@sevvnuraydn
|
Kuşun tek bir tüyü kelebek için o kadar kıymetliymiş ki bırak dokunmaya bakmaya bile kıyamıyormuş. Kelebek kuşun kalan son tüyüne zarar gelmesini istemediğinden elindeki tüyü kuşa vermiş. "Bu tüyü sakla," demiş.
"Olur da birini kendinden kalan son hatırayla ödüllendirecek kadar çok seversen bunu ona verirsin."
Kuş, tüyü almış. Kelebek ise bir gün o tüyü verdiği kişinin kendisi olmasını umut etmiş içten içe.
Beyaz kuş o tüyü altından bir kafeste saklamış. Uçmasın diye kilit vurmuş kafese. Eğer bir gün kelebeğinde dediği gibi kalbine biri girmeyi başarırsa kafesin kapıları aralanacakmış. Onu sevenin kalbine batacakmış kuşun tüyü. O güne kadar tüy kafeste kelebek ise beklentide kalacakmış.
Tüm bunlardan habersiz beyaz kuş kelebeğin onun gözünden akan her damla yaşın hesabını soracağından habersizmiş. Ta ki kelebek ona kara kartaldan alınacak bir öcü olduğunu söyleyene dek...
Kuş korkmuş kelebeğini de bu kanlı oyunda kaybetmekten. Ama kelebek cesaretiyle kuşu bu oyuna ikna etmiş. Birlikte kartalı kuşun öldüğüne ikna etmek için başka bir kuş bulmuşlar. Bu kuş da tıpkı beyaz kuşa benziyormuş. Ondan tek farkı bu kuşun kanatlarında Güneş ışığı saklı oluşuymuş.
Beyaz kuş bakmış diğer kuşa. Onun kanatlarındaki parıltı kelebeğin de dikkatini çekmiş. Kuş bu parıltının sebebini sormuş. Kelebeğin yüzünde acının tebessümü belirmiş.
"O masumdu beyaz kuş. O masumdu..."
"Ne zaman masum bir cana kıyılsa tıpkı Güneş gibi parlarmış. Ne zaman ki bu dünyanın kara toprağına girer işte o zaman ışığının kesildiğine inanılırmış. Halbuki gökteki yıldızların ışığının var olmasının sebebi onlar. Bizler toprağa değil gökyüzüne gömülüyoruz aslında."
Kuş gözyaşlarıyla bakmış diğer kuşa. Birlikte Güneş'in ışığını uçurumun dibine bırakmışlar. İşte o an batmış bir Güneş. Etraf karanlığa bürünmüş. Sonra gökte yeni bir yıldız belirmiş. Kuş ile kelebek gökyüzüne bakmış. "Hoşça kal," demiş kuş. Kelebek ise kuşa bakmış.
"Güneş de bir yıldızdır. Belki de o yıldız sandığımız Güneş'in ta kendisidir. Kim bilir?"
_______
Küçükken sokakta her oyun oynadığımda düşerdim. Elbiselerimin etekleri hep aşınmış hep kirli olurdu. Annem ise bu duruma karşılık her zaman isyan ederdi. Ama şimdi durum değişti. Ne o oyunlarımdan eser kaldı ne de o küçük kızdan. O oyunlar masumiyetiyle mazide kaldı. O küçük kızda artık büyüdü. Şimdi o kızın yetişkin hali küçüklüğünün aksine karanlık bir oyunun içinde.
"Kerim," dedi profesör. Onun sesiyle kısa bir anlığına daldığım düşüncelerin arasından sıyrılmıştım. Bakışlarımı salonun ortasında volta atan profesöre çevirdim.
"Lu için istediğim telefon nerede?" diye sordu profesör. Kerim cebinden siyah bir telefon çıkarıp profesöre uzattı. Profesör telefonu eline alıp memnuniyetle gülümsedi. Daha sonra griye çalan mavi gözlerini benimkilere dikti.
"Bu senin Lu," dedi ve elindeki telefonu bana uzattı. İnce parmaklarım telefonun soğuk ekranını kavradı. Tereddütle onun gözlerine baktım. Ardından telefonu onun elinden alıp sıkıca tuttum.
"Kerim ile benim numaram telefonda kayıtlı. Herhangi bir durumda bize ulaşabilirsin," dedi profesör. Kaşlarımı çattım. "Bunun anlamı," dedim tereddütle.
Profesörün düşünceli bakışları benim yüzümde gezinirken, "Bunun anlamı biz toplantıya gideceğiz. Sende evde kalacaksın," dedi tek seferde. Bunu beklemediğimden şaşkın bakışlarımı ona yönelttim.
"Neden ben toplantıya gelmiyorum?" diye sorduğumda isyanım sesimin tınısından bile belli oluyordu.
Profesör kısa bir anlığına duraksadı. Dudakları ince bir çizgi halini almış gözlerini boşluğa dikmişti. "Lu senin toplantıya gelmeni istemiyorum," dedi tek düze bir sesle.
Bana karşı ilk defa bu kadar kesin bir yargıda bulunmuştu. Ondaki bu aniden değişen ruh haline bir anlam verememiştim.
"Ama neden?"
Bu sorumla birlikte dolan gri bulutları benim gözlerimi buldu.
"Çünkü o adamın sana bakmasını istemiyorum! Gözlerinin sana değil değmesini o adamın seninle aynı havayı solumasını bile istemiyorum!"
Profesörün sesi ilk defa yükselmişti. İlk defa sesiyle birlikte elleri de titriyordu. Griye çalan mavi gözleri gözlerime yalvarır gibi bakıyordu. Ondan bunu istemememi bekliyordu. Ama bunu yapmayacaktım. Bu yola birlikte çıkmıştık. Bu oyunun her anında onun yanında olmak istiyordum.
"Kartal'ın yüzündeki ifadeyi görmek istiyorum!" diye bağırdım dayanamayarak. Profesör kaskatı kesilmişti.
"Bu konu tartışmaya açık değil," dedi buz gibi bir sesle. Ona inanamayarak baktım. Beni koruma dürtüsüyle hareket ettiğini biliyordum. Ama bu kadarı benim için fazlaydı. Ben ona koşulsuz şartsız güvenmişken aynı şeyi bende ondan bekliyordum.
"Ege!" dedim bu sefer. Bu isim onu sinirlendirmişti.
"Sakın Lu! Sakın bunu yapma," dediğinde sesinin tınısından damarına bastığımı anlamış oldum. Kendi ismini duymak onu çıldırtıyordu. Bunun nedenini her ne kadar anlamasamda üstelemedim. Onun yerine sinirlerimi yatıştırmak için yalnız kalmaya ihtiyacım olduğunu bildiğimden odama çıkmaya karar verdim.
Arkamı dönüp salondan çıkmaya niyet ettiğimde, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Az önceki öfkeli halinden en ufak bir eser dahi yoktu. Ses tonu yine beyefendi kişiliğine uygun düzeye geri dönmüştü. Kısa bir anlığına ona bakıp tek kelime dahi etmeden merdivenlerden yukarı çıktım. Koridoru hızla geçip hışımla odama daldım. Kapıyı da ardımdan kapatıp kendimi küçük sehpanın yanındaki tekli koltuğa bıraktım. Bana verdiği telefonu da sehpanın üzerine koydum.
Saçlarımı bağladığım tokayı açıp parmaklarımı saçlarıma daldırdım. Düşündükçe saç diplerimin karıncalandığını hissediyordum. Beni Kartal'dan uzak tutacaksa neden bu oyunu oynamak için beni ikna etmişti ki?
Bir türlü aklım almıyordu. Sıkıntılı bi nefes verdim. Tam o sırada kapım tıklatıldı. Kapı yavaşça aralandı. Profesörün gözleri hafif aralık kapının arasından benimle buluştu.
"Girebilir miyim?" diye sorduğunda sinirden ağlayasım geliyordu.
"Burası senin evin. Benden izin almana gerek yok."
Bu sözlerimle dolan gözlerimi onun gözlerinden kaçırdım. Her an ellerimi yüzüme kapatıp ağlayabilirdim. Bunu çok iyi biliyordum. Sanki hiçbir şey olmamış gibi saçlarımı tekrar ensemde bağlayıp onun yatağıma oturuşunu izledim.
"Lu neden böyle yapıyorsun?" diye sordu. Sıkıntılı bir nefes verdi. Kuruyan dudaklarını ıslatıp griye çalan mavi gözlerini benim gözlerime dikti. Dolan gözlerimden iki damla yaş aktığında bu söylediklerine pişman olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum. Yatağımdan kalkıp önümde diz çöktü. Ellerimi ellerinin arasına aldı. Benim küçük ellerim onun avuçlarında kaybolurken yutkundum.
"O adamın sana bakmasını istemiyorum. Senin onu görünce tekrar dağılmanı istemiyorum. En kötüsü de ne biliyor musun? En çok onu görünce kalbinin tekrar çarpmasından korkuyorum."
Gözlerimi onun gözlerine diktim. Onun gözlerindeki korkuyu o an daha da yakından görmüş daha çok hissetmiştim. Benim için korkuyordu. Endişe ediyordu. Biri ilk defa beni benden daha çok düşünüyordu. "Profesör," dedim birden. Ellerim onun ellerini sıktı.
"Bana gökyüzünde ne dediğini hatırlıyor musun? Bir acı sonuna kadar yaşanmadıkça geçmez demiştin. Şimdi izin ver bunu yaşayarak aşayım. Acımdan, korkumdan kaçarak bir hayat yaşamak yerine onunla yüzleşeyim. Lütfen bunu yapmama izin ver."
Profesörün dudakları ince bir çizgi halini aldı. Yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. Bu söylediklerimi zihnindeki hassas terazide tarttığına emindim. Ama beni korkutan şey terazinin dengesinin benim aleyhime karar vermesiydi. Tek umudum bu kararın benim lehimde olmasıydı. Korku dolu gözlerim profesörün yüzünde gezinirken onun gözleri benimkilerle buluştu.
"Seni toplantıya götüreceğim. Ama tek bir şartım var," dedi temkinli bir şekilde. Gülümsedim.
"Kartal'ın sana yaklaşmasına izin vermem."
Ona minnettarlıkla baktım. Bunu yapmanın onun için ne kadar zor olduğunu biliyordum. Ama sırf benim için sınırlarının çizgisini gevşetmeyi tercih etmişti. "Benim için yaptıklarına minnettarım," dedim içtenlikle. Bu sözlerim onu gülümsetmişti.
"Sabahattin Ali'nin de dediği gibi her şey geçer. Her şey unutulur. Kendini bir felaketin içinde kaybetmenin manası yoktur."
Profesör usulca yerden kalktı. Gözlerimin derinlerine baktı. Daha sonra ceketinin cebinden çıkardığı küçük beyaz zarfı bana uzattı. Bugün ilklerin günüydü. Bana ilk kez kızmış, ilk kez endişelendiğini sesli bir şekilde ifade etmişti. Şimdi ise ikimizin arasında bir bağ niteliğindeki küçük beyaz zarfı bu sefer kendi elleriyle veriyordu.
"Birazdan kahvaltıya gel," diyerek göz kırptı. Daha sonra sessizce odadan çıktı. Elimde küçük notumla onun gidişini izlemiştim. Profesör gitmiş odada tek başıma kalmıştım. Gözlerimi kapıdan alıp elimdeki nota çevirdim. Zarfı açıp içindeki kağıdı çıkardım.
"William Shakespeare der ki: Kaçıp gitmek suç sayılmaz. Yüreklerin taş kesildiği yerden."
Notta sadece bu yazılıydı. Ama ben onun bu sözle ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Hem de kendimde olan bir şeyin farkına daha yeni varabilmiştim. Ben aslında korkuyordum. Yüzleşmek bana korkutucu geliyordu. Kaçmak istiyordum ama içimdeki acı o kadar derindeydi ki beni yüzleşmeye itiyordu. Bu notla da aslında profesör eğer bu yüzleşmeden kaçarsam kendimi suçlamamam gerektiğini söylüyordu.
Notu küçük zarfın içine geri koyup düşünmeye başladım. Gerçekten o toplantıya gitmek istiyor muydum? Bunu aklım yüreğime sordu. Ondan hiç kuşkusuz evet yanıtı geldi. Belki onu görmek beni darmadağın edecekti. Belki hiçbir şey olmamış gibi davranması içimdeki öfkeyi körükleyecekti. Belki de yüreğimde bir zaman onun için beslediğim aşk daha çok acı çekmeme neden olacaktı. Kim bilir?
Onu görünce ne tepki vereceğim tamamı ile bir muammaydı. Ama bir şeyden kesinlikle emindim. O da her ne olursa olsun celladımın gözlerine bakmam gerektiğiydi. Bunu yapmazsam yeterince güçlü olduğumu hissedemeyecektim. Derin bir nefes aldım. Yeni notumu kutuma atıp kilitledikten sonra birinin kapımı tıkladığını fark ettim.
"Girin," dediğimde içeri hizmetlilerden genç bir kız girdi.
"Ege Bey sizi kahvaltıya bekliyor efendim."
Kahvaltıyı tamamen unutmuştum. Dalgınlığımdan dolayı kendi kendime kızsam da kıza bakıp gülümsedim. "Tamam birazdan geliyorum," dedim ve kızın odadan çıkmasıyla birlikte dolaptan kahve tonlu bir çanta çıkardım.
İçine profesörün verdiği telefonu atıp odadan çıktım. Merdivenleri ikişer ikişer inip salona geçtim. Profesör ile Kerim'i salonun yemek odasına açılan kapıdan görebiliyordum.
"Luna Hanım kahvaltıya tam vaktinde yetiştiniz. Handan Hanım bize meşhur patatesli böreğinden yapmış," dedi Kerim gülümseyerek. Yanlarına gidip profesörün yanındaki sandalyeye oturdum. Ardından gözleri Kerim'e çevirdim.
"Bana hanım deme lütfen. Sadece Luna de."
Bu sözlerimle Kerim başını olumlu anlamda sallamış tabağına servis edilen böreği çatalına saplayıp bir ısırık almıştı. Profesör ise tabağındaki omleti keserken oldukça gergin görünüyordu. Elimdeki çantayı yanımdaki sandalyenin üzerine bırakıp tekrar ona baktım.
"Profesör," dedim sessizce. Onun dalgın bakışları bir anda beni buldu. Yüzünde derin bir keder vardı. Bu durumun canını sıktığı belliydi. Ama bana içten içe güvendiğini ve bu kararıma saygı duyduğunu da biliyordum.
"Ben iyiyim Lu. Sadece toplantıda konuşulacakları düşünüyordum," dedi sakince.
Sesi bile yorgun çıkıyordu. Onun için endişeleniyordum. Ama yapabileceğim bir şey de yoktu. Masa derin bir sessizliğe büründü. Her birimiz tek kelime etmeden sakince kahvaltımızı ettik. Daha sonra şirkete doğru yola çıktık.
Profesör ile beraber siyah uzun arabalardan birinde arkada yan yana oturuyorduk. Kerim ise şoförün yanında oturmuş telefonla oynuyordu. Tam karşımızda üç tane takım elbiseli koruma oturuyordu.
Onların varlığı bana profesörün beni kurtardığı o geceyi hatırlatmıştı. Kartal'ın peşinden koşarken ölümle burun buruna geldiğim anı hatırlatmıştı. Kurtuluşumu ama en güvendiğim adam tarafından uçurumun dibinde ölüme terk edildiğim o anı hatırlatmıştı.
Gözlerimi yumdum. Bu anılar silsilesinin kaybolması için derin derin nefesler almaya başladım. Görüntüler hala o kadar tazeydi ki onları zihnimden uzaklaştırmakta zorlanıyordum. Tam o sırada, "Lu," dedi profesör. Onun bana böyle seslenmesi bile görüntüleri bulanıklaştırırken bir anda elimi tuttu. Gözlerimi yavaşça açtım. Artık görüntüler yoktu. Sadece o vardı.
Gözlerimi onun griye çalan mavi gözlerine diktim. "Sen iyi misin?" diye sordu endişeyle. Başımı olumlu anlamda salladım.
"Sayende iyiyim," diye mırıldandım. Bu cevabımla birlikte içtenlikle gülümsedi. Onun gülümsemesi arabanın içindeki kasvetli havayı dağıttı. Oldukça uzun süren yolculuğumuz bana kısacık bir an gibi gelmişti. Öyle ki arabanın şirketin önünde durduğunu bile fark etmemiştim.
"Toplantı birazdan başlayacak," dedi profesör sıkıntılı bir nefes verdiği sırada. Birlikte arabadan inip korumalarla birlikte şirket binasına doğru ilerledik. Kapıda bizi takım elbiseli biri karşıladı.
"Hoş geldiniz Ege Bey. İsteğiniz üzere toplantı salonu ayarlandı. Kartal Bey ve çalışanlarından iki kişi sizi toplantı salonunda bekliyorlar efendim."
Profesör duyduğu isimle birlikte sanki ağzında acı bir tat varmış gibi yüzünü buruşturdu. "Tamam sen işinin başına dönebilirsin," dedi ve içeri girdi.
Profesörün bir yanında Kerim diğer yanında ben üçümüz şirketin devasa asansörlerine bindik. Korumalar ise asansörün dışında kalmıştı. Kerim asansörün 8.kat tuşuna basıp kenara çekildi. Bense geçen her saniye daha çok geriliyordum. Bu halimi profesör de fark etmişti.
"Ben senin yanındayım," dedi fısıltıyla. Derin bir nefes aldım. Kısa bir süre sonra asansörün kapısı yeniden aralandı. Hep birlikte asansörden inip profesörün peşinden toplantı salonuna doğru ilerledik. Dört bir yanı camla kaplı salonun açık kapısından profesör ile Kerim içeri girerken donup kaldım. Bacaklarım kitlenmiş gözlerim doğrudan onun gözlerinin içine bakıyordu. Kartal'ın gözlerinin içine...
İnsan bir seri katilin gözlerinin içine nasıl bakıyorsa bende onun gözlerinin içine öyle bakıyordum. Korkuyla...
Kalbim gümbür gümbür atıyordu. Nefes alamadığımı hissediyordum. Ona baktıkça bana yaşattıkları gözümün önüne geliyordu. Tam o sırada profesör yanıma geldi. Elini belime koydu. Gözlerimi güçlükle Kartal'dan alıp ona çevirdim. İnsanı dinginleyen griye çalan mavi gözlerine baktım.
"Gel," diye fısıldadı. Belimden tutup beni oval masadaki döner sandalyeye oturttu. Daha sonra hemen yanıma oturdu. Masanın altından güven vermek istercesine parmaklarını parmaklarıma kenetledi ve sıkıcı tuttu. Bir daha bırakmayacakmışçasına tuttu hem de.
Mavi gözlerini gözlerime dikip gülümsedi. Onun gülümsemesiyle birlikte derin bir nefes aldım. Güçlü olmalıydım. Onun yanında güçlü olmalıydım. Bunu onun için yapmalıydım. Kendim için yapmalıydım ve bunu en çok da Güneş için yapmalıydım.
Profesöre iyi olduğumu belli edercesine gülümsedim. Bunun üzerine gözlerini Kartal'a çevirdi. "Toplantıya başlamadan önce size bir şey soracaktım Ege Bey," dedi Kartal.
Ondaki bu ukala tavır profesörün hiç hoşuna gitmemişti. Ama yine de sinirlerine hakim olup konuşması için ona söz verdiğini belli edercesine elini uzatıp geri çekti. Kartal yüzünde sinir bozucu bir gülümsemeyle bakışlarını bana çevirdi. Tam ağzını açıp sorusunu soracaktı ki profesör kendini daha fazla tutamadı.
"Sana benim asistanıma bakma konusunda herhangi bir izin verdiğimi hatırlamıyorum!"
Kartal donup kalmıştı. Profesör ise ateş saçan gözlerle ona bakıyordu. Masanın altından tuttuğu elimi sıktım. Bakışlarımı sakinleşmesi için ona çevirdim. O da sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Daha sonra elimi bırakıp ceketinin yakasını düzeltti. Bakışlarını Kerim'e çevirdi ve "Bana sözlüğümü verir misin?" diye sordu.
Kerim dediğini yaparak masanın arka tarafındaki kitaplıktan son derece kalın olan sözlüğü alıp profesöre uzattı. Profesör birkaç sayfayı çevirip aradığı kelimeyi bulunca gülümsedi. "Kartal," dedi muzip bir gülüşle. Kartal oturduğu sandalyede dikleşti. Büyük bir ciddiyetle kravatını düzeltti. "Buyurun Ege Bey," dedi. Profesörün dudakları keyifle yukarıya doğru kıvrıldı.
"Şimdi sana bir kelimenin anlamını okuyacağım. Bu kelime bana seni anımsatıyor."
Kartal meraklı gözlerle profesöre baktı. "Dinliyorum Ege Bey," dedi ve gülümsedi. Profesör ise nazikçe boğazını temizledi ve sözlükte yazanı sesli bir şekilde okumaya başladı.
"Anasıyla babası arasında yasal bir evlilik bağı olmaksızın dünyaya gelmiş olan çocuk."
Profesör okumayı bitirince başka bir sayfayı çevirdi.
"Dur daha bitmedi! Sende olmayan ama şu elimde tutmuş olduğum sözlüğün içinde bile olan bir kelimenin anlamını da ayrıca okumak istiyorum. Zira şu sözlük kadar bile bir aklın yok!"
Kartal tek kelime etmedi. Ama profesör onu yerin dibine sokup çıkarmaya devam etti.
"Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygı, insanı insan yapan iç değer."
Profesör kelimenin tanımını okuduktan sonra Kartal'a baktı.
"İlk kelimenin ne olduğunu söylemeye dilim varmıyor ama senin ne olduğunu çok iyi bildiğini biliyorum. Son kelime ise ki sen onun ne olduğunu bile bilmiyorsundur. Ben söyleyeyim. İkinci kelimemiz onur. Sende olmayan ve hiçbir zamanda olmayacak olan bir değer. Şimdi bana bir hesap vermek zorundasın!"
Kartal yutkundu. "Ege Bey ben," dedi sadece. Onun bu çırpınışları beni içten içe mutlu ediyordu. Bana acımadığı her anın bedelini ödemesini istiyordum. Benden aldığı her şeyi misliyle ondan almak istiyordum ki bu daha başlangıçtı. Kartal'a baktım. Onun bakışları da beni bulurken kısa bir anlığına göz göze gelmemiz bile profesörün damarına basmasına yetmişti.
"Kartal bana hesap ver! Ayrıca asistanıma bakmayı da kes! O arabana alıp şirketten götürdüğün gönül eğlendirdiğin kızlardan değil! O benim asistanım! Benim! Bunu o mercimek kadar olan aklına soksan iyi edersin!"
Kartal bu lafın üzerine bana göz ucuyla bile bakmadı. Bakışlarını doğrudan profesöre çevirdi. "Ege Bey benden neyi açıklamamı istiyorsunuz?" diye sordu Kartal. Sesi her bir sözcükte titriyordu. Korkudan boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. Gülümsedim. Profesör ise eski nazik tavrına geri dönerek sakince boğazını temizledi.
"Aylar önce Olcay ile bir anlaşma imzalamıştık. İmzalar atılmadan önce bir kadını yakaladılar. Eğer o kadının saçının teline dahi zarar gelirse anlaşmanın imzalanmayacağını söylemiştim. Olcay o kadını sağ salim evine bıraktı. Ama..."
Profesör duraksadı. Kartal ise her an stresten fenalaşabilecekmiş gibi profesöre bakıyordu.
"Ama ben size güvenmek istediğim halde güvenemediğimden adamlarım kadını evine kadar takip etti. Bir baktım ki ev sahibi senmişsin! Üstelik kadını kucakladığın gibi evden çıkmışsın! Adamlarım seni gördü Kartal! Bunun bedelini ödeyeceksin! Bilirsin ki ben tek bir söz söylerim ve o sözü yerine getirmeden de durmam!"
Kartal paniklemişti. Her an ağlayabilirdi. "Ege Bey siz beni yanlış anladınız. O kadın benim sevgilimdi. Eve geldiğimde baygındı. Bende onu alıp hastaneye götürecektim," dediğinde profesörün bakışları keskinleşti.
Bense Kartal'ın büyük bir ustalıkla attığı yalanları hayretler içinde dinliyordum. "Sen kimi kandırıyorsun?" diye sordu profesör. O kadar sakindi ki ondaki bu sessizlik fırtına öncesi sessizlikle eş değerdi. Her an büyük bir fırtına kopabilirdi.
"Ben size doğruları söylüyorum Ege Bey," dedi Kartal gayet kendinden emin bir şekilde. Elimde olsa tam şu anda ona yalan söylediğini yüzüne karşı haykırırdım. Ama bunu yapmadım. Sakinliğimi koruyup bakışlarımı profesöre çevirdim. Profesör gülümsedi. Bu gülümseme daha çok sinirlenmeye başladığının göstergesiydi.
"Kartal," dedi uyarıcı bir tonda.
"Ben o kadının kim olduğunu biliyorum. Senin sevgilim dediğin kadın bu sabah bir uçurum dibinde ölü olarak bulundu. Sen ise kalkmış bana onu hastaneye götürdüğünü söylüyorsun. Bu işi sen bitirdin. Açıklamasını da Olcay'a sen yaparsın. Kararımı verdim. Akşam duyurusunu yaparsınız. Bundan sonra Olcay ile olan anlaşmanın hiçbir hükmü yoktur. Bir daha da aramızda hiçbir iş anlaşması olmayacak."
Kartal, "Ege Bey lütfen böyle yapmayın. Ben size doğruyu söylüyorum," dediğinde profesör elini kaldırıp onu susturdu.
"Ben aynı şeyi iki kez tekrar etmeyi sevmem. Anlaşma fes edildi. Bu ortaklık da burada bitti."
Profesör oturduğu sandalyeden kalktı. Bende masanın üzerine koyduğum çantamı aldığım gibi onunla birlikte masadan kalkıp kapıya doğru ilerledim. Birlikte toplantı salonundan çıktık. Kerim ise yaşanan olayın şokunu zor atlattığından bize sonradan yetişmişti.
Hepimiz asansöre bindik. Profesörün gözleri beni buldu. "Sen iyi misin?" diye sordu ilgiyle. Sesinde az önceki güçlü tınıdan eser yoktu. Hem ses tonu hem de gözlerindeki ifade oldukça naifti. Gülümsedim. Onu başımla onayladığımda rahatlamıştı.
Toplantıda konuşulanlardan çok Kartal ile olan yüzleşmemin beni etkilemesinden korkmuştu. Ama tam tersi oldu. Kartal ile yüzleşmek bana iyi gelmişti. Onun ne kadar alçak bir adam olduğunu şimdi daha net görüyordum. Aslında hiçbir zaman benim sevgimi hak etmeyen biri olduğunu şimdi daha iyi anlamıştım.
"Lu," dedi profesör. Dalgın bakan gözlerim onun gözlerinde gezindi.
"Sana mahşerin ne olduğunu anlatacağıma dair bir söz vermiştim. Şimdi sözümü tutmamın zamanı geldi. Bunu tam gününde yapmadığım için özür dilerim," dediğinde bakışlarını kaçırdı. Sanki bana anlatmaması gereken bir şeyi anlatmak zorunda kalmış gibi bir ifade vardı yüzünde. Sanki büyükler özel bir mesele konuşurken çocukların kulak misafiri olmasından dolayı konuştuklarını anlatmak zorunda kalmaları gibiydi bu yaşadığımız durum.
Kerim ise profesöre bu konuda emin olup olmadığını sorarcasına bakıyordu. Asansörün kapısı aralandı. Korumalar bizi kapıda bekliyordu. Profesör, Kerim'e baktı. "Biz biraz Lu ile baş başa konuşacağız," diyerek aslında yalnız kalmak istediğini söyledi.
Kerim gülümsedi. Başını anlayışla sallayıp korumalarla konuşmaya başladı. Bense profesör ile birlikte şirketten çıkıp arka taraftaki bahçeye doğru yürümeye başladım.
"Mahşer," dedi profesör.
"Senin o gece geldiğin yere biz kendi aramızda böyle bir isim kullanıyoruz. Orada onlarca isim var. Her biri yeraltı dünyasının bilindik simalarından oluşan adamlarla işbirliği yapıyorum. Ama sana yemin ederim ki bu işler ile aslında hiçbir alakam yok. Ben sadece ulaşım için araç temin ediyorum. Bütün bu dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi... Ama halbuki öyle bir şey yok Lu. Bu kurulmuş düzeni bozmak için bu işin başına geçtim. Herkesin açıklarını biliyorum. O yerdeki herkesin zaafını biliyorum. Bu zaafları bir gün onların sonunu getirecek. Bu sadece bir an meselesi."
"Ama senden korkuyorlar. Yani Ege'den. Peki bu nasıl oldu?"
Profesör acı çeker gibi gülümsedi.
"Çünkü mahşerin kurucusu ile olan bağlantım onları korkutuyor. Şimdi o olmayınca herkes benim hükmüm altına girdi. Benden habersiz bir kuş bile uçuramazlar. Zira silahlar istedikleri yere benim araçlarımla ulaşıyor. Eğer ben onlarla iletişimimi kesersem hepsi iflas eder. Bu yüzden kimsenin bana baş kaldırmaya cesareti yok."
Başımı anlayışla salladım. "Sen onlar gibi değilsin," dedim kendimden emin bir şekilde.
İnce bir çizgi halini alan dudakları yavaşça yukarı doğru kıvrıldı. "Değilim. Olmayacağım da. Sadece bu işi kökten bitireceğim anı bekliyorum. O ana kadar kimse benden şüphe etmemeli. Beni anlıyor musun Lu?" diye sorduğunda gözlerinde korku vardı.
Sanki bu anlattıklarından sonra ona olan bakış açım değişecekmiş gibi bakıyordu. Ama bu doğru değildi. Ben onun kalbini görmüştüm. Onun kalbi tüm bu karanlığa rağmen ışık saçıyordu. Benim içimde de bir umut ışığının doğmasını sağlıyordu. "Anlıyorum," dedim gülümseyerek. Anlıyorum... |
0% |