@sevvnuraydn
|
Kelebek kanatlarının sıkıştığı kozasından kurtulduğunda aşka doğru kanat çırpmış. Aşk ise kanatlarını yakıp kül etmiş.
Geçen onca zamanın onca acı dolu bekleyişin sonunda kelebek kuşunu bulmuş. Ama başka bir kelebeğin yanında...
Kül olan kanatlarına bakmış kelebek. Esen ilk rüzgarda kanatları terk etmiş bedenini. Beyaz kanatlarından geriye bir şey kalmamış. Kalbi paramparça büyük umutlarla uçtuğu aşkının onu sevmeyi bırakışını kabullenmeye çalışmış.
Kuş ise beklediğinin gelişiyle sarsılmış. Umudun tükendiği yerde gelmiş kelebek. Ona en çok ihtiyaç duyduğu anda değil.
Kuş gözü yaşlı kelebeğe bakmış. Gözlerindeki acıyı görmüş. Ona doğru uçmak istemiş kuş. Fakat yavrusunu bırakamamış. Onu fedakarlık çiçeğine emanet edip kelebeğine doğru kanatlanmış.
Sessizliği delen acı çırpınışlarla kuş kelebeğinin yanına konmuş. Fakat kelebek kuşun gözlerine bakamıyormuş. Zira aşkın artık yüreğinde olmadığını görmeyi kaldıramayacağından korkuyormuş.
Kuş kelebeğe bakmış. Zamanın acımayarak değiştirdiği aşığına bakmış. Kelebek ise her şeyin bittiğini anlamış.
Kuş kelebeğini beklemeyi bıraktığında kelebek ömrünü tamamlamış. Hayal ettiği gibi kuşun kalbinde değil onun acıyla dolu esareti barındıran gözlerinde can vermiş kelebek.
_______
(Luna'dan...)
Uçurumdan çakıldığım o ilk anı hatırlıyorum. Kalbimin patlayışını kendi kanımda boğuluşumu ve beyaz kelebeğe doğru uzanışımı hatırlıyorum. Her şey ilk günki gibi tazeydi. Zihnimden hiç silinmeyecek acı dolu anılardan sadece biriydi bu hatırladığım.
Şimdi ise yine o çakıldığım uçurumun kenarındayım. Parmaklarım direksiyonu sımsıkı kavramış eklem yerlerim bembeyaz olmuştu. Soluksuz bir şekilde boşluğa bakıyordum. Sadece gaza basacak ve tüm bunlara bir son verecektim.
Merih içinde bulunduğum altın kafesin kapısını açmıştı. Ben onunla birlikte uçmayı hayal ederken şimdiyse hiçliğe doğru tek başıma uçuyorum.
Yutkundum. Acılarımı içime atıp gaza basmak için içimden üçe kadar saymaya başladım. Bir, iki ve üç dememle bunu yapamadan her şeyin bulanıklaştığını fark ettim. Dünya dönmeye başlamış her şey bir anda karanlığa mahkum olmuştu.
Gözlerimi açtığımda kendimi bir hastane odasında bulmuştum. O uçurumdan çakılmış mıydım diye düşünmeden edemedim. Uğultudan farksız konuşma seslerinin geldiği tarafa baktım.
Gözlerim tıpkı onunla hastane odasında bir araya gelişimizde olduğu gibi onu aradı. Ama o yoktu. Göğsümün ortasına sıkı bir yumruk yemişim gibi hissetmiştim. Uyandığımı gören kızıl saçlı doktor kadın aceleyle yanıma geldi.
"Buraya nasıl geldim?" diye sordum güçlükle. Sesimin çıkmadığını hatta hayal falan gördüğümü sanıyordum. Kızıl saçlı genç doktorun dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi.
"Arabanızda baygınlık geçerdiniz. Sizi buraya bir beyefendi getirdi."
Dudaklarım yaşadığım hayal kırıklığının etkisiyle titremeye başlamıştı. Gözlerimse doktorun yaka kartındaki isime takılı kalmıştı. Başak yazıyordu.
"Aniden fenalaşmanızın sebebi belli oldu," diye mırıldandı genç doktor kadın. Yüzünde manidar bir gülümseme belirmiş mavi gözlerini heyecanla gözlerime dikmişti.
"Tebrikler. Bir haftalık hamilesiniz."
Duyduklarıma inanamıyordum. Söylediği şeyde ciddi olup olmadığını anlamak için uzunca bir süre gözlerine bakmıştım. "Ne?" diye sordum birden.
Kadın gülümsedi. "Size onu göstermemi ister misiniz?" diye sordu. Bunun üzerine ne diyeceğimi bilememiş sanki gözlerimle görmesem böyle bir şeyin varlığına inanamayacakmışım gibi hissediyordum.
Başımı hafifçe salladım. Bunun üzerine acildeki asistanlardan biri ultrason cihazını doktor kadının önüne çekti. Ellerimi kullanamayacak kadar halsiz olduğumdan Başak Hanım üzerimdeki yırtık gömleği dikkatlice kıvırdı.
Mavi gözlerindeki endişeli ifadeye baktım. Ne yaşadığımı merak ediyor fakat bunu sormaya cesaret edemiyordu. En sonunda yanındaki asistanına baktı. "Demet odama gidip mavi gömleğimi getir lütfen," diye mırıldandı.
Demet kendisine söyleneni anladığını belli edercesine başını hafifçe sallayıp yanımızdan ayrıldı. Başak ise soğuk bir jel sürdüğü aleti karnımda gezdirmeye başladı. Ekranı bana çevirdi. Birkaç tuşa basıp aletteki görüntüyü netleştirdi.
"Bak," dedi ekrandaki küçük karaltıyı göstererek. Gözlerim işaret parmağının dokunduğu o küçük noktaya kaydı.
"O senin bebeğin."
"Benim bebeğim," dedim kendi kendime. Dudaklarım titriyor yaşlar istemsizce yanaklarımdan süzülüyordu. Beni bırakan adam sadece beni değil farkında olmadan onu da bırakmıştı.
Çaresizce uzandığım yerde ağlamaya başladım. Başak ise Demet'in gelmesiyle elindeki eldivenleri çıkarıp gömleği aldı. Beyaz perdeyi kapatıp tekrar yanıma geldi. Kağıt havluyla karnıma bulaşmış jeli nazikçe temizledi. Daha sonra oturmam için sırtımdan destekledi.
"İzin verirseniz bunu giyinmenize yardım edebilirim," dedi Başak. Buğulu gözlerim onu buldu. Başımı hafifçe sallamıştım.
Başak ise üzerimdeki yırtık gömleği dikkatlice sıyırıp bedenimden çıkardığında ürpermiştim. Titreyen bedenime mavi gömleği giydirirken gözleri omzumdaki parmak izlerine kaymıştı. Kırmızılıklar onun yutkunmasına neden oldu.
Gömleği giydirdikten sonra kenara çekildi. "Sizin için bir reçete yazdım. Birkaç vitamin takviyesiyle birlikte bu süreci en güzel şekilde yaşayacağınızdan hiç kuşkunuz olmasın," dedi Başak.
Elim onu hissetmek istercesine karnıma gitti. Daha bir nokta kadardı. Varla yok arasındaki o ince çizgiden varlığa bürünmüş küçük bir noktaydı. Benle Merih'ten küçük bir parçaydı. Bana yaşama sebebi veren o küçük parçanın hayatımın anlamı olacağını o hastane yatağında anlamıştım.
"Anne!" diyerek beni her gece gördüğüm aynı rüyadan uyandıranda oydu. Benim küçük oğlum...
Gözlerimi zar zor araladığımda boncuk gibi parlak mavi gözleriyle gülümseyerek bana bakan küçüğümü görmüştüm. Başını göğsüme yaslamış kıkırdıyordu. "Karamimdiba teyzeye gidelim," dedi gülerek.
Bebeksi sesi insanın içini huzurla dolduruyordu. Kollarım onun küçük bedenini kavradı. Mis gibi kokan ipeksi saçlarına öpücük kondurdum. "Önce hazırlanmalıyız," diye mırıldandım. Bunun üzerine başını hafifçe sallamış kucağımdan kalkmıştı. Heyecanla odanın içinde koşuşturmaya başladı. Yattığım yerden doğrulup uzun saçlarımı elimle geriye doğru yatırdım. Sonra onun adını verdiğim küçük çocuğa baktım.
"Ege."
Adını söylememle güzel gözlerini bana çevirmişti. Ona her baktığımda kaybettiğimi görüyordum. Sanki giderken bir benzerini benimle bırakmış gibi hissediyordum. Sanki gökyüzü gibi bakan gözleri yeniden var etmişim gibi hissediyordum.
Yataktan kalkıp onun yanına gittim. Elinden tutup her sabah yaptığımız şeyleri yapabilmek için ebeveyn banyosuna doğru ilerledik. O, iki basamaklı banyo taburesine çıkıp diş fırçasını eline alırken yanındaki yerimi almıştım.
Yüzümüzü yıkayıp dişlerimizi fırçaladık. Daha sonra dolaptan onun için seçtiğim birkaç parça kıyafeti giydirip hazırlanmaya başlamıştım. Üzerimde Ege'ye hamile olduğumu öğrendiğimde doktorum Başak'ın bana verdiği mavi gömlek vardı. Ona her ne kadar sonrasında geri vermeye çalışsamda bana daha çok yakıştığını söyleyerek bu teklifimi geri çevirmişti.
Krem renki trençkotumu üzerime geçirip uzun saçlarımı aynanın karşısında taramaya başladım. Ege ise yatağıma oturmuş hayran hayran saçlarımı tarayışımı izliyordu. Parlak gözleri benim üzerimdeydi.
Babası gibi gözlerinde karşısındakinden etkilendiğini belli ederken bir pırıltı vardı. Tıpkı onun gibi bakıyor onun gibi gülüyordu. Ona bu adı bu yüzden koymuştum. Onu tanıdığımda taşıdığı adı ondan bana kalan en değerli şeye vermiştim.
"Çok güzel oldun anne," dedi Ege hayranlıkla. Yüzündeki tatlı gülümsemeye aynadaki yansımadan bakıp gülümsedim. Elimdeki tarağı makyaj masasının üzerine bırakıp ona baktım. Kollarımı iki yana açıp ona gelmesi için işaret yaptım.
Yataktan kalkıp heyecanla bana doğru koştu. Ona sıkıca sarılıp yanaklarını öptüm. "Karahindiba teyzeye gitmeye hazır mısın?" diye sordum. Kıkırdadı.
"Karamimdiba teyzeye gidelim anne!"
Heyecanla her seferinde yanlış söylediği kelimeye karşılık gülmeden edemedim. "Karamimdiba değil. Karahindiba," diyerek onu düzelttim. Bunun üzerine tek kaşını havaya kaldırıp bilmiş bir tavırla bakmıştı gözlerime.
"Bende öyle dedim zaten," dedi ve elimden tuttu. Beni çekiştirerek odanın dışına çıkarmayı başardığında birlikte merdivenlerden indik. Girişten Ege'nin kırmızı arabalı çantasını ve kendi çantamı aldıktan sonra birlikte evden çıktık. Kendisine fedakarlık çiçeğinin adını verdiğimiz Gülbahar teyze hemen karşımızdaki iki katlı evde tek başına yaşıyordu. Bunca yıl bir başınaydı. Ta ki benimle tanışana kadar...
Gülbahar teyzenin omzunda ağlamış, sofrasını ve sırlarını paylaştığı kadın olmuşken bir süre sonra kucağına torunu olarak Ege'yi vermiştim. Onunla birlikte acılarımın içinde güçlü durmayı ve hatta bu hayattaki en güzel ama en zor şeyin üzerinden gelmeyi öğrenmiştim. Anne olmanın...
"Karamimdiba teyze!"
Ege karşıdaki eve geçtiğimizde heyecanla zile basmıştı. Kısa bir süre sonra beyaz kıvırcık saçlarıyla gerçek bir karahindiba çiçeğine benzeyen Gülbahar teyze kapıyı bize açmıştı.
Ege onu görünce bacağına sarıldı. Gülbahar teyze ise buruşmuş elini Ege'nin başına koymuş usulca saçlarını okşamıştı. "Günaydın kuzum," diyerek gülümsedi.
Kenarları kırışıklıklarla dolu gözleri beni buldu. Yüzümdeki ifadeden dışarıda işlerimin olduğunu hemen anlamıştı. "Bu sabah sana en sevdiğin arabalı tabakta kahvaltı hazırladım," dedi Gülbahar teyze.
Ege sevinçle içeriye koşarken Gülbahar teyze ilgiyle bana baktı. "Ege bana emanet," dedi ve içeriye doğru baktı. Bunun üzerine "Onu daha sonrasında getirebilecek misin?" diye sordum.
Başını hafifçe sallamıştı. "Sen hiç merak etme. Onu sana söylediğim saatte getiririm." Karahindibaya benzeyen saçlarına baktım. Yılların ondan alamadığı güzelliğini bir kez daha gördüm.
Ona anneme sarıldığımı hayal ederek sıkıca sarıldım. "Teşekkür ederim," dedim minnettarlıkla. Daha sonra ondan ayrılıp kapının önündeki arabama doğru ilerledim. Topuklu çizmelerim asfaltta tok bir sesin yankılanmasına neden oluyordu.
Hava ılıktı. Mevsimlerden ilkbahar aylardansa Mart'tı. Onsuz geçireceğim belki de altıncı doğum günüme saatler kalmıştı. Derin bir iç çektim. Arabanın kapısını açıp içeri geçtiğimde her anımda olduğu gibi şu anda da aklımdan çıkmayan onun yüzü belirmişti gözlerimin önünde.
Anahtarı kontağa sokup çevirdim. Emniyet kemerimi takıp arabayı sürmeye devam ederken gözlerim kısa bir anlığına kolumdaki saate kaydı. Saat 10.20. Bunun anlamı doktor randevuma yetişmek için yeterince vaktimin olduğuydu.
Direksiyonu kavrayan parmaklarım ara ara zonkluyordu. Nefes alıp verişlerimin bile düzensizleştiğini hissediyordum. Ama bu durum bana artık normal geliyordu. O gittiğinden beri bu haldeydim.
Ege'nin varlığından habersiz yurt dışında bir hayat sürüyordu. Bense onun yokluğunda çareyi doktorlarda arıyordum. Üstüne bir de babamın sürekli beni araması eklenince psikiyatrist bir doktorla arkadaş olacak raddeye bile gelmiştim.
Arabayı sağa park ettiğimde gözlerim binanın üzerindeki tabelaya kaydı. Psikiyatrist Erdinç Duman. Benim doktorum oydu. Bunca yıl gördüğüm kabusları, yaşadığım acıları, içimde hala varlığını koruyan daha kendime bile itiraf edemediğim o derin özlemi anlattığım oydu.
Arabadan inip apartmana doğru adımlamaya başladım. Bu yıllardır gittiğim kaçıncı seanstı bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı ki o da bu seanslardan sonra kendimi daha iyi hissettiğimdi.
Sıkıntılı bir nefes verip apartmanın ziline bastım. İlk çalışta sekreteri İpek kapıyı açmıştı. Hemen giriş kattaki küçük ofise bir adım attığımda içeride benden önce bekleyen bir başka kadının olduğunu fark ettim.
Sırasının gelmesiyle kadın içeri girmiş bense bekleme koltuklarından birine oturmuştum. Bu sabahta bir önceki sabahlarda da olduğu gibi kahvaltı yapmamıştım. Başıma ara ara ağrılar giriyordu.
Bir süre öylece oturup boşluğa baktım. Düşüncelerin kara delik olup beni içine çektiği o uzun dakikaların sonunda beni odaya çağırmışlardı. Koltuktan kalkıp odaya geçtim. "Luna," dedi Erdinç.
Onunla uzun zamandır terapiler dışında da görüştüğümden samimiyeti ilerletmiş birbirimize isimlerimizle hitap eder olmuştuk. "Görüşmeyeli nasılsın?" diye sordu. Sorusunun cevabını ben daha dudaklarımı aralamadan yüzümdeki ifadeden almıştı. "Kabuslar," diye mırıldandı. Onu onayladığımı belli edercesine başımı hafifçe salladım.
"Yine aynı kabusu mu gördün yoksa?"
Kuruyan dudaklarımı ıslatıp ona baktım. "Hemen hemen aynıydı. Fakat bu seferki beni derinden sarstı Erdinç," dediğimde gözlerimden iki damla yaş aktı. Bacağıma koyduğum elimin üzerinde minik bir ıslaklık belirdi.
"Anlat bana."
"Onu gördüm," dedim tek seferde. Erdinç bununla birlikte elinde tuttuğu kalemi bir kenara bırakmış yüzünde ciddi bir ifade belirmişti.
"Gözlerinde derin bir keder vardı. Bana veda etmek için sağ omzuma bir öpücük bıraktı. Sonra arkasını dönüp gittiğinde attığı her bir adımda ayak izlerinin olduğu yerlerde kanlar belirdi."
"Sonra ne oldu?"
Yutkundum. "Sonra peşinden gittim. Bu sefer onu bırakmak istemedim. Onun altından bir kafese girdiğini gördüm. Kafesin kapılarını kapattı ve parmaklıkların arasından bana bakıp gülümsedi. Bir avucundan kan damlıyordu. Diğeriniyse bana uzattı ve ben tam tutacakken gözlerimi araladım."
Erdinç söylediğim bazı şeyleri önündeki siyah kapaklı deftere yazdı. "Bunun anlamını biliyor musun?" diye sordu.
Başımı hafifçe salladım. Bir şekilde ona ulaşmalı ve ona karşı içimde biriktirdiklerimi anlatmalıydım. Fakat bunu yapamayacağımı ikimizde biliyorduk. Bu yüzden herkesten gizli kimi zaman kayıp ruhlar göğüne çıkıyordum. Ona anlatamadığım ne varsa rüzgara anlatıyordum. Bir bebeğimizin olacağını da ilk gökyüzüne anlatmıştım. Mavi gözlerini gökyüzünden alan bir bebeğim olmasını dilemiştim. Şimdi yanımda minik bir gökyüzü vardı.
Gülümsedim. Onun tatlı yüzünü anımsamak bile acılarımı unutmama yetiyordu. "Bugün Romeo ve Juliet'in piyesi var," dedim birden.
Erdinç bununla neyi kastettiğimi anlamıştı. Bilmiş bir tavırla gülümsedi. "Gideceksin," dedi ve masanın üzerindeki peçetelikten çıkardığı peçeteyi bana doğru uzattı.
Merih gittikten sonra kimse gözyaşlarımı silmemişti. O ve beyaz ipek mendili artık benimle değildi. Peçeteyle göz altlarımdaki ıslaklığı silip oturduğum yerden kalktım. Eğer şimdi yola çıkmazsam piyesi kaçıracaktım.
"Gitmeliyim. Piyes başlamak üzere," diye mırıldandım.
Erdinç gülümsedi. "Çıkışta Ege'yi de alıp bir şeyler yapmaya ne dersin?" diye sordu. Bu nazik teklifini kabul edip odadan çıktım. Avucumda buruşturduğum peçeteyi cebime tıkıştırdım. Daha sonra apartmandan ayrılıp arabaya geçtim.
Bu saatlerde trafik epey yoğun oluyordu. Piyesi kaçırma gibi bir ihtimalim vardı ki bunu düşünmek bile istemiyordum. Sıkıntılı bir nefes verdim. Kırmızı ışıkta durmuş yeşil ışığın yanmasını bekliyordum.
Radyoda çalan şarkıyla dalıp gittiğimi bile fark etmemiştim. Ne yapsan sen beni unutamazsın diyordu şarkının sözleri. Geçen beş koca yıl, dökülen onca gözyaşı, yaşadığım hayal kırıklıklarından hiçbiri bana onu unutturmaya yetmiyordu.
Bir yanım onu unutmak istiyor diğer yanımsa bir gün çıkıp gelmesini ümit ediyordu. Onu deli gibi özlediğimi daha önce kimseye itiraf etmemiştim. Korna sesleriyle birlikte yeşil ışığın yandığını anlamış oldum. Arabayı piyesin yapılacağı yere doğru sürmeye devam ettim. Kafamı toplayamıyordum. Özellikle bu son zamanlarda onu daha çok arar olmuştum.
Ege durmadan babasını soruyordu. Büyük bir heyecanla onun çıkıp geleceği anı bekliyordu. Her gece babasını sorduğunda ona anlattığım masalı dinliyor origamiden yaptığım beyaz kelebeği baş ucuna koyup uyuyordu. Korkup ağladığında anne değil baba diyerek ağlıyordu. İlk kelimesi de bu olmuştu. Baba...
Benim miniğim beyaz kelebeğinin geleceği anı bekliyordu. Tıpkı annesi gibi...
Annesi de her ne kadar kabul etmek istemesede onu bekliyordu. Yutkundum. Arabayı otoparka park ederken derin bir nefes aldım. İçeri girecek ve onunla geçirdiğim anları bir kez daha hafızamda diriltecektim.
Arabadan indim. Topuklu çizmelerimin tıkırtısı eşliğinde içeri girip görevliye gösterinin hangi salonda yapılacağını sordum. Bana işaret ettiği salona baktım. Daha sonra salona giren birkaç insanın peşinden içeriye girdim.
Her zaman özellikle arka taraflardan alıyordum biletimi. Yerimi ezbere bildiğimden bir an bile duraksamadan karanlık salonda ilerleyip koltuğuma geçtim. Kırmızı perde ağır ağır aralanmaya başladı. Gösteriye tam vaktinde yetişmiştim. Başımı koltuğa yaslayıp bir başka oyuncularla aynı repliklerin vücut buluşunu izlemeye başladım. Bu gösteriyi onunla izlemek için neler vermezdim.
Replikleri birlikte mırıldanırdık. Başım onun omzuna yaslı Juliet oluverirdim. Derin bir iç çektim. "Adi Capulet," dedim birden. Bunu o kadar içten söylemiştim ki yanı başımdan sanki kendine has repliğini söyleyecekmiş gibi heyecanlanmıştım. Alçak Montague...
Bunun bir hayal olarak kalacak olması içime oturmuştu. Gözlerim sahneye dalmış kendimi tutamayarak ağlamaya başlamıştım. Şu an bana beyaz mendilini uzatsa nedenini bile sormazdım.
Piyesin bitimine kadar zor dayanmıştım. Sonrasında çantamı kaptığım gibi karanlık salonu terk ettim. Aceleci adımlarla çıkışa doğru yürürken karahindiba teyzenin elinden tutmuş bana doğru gelen oğlumu gördüm.
Kendimi toplamam gerekiyordu. Elimin ayasıyla yanaklarımdaki ıslaklığı silip gülümsedim. Kapıdan çıktığımda Ege heyecanla bana doğru koşmaya başladı. "Anne!" diye bağırdı.
Onun boy hizasına eğilip "Oğlum," diyerek ona sıkıca sarıldım. Bebeksi kokusunu içime çektim. Yumuşak saçlarını okşayıp boynuna küçük bir öpücük kondurdum. Ondan ayrılıp gözlerine baktığımda "Karahindiba teyzeyi üzmedin öyle değil mi?" diye sormayı da ihmal etmedim.
"Hayır anne. Karamimdiba teyze ile sana çok güzel bir resim yaptım," diyerek elini hırkasının cebine soktu. Gelişi güzel katlanmış kağıdı bana doğru uzattığında gülmeden edemedim.
Kağıdı açtığımda içinde çizdiği şirin çizimlere göz gezdirdim. Ben, Merih ve tam ortamızda da o vardı. Üçümüzü kalp içine almıştı. Gülümsedim. Uzanıp yanağına uzun bir öpücük bıraktım. Tam o sırada Erdinç'in yanımıza doğru geldiğini gördüm.
Ege'yi kucağıma alıp ona baktığım sırada Ege yanağımı öpmüş başımı çevirmemle donup kalmıştım. Gördüğüm şeyin doğruluğundan emin değildim. O burada olamazdı öyle değil mi?
Şaşkın bakan gözlerim onun bir hayli uzamış sakallarında gözlerinden akan yaşlarda gezindi. Gözlerimi kırpıştırıp bu hayalin yok olmasını bekledim ama olmadı. O tam karşımdaydı. Benim gibi o da değişmişti. Tek değişmeyen yanı griye çalan mavi gözlerinde sakladığı engin gökyüzüydü. Dudaklarımın heyecandan titrediğini hissettim. Ege'yi kucağımdan indirip elinden tuttum. Ona doğru bir adım attım. "Merih Ege," diye fısıldadım çaresizce.
Onun dudaklarında ise sanki beni duymuş gibi "Lu," diye bir fısıltı dökülmüştü. Elini cebine soktu. Avucundaki her neyse yanı başında duran Kerim'e vermişti. Kendimi daha fazla tutamadım. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış kendimi her gece gördüğüm kabusun ortasında sıkışıp kalmış gibi hissediyordum.
Ege'yi karahindiba teyzeye emanet edip ona doğru adımladım. Attığım her bir adımda aramızdaki mesafeyi kapatıyordu. Onu bu kez kaybetmeye hiç niyetim yoktu. Topuklularım asfaltta takırdarken ona doğru koşmaya başladım.
En sonunda çıkmaz bir sokağa girmiş yolun sonunda durmuştu. "Merih Ege!" diye bağırdım. Onun adını söylemek bile adeta içimi parçalıyordu. Onunla aramda sadece birkaç santim kalana kadar yaklaştım.
Muazzam kokusu ciğerlerime dolmuştu. Derin bir iç çekip titreyen parmaklarımla omzuna dokundum. "Yüzüme bak!" diye bağırdım. Sesimde bedenimle birlikte titriyordu. Merih kısa bir an duraksamış sonrasında tamamen bana doğru dönmüştü.
Gözlerim hala nefesimi kesen gözlerinde, ağlamaktan titreyen dudaklarında ve yüzünü kaplayan sakallarında gezindi. Onu o kadar çok özlemiştim ki bir süre tek kelime bile edemedim. Aramızdaki sessizliği sonlandıran o olmuştu.
"Evlenmişsin," dedi birden ve yutkundu. Söylediği tek bir sözcük ona o kadar ağır gelmişti ki başka bir söz söyleyememişti. Başımı salladım. Bunun doğru olmadığını bilmesini istiyordum. "Ben evlenmedim. Ama sen beni bırakıp gittin Merih Ege!" dedim dayanamayarak.
Merih donup kalmıştı. Bense içimde bastırdığım yoğun duyguların girdabına kapılmıştım. Savruluyordum. Boğuluyordum ve kimsenin beni kurtarmaya gücü yoktu. Yutkundum.
"Neden geri döndün?" diye sordum isyan edercesine. Bunun üzerine gözlerini kaçırdı. İçimdeki derin arzu bunu yapmasını istemesede ses etmedim.
"Çünkü vakit geldi Lu," diye mırıldandı. Sesi fısıltıdan farksızdı. Rüzgara anlattıklarımın bir süre sonra fısıltıya dönüşmesi gibi...
Kuruyan dudaklarını ıslatıp bana daha da yaklaştı. Dudaklarımızın buluşmasına minicik bir mesafe kala durdu. Sıcak nefesi yüzümü yakıyordu. "Bana bir zamanlar ağaçların yapraklarını döktüğü zaman zamanın tükendiğini hissettiğini söylemiştin," dedim birden.
Mavi gözlerinin altında kelimeleri zar zor seçebiliyordum. Yutkundum. "Bizim ağacımızın yaprakları döküleli beş yıl oldu Merih. Artık birlikte geçirebileceğimiz hiç zamanımız kalmadı," dediğimde aramızdaki mesafeyi bir adım geri çekilerek açtım.
Bunu söylemek her ne kadar bana zor gelsede onu kahretmişti. Karşımda Ege'nin ağladığı anı görür gibi olmuştum. Onun büyük hali gibiydi. Çocuk kadar masum bakan gözlerinden yaşlar aktıkça içime dünyanın yükünün bindiğini hissediyordum.
"Beni beklediğini biliyordum," dedi Merih çaresizce.
"Biliyor musun?"
Merih dikkatle gözlerime baktı. Çıkmaz sokağın sonunda ikimizde aslında hayatımızın geri dönülemez noktasına gelmiştik.
"Ben gördüğüm her beyaz kelebeğe seni anlattım. Belki içlerinden biri sensindir diye."
Söylediğim sözlerle dudaklarım titremiş ağlamaya başlamıştım. Merih elini cebine soktu. Yıllar sonra beyaz ipek mendilini çıkardı cebinden. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle ağlayarak gözlerimden akan yaşları sildi.
"Ağlamana dayanamıyorum," dedi çaresizce. Yutkundum. Elinin tersiyle tenimi okşadı. Tek kelime bile edememiştim. Mavi gözlerinin altında küçük bir kız çocuğu gibi ondan şefkat bekledim. Ama bunu yapmamalıydım.
Elini yüzümden uzaklaştırdım. "Gitmem gerek," diye mırıldandım. Merih bunu yapmamam için yalvarırcasına başını salladı. "Sadece beş dakika daha kal. Beş yıllık özleme senden sadece beş dakikanı istiyorum," dedi sessizce.
"Olmaz," dedim birden. "Gitmem gerek."
Arkamı döndüm. Hıçkırıklarım boğazıma düğümlenmişti. Adım atmaya bile halim yoktu. Ama bir an önce onun yanından uzaklaşmam gerektiğini de biliyordum. Birkaç adım atmıştım ki "Lu," diyerek beni durdurdu.
Bana böyle seslenmesini özlemiştim. İsmimin eksik kalmasını özlemiştim. O yarım adın onun dudaklarında tamamlanışını seviyordum. Derin bir iç çektim. "Sana söylemek istediğim bir şey var," dedi. Kısa bir anlığına ona baktım.
"Seninle Romeo ve Juliet izlemek benzersiz bir histi."
O an yanımda oturanın o olduğunu anladım. O benim yanımdaydı. Yıllar önce Amerika'da yalnızlığımı dindirdiği gibi şimdi de yanımda olup acılarımı dindirmeye gelmişti. Fakat artık her şey için çok geçti.
"Hoşça kal kelebek," dedim birden. Benden bunu duymayı beklemiyordu. Titreyen dudaklarında acının can yakan tebessümü belirdi.
"Hoşça kal beyaz kuş," dedi sadece. Birbirimize beton bir duvarın önünde çıkmaz bir sokağın ortasında kavuşmuş sonrasında kavuştuğumuz anda birbirimizi kaybetmiştik. O miniğinden habersiz bense acılar içinde ona veda eden beyaz bir kuştum sadece. |
0% |