@sevvnuraydn
|
Kuş ailesi için ölümlerden dönmüş. Yaşama sıkı sıkı tutunmuş. Onlar için tüm yaşadıklarını ardında bırakmış kuş. Beyaz kanatlarında acılar varmış. Yüreğinde ise korku varmış. Ama tüm bunlara rağmen kuşun aşkı galip gelmiş. Aşkı için ailesi için acılarını kanatlarını kaybetmek pahasına ardında bırakmış.
Kelebek kuşuna, "Gidelim," demiş.
"Nereye gideceğiz kelebek? Biz nereye gidersek gidelim yaşadıklarımız da bizimle birlikte gelmez mi?"
"Gelir," demiş kelebek. "Gelir..."
"Bu yüzden yaşadıklarımızı ardımızda bırakmaya değil. Kabullenmeye ihtiyacımız var."
"Ya kabullenirken daha çok acı çekersem?"
"Kabullenmek zordur beyaz kuş. Hatta yaşamaktan bile daha zor."
"Korkuyorum. Kabullenirken daha da yaralanmaktan korkuyorum," demiş beyaz kuş. Kelebek gülümsemiş.
"Korkma," demiş kelebek ve eklemiş.
"Benim koparılmış kanatlarım sana siper olur. Sen yeter ki uçmaktan hiç vazgeçme olur mu?"
_______
Merih'in gidişinin üzerinden neredeyse iki saat geçti. Fakat ne o ne de Turan'dan bir haber yoktu. Üstelik ormandan gelen üç el silah sesinin üzerine elim yüreğimde Kerim'i aramaya çalışıyordum. Tabii ben her aradığımda telefonu meşgule düşüyordu. Korkudan kalbim boğazımda atıyordu. Ege'yi evde tek de bırakamıyordum. Bulunduğumuz yer pek de tekin bir yer değildi ve silah seslerinin üzerinden epey bir vakit geçmişti. Aklıma binbir türlü ihtimal gelirken Kerim nihayet telefonunu açtı. "Kerim," dedim titreyen sesimle.
"Luna sen iyi misin?"
"Merih gitti Kerim. Telefonuma da cevap vermiyor. Ormanda Turan ile buluşmaya diye çıktı ve hala geri dönmedi."
"Ne zaman gitti?"
"İki saat oldu. Ormandan silah sesleri geldi. Başına bir şey gelmiş olabilir," dedim endişeyle. Kerim kısa bir anlığına tek bir kelime etmedi. Sonrasında öyle bir şey söyledi ki başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi hissettim.
"Yılın bu zamanı oralarda ördek avlanır. Başına bir şey gelmiş olabilir. Ben hemen oraya geliyorum," dedi Kerim ve telefonu bir şey dememe kalmadan kapattı. Elimdeki telefon pat diye yere düştü. Kafamın içinde yankılanan tek kelime avlanmak kelimesiydi.
Merih ormanda kör kurşunların hedefi olmuş olabilirdi. Bunun ihtimali bile aklımı kaçıracak gibi olmama yetmişti. Salona geçtim. Ayakta duracak gücüm yoktu. Ege koltukta uyuyordu ve benim elimden hiçbir şey gelmiyordu. "Merih," diye fısıldadım kendi kendime. Onun iyi olması için dualar ediyordum. En sonunda kendimi daha fazla tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Hıçkırıklarım yüzünden Ege de uyanmıştı. Beni öyle görünce korkuya kapıldı. "Anne neden ağlıyorsun?" diye sordu Ege. Onu korkutmak istemiyordum. Kendime Merih'in iyi olduğunu hatırlattım. Sonra ellerimin ayasıyla yanaklarımdaki ıslaklığı sildim.
"Bir şey yok annecim."
"Babam nerede?"
Ona ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Babasının iyi olup olmadığını bilmiyordum ve oğluma bunu yansıtmamak zorundaydım. "Baban ormana Turan amcanın yanına gitti oğlum. Biraz sonra gelirler," dedim güçlükle. Şükürler olsun ki Ege bu konuyu daha fazla üstelemedi. Onun yerine sanki bana destek olmak istercesine kollarını bedenime doladı. Başını göğsüme yasladı ve beni sakinleştirdi.
Aradan saatler geçti. Ne Merih'ten ne de Kerim'den bir haber vardı. Hava kararmıştı. Akşam olmuş ve benim içimdeki korku zaman geçtikçe an be an artmaya devam ediyordu. En sonunda biri kapıyı çaldı. Ege'yi koltuğa oturttum. "Ben şimdi kapıya bakmaya gidiyorum. Sende burada beni bekle annecim," dedim ve kapıya koştum. Kapıyı ardında kimin olduğunu sormadan açıverdim.
Karşımda Merih'i görmeyi beklemiştim. Onun griye çalan mavi gözlerle bana bakmasını kollarına alıp beni korkulacak bir şeyin olmadığını söylemesini bekledim. Ama bunların hiçbiri olmadı. Karşımda Turan ve Kerim vardı. Ama o yoktu. Merih yoktu. Kocam yoktu.
Gözlerim ikisinin arasında gidip gelirken, "Merih nerede?" diye sordum titreyen sesimle. İkisi de tek kelime etmedi. Bu sessizlik iyiye işaret değildi.
"Bir şey oldu," dedim ağlamaya başlayarak. Turan ile Kerim içeri geçti. İkisi de perişan görünüyordu. Turan içeriden Ege'yi alıp dışarı çıkarken anladım her şeyi.
Kerim ile salona geçtim. "Merih Ege nerede?" diye sordum bağırarak. Sesim çatlamıştı. Bu belirsizlik artık canıma tak etmişti. Birinin bana burada neler döndüğünü anlatması gerekiyordu.
Kerim bir türlü bakmaya cesaret edemediği gözlerime dikti gözlerini. "Çok üzgünüm," dedi yaşlı gözlerle. Başımı salladım. Bu zihnimin bana oynadığı kötü bir oyundu. Merih birazdan kapıyı açıp içeri girecekti. Biliyorum.
Merih Ege beni bırakmazdı. Bırakamazdı. "Yalan söylüyorsun!" diye bağırdım çatallaşan sesimle. Boğazıma keskin bir ağrı saplandı. Yutkunamadım bile.
"Şimdi Merih'i arayacağım ve o bana cevap verecek!"
Yeri döven adımlarla mutfakta düşürdüğüm telefonumu alıp Kerim'in yanına geri döndüm. Merih'i aradım. Telefon uzun uzun çaldı. O kısacık an bana azap gibi geldi. Bana sabah ne dediğini anımsadım. "Şu hayatta yaşanabilecek en ağır şey nedir biliyor musun Lu? İnsanın en çaresiz anında aramak istediği kişinin telefonun diğer tarafında olamayışı. O telefonu hiçbir zaman açamayacak olduğunu bilmek kadar insanı bitiren bir şey olamaz," demişti.
"Aç telefonunu Merih," diye fısıldadım. Şu an hayatımın en çaresiz anını yaşıyorum ve onun bu telefonu açmasına daha önce hiç olmadığı kadar çok ihtiyacım var.
"O telefonu her zaman aç Merih. Seni ne zaman nerede ararsam arayayım aç olur mu?"
Ona sabah böyle söylemiştim. Ama şimdi o telefonumu açmıyordu. Merih telefonumu açmadı. Telefon uzun uzun çaldı ve açan olmadı. Kerim telefonu kulağımdan indirdi. Yaşlı gözlerle, "Onu ormanda ölü olarak buldum," dedi.
Telefon ellerimin arasından kayıp düştü. Başımı salladım. "Yalan söylüyorsun! Bana yurtdışına çıktı dediğinde hapishanede olduğundan habersiz beş yıl geçirdim ben! Şimdi de yalan söylüyorsun Kerim. Merih Ege beni bırakıp gitmez! Gidemez!" diye bağırdım. Boğazım acıyordu. Yaşlar gözlerimi yakıyordu ve Kerim ısrarla, "O av tüfeğiyle vurulup öldü," diyordu.
Onu ittim. Göğsüne gülle gibi yumruklarımı indirirken, "Yalan söylüyorsun!" diye bağırdım. Başka tek kelime edemedim. Sevdiğim adamın beni bırakıp gidişini kabul etmedim. Edemedim. Böyle bir şey nasıl kabul edilirdi ki?
Bir yerde okumuştum. Allah der ki, "Kimi benden çok seversen onu senden alırım." Ve ekler: "Onsuz yaşayamam" deme, seni onsuz da yaşatırım. Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar. Dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur, öyle garip bir dünya. Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur.
"Düşmem" dersin düşersin,"Şaşmam" dersin şaşarsın. En garibi de budur ya "Öldüm" der, yine de yaşarsın.Ben yaşadım.
Merih'i kaybetmemin üzerinden aylar ve mevsimler geçti. Yaz geçti. Sonbahar geçti. Kış geldi. Bitmek bilmeyen sonsuz bir kışa mahkum oldum. Onun yokluğunda çetin bir kışta mahsur kaldım. Her gün büyük bir umutla yanıma geleceği anı bekledim. Bana bir keresinde şöyle demişti. "Umut çok tehlikeli bir şeydir. Bu yüzden kime verdiğine dikkat et," demişti Merih Ege.
Göğsümde atan kalp bana umut vermişti. Çünkü biliyordum. Ben yaşadığım müddetçe o da bir yerlerde yaşıyordu. Hem ne demişti namı diğer profesör, "İnsanın şu hayatta tutunmaktan vazgeçemeyeceği tek dal umuttur Lu."
Ben o dala tutunmaktan hiçbir zaman vazgeçmedim. Her gün pencereden dışarıya baktım. O ormanı izledim. O evden tek bir adım bile atmadan aylarca onun o koca ormandan çıkıp geleceği anı bekledim. Onu kelebek mezarlığına gömmemiz benim için hiçbir şey ifade etmedi. Ben onu gömmedim. O gelecekti. Biliyorum gelecekti. Bana gelecekti. Oğluna gelecekti. Karnımda doğmasına sayılı gün kalan küçük kızı için çıkıp gelecekti.
Elimi kocaman olmuş karnıma yerleştirip camdan dışarıya baktım. O gün Ege ile balık tuttuğu göl buz tutmuştu. Ağaçların dalları çıplaktı ve her yer karla kaplıydı. Ege bahçede karla oynuyordu. Yukarıdan ona bakıyordum. Bir yandan da Kerim'in gelip beni almasını bekliyordum. Artık eve dönmem gerekiyordu. Çünkü doğuma sayılı günler kaldı ve yakınlarda hastane yok. Yollar buzlu. Doğumum başlarsa büyük bir riske girmiş olacaktım.
Aşağıya baktım. Kerim'in arabası karları yararak evin önünde durdu. Ege heyecanla amcasının kollarına koştu. Gitme vaktim gelmişti. Aşağı kata indim ve hemen sonrasında dışarı çıktım. Hava buz gibiydi. Girişten paltomu alıp giyindim. Karnımdan dolayı paltonun önünü tam kapatamamıştım. Botlarımı giydim ve hemen ardından beni bekleyen Kerim'in yanına gittim.
"Eve dönmeye hazır mısın?" diye sordu Kerim. Neredeyse her gün beni kontrol etmeye geliyordu. Merih'in yokluğunda bir an olsun beni yalnız bırakmamıştı. Ona minnettardım. Ama hala olanlardan sonra o eve dönmeye cesaretim yoktu. O ev anılarla doluydu. Koridorları Merih ile doluydu. Odaları Merih gibi kokuyordu. Merih benim için hala o evde yaşıyordu.
Arabaya bindim. Kerim Ege'yi araba koltuğuna yerleştirirken paltomla karnımı kapatmaya çalıştım. En sonunda pes ettim. Arkama yaslandım ve uzun sürecek olan yolculuğumuza kendimi hazırladım. Ege arkadan, "Anne babam bizi evde mi bekliyor?" diye sordu. Ona babası hakkında tek kelime etmedim. Ne ona boş bir ümit verdim ne de umudunu kırdım.
Kerim, "Ona söylemedin mi?" diye fısıldadı. Başımı olumsuz anlamda salladım. Böyle bir şeyi ona yapamamıştım. Elimi karnıma yerleştirdim. Serçe içimde hareket ediyordu. Bir balık gibi karnımın içinde hareket ettiğini hissediyordum. Sırf konuyu dağıtmak adına uzanıp radyoyu açtım. Radyoda Emre Aydın'ın "Son Defa" isimli şarkısı çalmaya başladı.
Son defa görsem seni Kaybolsam yüzünde Son defa yenilsem sana Hiç anlamasan da Son defa benim olsan Uyansam yanında
Şarkının sözleriyle gözlerim yaşlarla doldu. Başımı arkaya yaslayıp gözlerimi kapattım. Çünkü artık onu sadece düşümde görebiliyordum. Hayallerimde hala canlıydı. Tenime dokunuşunun sıcaklığını hayallerde bile olsa hissedebiliyordum. Sözleri hala ilk söylediği andaki gibi kalbime dokunuyordu. Ağladığımda beyaz ipek mendiliyle yaşlarımı siliyordu. Beyaz zarflarıyla beni iyileştiriyordu. Fakat şimdi dönüp baktığımda tüm bunlar hiç yaşanmamış da kendi hayal ürünümmüş gibi geliyordu.
Canımı en çok da bu yakıyordu. Onu unutmak, onun hatırasının zihnimden uçacak olması ihtimali bile beni delirtiyordu. Araba yolda ağır ağır ilerliyordu. Yollar neredeyse kapalıydı. Dışarıda en az yarım metre kar vardı ki gözlerimi açmama neden olan bir sancı girdi. İrkilerek gözlerimi açtım. Kerim, "Luna iyi misin?" diye sordu.
Başımı hafifçe salladım. "İyiyim. Sadece küçük bir sancı girdi," diye mırıldandım. Ama sonrasında sancılarım sıklaşmaya başladı. Kasıklarımda dayanılması güç bir ağrı vardı. Acıyla inlediğimde Kerim, "Dayan hastaneye gidiyoruz," dedi. Karlı yollarda hastaneye nasıl yetişeceğimizi düşündüm. Fakat sancım git gide dayanılması zor bir hal aldığından derin derin nefesler almaya başladım.
Arabanın kenarındaki tutacağı sıkıca tuttum ve derin derin nefesler almaya devam ettim. Kerim olabildiğince hızlı bir şekilde arabayı hastaneye doğru sürüyordu. Tabii bulunduğumuz yerde hastane bulmak samanlıkta iğne aramaktan farksızdı. Ege arkadan, "Anne neler oluyor?" diye sordu korkuyla.
"Sanırım kardeşin biraz sabırsız çıktı oğlum."
Acıdan kendimi tutmayıp çığlık attım. Tabii bu yaptığım Kerim'i daha da paniklendirdi. Kerim son sürat karlı yolları aşmaya çalışıyordu. Beni olabilecek en kısa sürede hastaneye yetiştirmeye çalışıyordu. Bir yandan da telefonundan en yakın hastanenin konumuna bakıyordu. Kerim küfür etmemek için kendini çok zor tuttu. Ege'nin yanında küfür etmek istemedi. Fakat görünen o ki hastane hiç de yakın değildi.
Kerim gaza bastı. Arabada uçarcasına gidiyorduk. Dışarıda hafif kar atıştırmaya başladı. Sancılarım git gide kuvvetlendi ve olabilecek en kısa yoldan giderek kazasız belasız hastaneye yetişmeyi başardık. Beni tekerlekli sandalyeye alıp doğumhaneye götürdüler. Ege Kerim'in yanındaydı ve ben tıpkı yıllar önce de olduğu gibi yine tek başıma doğuma gidiyordum. Tek başıma...
Kaybedecek vakit yoktu. Doğuma alındım. Acılı kıvranışlar ve saatler süren zorlu bir mücadelenin ardından doğumhanede onun sesi yankılandı. Ağlıyordu. Kan ter içinde kalmama rağmen ona baktım. Öyle güzeldi ki keşke Merih de bu anı görebilseydi dedim içimden. Keşke Merih de bu anı görebilseydi.
Bebeğimin ağlamalarının yerini yavaş yavaş huzurlu bir uykuya bırakışını izledim. Doğumdan sonra beni bir odaya aldılar. Bebeğim hazırlanıyordu. Hemşireler onu hazırlayıp bana getirecekti. Odamda tek başıma öylece bebeğimi getirecekleri anı bekledim. Fakat bir terslik vardı. Kerim de Ege de ortalarda yoktu. Peki ama neredelerdi?
Yeni doğum yapmıştım. Halsizdim ve onları aramaya halim yoktu. Öylece yatağımda beklemekten başka bir şey yapamadım. Bir süre sonra beyazlar içinde bebeğimi getirdiler. Serçe'yi kollarıma aldım. Öyle minik ve güzeldi ki o an çektiğim tüm acıların yerini tatlı bir duyguya bıraktı. Annelik duygusuna...
Hemşire, "Biri sizi görmek istiyor," dedi. Aklıma tek gelen şey Merih'ti. Fakat onun beni burada bulamayacağını biliyordum. Gerçekçi olmak zorundaydım. Muhtemelen Kerim ile Ege gelmiş olmalıydı.
Hemşire bebeğim ile beni baş başa bırakıp dışarı çıktı. Tam o sırada odaya giren kişi her kimse ayakkabısından tak tak sesleri yankılandı. En azından onu görene kadar bu sesin ayakkabısından geldiğini sanıyordum. Kapı kapandı ve ben onunla göz göze geldim. Hiç tanımadığım daha doğrusu hayatımda sadece bir kez gördüğüm o adamla.
"Yanlış geldiniz sanırım," dedim ama onu daha öncesinde de gördüğümü biliyordum. O Merih ile orman yolunda kaza yaptığımızda bize yardım eden orta yaşlı adamdı. Fakat o zamanın aksine şu an farklı görünüyordu. Üzerinde gri bir takım elbise vardı. Elinde aslan başlı bir değnek ile birlikte buz gibi soğuk bakışlarıyla bana bakıyordu. Dudaklarına yayılan tebessüm işkillenmeme neden oldu.
"Yanlış gelmedim. Sana geldim."
Söylediği şeyle kucağımda bebeğimle yataktan kalktım. Odanın en köşesine ondan olabildiğince uzağa geçtim. "Sen kimsin ve benden ne istiyorsun?" diye sordum sinirle. Mavi gözleri gülerken kısıldı. Alaycı kahkahasıyla elindeki bastonu hafifçe yere vurdu ve, "Artık tanışmamızın zamanı geldi gelinim," dedi.
"Ben Hünkar Server."
Söylediğiyle hayatımın şokunu yaşadım. Bu mümkün olamazdı. Hünkar Server hayatta olamazdı. O yıllar önce Merih Amerikadayken ölmüştü. Karşımdaki adam o olamazdı. Olmamalıydı. "Sen o olamazsın. Hünkar Server yıllar önce öldü," dedim her kelimemin üzerine basa basa.
Kıkırdadı. "Ölmedim. Herkesin öldüğümü sanmasını sağladım," dedi.
Hünkar Server yaşıyordu. Mahşer'i kuran, kötülüğün ilk adı yaşıyordu ve şu an tam karşımdaydı. Kucağımda huzursuzca kıpırdanan bebeğimi hafifçe sallarken, "Benden tam olarak ne istiyorsun?" diye sordum. Gülümsedi. Kibirli ve zalim olduğunu bu gülümsemesiyle bir kez daha anlamış oldum.
"Sana buraya gerçekleri anlatmaya geldim Luna. Annenin ölümünden tut da hayatında olan her şeyi sana anlatmaya geldim."
"Annemin ölümü mü?"
"Annenin ölümü sandığın şekilde olmadı. Ondan oğlunu aldım. Sonra da onunla olabilmek için oğlunu kullandım. Annen de sırf oğlunu yeniden görebilmek için benim yanıma geldi."
"Sizi bir arada gören babam da," dediğimde gerisini getiremedim. Annem masumdu. Babamı aldatmamıştı. Her şeyin tek suçlusu karşımdaki iğrenç adamdı. Öfkeyle baktım mavi gözlerine. Merih'in şefkatli bakışlarının binde biri bile yoktu onda.
"Annem senin yüzünden öldü!"
"Annen benim yüzümden ölmedi! Anneni benden aldılar ve bunun bedelini kızı ödüyor."
"Ne demek istiyorsun?"
"Çok safsın Luna. Fazla safsın. Annenin öldüğü günden bu güne kadar hayatında olan her şeyi bizzat ben planladım. Hayatını, kaderini ve önüne çıkan yolların hepsini ben bizzat senin için planladım. Merih Ege ile Amerika'da aynı okulda okuman tesadüf değildi," dedi Hünkar Server sinir bozucu bir sakinlikle. Ardından derin bir iç çekerek bana doğru bir adım attı.
"Merih ile yıllar sonra karşılaşman, annenin Londra'da olduğunu sandığında sana sunulan o mükemmel teklif ve hatta Kartal ile olan birlikteliğinde dahil hiçbir şey tesadüf değildi. Tüm bunları ben planladım. Mahşer'in içine kadar girmeni ben sağladım. Tahsin'den sevdiğim kadının intikamını almak için tek yol kızıydı. Bende öyle yaptım. Kızının düğün gününde bıçaklanmasını ben sağladım. Kartal'ın kızının annesiz kalmasına ben sebep oldum ve tüm bunların içinde sana tüm bu acıları bizzat ben yaşattım."
Hünkar Server benim hayatımı mahvetmekle kalmamış bu uğurda başkalarının da hayatlarını karartmıştı. Ben bunca zaman Jane'in hapiste olduğunu sanırken onun öldüğünü bu alçak adamdan öğreniyordum. Öğrendiklerimden sonra aklımı kaçıracak gibi hissettim. "Tüm bunları bana neden anlattın?" diye sordum güçlükle.
Dudaklarında eğreti duran bir tebessüm belirdi. Bana doğru iki adım daha attı. Buz kadar soğuk bakan mavi gözleriyle, "Bunları sana anlattım çünkü artık yolun sonuna geldin Luna. Kızını bana vereceksin," dedi. Gözleri kollarımda uyuyan bebeğime kaydı.
"Ölürüm. Ama asla sana kızımı vermem!"
"Ben yaşayacağını söylemedim küçük Luna. Sende annenin yanına gideceksin. Tüm bunları sana ölürken huzur içinde uyuman için anlattım. Sen ölürken kızın güvende olacak."
Bunu öylesine soğukkanlılıkla söylemişti ki kanımın donduğunu hissettim. Ben ölecektim ve o adam kızımı alacaktı. Ne yapacaktım? Hünkar Server belindeki silaha uzandı. Silahı sanki oyuncak tabancaymış gibi gayet rahat bir şekilde alnıma doğru tuttu. "Şimdi onu bana ver," dedi tekdüze.
Çaresizdim. Ben ölecektim ve kızımı alıp gidecekti. Elimden kızımı korumak için hiçbir şey gelmiyordu. Ağlayarak kızımı ilk ve son kez kokladım. Güzel kokusunda boğulduğumu hissediyordum. Kollarımda ağlamasını umursamamaya çalışarak son bir kez onu öptüm. Namlu alnıma doğru tutulmuştu. Ben kaybetmiştim. Benim için yolun sonu buydu. Kızımı son bir kez bağrıma bastım ve kaybetmeyi gözlerim kapalı bir şekilde bekledim. |
0% |