Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22.Bölüm: Kelebek Avı

@sevvnuraydn

İntikam soğuk yenen bir yemektir derler. Kuş bunun farkındaydı. Kartal'dan alacağı öcü düşünerek sabırlı olmayı öğrenmişti. Sonuçta sabrın sonunda onu güzel bir başlangıç bekliyordu.

 

Kuş derin bir iç çekmiş. Kelebeğine sarılıp bugünlerin çabuk geçmesini dilemiş. Kelebek ise endişeliymiş. Ya o zalim kartal kuşuma yeniden zarar verirse diye düşünmeden edemiyormuş.

 

İhtimallerin içinde boğulduğunu hissediyormuş kelebek. Kötü düşüncelerin arasında yok olduğunu hissediyormuş. Çaresizliğin içinde gözleri kuşunu bulmuş. Onun aslında ne kadar güçlü ve cesur olduğunun farkına varmış. Sadece içindeki cesaretin aslında ne kadar büyük olduğunu onun da fark etmesi gerekiyormuş.

 

Kelebek ona notlar bırakmış. Bu notlar cesaret mürekkebiyle yazılmış. Her kim okursa içinde saklanan cesareti bulurmuş. Kuş okumuş kelebeğin yazdıklarını.

 

Gülümsemiş. Kelebeğin sözleri onu kendine getirmiş. Artık ne kara kartaldan ne de onun yandaşı aslanlardan korkuyormuş. Onun içinde artık korku yokmuş.

 

Aklında sadece kelebeğiyle güzel bir hayata başlayacak olduğu düşüncesi varmış. Bunun içinse her türlü zorluğa göğüs germeye hazırmış.

 

Kuş intikamını almak ve etrafını saran karanlığı bastırmak için kartala gitmiş. Kartal uçurumdan attığı kuşu karşısında görünce aklını yitirdiğini sanmış. Tam da kuşun istediği gibi...

 

Kartal kuşun varlığını inkar etsede bu ona fayda vermemiş. Boynu bükülmez herkese yüksekten bakan kibirli kartal beyaz kuşun önünde diz çökmüş. Gözyaşlarının arasından kuştan bağışlanma dilemiş.

 

Kuş o an kartala gerçek benliğini göstermiş. Kartal gözlerine inanamamış. Uçurumdan çakılan ay tam karşısında duruyormuş. Kuş ondan intikamını böyle almış. Kartalı adalete teslim ettiğinde kuş kendini hiç olmadığı kadar özgür hissetmiş.

 

Kartalın yuvasından uçarken kelebeğini görmüş. Ona doğru kanatlanmış. Beyaz tüyleri kelebeğine sarılmış. Kartal ise gördüğü manzara karşısında sessiz kalsada gözleri yaklaşacak olan fırtınanın habercisiymiş.

 

Kuş ile kelebek o gece sadece kartalın değil ormandaki karanlığında sonunu getirmişler. Birlikte acıların altında mutlulukla dans etmiş yaralarının yağmurla birlikte toprağa karışmasına izin vermişler.

 

_______

 

"Bugün seni çok eğleneceğin bir yere götüreceğim Lu. Ama ondan önce başka bir yere uğramamız gerek," dedi Merih. O gece bir rüyadan uyanmış, ıslak kıyafetlerimizden sonra Merih'in evden getirttiği kıyafetleri giyinip mahşerden ayrılmıştık. Şimdi ise aradan geçen huzur dolu birkaç günün arından birlikte dışarıda güzel bir restoranda kahvaltı ediyorduk.

 

Bir parça ekmeğin üzerine bal sürerken gözlerim onun üzerindeydi. Yüzündeki gülümsemeyi her ne kadar bastırmaya çalışsa da ona inat daha da genişliyordu sanki.

 

Griye çalan büyüleyici mavi gözleriyse oturduğumuz restoranın camından yansıyan denize takılı kalmıştı. O an gökyüzümün denizle buluştuğunu hissettim. Ege denizinin gökyüzüyle buluştuğunu...

 

"Bugün bizim günümüz," dedim gülümseyerek. Beni başıyla onayladı üzerine vişne reçeli sürdüğü bir parça simidi dudaklarıma götürdü. Kıkırdayarak uzattığı simidi yemiştim.

 

Birlikte sessizce kahvaltımızı ettik. Daha sonra Merih'in hesabı ödemesiyle restoranın otoparkındaki arabaya geçtik. Emniyet kemerimi taktım. Merih anahtarı kontağa sokup çevirdi.

 

Gözlerim onun üzerindeydi. Bir an olsun gözlerimi ondan ayırmak istemiyordum. Gülümsedim. İç çekerek onun araba sürüşünü izledim.

 

Zaman zaman kaşını çatışını, bununla birlikte kaşının üzerindeki benin yukarı aşağı kayışını, biçimli dudaklarında beliren tebessümü seyrettim. Dün heceden sonra onu hafızama kazımak istercesine uzun uzun seyrettim.

 

Nereye gittiğimizin ne yaptığımızın veya ne yapacak olduğumuzun bir önemi yoktu benim için. Ona çıkan bütün yollara vardım. Başımı koltuğuma yaslayıp onu izlemeye devam ettim.

 

Bir süre sonra araba beyaz ve gri renklerinin hakim olduğu iki katlı bir evin önünde durdu. Sorgulayıcı bakışlarla Merih'e baktım. Buranın neresi olduğunu ve niçin buraya geldiğimizi merak ediyordum.

 

Gülümsedi. Hatta sadece dudakları değil gözlerinin içi bile gülümsemişti. "Benimle gel Lu," dedi ve arabadan indi. Benim kapıyı açmama bile fırsat vermeden yanıma gelip kapımı açtı.

 

Elini centilmen bir tavırla bana uzattı. Elimi nazikçe onun avucuna indirdim. Parmaklarımı kavrayan parmaklarıyla birlikte arabadan indim. Birlikte önünde durduğumuz eve doğru ilerledik.

 

Merih evin bahçesine açılan demir kapıyı cebinden çıkardığı anahtarla açtığında hala neden buraya geldiğimizi anlayabilmiş değildim. Bahçeden geçerek evin kapısının önünde durduk.

 

Merih'in gözleri beni buldu. Yüzündeki tebessümün nedenini merak etsemde sormadım. Bir başka anahtarla kapıyı açtı. Çelik kapı ardına kadar açıldığında içeriye doğru bir adım attım.

 

Açık krem rengi parkeler, gri koltuklar, siyah dikdörtgen orta sehpanın olduğu şirin bir salon karşıladı beni. Salonun köşesinde beyaz taşlarla döşenmiş küçük bir şömine vardı. Şöminenin üzerindeki rafta ise iki küçük biblo vardı.

 

Şaşkınlığımı gizleyemedim. Gözlerim kelebek ile kuş heykelciklerine takılı kalmıştı. Merih ise bana arkadan sarılıp çenesini omzuma dayadı. Ne söyleyeceğimi nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum.

 

Gözlerimin dolduğunu hissediyordum. "Burası," dedim titreyen sesimle. Merih beni onaylarcasına derin bir iç çekti.

 

"Burası bizim evimiz Lu."

 

Dudaklarımından küçük bir hıçkırık çıktı. Yaşlar usulca yanaklarımdan süzülüyordu. Dilim hissettiklerimi açıklayamıyordu sanki. Sözcükler anlamsız kalmış hisleri ifade edecek bir şey yokmuş gibi hissediyordum.

 

Yutkundum. Merih belimden tutup beni kendine çevirdi. Mavi gözleri gözlerimdeydi. Yüzündeki tatlı tebessümün içimi ısıttığını hissettim.

 

Ceketinin iç cebinden beyaz ipek mendilini çıkardı. Mendili dikkatlice göz altlarımda gezdirdi. Gözyaşlarımı silen yine o olmuştu. Mendili tekrar ceketinin cebine attı ve elimi tuttu. Beni merdivenlerden yukarıya doğru çıkarttı.

 

Üst kata çıktığımızda her kapının ardına kadar açık olduğunu fark ettim. Gözlerim ilk kapıdan içeri kaydı. Burası bizim yatak odamızdı. Beyaz rengin hakim olduğu odada yatağın başında cibinlik vardı. Cibinliğin kenarlarında ise ışıklar bezeliydi.

 

İçeriye geçip odanın görünmeyen diğer tarafına baktım. Köşede küçük bir beşik olduğunu fark ettim. Dolu gözlerle beşiğe doğru yaklaştım. Beşiğin içinde beyaz küçük zarflarından biri vardı.

 

Zarfı elime alıp açtım. İçindeki küçük kağıdı çıkarıp sesli bir şekilde okumaya başladım. "Bir gün bu evde senden bir tane daha olacak Lu. İşte o zaman ben bu dünyadaki gelmiş geçmiş en şanslı adam olacağım."

 

Notu zarfıma koyduğumda gözlerim tekrar beşiğe kaydı. İçine yatan küçük bir kız çocuğu hayal ettim. Gözlerini gökyüzünden alan güzel bir bebek...

 

Hayali bile güzeldi. Gülümsedim. Merih ile birlikte odadan çıkıp bir başka odanın kapısından içeriye baktım. Burası çalışma odasıydı. En başta ceviz ağacından yapılma ahşap bir masa vardı.

 

Masanın kenarları işlemelerle doluydu. Adeta bir sanat eserini andırıyordu. Bu sefer başka bir odaya baktım. Burası çocuk odasıydı. Ortada küçük bir el işi masası ve duvardaki rafta bir sürü masal kitabı vardı.

 

Merih'in her şeyi böylesine detaylı ve güzel düşünmesi gözlerimin dolmasına neden olmuştu. Her şeyde onun izi vardı. Mavi gözlerine bakıp huzura ortak oldum.

 

"Çok mutluyum," dedim duygusal bir tınıyla. Gözlerim bu güzel evin içinde gezinirken sanki bu güzel peri masalının bir şekilde bozulacağını hissettim. Duraksadım. Merih bu aniden değişen ruh halime bir anlam verememişti.

 

"Sorun ne Lu?"

 

"Ne zaman mutlu olsam aniden yüreğime bir ağırlık çöküyor."

 

Merih bu söylediğimle duraksamıştı. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp sözlerime kaldığım yerden devam ettim. "Sanki nefes alamıyorum. Ağlamak istiyorum ama gözyaşlarım akmayı reddediyormuş gibi mutluluğum soluyor. Yüzümdeki gülümseme kayboluyor. Yerini derin bir kedere bırakıyor. Ben mutlu olmak nedir aslında hiç bilememişim Merih. Gerçek mutluluğu üzülmekten korkmayıp doyasıya gülmek denir hiç bilememişim. Bunca yıldır tek yaptığım mutlu olduktan sonra üzüleceğim şeyler yaşamamak için ümit etmekmiş. Peki ama neden? Neden ben bir türlü mutlu olamıyorum Merih? Neden her güldüğümde sonu hep acıyla ve gözyaşıyla bitiyor? Dünya benim gülmemi istemiyor mu? Gülmek yasak mı bu göğün altında?"

 

Gülümsedi. Gülümsemesi içimdeki karanlığı aydınlatan bir güneş gibiydi. Parmakları yüzümü kavradı. "Dünya değil sana gülmeyi yasaklayan Lu," dedi etkileyici bir sesle.

 

"Bu bizzat sensin aslında. Geçmişte öyle derin yaralar almışsın ki gülümsemeye çalıştığında sonunun hep acıyla biteceğine inanıyorsun. Ama bu da elbet bir gün geçecek. Çünkü sana kalpten gülmeyi ben öğreteceğim. Bir gün öyle bir güleceksin ki bir daha ne zaman gözyaşı dökeceğim diye düşünmeyeceksin. Senin gülüşünle beliren gamzenden mutluluk fışkıracak dört bir yana..."

 

Tıpkı söylediği gibi yanağımdaki çukur derinleşti. Başparmağı gamzemde gezindi. Yüzünde tatlı bir gülümseme belirmiş bir süre sonra elini yüzümden çekmişti. Elini tekrar ceketinin iç cebine soktu.

 

Ağladığım zaman gözyaşlarımı beyaz ipek mendiliyle silerdi. Ama bu sefer ağlamıyordum. Cebinden ne çıkaracağına baktım merakla. O an avucunda tuttuğu şeyle ellerimi çığlık atmamak için dudaklarıma bastırdım.

 

"Merih," dedim şaşkınlıkla. Hala gördüğüm şeyin gerçek olduğuna inanamıyordum. Merih gülümseyerek elindeki lacivert kadife kumaşla kaplı kutuyu araladı. İçindeki göz alıcı yüzüğe bakarken "Dünyanın değil Merih gezegeninin yörüngesi olmaya var mısın?" diye sordu.

 

Dilim tutulduğundan başımı heyecanla sallamakla yetinmiştim. Merih kutunun içindeki oval yüzüğü çıkarıp elimi tuttu. Parmağıma yüzüğü geçirdiğinde ona sıkıca sarılmıştım.

 

"Seni seviyorum Lu," dedi kıkırdayarak.

 

Merih bana bizim evimizde vermişti yüzüğü. Ama asıl teklifi mahşerin karanlığının güneşle aydınlandığı yağmurun acılarımızı alıp götürdüğü o gece yapmıştı. Gülümsedim.

 

Ondan ayrılıp gözlerinin içine baktım. "Bende seni seviyorum Merih Ege. Hem de kendimden bile daha çok..."

 

Bu söylediğim onu gülümsetti. "Şimdi seni bir yere daha götürmek istiyorum Lu," dedi Merih birden. Bunun üzerine merdivenlerden inmeye başladık. Birlikte evimizden çıkmış arabaya geçmiştik.

 

Araba hareket etmeden önce son bir kez eve baktım. Beyazla gri tonlarının hakim olduğu bu şirin ev bizim yuvamız olacaktı. Bunu bilmek bile gülümsememin genişlemesine yetiyordu.

 

Merih arabayı çalıştırdı. Birlikte arabayla yolculuk yapmaya başlamıştık. Elim arabanın radyosuna kaydı. Rastgele bir kanal açıp sesini açtım. Radyoda çalan şarkı Emre Aydın'ın Son Defa isimli şarkısıydı.

 

Müziğin sakinleştirici tınısı ve anlamlı sözlerine kapılmış gözlerimi uzaklara dikmiştim. "Son defa görsem seni. Kaybolsam yüzünde," diyordu şarkı.

 

Araba ilerledikçe ağaçlar gerimizde kalıyordu. Bulutların şekilleri değişiyor güneş bizi takip ediyordu. Işığı gözlerimi alıyordu. Sıcaklığı yüzümü ısıtıyordu. Kendimi hiç olmadığım kadar huzurlu hissediyordum.

 

Derin bir iç çektim. Uzun bir yolculuğun ardından geldiğimiz yere baktığımda küçük bir kız çocuğu gibi kıkır kıkır gülmeye başlamıştım. "Lunapark mı?" dedim gülerek.

 

Merih çocuksu kahkahama ortak oldu. İkimizinde keyfi yerindeydi. Arabadan indiğimizde gözlerim ilk olarak devasa büyüklükteki dönme dolaba takıldı.

 

"Biliyor musun?" dedim birden. Onun gözleri benim üzerimdeyken benim gözlerim hala dönme dolabın üzerindeydi.

 

"Küçükken buranın adının lunapark olduğunu öğrendiğimde babamın bana özel bir oyun alanı yaptırdığını sanıp mutlu olurdum."

 

Bu söylediğim Merih'in yüzünde buruk bir tebessümün belirmesine neden olmuştu. "O halde sana şunu söylemem gerekir Lu," dedi ve sıkıca elimi tuttu.

 

"Senin için burayı önceden satın almıştım. Yani anlayacağın burası artık senin."

 

Onun bu söylediğine inanamamıştım. Benim için lunapark satın almış olamazdı öyle değil mi? Yoksa olabilir miydi? Söz konusu Merih olunca yapabileceklerinin bir sınırı yoktu.

 

"Benim için lunapark mı aldın?" diye sordum inanamayarak. Bunun üzerine başını hafifçe salladı. Yüzündeki gülümseme on metre öteden bile gözükecek kadar büyüktü.

 

Birlikte lunaparkın kapısından içeriye girdik. Etrafta onlarca insan vardı. Renkli ışıklar ve müziklerle insan yaşı ne kadar büyük olursa olsun burada yeniden çocuk oluyordu.

 

Merih ile birlikte stantların olduğu tarafa doğru ilerledik. İkimizde küçük birer çocuğa dönüşmüştük. Heyecanla stantın önünde durduğumuzda "Hangisini istersin?" diye sordu Merih.

 

Gözlerim ödüllerde gezindi. En sonunda peluş bir ayıda karar kıldım. "Şu olsun," diyerek raftaki kahverengi ayıyı işaret ettim. Bunun üzerine Merih stant görevlisiyle konuştu. Dart tahtasına atacağı üç okla ayıyı kazanmış olacaktık.

 

Merih ilk önce kırmızı oku aldı. Bir gözünü kapatıp eliyle tam ortaya gelecek şekilde okun açısını ayarladıktan sonra fırlattı. Ok tam on ikiye denk gelmişti. Eğer kalan son iki oku da atarsa ayı benim olacaktı.

 

Küçük bir çocuk gibi heyecanla Merih'in diğer iki oku atışını izledim. Kalan iki ok da tam on ikiye vurunca sevinçle ellerimi çırptım. Stant görevlisi istediğim ayıyı bana verdiğinde Merih'in bana bakıp güldüğünü fark ettim. Kollarımdaki ayıya sarılıp gülümsedim.

 

"Küçükken tıpkı buna benzeyen bir ayım vardı. Gittiğim her yere benimle gelirdi. Her yere giderken onun da benim yanımda geleceğini bildiğimden yolculuklar artık bana korkutucu gelmiyordu. Ta ki babam beni ilk kez yurda bırakacakken onu kaybedene dek..."

 

Bu söylediğimle birlikte kollarımdaki ayıya baktım. Simsiyah gözleri ve koca burnuyla oldukça sevimli bir ayıydı. "Ayını bulsan tanır mıydın?" diye sordu Merih.

 

Bunun üzerine hafifçe başımı salladım. "Annem ayağına kırmızı bir iple adımı işlemişti," dedim ve yutkundum. Anne sözcüğü bile nefesimi kesmeye yetiyordu.

 

Merih ise gözlerini kollarımdaki ayıya dikmişti. "Belki sana o ayıyı bulamam. Ama kollarındaki ayıya sarıldığın gibi sana sarılabilirim," dediğinde gülümsedim. Ayıyı kenara koyup ona sıkıca sarıldım.

 

Koyu gri kabanına sinmiş kokusunu çektim içime. Başım göğsüne yaslı öylece bekledim. İçimdeki boşluğu onunla doldurduğumu hissettiğim anda ondan ayrılıp ayıyı kucağıma aldım.

 

Merih elimden tuttu. Birlikte el ele yürürken gözlerim pamuk şeker satıcısına takıldı. Merih kıkırdadı. "Pamuk şeker ister misin?" diye sorduğunda başımı salladım.

 

Merih yanımdan ayrılıp pamuk şeker almaya gitti. Satıcıdan bir tane pamuk şeker alıp yanıma geldiğinde "Sen yemeyecek misin?" dedim.

 

O daha cevap vermeden ben çoktan paketi açıp bir parça kopardığım pamuk şekeri onun ağzına tıkmıştım. Merih ilk başta bu yaptığıma şaşırsada pamuk şekeri yemişti.

 

Birlikte pamuk şekerimizle yürümeye başladık. Tek tek stantlara uğradık. Merih ile hiç olmadığı kadar iyi vakit geçiriyordum. Pamuk şekerim bitince paketini çöpe atıp Merih'e arkadan sarıldım.

 

Başım onun sırtına yaslıydı. Beline dolanmış kollarımı eliyle kavradı. İçten bir kıkırdı döküldü dudaklarından. İkimizde mutluyduk. Huzurluyduk.

 

Gülümseyerek bana doğru döndü. Dudaklarıma küçük bir buse kondurup "Arabadan bir şey almam lazım," diye mırıldandı. Küçük bir çocuk gibi dudak büktüm.

 

Bir civciv misali o nereye giderse bende peşinden gitmek istiyordum. Bunu Merih de anlamıştı. "Tamam seni yanımdan ayırmam," dedi bilmiş bir tavırla.

 

Profesör kişiliği beni her zaman mutlu ediyordu. Birlikte lunaparktan çıkıp yol kenarındaki araca doğru yürümeye başladığımız sırada yoldan geçmekte olan siyah bir arabanın camının açıldığını fark ettim.

 

Arabanın camından dışarıya uzanan silahı gördüğümde dehşete kapılmıştım. Ben daha ne olduğunu bile anlamadan "Lu!" diye bağırdı Merih. Beni kenara ittiğinde zaten beni öldürmek için gelmediklerini anlamıştım.

 

Onlar Merih'in peşindeydi. Tek el silah sesi duyuldu. İkimizde yerdeydik. Yaşadığım şoku atlatmaya çalışıyordum. Ayağa kalkıp onun nasıl olduğunu görmek istiyordum. Ama silah sesi beynimde uğuldadığından kıpırdayamıyordum.

 

Sakin ol dedim kendi kendime. Arabanın hızla uzaklaşmasıyla yerimden doğruldum. Bacaklarım titrerken onun yerde yatan bedenine doğru koştum. "Merih!" diye bağırdım.

 

Sesim kısılmış gibi hissediyordum. Sanki ne kadar bağırırsam bağırayım sesimi kimse duymayacakmış gibi hissediyordum. Onun yanına çöktüm. Başını dizlerime yaslayıp ona baktım.

 

Omzundan vurulmuştu. Kabanı koyu kırmızıya bulanmış gözleri gözlerimdeydi. "Lu," dedi bitkin bir halde. Parmaklarım yüzünü kavradı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

 

"İyi olacaksın," dedim ve cebimdeki telefonu çıkardım. Ağlamaktan her şeyi buğulu görüyordum. Zar zor titreyen parmaklarla ambulans çağırdım. Ekipler gelene kadar onu uyanık tutmalıydım.

 

"Merih," dedim çaresizce. Griye çalan mavi gözleri kapanmak üzereydi. Oldukça bitkin görünüyordu. Zaman zaman dudaklarından çıkan iniltiler aslında ne kadar çok acı çektiğini gösteriyordu.

 

"Gözlerini gözlerimden ayırma," dedim. Titreyen parmaklarım kısa sakallarını okşuyordu. Dudaklarım kelimelerimle beraber titriyordu. Merih'in gözleri hala gözlerimdeydi. Ama sonra göz kapaklarıyla verdiği savaşı kaybetti.

 

Bakmaya doyamadığım büyüleyici gözleri kapandığında çaresizdim. "Merih aç gözlerini!" diye bağırdım. Ama bunun faydası olmadı. Şükürler olsun ki ambulans hemen yanı başımda durdu. Ekipler Merih'i kollarımdan koparırcasına ambulansa götürdü.

 

Onunla birlikte bende ambulansa bindim. Ekipler üzerindeki kabanı önünü açmış ona çok yakışan krem rengi kazağını kesiyor yarayı gözler önüne seriyordu. Bense onun bu haline daha fazla dayanamamıştım. Çaresizce telefonumdan Kerim'in numarasını tuşladım. Telefon saniyesinde açıldı.

 

"Alo Luna."

 

"Kerim," dediğimde hıçkırıklarımı bastırmakta epey zorlanıyordum. "Bir şey mi oldu?" diye sordu Kerim. Gözlerim Merih'in üzerindeydi. Kendimi hiç olmadığım kadar çaresiz hissediyordum.

 

"Merih vuruldu," dedim birden. Bununla birlikte telefonun diğer tarafında büyük bir sessizlik hakim oldu. Hatta bu sessizlik o kadar uzun sürdü ki Kerim'in fenalaştığını falan düşünmüştüm.

 

"Kerim," diye mırıldandım. Tam o sırada onun yutkunduğunu duydum. "Hangi hastane?" diye sordu. Bunun üzerine ambulansta Merih'e müdahale eden birinden hastanenin adını öğrenip Kerim'e söyledim.

 

Telefonu kapatıp Merih'e baktım. Çıplak göğsünün hemen üzerinde omzuna yakın bir yerde oluk oluk akan kanı görmüştüm. Yutkundum. Onun için güçlü durmak zorundaydım.

 

Derin bir nefes alıp ekiplerin onu süratle hastaneye götürüşünü izledim. Güçsüz bacaklarım ona doğru koştu. Soğuk hastane koridorlarını geçtiğimizde onu ameliyathaneye aldılar. Bundan sonrasına geçmem için iznim yoktu.

 

Ameliyathane kapısının aramıza örülmüş bir duvar gibi kalın olduğunu hissetmiştim. Mahşeri bitirmiş tam mutluluğa kavuştuk derken kader yine bizi ayırmıştı.

 

Ameliyathanenin önündeki bekleme koltuklarından birine oturup ellerimle yüzümü kapattım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Onu kaybetmenin düşüncesi bile beni delirtiyordu.

 

"İyi misiniz?" diye sordu yanı başımdan bir ses. Gözlerimi sesin geldiği yöne çevirdiğimde kızıl saçlı mavi gözlü bir doktor kadınla göz göze gelmiştim. Önlüğünün cebinden çıkardığı peçeteyi bana doğru uzattı.

 

Peçeteyle yanaklarımdaki ıslaklığı silerken "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. O an aklıma her gözyaşı döktüğümde beyaz ipek mendiliyle gözlerimdeki ıslaklığı nazikçe silen Merih gelmişti.

 

Tüm duygularım boğazıma düğümlendi. "Onu kaybetmek istemiyorum," dedim çaresizce. Yanı başımdaki kadına baktım. Yaka kartında ismi yazılıydı. Başak...

 

"İçeride çok iyi doktorlarımız var. Onu kaybetmeyeceksin."

 

Yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. Beni sakinleştirmeye çalıştığını biliyordum. Başımı hafifçe salladım. Tam o sırada telefon çaldı. "Beni bekliyorlar," dedi Başak. Bunun üzerine bana el sallayıp koşarak yanımdan ayrıldı.

 

Onun gidişiyle gözlerimi tekrar ameliyathane kapısına çevirdim. İçeride ne halde olduğunu deli gibi merak ediyordum. Yutkundum. Elimdeki peçeteye baktım bu sefer. Birkaç dakika sessiz hastane koridorunda öylece onun ameliyathaneden çıkmasını bekledim.

 

Kerim koşarak yanıma geldi. Ona olanları anlatamayacak kadar kötü bir halde olduğumdan beni zorlamadı. Sadece yanıma oturup benimle birlikte Merih'in ameliyattan çıkmasını bekledi.

 

Kaç dakika kaç saat geçtiğini bilmiyordum. Ama benim için bir ömür geçmişti. Ameliyathanenin kapısı aralandı. Kerim ile birlikte doktorun çıkmasıyla ayağa fırladık.

 

"Durumu nasıl?" diye sordu Kerim. Bununla birlikte doktor ellerini ceplerine soktu.

 

"Ameliyat gayet iyi geçti."

 

Doktorun bu sözleriyle ikimizde rahat bir nefes almıştık. "Şimdi onu odaya alacağız. Bir süre burada kalacak," dedi ve yanımızdan ayrıldı. Kerimde Merih'in iyi olması konusunda en az benim kadar mutluydu.

 

Bir süre sonra Merih'i özel bir odaya aldılar. Griye çalan mavi gözlerini aralayıp yeniden gözlerime bakmasını istiyordum. Yanı başına çektiğim sandalyeye oturmuş onu izliyordum.

 

Kerim ise birkaç yere telefon ederek bu olanları araştırmakla meşguldü. En son telefon konuşmasında yüzündeki ifadeden aslında neler döndüğünü bildiğini anlamıştım. Ama Kerim buna rağmen bana bir açıklama yapma gereği duymadı.

 

Birkaç saat sonra hava kararmış Merih gözlerini açmıştı. Ona bakıp gülümsedim. Bitkin bakan gözleriyle gözlerini Kerim'e çevirdi. Kerim dışarı çıkmamı söyledi.

 

Bir terslik olduğunun farkındaydım. Bunu her nasılsa öğreneceğimi bilerek itiraz etmeden dışarı çıktım. Kapıda dört tane koruma vardı. Bu saldırıyı her kim düzenlediyse yarım kalan işi tamamlamaması için Kerim böyle bir önlem almıştı.

 

Korumalardan biri içeri girdi. Kısa bir süre sonra elinde Merih ile benim evimin anahtarıyla geri döndü. Kapı içeriden Kerim tarafından kilitlendi. Ne olduğunu bir türlü anlamıyordum.

 

Koruma elinde tuttuğu anahtarı bana verdi. Elimde anahtarla sorgularcasına kapalı kapıya bakıyordum. Koruma "Ege Bey bundan sonra sizi görmek istemediğini ve evinize dönmenizi söyledi," dedi.

 

Beynimden vurulmuşa döndüm. Merih'in beni görmek istememesinin imkanı yoktu. Bunu onun söylediğine inanmıyordum. "Yalan söylüyorsun," dedim kaşlarımı çatarak.

 

"O bunu asla söylemez!"

 

Sesim hastane koridorlarında yankılanıyordu. Merih bana bunu yapmazdı. Bundan emindim. Daha bu sabah evimize gitmişken şimdi oraya kendi başıma dönmemi isteyemezdi.

 

Koruma ümitsizce başını salladı. Onun kenara çekilmesiyle elim kapı kolunu kavradı. Kapı kilitli olduğundan elimle kapıya sertçe vurmaya başladım. Gözyaşlarım iradem dışında yanaklarımdan süzülüyordu.

 

"Merih Ege yalvarırım aç kapıyı," dedim hıçkırıklarımın arasından. Bir yandan da kapıyı yumrukluyordum. Ama onun açmaya hiç niyeti yoktu. Kapının ardında ne durumda olduğunu bile bilmiyordum. Bu belirsizlik her an bana kafayı yedirebilirdi.

 

"Bu dünyada herkes beni bıraktı! Ama sen bana bunu yapmazsın! Çünkü sen benim Merih'imsin."

 

Tek kelime dahi etmedi. Ama onun o kapının ardında neler hissettiğini biliyordum. Yutkundum. O kadar çaresizdim ki ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordum.

 

"Yıllar önce nasıl beni söğüt ağacının gölgesinde yalnız bırakmadıysan bende seni bırakmayacağım! Gerekirse bu kapının önünden bir an olsun ayrılmayacağım! Duydun mu beni? Çünkü seni kendimden bile çok seviyorum!"

 

Sesim çatallaşmıştı. Bitkin bedenim kapının önüne yığıldı. Sırtım kapıya yaslı bir şekilde onun bana kapıyı açmasını bekledim. Kerim'den beni içeriye almasını söylemesini bekledim. Ama olmadı.

 

O kapı açılmadı. Dizlerimi karnıma kadar çekmiş ağlamaktan bitap düşmüştüm. Ama yine de ona olan aşkıma tutundum. O kapı açılacak diyerek kendi kendimi avuttum.

 

"Buradayım Merih Ege! Aramıza duvar örmeye çalışsanda ben burada olacağım," dedim son kez. O kapının hiç açılmayacağı gerçeğini kabul etmek yerine onu beklemeyi tercih ettim. Merih Ege'yi...

Loading...
0%