@sevvnuraydn
|
Kelebek kuşun gözlerinde derin bir keder görüyormuş. Kuşun acı çektiğini görmek kelebeği çaresiz bırakıyormuş. Onun için bir şey yapmak istiyormuş. Gözlerindeki kederi, acıyı, hüznü gidermek gözlerinin içinin eskisi gibi gülmesini istiyormuş. Bunun tek yolunun da kuşun yaşadıklarının hesabının sorulması gerektiği olduğunu düşünüyormuş. Kelebek hüzünle kuşuna bakmış.
Birlikte uçurumun dibine uğurladıkları kuşa son bir kez bakmışlar. Sonra uçup yuvaya konmuşlar. Yuvaya vardıklarının ertesi günü tüm dünya kuşun ölümünü konuşur olmuş. Söylentiler kulaktan kulağa yayılmış. Herkes bu vahşeti kimin yaptığını bilmek istiyormuş. Tabii bunu kimin yaptığını bilen sadece beyaz kuş ve kelebekmiş.
Onların amacı tüm dünyanın bu korkunç hadiseye tanık olması ve tabii en önemlisi kara kartalın korkuya kapılmasıymış. Bunun için kelebek ormana kartal ile konuşmak istediğinin haberini salmış. Haber dilden dile yayılmış.
En sonunda kara kartalın kulağına kadar gitmiş. Kartal korkuyla titremiş. Ne devasa kanatları ne de keskin pençeleri onu cesaretlendirebiliyormuş. Heybetli kartal bir kelebekten korkuyormuş. Çünkü ormanın kralı aslan değil kelebekmiş.
Efendisinin onu çağırması hiç hayra alamet değilmiş. Kartal bunun farkındaymış. Ama yine de verilen emir gereği kelebeğin huzuruna çıkmış. Kelebek beyaz kanatlarını kuşa kalkan yapmış. İstememiş kartalın keskin gözlerinin kuşuna değmesini. Kuş ise güvenli limanına sığınmış. Kelebeğin kanatlarının arasından izlemiş kara kartalı.
Kelebek kartala bakmış. Kartal kelebeğin önünde durup korkuyla boynunu bükmüş. Kelebek kartalın böbürlenip yüksekten uçan tüm herkese üstten bakan bir canlı olduğunu çok iyi biliyormuş. En büyük zaafının bu olduğunu da...
Kelebek kartalın gururuyla oynamaya kararlıymış. O eğilip bükülemez boynunu önünde büktürmüş. Lakin içinde taşıdığı kibirin de onun sonunu getirmesini istiyormuş.
Bir daha yüksekten uçamamasını kuşuna çektirdiği acıların bin mislini kartalın da çekmesini istiyormuş. Bunun için ilk önce onursuzluğunu yüzüne vurmuş. Daha sonra kartalın varını yoğunu elinden almak için ilk adımı atmış kelebek.
Kartal boynu bükük terk etmiş ormanı. Kelebek kuşuna dönmüş. Bakmaya bile kıyamadığı güzel kuşunun gözlerine bakmış. Kuş ona bunu nasıl yaptığını sormuş. Kelebek gülümsemiş.
"Masallarda ormanlara aslanlar hükmeder. Fakat gerçek hayatta tüm dünyayı yöneten beyaz bir kelebektir. Aslanların kelebeklere boyun eğdiği bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu beyaz kelebek de birinin hükmü altında."
Kuş kelebeğin gözlerine bakmış merakla. "Sen kimin hükmü altındasın?" diye sormuş. Kelebek derin bir iç çekmiş.
"Ben senin gözlerinin hükmünde, kanatlarının esiri, dilinden dökülen tek bir sözün emrinde aciz bir kelebeğim. Bu dünya benim ama sen benim değilsin beyaz kuş," demiş içinden kelebek. Zira dışından söylemek onun için ölüme davetiyeymiş.
_______
Küçük bir kızken de karanlıktan korkmazdım. İçimde her zaman o karanlığa doğru koşma arzusu vardı. O karanlıkta neyin saklandığını deli gibi merak ederdim. Bu merak duygusu içimdeki koşma arzusunu körüklerdi. Sonra bir bakmışım ciğerlerim ateş gibi yanarken bacaklarım uyuşana kadar karanlığa doğru koşuyorum.
Aklımda pes etmeye dair en ufak bir düşünce dahi yok. Tek düşündüğüm şey o karanlığın içinde ne olduğu. Zihnim gerçeğe ulaşmaya kodlanmış bir halde. Tıpkı şu anda da olduğu gibi...
Profesör ile bir karanlığın ortasındaydım. Ama içimde en ufak bir korku dahi yoktu. Çünkü ışığı görmek için tünelin sonuna kadar koşmama gerek yok. Yanımda yolumu aydınlatan bir ışık zaten var.
Bunu bilmek bile içimdeki cesareti daha da çok körüklüyordu. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi bahçeden alıp profesöre çevirdim. Onun griye çalan mavi gözleri de benimkileri buldu.
"Sana güveniyorum," diye mırıldandım. Profesör gözlerime kuşkuyla baktı. Hatta buna kuşkudan çok hayal kırıklığı demek daha doğru olurdu.
"Güvenmek zorunda olduğun için mi böyle söylüyorsun?"
Onun bu sorusuyla bir anlığına afallasamda başımı sorusunu olumsuz anlamda sallayarak yanıtladım.
"Hayır. Sana güvenmek zorunda olduğum için değil sana gerçekten güvendiğim için böyle söyledim," dedim içtenlikle.
Bu cevabımla sadece yüzü değil gözlerinin içi de gülmeye başladı. Gri renkli bulutlar dağılmış gözlerinin içinde gökyüzü görünmeye başlamıştı. "O zaman sana hayatı öğretmeye başlayabilirim," dedi profesör.
Gülümsedim. Birlikte bahçede ağır adımlarla yürümeye başladık. Bir süre sonra bahçedeki bir banka oturduk. İkimiz de gözlerimizi gökyüzüne dikmiş engin maviliğin ruhumuzu sarmasına izin veriyorduk.
"Lu," dedi profesör birden. Gözlerimi gökyüzünden alıp ona çevirdim.
"En çok hangi hayvanı seversin?"
Onun bu sorusuyla düşünmeye başladım. O an gözlerim ağacın dalına konan küçük bir serçeye takıldı. "En çok kuşları severim," dedim düşünceli bir şekilde. Profesör gülümsedi. O da benimle birlikte serçeye baktı. Serçe kanatlandı gökyüzünde süzülmeye başladı.
"Özellikle de onların özgürce kanat çırpışını seviyorum."
Bu söylediğimle birlikte profesör beni tasdikledi.
"Bende en çok kelebekleri seviyorum. Şimdi sen soracaksın. Neden ömrü bir gün olan bir hayvanı seçtiğimi. Ben sana söyleyeyim. Kelebek kalpte yaşayan tek canlıdır. Beyaz kanatlara sahip bu kelebekler kalbin içinde sevginin sıcaklığını hissettikçe kanat çırpmaya devam eder. Hem sana bir sır vereyim mi? Bir kelebeğin ömrü 24 saat değil sevildiği süreymiş."
Profesörün sözleri beni derinden etkilemişti. Onun küçük bir kelebeğe olan bakış açısı bile herkesten oldukça farklıydı. Sanırım bu yüzden ona profesör dememi istiyordu. Gözlerim ona takılı kalmışken profesörün omzuna beyaz bir kelebek kondu. Gülümsedim.
"Kelebek," dedim heyecanla. Profesör kelebeğe baktı. Onunda yüzünde genişçe bir gülümseme belirirken kelebek söylediği gibi kanat çırpmaya başladı.
Gökyüzündeki serçe ile birlikte süzülerek gözden kaybolduklarında profesör ile birbirimize baktık. "Beyaz kelebek ile kuş," dediğimde ikimizinde aynı anda aynı şeyi söylemesi bir anlığına duraksamama neden olmuştu. Ama onun bunun üzerine söylediği şey benim daha çok hoşuma gitmişti.
"Beyaz kuş ile beyaz kelebek."
"Beyaz kuş?" diye sordum dayanamayarak. Bunun üzerine profesör gülümseyerek gözlerime baktı.
"Beyaz kuş sensin Lu. Sen bir kuş olsan beyaz bir kuş olurdun. Kanatlarından günışığı yayılan güzel bir kuş olurdun."
Beyaz kuş dedim içimden. Bu benzetmenin daha şimdiden kendimle bütünleştiğini hissedebiliyordum. Sırtımda görünmez kanatlarımın olduğunu hissedebiliyordum. Sadece uçmak için doğru anı bekliyordum. Ya da beraber uçabileceğim birini. Kim bilir?
"Biz beyaz kuş ile beyaz kelebeğiz. Senle ben profesör... Bundan sonra kuş ile kelebek olarak hayatımıza devam edeceğiz," dedim gülümseyerek. Profesör yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Parlak mavi gözlerine bakakalmıştım.
"O halde beyaz kuş kelebeği takip et. Çünkü bu kelebek sana hayatı öğretecek."
Profesör banktan kalkıp elini uzattı. Elimi nazikçe avucuna indirdim. Ondan destek alıp oturduğum banktan kalktım. Birlikte şirketin bahçesinin çıkışına doğru yürümeye başladık. Profesör, "Ben kelebekten sonra en çok hangi hayvanı severim biliyor musun Lu?" diye sordu.
Onun bu sorusuyla birlikte düşünmeye başladım. Her şeye farklı bakan yanından düşünmeye başladım. Ama tam olarak bu sorunun cevabından emin olamamıştım. Merakla gözlerine baktım. O da sözlerine kaldığı yerden devam etti.
"Kelebeklerden sonra en çok kedileri severim. İnsanlar onların nankör hayvanlar olduğunu söylerken bence bu durum tamamen bir uydurmadır. Peki neden sence kedilere nankör derler?" diye sorduğunda gülümsedim.
"Kedilerin köpeklerin aksine insanlara yüz vermemesinden dolayı mı?"
Profesör gülümsedi.
"Çünkü insanlar kendisine hak ettiği gibi davrananları genellikle sevmezler. Bu onlara ağır gelir. Halbuki insanoğlu her şeyi yapma hakkını kendinde gören varlıklardır Lu. Kediler ise onlara hak ettiği muameleyi yapan canlılardır. İşte sırf bu yüzden onlara nankör derler. Aslında olan şeyse insanlara güvenen kedilerin bir avuç zalimin elinde acı çekmesiydi. Onlar yüzünden kediler güven duygusunu kaybetti. Tıpkı senin gibi Lu," dediğinde duraksadı.
Sanki sözlerinin devamını getirmek istiyor ama bunu yapamıyor gibiydi. Gözlerindeki korkuyu görebiliyordum.
"Benim gibi mi?" diye sordum ilgiyle. Bu ilgili halim onu cesaretlendirdi. Derin bir iç çekti. Ardından sözlerine kaldığı yerden devam etti.
"Sende o zalim yüzünden kendine olan güvenini kaybettin. Hatta şimdi de hem bana güvenmek konusunda hem de belli etmesende mahşer konusunda tereddütlerin var. Bir kedi misali sana bunu yapan adam yüzünden seni gerçekten koruyup gözetecek insanlara yaklaşamıyorsun. Ama ben her ne olursa olsun senin elinden tutmaya ve gerekirse o düştüğün uçurumdan birlikte çakılmaya geldim. Artık yalnız değilsin ve hiçbir zaman da yalnız olmayacaksın. Çünkü bu yolda birlikteyiz. Kurtulursak da beraber çakılırsak da beraber olacağız Lu."
Onun bu sözleri gözlerimin dolmasına neden olmuştu. Dudaklarım titremiş onun gözlerine takılı kalmıştım. "Profesör," dedim sessizce. Onun gökyüzü gibi bakan gözlerinde adeta bir Güneş doğdu. Işık saçan gözleri ve kusursuz gülümsemesiyle birlikte "Beyaz kuş," diye fısıldadı.
Gülümsedim. Onun kolunu uzatmasıyla birlikte beyaz kelebeğin kanadına sarıldım. Birlikte şirketin bahçesinden çıkıp ana caddede yürümeye başladık. Kalabalık caddede birlikte yürürken profesör, "Birlikte bir şeyler yemeğe ne dersin?" diye sordu. Bu cazip teklifi hiç düşünmeden kabul ettim. Beni oldukça kalabalık bir restorana götürdü.
"Bu restoranda sana bir hayat dersi daha vereceğim," dedi profesör. Bununla neyi kastettiğini tam olarak anlayamamıştım. Ama yine de soru sormadan sandalyemi çekip oturdum.
O da tam karşıma geçti. Gözleri kapıdaydı. Sanki birini bekliyor gibiydi. "Kerim'i mi bekliyoruz?" diye sordum bende bakışlarımı kapıya çevirdiğim sırada. Profesörün sorumu cevaplamasına kalmadan kapıdan Kartal girmişti.
Gözlerim onda takılı kalmıştı. Bizi fark edemeyecek kadar uzağımızdaydı. Ama onun olduğunu bilecek kadar da yüzü ezberimdeydi. "Kartal," diye fısıldadım.
İsmini söylemek bile ağır gelirken karşımda görmek yüreğimin ortasına ağır bir darbe yemişim gibi kalakalmama yetmişti.
"Onun burada ne işi var?"
Bu sorumla birlikte bakışlarımı zar zor ondan alıp profesöre çevirdim. "Onun burada ne işi var?" diye dayanamayarak tekrar sordum.
Aniden bastıran öfkeme karşılık, "Sadece bana güven. Sana onun gerçek yüzünü küçük bir deney ile bir kez daha göstermek istiyorum," dedi ve sipariş almak üzere yanımıza gelen garson kıza baktı.
"Ne alırdınız efendim?" diye sordu sarışın genç kız.
Profesör gülümsedi. Gözlerini kızdan alıp kısa bir anlığına bana baktı. "Bize şefin özel spesiyalinden getir lütfen. Bir de şarabınız var mı?" dediğinde sarışın garson kız başını olumlu anlamda salladı.
"Çok güzel. Şarapta olsun. Ama benim sizden küçük bir de ricam olacak."
Bu rica benimde dikkatimi çekmişti. Meraklı gözlerle ona baktığımda, "Biz buraya aslında birini daha yakından tanımak için gelmiştik. Şu masada oturan beyefendi benim şirketime iş başvurusunda bulundu. Bizim amacımız bu adamın insanlara karşı tutumunu görmek. Benim için işten önce saygı, hoşgörü ve anlayış gelir. Bu sebeple bu beyefendiye de bir kadeh şarap götürmeni istiyorum. Ama şarabı servis ederken üzerine boce etmelisin," dedi profesör.
Bu teklifiyle birlikte bende garson kızda şaşkın şaşkın profesöre bakıyorduk. Şarabın Kartal ile ne ilgisi vardı? Bunu bir türlü anlayamıyordum.
"Ama efendim eğer bunu yaparsam patronum beni işten kovar," dedi kız çaresizce. Profesör gülümsedi.
"Merak etme. Ben buradayken kimse seni işten kovamaz."
Garson kız ilk başta tereddüt etsede profesörün teklifini başını olumlu anlamda sallayarak kabul etmişti. Siparişlerimizi getirmek için yanımızdan ayrıldığında profesöre baktım. "Şarabı üzerine dökünce ne olacak?" diye sordum şaşkınlıkla. "İzle," dedi sadece.
Birkaç dakika sonra garson kız servis arabasıyla birlikte yanımıza geldi. Tabaklarımızı ve şarabımızı servis ettikten sonra tam da profesörün dediği gibi Kartal'ın masasına doğru ilerlemeye başladı. Nefesimi tutmuş merakla olacakları izliyordum.
Sarışın garson kız şarap şişesinden kadehe şarap doldurmaya başladı. Kartal'ın gözleri kızın üzerindeydi. Kıza olan bakışları o kadar iğrençti ki şimdiden midemin bulandığını hissedebiliyordum. Yüzünde eğreti duran gülümsemesiyle birlikte bir şeyler konuşmaya başladı. Tam o sırada kızın elindeki kadeh kaydı. Tüm şarap Kartal'ın üstüne dökülmüştü.
Kartal bir anda oturduğu yerden kalkmış tüm restoranı inletecek kadar yüksek bir sesle bağırmaya başlamıştı. "Sen ne yaptığını sanıyorsun? Bu takımın fiyatından haberin var mı senin? Beceriksiz!" diye bağırdığı sırada şaşkın bakışlarımı profesöre çevirdim. Onun yüzünde ise en ufak bir şaşkınlık belirtisi dahi yoktu. Sanki Kartal'ın bu tepkiyi vereceğini önceden biliyordu.
"Bak Lu. Kartal eğer senin olduğunu sandığın Kartal olsaydı o kıza asla bağırmazdı," dedi tek düze bir sesle. Bu konuda oldukça haklıydı.
Kartal ile birlikte olduğum zamanları anımsadım. Birlikte yemeğe çıktığımızda buna benzer bir olay yaşamıştık. Yüzünde sinirli bir ifade belirmiş ama sırf yanında ben varım diye tek kelime etmemişti. Onca zaman benden sakladığı bir yüzü olduğunu nasıl fark edememiştim? Bir türlü aklım almıyordu.
"Seni kovduracağım! Bir daha hiçbir yerde çalışamayacaksın!" diyerek esip gürleyen Kartal'a haddini bildirmek üzere profesör ayağa kalktı. Bende oturduğum yerden kalkıp profesörün peşine takıldım.
Birlikte tam da Kartal'ın arkasında durduk. Kartal bizim varlığımızdan habersiz kıza karşı kendini kaybetmişçesine laf saymaya devam etti. Profesör ise sadece Kartal'ın omzuna dokundu.
Kartal tam sinirini omzuna dokunandan çıkarmaya niyet etmişti ki profesör ile göz göze gelmesi bir olmuştu. Dehşete kapılmış bir halde olduğu yerde kalakaldığında boynu bükük ağlayan kızın yanına gittim. Kızı sakinleştirmek için sarıldığım sırada profesör "Burada da mı karaktersizliğini konuşturuyorsun?" dedi gülerek.
Kartal tek kelime edemedi. Yüzü kızarmış hatta kızarmaktan da öte mora dönmüştü. Korku dolu gözler bir profesöre bir bana bakarken profesörden tekrar ayar yedi.
"Asistanım Luna'ya bakmanı istemediğimi oldukça net bir şekilde ifade ettiğimi sanıyordum," dediğinde Kartal duyduğu isimle afallamıştı.
"Luna mı?" diye sorduğunda profesör gülümsedi.
"Luna Arga benim kişisel asistanım."
Kartal çarpılmış gibi kalakaldı. Profesörün ise zerre affı yoktu. "Biz konumuza dönelim Kartal. Şimdi yaptığın ikinci hatanın bedelini öde ve bu kızdan özür dile," dediğinde Kartal kıza baktı.
"Bunu yapmak istemiyorum Ege Bey."
Bu cevabı vereceğini profesör tahmin etmiş olacak ki sinir bozukluğuyla gülmeye başladı.
"Ya bu kızdan özür dilersin ya da ben sana diletene kadar yalvartırım. O zaman keşke özür dileseydim dersin," diyerek küçük bir tehditte bulundu.
Kartal ise bu tehdite boyun eğmek istememişti. Egosunun zedelenmesindense ölmeyi yeğlerdi. Bunu gözlerindeki kibir yüklü ifadeden anlayabiliyordum. Tabii bunu profesör de en az benim kadar iyi biliyordu.
"Kartal," dedi uyarıcı bir tonda. Ama Kartal'dan tık yoktu. Boş boş kıza bakıyordu sadece. Tam o sırada profesör, Kartal'ı tutup kızın önünde diz çöktürdü.
"Sana özür dile dedim," dedi tekrar sakin ama bir o kadar da ciddi bir ses tonuyla. Omzuna sertçe bastırdı. Başını kaldırmasına izin vermedi. Kartal omzundaki keskin ağrıyla inlerken "Özür dilerim," diye mırıldandı. Profesör için bu yeterli değildi.
Kartal'ın omzunu bırakıp yakasından tutuğu gibi yerden kaldırdı. "Benim kim olduğumu bir kez daha unutursan seni doğduğuna pişman ederim," dedi keskin bakışlarını Kartal'a yönelttiği sırada. Kartal onun bu tehditiyle başını sallayıp restoranı hızla terk etti. Bunun üzerine profesörün griye çalan mavi gözleri beni buldu.
Tüm restorandaki insanların bakışları bizim üzerimizdeydi. Ama bu onun umurunda değildi. Hatta tüm restoran profesörü alkışlarken onun gözleri sadece benim üzerimdeydi. "Umarım sizi çok korkutmamışımdır," dedi gülümseyerek.
Gözleri benden yanımdaki genç garson kıza kayarken restoranın sahibi bize doğru geliyordu. "Bittim ben. Müdürüm buraya geliyor," dedi garson kız korkuyla.
Profesör ona bakıp içtenlikle gülümsedi. "Kimse seni kovmayacak. Buna izin vermeyeceğim," dediğinde restoranın sahibi yanımıza geldi. Şaşkın bakışları bir garson kızda bir profesörün üzerinde gelip giderken "Ege Bey," dedi birden.
Profesör elini uzatıp restoranın sahibi ile tokalaştı. "Cüneyt Bey nasılsınız?" Cüneyt Bey kıkırdadı. "İyiyim efendim de daha demin olan olaydan ötürü özür dilerim. Beceriksiz garsonumuzun da kusuruna bakmayın lütfen," dediğinde profesör kaşlarını çattı.
Keskin bakışları adamın yutkunmasına neden olurken, "Cüneyt Bey öncelikle garsonunuz için bir daha beceriksiz diye bir tabir kullanmayacaksınız. İkincisi tüm bu olanlar az önce kaçan farenin başının altından çıktı. Üçüncüsü bu kızın işine son vermeyeceksiniz ve son olarak da eğer bu kızı bir dahaki gelmemde görmezsem restoranınızı satın alabilirim. Tabii seçim yine sizin," dedi profesör.
Cüneyt Bey yutkundu. Profesörün imalı bakışlarının altında başını olumlu anlamda sallamaktan başka bir şey yapamadı. Bunun üzerine profesör memnuniyetle gülümsedi.
"O halde biz sevgili asistanım ile yemeğimizi yerken siz de işinizin başına dönebilirsiniz Cüneyt Bey," dediğinde birlikte az önce kalktığımız masamıza geri döndük. Profesör sandalyeye oturmamla beni masaya doğru yaklaştırdı. Daha sonra karşımdaki yerini aldı.
"Evet Lu. Bugün oldukça olaylı bir gün oldu. Ama çok fazla şey öğrendiğine de eminim," dedi ve tabağındaki salatadan bir çatal alıp ağzına attı. Onu başımla onayladım.
"Kartal'ın aslında fare olduğunu öğrendim," dedim. Gülerek söylediğim şeyle az önce dediği şeye bir atıfta bulunmuş oldum. Profesör de bu dediğim şeye gülmüştü.
"Sana aslında Kartal'ın en başından beri merhametsiz biri olduğunu göstermek istedim. Senin gibi bir toz zerresine bile merhamet gösterecek kadar güzel kalpli birine zarar verebilecek olan insanlar merhametlerini ve hatta buna şerefleri de dahil olmak üzere karanlığa gömmüş olanlardır Lu. Ki şunu da sakın unutma merhameti olmayan birinin neyi olursa olsun onun bir toz zerresi kadar bile değeri olamaz. İster dünya kadar zengin olsun isterse gücü ama insanın merhameti olmadıktan sonra bunların hiçbirinin bir hükmü yoktur. O artık bir hiçtir."
Profesörün sözleriyle birlikte bir anlığına duraksamıştım. Benim bir toz zerresine bile merhamet ettiğimi söylüyordu. Bu güzel benzetmesi beni gülümsetmişti. İçimde tam yüreğimin ortasında bir sıcaklık hissetmiştim. Yemeğimden bir çatal alıp çiğnerken profesör duraksadı. "Yalnız şunu da bilmeni istiyorum," dediğinde tüm dikkatimi ona verdim.
"Affetmek büyük bir erdemdir Lu. Ancak bir şeyi sakın unutma. Her insan affedilmeyi hak etmez. Tıpkı kalplerimizi kelebek mezarlığına çevirenler gibi..."
Bu sözleri düşündürücüydü. Kelebeklerin yürekte yaşayan tek canlı olduğunu söylemişti. Şimdi ise yüreğimdeki tüm kelebeklerin katilini her ne pahasına olursa olsun affetmemem gerektiğini söylüyordu. Kalbimde yatan ölü kelebeklerin mezarı üzerine yemin ettim içimden. Kartal'ı hayatım pahasına affetmeyecektim. Profesörün griye çalan mavi gözlerine baktım.
"Kelebek mezarlığımda yatan her bir kelebeğin hesabını ondan soracağız öyle değil mi?" diye sordum. Profesör buruk da olsa gülümsedi.
"Kelebek mezarlığımızdaki tüm kelebeklerin hesabı sorulacak Lu."
Benim kalbim sanki onunda kalbiymiş gibi konuşmuştu. Yüreğimin atışını uzun zaman sonra ilk kez bu kadar net duyuyordum. Ölü kelebeklerim sanki dirilip tekrar uçuşmaya başlamış gibi hissetmiştim.
İçtenlikle gülümsedim. O da beni şaşırtarak masanın üzerinden kolunu uzattı. İşaret parmağı yanağımdaki derin çukura dokundu.
"Bu küçük çukur var ya Lu. O çukur tırtılın kelebek olduğu yer."
Donup kalmıştım. Parmağını gamzemden çekip gözlerime baktı. Griye çalan mavi gözleri ışıl ışıldı. Gözleri de yüzü gibi gülüyordu. Birlikte sessizce yemeğimizi yemeğe başladık. Ara ara kaçamak bakışlarla birbirimize bakıyorduk. Kafamın içinde ise onun sözleri yankılanıyordu. Profesör tam da bana söz verdiği gibi hayatı öğretiyordu. Bana dünyaya bambaşka bir perspektiften bakmayı gösteriyordu.
Gözlerim onun çatalı bile nazikçe tutuşuna takılmışken birlikte yemeğimizi bitirip hesabı istedik. Aynı garson kız yüzünde tatlı bir gülümseme ile birlikte yanımıza geldi. Elindeki hesap defterini profesöre uzattı. Profesör eline aldığı hesap defterinin içine bakıp gülümsedi. Meraklı gözlerim onun neye bu kadar güldüğünü anlamaya çalışırken hesap defterinin arasından bir kağıt çıkarıp bana uzattı. Kağıdı alıp içimden okudum.
Hesabınız bize verdiğiniz insanlık dersi tarafından ödenmiştir yazıyordu. Notu okuyup ona baktığımda ikimizinde yüzünde belirgin bir gülümseme belirdi. Garson kız profesöre içten bir teşekkür etti. Bunun üzerine masadan kalkıp restoranın dışına çıktık. Birlikte kol kola sokaklarda yürümeye başladığımızda gülümseyerek ona baktım. "Profesör," dedim iç çekerek. Bunun üzerine griye çalan mavi gözleri beni buldu.
"Bana hayata bambaşka bir pencereden bakmayı öğretmeye çalıştığın için teşekkür ederim. Sayende sadece hayatı değil insanları da daha iyi anlamaya başladım. Mesela az önce yaşanan olayda Kartal gibi davranan birçok insanı görmediğimizi veya görmezden geldiğimizi fark ettim."
Profesör bugünden çıkardığım dersi beğenmişti. Dudakları gururla yukarıya doğru kıvrılmıştı.
"Küçük prensin hikayesinde de olduğu gibi dünyaya farklı bir pencereden bakmayı öğrendiğinde işte tam da o an her şey değişir Lu. Acıların olduğu bir yerde umudu görürsün. Mutluluğun olduğu yerde hayalleri görürsün. Korkunun olduğu yerde bir ışık görürsün. Belki de o ışığı yakan bizzat sen olursun. Kim bilir?"
Verdiği örnekle birlikte aklıma Küçük Prens'in hikayesi geldi. Onun fil yutmuş bir boğa yılanı çizmesi fakat büyüklerin bu çizimi bir şapkaya benzetişini anımsadım. Belki de Küçük Prens gibi bizde farklı bir pencereden bakmalıyız dünyaya. Herkesin gördüğünü değilde kimsenin görmediklerini görmeliyiz. Bu düşünceleri bana düşündüren profesöre çevirdim gözlerimi.
"Beyaz kelebek beyaz kuşa bugün çok şey öğretti," diye mırıldandım. Kıkırdadı.
"O halde bir şeyler öğretme sırası beyaz kuşta."
Ona ne öğretebileceğimi hiç bilmiyordum. Kendisine profesör dediğim birine ne öğretebilirdim ki? Bir süre düşündüm. Meraklı gözlerim etrafı izlerken az ötemizde çocuklarla dolu bir park gözüme ilişti.
"Buldum," dedim birden. Profesörün merakla yüzüme bakmasının üzerine, "Beyaz kuş beyaz kelebeğe uçmayı öğretecek," dedim. Beyaz kuş kelebeğine uçmayı öğretecek. |
0% |