları ardımda bırakmak için kendi içimde çabalıyordum.
"Lu," diye fısıldadı Merih bana arkamdan sarılırken. Kollarını belime dolayıp yanağımdan soluksuz bir şekilde öptü. Çenesini omzuma dayadı ve "Biraz hava almak ister misin?" diye sordu.
Olanlardan sonra evden dışarıya hiç çıkmamıştım. Çünkü korkmuştum. Ölümden dönmek öyle sanıldığı kadar basit bir şey değil. Özellikle sizi öldürmeye çalışan biri varsa dışarı çıkmak istememenizden doğal ne var ki? Her ne kadar bunu yapmak istemesemde kendimi evimin güvenli surlarının arasına esir etmiştim. Bunun asıl sebebi bebeğimdi. Bebeğimin sağlıklı bir şekilde doğabilmesi için kendimi korumak zorundaydım.
Yanağımı Merih'in yanağına dayadığımda, "Canım hiçbir yere gitmek istemiyor. Ama seninle bahçedeki salıncakta oturmak ve sana sorular sormak istiyorum Merih. Benim için yeniden profesör olmanı istiyorum. Senden yeni bir hayat dersi daha almak istiyorum," dedim iç çekerek.
"Sen iste yeter Lu," diye fısıldadı Merih. Elimden tuttu. Birlikte odadan çıktık. Ege aşağıdaydı. Kerim de onun yanında telefonda konuşuyordu. Dünya ise sabahtan beri fizik tedavide olduğundan bir hayli yorgun düşmüş ve şimdi de dinleniyordu. Merih ile birlikte salona Kerim'in yanına gittik. Kerim başını hafifçe salladı. Sonra telefonda konuştuğu her kimse, "Bunları Merih'e iletirim. İyi günler," dedi ve telefonu kapattı.
Merih, "Bana neyi iletecekmişsin bakalım?" diye sordu gülerek. Kerim ise, "DNA testinin sonuçları çıkmış," diyerek yanıtladı Merih'in sorusunu. O an göğsümün ortasında gerginlikten sıkışmaya başladı kalbim. Benim hastanede ölüm kalım savaşı vermemin ardından bu çıkacak haber her şeyi değiştirecekti.
Kerim, "Olcay %99 Tahsin Soydere'nin oğlu," dedi birden.
Şüphelerimde haklıydım. Olcay benim öz be öz kardeşimdi. Hünkar Server'in sağ kolu, yılan bakışlı o adam benim öz kardeşimdi. Annemden bana kalan son şey oydu. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Annemin beni hayata dönmeye çabalamam için söylediği sözleri anımsadım. Her şey öylesine bulanık ve sisliydi ki tüm bunları sindirmem için zamana ihtiyacım vardı.
Merih, "Lu," dedi beni kendime getirmek için. Ona baktım. Endişeyle bakan griye çalan mavi gözlerine baktım ve titreyen dudaklarımla, "Olcay benim kardeşim," dedim. Merih bana sarıldı. Onun kollarında aklıma gelen şeyi söyledim.
"Annem bir hiç uğruna ölmüş olabilir Merih. Belki de annem babamı hiç aldatmadı."
Merih saçlarımı okşadı. Kendi kestiği saçlara şifalı parmaklarıyla dokundu ve gözlerime baktı. "Benimle gel," dedi Merih elimden tutup beni bahçeye çıkarırken. Birlikte verandadaki aile salıncağına oturduk.
"Hayat ne kadar garip öyle değil mi Lu? Sanki hayatımızda hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam ediyoruz. Peki bunu nasıl başarabiliyoruz? Aslında bunun cevabı sorunun içinde saklı. Her ne yaşarsak yaşayalım hiçbir şey olmamış gibi yaşadıklarımızı zihnimizin en ücra köşesine bir daha hatırlamamak üzere atıyoruz. Aslında bunu yaparken zihnimizin bir köşesini unutmak istediklerimizle doldurduğumuzun hiç farkında değiliz."
Merih yine aynı şeyi yapıyordu. Benim için profesör oluyordu. Benim için yaralarıma korkusuzca dokunuyordu. Parmaklarının kana bulanmasını umursamadan yaralarımı kapatıyordu. Bu sözleriyle de olanları içime attığımı bana hatırlatmıştı. Hayatıma kaldığım yerden devam edebilmenin tek yolunun bazı şeyleri hiç yaşanmamış kabul etmekten bazı şeyleri içime atmaktan geçtiğini düşünmüştüm. Yanılmışım. Yüreğim içime atıp da kırdığım onlarca cam parçası yüzünden yara içindeydi.
"Neden bu dünyada hep güçlü olanlar kazanıyor profesör. Neden güçsüz olanlar hep ezilen hep kaybeden tarafta olmak zorunda?"
"Çünkü yeni dünyanın kanunu bu Lu. Güçlü olan zayıf olanı ezer. Ama ne yazık ki gücü elinde barındırıp da zulme sessiz kalanlar var ya. İşte onlar ilahi adaletin kılıcının kesecekleridir. Göreceksin Lu. Bizler o adaletin kılıcı olduğumuz vakit bu dünyada güçsüzlük diye bir kavram bile kalmayacak. Ezilenler kaybedenler olmayacak. İlk defa bir oyundan herkes galibiyetle ayrılacak. Bunu başarmak sadece bir farkındalık meselesi."
Merih'e baktım. Gökyüzü uzaklara bakıyordu. İçinde özgürce uçan kuşları görebiliyordum. Kuşlar kafeste değildi. Kuşlar Merih'in gözlerinin içindeki gökyüzündeydi. Özgürdüler. Kanat çırpıyorlardı ve mutlulardı. Benim aksime. Merih elimi tutup gözlerime baktı.
"Sen hiç uçmaktan korkan bir kuş gördün mü Lu?" diye sordu iç çekerek.
"Ben gördüm. Kanatları adeta kar taneleriyle bezeli o güzel kuş kanatlarını açmaya korkuyor. Gökyüzünde bütün ihtişamıyla süzülebileceğini bile bile uçmaktan kaçınıyor. Peki ama neden?"
"Kuş belki de yaralanmaktan korkuyordur. Olamaz mı?"
"Sende haklısın. Sonuçta kargaların serçe kılığına girdiği bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyoruz."
İç çekti. Sanki tüm dünya bir olmuş da göğsünün ortasına çöreklenmiş gibi derince bir iç çekti. İkimizde zor günler geçirdik ve hatta geçirmeye de devam ediyorduk. "Korkuyorum Merih," dedim sessizce. Bunu o kadar sessiz söylemiştim ki onun duyup duymadığından bile emin değildim.
Merih beni kanatlarının altına aldı. Bir kanadı kopuktu. Koparılmış kelebek kanadını hayat alıp gitmişti. Geriye sadece yüreği kalmıştı. Başımı onun göğsüne yaslayıp bahçede oynayan Ege'ye diktim gözlerimi. "Korkma. Ben her zaman senin yanında olacağım," dedi Merih.
"Biliyorum Merih Ege'm. Biliyorum fakat bu yaşadıklarımız o kadar ağır ki artık ne yapmam gerektiğini bilmiyorum."
"Şu hayatta yaşanabilecek en ağır şey nedir biliyor musun Lu? İnsanın en çaresiz anında aramak istediği kişinin telefonun diğer tarafında olamayışı. O telefonu hiçbir zaman açamayacak olduğunu bilmek kadar insanı bitiren bir şey olamaz."
"O telefonu her zaman aç Merih. Seni ne zaman nerede ararsam arayayım aç olur mu?"
Gözleri dolmuş dudaklarında her zamanki kusursuz gülümsemesi belirmişti. Bana sıkıca sarıldı. Ege çimenlerin üzerinde maket uçağıyla oynuyordu. Onun yanaklarında beliren gamzeleri aramızdaki mesafeye rağmen görebiliyordum. Merih'e, "Beni ruhumu dinlendirebileceğim sakin bir yere götürür müsün?" diye sordum.
"Götürürüm. Seni istediğin her yere götürürüm Lu."
"O zaman gidelim. Sen, ben ve minik denizimiz buradan çok uzaklara gidelim."
Merih elimden tutup beni kaldırdı. Birlikte içeriye geçtik. "Gideceğiz Lu. Fakat ondan önce sana göstermek istediğim bir şey var," dedi Merih gülümseyerek. Birlikte üst kata çıktık. Merih beni Ege'nin odasının hemen yanındaki odanın kapısının önünde durdurdu ve kapıyı yavaşça araladı. Gördüğüm şeyle gözlerimin dolduğunu hissettim.
"Burayı ne zaman hazırladın?"
"Burası çok uzun zamandır var Lu. Ama benim göstermeye hiç cesaretim olmadı."
Odaya baktım. Bembeyaz odanın tam ortasındaki beşiğe, tavandan sarkan vitray camdan yapılma renkli kelebeklere baktım. Duvardaki rafta oyuncaklar sıralıydı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüştü. "Çok güzel," dedim gözlerim dolu dolu. Beşiğe doğru adımladım. İçinde beyaz bir zarf vardı. Tıpkı beni hayatımızın geri kalanını geçireceğimizi düşündüğümüz o eve götürdüğündeki gibi...
Zarfı parmaklarımın arasına alıp yırtmamaya özen göstererek araladım. İçinde, "Bir gün bu evde senden bir tane daha olacak Lu. İşte o zaman ben bu dünyadaki gelmiş geçmiş en şanslı adam olacağım," yazıyordu. Bu o gün beşiğin içinde bulduğum nottu. Hayallerimizi o evden bu odaya taşımıştı Merih.
Notu zarfına geri koydum. Rüyamda gördüğüm daha o zamandan hayal ettiğimi o tatlı kız çocuğunu düşündüm. Merih bana doğru yaklaştı. "Artık gitmeye hazırız Lu," dedi Merih. Artık gitmeye hazırız.
*******
Ege'yi hazırlayıp arabaya yerleştirdim. Her şeyi ayarlamıştık. Tüm bu yaşananlardan sonra taze orman havasının bana iyi geleceğini söyledi Merih. Bu yüzden üçümüz Merih'in eskiden gittiği köşke gidiyorduk. Ege arka koltukta heyecandan sabırsızca kıpırdanıyordu. Babasıyla gölde balık tutacak olmak onu şimdiden heyecanlandırmıştı. Tabii bir de ördekleri besleyecek olmanın verdiği heyecan vardı. Merih arabayı çalıştırdı. Yola çıktığımız sırada uzanıp radyoyu açtım. Radyoda Güncel Gürsel Artıktay'ın "Uzak Yol" isimli şarkısı vardı.
Güneş doğdu avuçlarımda Bahar yüzümde Hayat okşar ruhumu derinlerde Bilen var mı aklım nerede? Alıp götürdün Sormak gelir içimden, rüzgar mısın aşk mısın? Bir uzun yoldan geldim Ardım bomboş Aşk yolundan dönmem derdim Kimler sarhoş?
Şarkının sözleriyle bambaşka alemlere dalıp gittim. Camdan dışarıya baktım. İçeriye dolan ılık meltem ve şarkının melodisiyle gevşediğimi hissettim. Kısa süreliğine de olsa gidiyorduk. Her şeyi kısa süreliğine de olsa ardımızıda bırakmak hepimize iyi gelecekti. Kısacık bir zaman diliminde de olsa her şeyi bir kenara bırakmak en çok da bana iyi gelecekti.
Jane'in hapishanede cezasını çektiğini bilsemde içimde bir sıkıntı vardı. Bana bir kızı olduğunu söylemişti. O kıza ne oldu? O kızın şu an durumu nasıl? Merak ediyordum. Jane'i değil belki ama o kızın nasıl olduğunu merak ediyordum. Hayat ne kadar da garip öyle değil mi? Öldürdüğüm adamın kızı için endişe duyuyordum. Sanki buna hakkım varmış gibi...
Benim o kızı merak etmeye bile hakkım yoktu. Benim o kızı düşünmeye bile hakkım yoktu. Ailesiz kalmasında dolaylı olarak etkim vardı ve bunu düşünmek bile canımı sıkmıştı. Camı biraz daha açtım. Rüzgar hafiften şiddetlendi. Yüzümü okşayarak arabanın içine doluyordu rüzgar. Gamzelerimi dolduruyordu. Ruhumu dolduruyordu ve içimdeki çatlaklara sızıyordu. İçim ürperiyordu. Kalbimin içinde rüzgar geziniyordu.
Bir süre bu hisle barışık bir yolculuk yaptım. Araba iki katlı eski bir evin önünde durana kadar yaklaşık üç saat yol gitmiştik. "Sonunda geldik," dedi Ege yolculuktan sıkıldığını belli edercesine. Merih onu koltuğundan indirdi. Hemen ardından bagajdaki bavulları içeri taşımak üzere işe koyuldu. Geriye bir tek ben kalmıştım. Arabadan yavaşça inip eve baktım. Çamur yeşili duvarlarıyla bu eski ev etrafındaki ormanla adaptasyon sürecine girmiş gibi görünüyordu. Etrafta sayısız ağaç ve tam karşısında da yine yeşil suyuyla üzerinde ördeklerin gezdiği bir de gölet vardı.
Ege daha şimdiden ördeklere bakmak üzere göletin kenarına koşmaya başladı. "Çok fazla yaklaşma sakın," diyerek uyardım onu. Merih bavulları içeriye yerleştirmeyi bitirdiğinden Ege'ye göz kulak olmak üzere yanına gitmişti. Bende uzun yoldan geldiğimizden bize yiyecek bir şeyler hazırlamak üzere mutfağa geçtim. Dolapta Merih'in önceden eve bir şeyler alması için evden sorumlu olan adama haber vermesi sayesinde her şey vardı.
Dolabın içine kısaca bir göz gezdirdikten sonra Merih'in akşam için balık tutacağını anımsadım. Onun yerine bizi akşama kadar idare etmesi için sandviçler yapmaya karar verdim. Sandviçleri hazırlayıp bir kenara bıraktım. Tam o esnada masanın üzerinde koca bir kase portakal olduğunu gördüm. Turuncu ve sulu sulu portakal iştahımı kabartmıştı. Sanırım aşeriyordum. Kaptan bir tane portakal alıp heyecanla soymaya başladım. Sonrasında bir dilimini büyük bir iştahla ısırdım. Ağzımda patladı. Sulu ve tatlıydı. Tabii bir o kadar da taze.
Muhtemelen bahçeden yeni toplanmıştı. İkinci dilimi ağzıma tıktığım sırada mutfağın kapısından Merih'in girdiğini gördüm. Onu görünce portakalı arkama saklama ihtiyacı hissettim. "Lu," dedi Merih gülerek yanıma gelirken. Portakalı usulca tezgaha bırakıp yaramazlık yapmışım da yakalanmışım gibi bakışlarımı kaçırdım.
Merih, "Sen bir şey mi saklıyorsun?" diye sordu. Yanıma gelip kollarını tezgaha dayadığında beni kendine hapsetmişti. Yüzüme doğru eğildi. Bu halim onu epey bir eğlendirmişe benziyordu. "Bakalım sakladığın şeyi tadı nasılmış?" dedi Merih ve dudaklarımdan öptü. Geri çekildiğinde utancımdan kıpkırmızı olmuştum. Tabii tam o sırada mutfağa dalan Ege'nin de bunda etkisi bir hayli büyüktü.
Ege'nin gelişiyle Merih ile kendimize çekidüzen vermiştik. Ege babasının kollarına koşarken tezgaha sakladığım portakalı çıkardım. O kadar sabırsızdım ki bir dilim daha ağzıma attım. Tadıyla mest oluşum birilerinin dikkatinden kaçmamıştı. Birer dilim de iki yakışıklıya yedirdikten sonra gerisini ağzıma tıkıştırmaya başladım.
"Aşerdin mi sen?" diye sordu Merih tatlı tatlı. Portakalımı bitirince ona baktım. Kusursuz gülümsemesine takılı kaldım. Muzip bir ifadeyle sırıttım.
"Canım çok çekti," dedim iç çekerek. Sonra da ikisine de sıkıca sarıldım. Ege neşeyle kıkırdadı.
"Artık balık tutabilir miyiz baba?" diye sordu Ege. Onlar balık tutmak üzere gölete gitti. Bende aç kalmamaları için sandviçlerini götürdüm. Bahçedeki sandalyelerden birine kuruldum. Ege ile Merih'in birlikte balık tutmalarını iç çekerek izledim.
Merih bu hayatta sahip olabileceğim en doğru eşti. Mükemmel bir babaydı ve kesinlikle her yönden mükemmel bir adamdı. Onun Ege ile böylesine güzel vakit geçirmesi, onunla ilgilenmesi, konuşması beni öylesine mutlu ediyordu ki huzur bulduğumu hissediyordum. Uzaktan onları izliyordum. Birbirinin tıpatıp aynısı olan iki insanın bir manzara olduklarından habersiz duruşlarını izliyordum. Benim bu hayattaki en büyük şansım onlardı. Merih'ti. Adını onun denizinden alan Ege'ydi. Benim şansım onlardı. Bir de içimde büyüyen bebeğim...
Merih ile Ege birlikte keyifli bir balık tutma macerasının ardından Ege'nin balıklara kıyamayıp gölete geri salmasının üzerine başka bir yemek pişirmiştim. Ege'nin deyimiyle özel anne makarnası yapmıştım. Öğlen yemeği menümüzde oğlumuzun pamuk kalbi sayesinde anne makarnasıyla kapattık. Ben tabakları toplayıp mutfağa geçtim. Ege bütün gün bahçede koşup oynadığından yorgun düşmüş içerde koltukta sızıp kalmıştı.
Tabakları yıkayıp bulaşıklığa yerleştirdiğim sırada Merih'in sıcak nefesini ensemde hissettim. Askılı elbisemin düşen askını düzeltip kollarımı okşadı. Parmakları tenimde öyle ağır hareket ediyordu ki sersemlediğimi hissediyordum. "Seni seviyorum," diye fısıldadı Merih. Sonrasında saçlarımı kenara alıp kelebeğimin kanatlarını öptü. Sıcak busesi kelebeklerimin kanatlarını kül etti.
Ona döndüm. Gözlerinde yaşlar parlıyordu. "Benim bir iki saatlik işim var Lu," dedi Merih sıkıntıyla ensesini kaşıyarak.
"Daha yeni tüm sorunlarımızdan uzaklaşmışken ne işinden bahsediyorsun Merih?"
"Biliyorum. Burada sana ve Ege'ye vakit ayırmam gerek ama gerçekten çok acil bir mesele. Jane ile ilgili ve Turan'ın arabası arızalanıp yolda kaldığından üstüne bir de burayı bulamadığından dolayı ormanda onu bulmaya gitmem gerek."
Jane'in adının anılması bile tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. Her ne kadar Merih'ten ayrılmak istemesemde, "Çabuk gel," dedim küçük bir çocuk gibi dudak bükerek. Sonra ona sarıldım. Kokusunu içime çektim ve kapıdan çıkışını izledim. Bana el salladı. Son bir kez bana baktı ve orman yolunda gözden tamamen kayboldu. |
0% |