@sevvnuraydn
|
Kuş ile kelebek özgürce ağaçların arasında uçuşmaya başlamış. Yemyeşil yaprakların arasında süzülürken sonunda bir ağacın dalına tünemişler. Kuş gökyüzüne bakmış. "Bu doğan Güneş battığında nereye gidiyor?" diye sormuş. Kelebek göz alıcı Güneş'e bakmış.
"Güneş sen gülünce doğuyor beyaz kuş," demiş.
"Ne zamanki senin gözlerinde acının parıltısı beliriyor o vakit Güneş yüreğimin içine doğru batıyor. Sen her ne kadar fark etmesende yüreğimin içi seni öyle gördükçe cayır cayır yanıyor. O vakit yüreğim yalvarıyor. Bir yağmur bulutuna muhtaç kalıyorum. Bir damla suya hasret sana bakıyorum. İşte o zaman sen gülüyorsun. İçimdeki Güneş gökyüzünde tekrar doğuyor."
Kuş kelebeğinin ışıldayan gözlerine bakmış. "Peki ya Ay?" demiş beyaz kuş.
"Ona ne oluyor?"
Kelebek gülümsemiş. Beyaz kanatları kuşun tüylerine değiyormuş.
"Ay ise Güneş gökyüzündeyken senin gözlerinde gizleniyor. Oradan bakıyor dünyaya. Güneş batıncada Ay gözyaşlarınla birlikte gökyüzünde beliriyor. Kimi zaman dolunay kimi zamanda bir hilal oluveriyor. Ama o her şekliyle sende saklanıyor beyaz kuş," demiş kelebek. Beyaz kuş gülümsemiş. Kelebeğinin sözleri içini ısıtmış.
"Yıldızlar ise senin kanatlarında gizleniyor," demiş kelebeğe. "Belki de tuttuğum dileğimin sen olma sebebi de budur kim bilir?"
Kelebek kuş ile birlikte tekrar gökyüzünde süzülmeye başlamış. Beyaz kanatları Güneş'in ışıklarıyla ışıl ışıl parlıyormuş. Kuşun güzelliği ise tüm görenleri kıskandırıyormuş. Birlikte başka bir dala konmuşlar. O dalın yakınlarında kara kartalı görmüşler. Kuş kartalı görmekten hiç memnun olmamış. Kelebeğe gitmek istediğini söylemiş.
Kelebek onu durdurmuş. "Bekle," demiş kuşa. "Sana kartalın gerçek yüzünü göstereceğim. Aslında kartalın nasıl yüksekten uçan kibirli ve adi bir canlı olduğunu göreceksin," demiş.
Kuş kelebeğin bu sözlerinin üzerine olanları izlemeye başlamış. Kelebek kartalın o çok sevdiği kara tüylerinin birini koparmasını emretmiş bir başka kelebeğe.
Altın kanatlı kelebek kartalın tüylerinden birini koparmış. Kartal hiddetlenmiş. Onun tüyünü koparmaya kimin cesaret ettiğine bakmış. Pençelerini dışarı çıkarmış altın kanatlı kelebeğe doğru. Tam o sırada beyaz kelebek çıkagelmiş. Kartalın bükülemez boynunu bükmüş. Kibirini ayakları altına almış. Onun aciziyetini tüm orman halkına göstermiş.
Herkesin gözleri önünde kartalın altın kanatlı kelebekten özür dilemesini sağlamış. Beyaz kuşun göğsü gururla kabarmış. Kelebeğinin cesareti onu hayran bırakmış. Kelebek kuşuna bakmış ve demiş ki bir gün bu kelebek senin için tüm kartal ırkına diz çöktürecek. Bu sadece bir an meselesi...
_______
Kuşlarda kelebeklerde yaratılışlarının bir sonucu olarak doğuştan uçmayı bilirler. Ama bizler tam uçmayı öğrenmemiz gereken anda kanatsız kalmıştık. Ne bize uçmayı öğretenimiz oldu ne de bize hasretle baktığımız gökyüzünü gösterenimiz. Ama şimdi biz birlikteyiz. Kuş ile kelebek bu sefer birlikte uçacak. İlk kez gökyüzüne dokunacaklar. İlk kez...
"Lu nereye gidiyoruz?" diye sordu profesör nefes nefese. Elinden tutmuş onu da beraberimde koşturuyordum. Küçük bir kızdan farkım yoktu. Heyecanla parka girdiğimde profesör kıkırdadı. "Şimdi neden koşturduğumuz belli oldu," dedi gülerek.
Parka girdiğimiz ilk an tıpkı çocukluğumda da olduğu gibi ilk salıncağa bakmıştım. Heyecanla gözlerimi salıncaktan alıp profesöre çevirdim. Onun gözleri benimle salıncak arasında gidip giderken, "Seni sallamamı ister misin?" diye sordu.
Bu soruyla birlikte bir anlığına afalladım. Profesör ise bu halime bir anlam verememişti. Bu aniden durgunlaşan halim onu endişelendirmişti.
"Neyin var Lu?"
Gözlerindeki pırıltı benden gelecek cevabı ilgiyle beklediğinin göstergesiydi.
"Beni salıncakta sallar mısın?" diye sordum birden.
Profesör başını olumlu anlamda sallayarak gülümsedi. Bunun üzerine heyecanla salıncağa oturup sıkıca tutundum. O beni sallamaya başlarken, "Biliyor musun profesör? Daha önce kimse beni salıncakta sallamamıştı. Bu şaşkınlığımın sebebi bunu sana sormadan senin bana teklif etmendi," dediğimde profesör göğsüne sıkı bir yumruk yemiş gibi kalakalmıştı.
"Neden kimse seni sallamadı?"
Profesörün bu sorusuyla birlikte burukta olsa gülümsedim.
"Çünkü beni tek parka götüren annemdi. O da beni terk edince kimse beni bir daha parka götürmedi. Bende kendi kendime sallanmayı öğrendim. Her şeyi kendim yapmaya başladım. Biri bana yardım etmek isteyince de hep reddettim. Neden biliyor musun? Çünkü eğer yardım alırsam, eğer o kişiye bağlanırsam, o kişinin de bir gün beni bırakmasından korktum. Ama şimdi böyle bir korkum yok. Çünkü bende artık birinin elimden tutmasını düştüğüm yerden kaldırmasını istiyorum."
Profesör burnunu çekti. Gözlerimi ona çevirdiğimde ağladığını fark ettim. Bir öne bir arkaya sallanırken bir anda beni tuttu. Sıkıca sarıldı. Kolları omuzlarımı kavrarken donup kalmıştım. Sıcak nefesini saçlarımda hissedebiliyordum.
"Bundan sonra ne zaman istersen seni parka götüreceğim. Kimsenin seni sallamasına izin vermeyeceğim. Çünkü seni salıncakta sallayan hep ben olacağım Lu," diye fısıldadı kulağıma.
Onun bu sözleriyle benimde yanaklarımdan aşağıya iki damla yaş aktı. Hayatımda ilk kez biri benim için gözyaşı döküyordu. İlk kez biri gerçekten yanımda olduğunu hissettiriyordu. Ellerim onun kollarını kavradı.
"Seni buraya neden getirdiğimi biliyor musun? Beyaz kuş daha küçük bir yavruyken salıncakta öğrendi uçmayı. Şimdi kelebek de kuş ile birlikte uçmayı öğrenecek."
Profesör yavaşça beni bıraktı. Salıncağın kenarından tutup beni kendine çekti. Daha sonra ileriye doğru itti. Salıncakla birlikte bende yükseldim.
"Biliyor musun? Annem beni her parka götürdüğünde ilk yaptığım şey salıncağa binmek olurdu. Annem salladıkça daha yükseğe çıkmak bulutlara dokunmak isterdim. Ama şimdi görüyorum ki bulutlara dokunmak için gökyüzüne çıkmama gerek yokmuş. Çünkü zaten benim ruhumda yağmur dolu bulutlar var. Üstelik onlara ne zaman istersem dokunabilirim. Ben dokundukça ben hissettikçe ben sevdikçe içime bırakıyor yağmurlarını ve şimdi görüyorum ki ruhumdaki tüm karanlık acı dolu anılar o yağan yağmurla akıp gitti. Belki de yağmurlu havaları sevmemin nedeni de budur? Belki de benim kalbime yağmur getiren özel bir bulut vardır? Hatta bulut olmaktan çok yağmurun bizzat kendisi olan beni içinde bulunduğum çıkmazdan akıttığı damlalarıyla alıp götüren bir yağmur. Hatta kim olduğunu benim bile bilmediğim bir yağmur."
Gözlerimi profesöre çevirdim. Onun griye çalan mavi gözleri dolu doluydu. Yüzünde ise sıcak bir gülümseme vardı. Bununla birlikte bende gülümsedim. "Anneni bulmayı hiç düşündün mü?" diye sordu dayanamayarak.
Bu soruyu sormasını beklesemde gözlerimi yumup yutkundum. Sanki boğazımda iri bir yumru varmış gibi hissediyordum. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi tekrar açtığımda gökyüzüne baktım.
"Annemi çok aradım. En sonunda onun Londra'da iş kadını olduğunu öğrendim. Ben aslında Londra'ya annemi bulmak için gitmiştim. Kartal'a iş için gittiğimi söyledim. Aslında yalan da söylemedim. Oldukça iyi bir iş teklifi ile Londra'ya gittiğim doğru. Ama benim asıl amacım annemin karşısına çıkıp ona şu an olduğum yere onsuz geldiğimi göstermekti. Gözlerine bakıp artık beni gözyaşı dökemeyecek kadar hissizleştirenin o olduğunu söyleyecektim. Ardından döktüğüm gözyaşlarından sonra ağlayamadığımı söyleyecektim. Evcilik oyunlarında sırf anne figürü var diye bir daha o oyunu oynamadığımı söyleyecektim. En çok da ona neyi söylemek isterdim biliyor musun profesör?"
Profesör yaşlı gözlerle baktı gözlerime. "Ona onsuzda salıncağa binebildiğimi söyleyecektim. Kimsenin beni itmesine ihtiyacım olmadığını söyleyecektim," dediğimde profesör salıncağın zincirlerini tutup durdu.
Parmakları ağır ağır zincirlerden aşağıya kaydı. En sonunda zincirleri kavrayan ellerimi tuttu. Ellerim onun ellerinin altında kayboluyordu. Soğuktan buz tutmuş parmaklarımı ısıtıyordu parmakları.
"İstersen içinde biriktirdiklerini annenin yüzüne söylemeni sağlayabilirim," dediğinde başımı çevirip ona baktım.
"Belki başka zaman. Ama şimdi beyaz kuş ile beyaz kelebeğin eve dönme vakti," diye mırıldandım.
Profesör anlayışla başını salladı. Bu konuyu konuşmak istemediğimin farkındaydı. Salıncaktan kalkıp onun koluna girdim. Birlikte parkın çıkışına doğru yürümeye başladık. Tam o sırada çimenlerdeki sulama sistemi çalışmaya başladı.
"Islanıyoruz," dedi profesör kolumdan tutup panikle beni kenara çekerken. Bunun üzerine başımı salladım.
"Gel birlikte ıslanalım," dedim. Profesörün şaşkın bakışlarına aldırmadan kendimi fıskiyenin altına attım. Her yanım sırılsıklam olana kadar ıslanmak istiyordum. Ne zaman yağmurun altında ıslanmaya çıksam tüm sıkıntılarımın suyla birlikte akıp gittiğini hissederdim. Şimdi de bu suyla birlikte içimdeki sıkıntıların toprağa karışmasını diliyordum. Suyun etrafında dolaşarak daha çok ıslanırken profesör de yanıma geldi.
Sırf ben istediğim için suyun altına girmişti. Üstelik pahalı takımının ıslanmasını umursamıyordu. Yüzüne genişçe bir gülümseme yayılmış suyun altında benimle birlikte ıslanmayı göze alıyordu. "Lu," dedi yanıma gelerek.
Ellerimi sıkıca tuttu. Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan ellerimi tutup dönmeye başladı. Birlikte su fıskiyesinin altında çılgınlar gibi dönüyorduk. Kahkahalarımız dört bir yanda yankılanıyordu. En sonunda dönerken dengemi kaybettim. Daha ne olduğunu bile anlamadan profesörün üstüne düştüm.
"Profesör iyi misin?" diye sordum panikle. Profesör ilk başta bu halimize gülmeye başlamış daha sonra beni bulan gözleri donup kalmasına neden olmuştu. Aramızdaki bu yakınlıkla birlikte yutkundum. Nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Burnum neredeyse onunkine değiyordu.
Gözlerimiz desem ben onun gök mavisi gözlerine kilitlenmiş bir haldeydim. Her yerim sırılsıklam ve üstelik havanın da buz gibi olmasına rağmen sıcakladığımı hissediyordum. Peki ama bu nasıl mümkün olabilir?
"Telefon çalıyor," diye mırıldandı profesör. Gözlerine o kadar çok odaklanmıştım ki ne söylediğini ancak üçüncü söyleyişinde anlayabilmiştim. Apar topar üzerinden kalkıp ayağa kalktım. Daha sonra çantamdan telefonumu çıkardım. Profesörde halimize gülerek yerden kalkarken aramayı cevaplandırdım.
"Alo Luna," dedi Kerim. "Ege oradaysa telefonu ona verir misin? Durum biraz acil," dediğinde tek kelime dahi etmeden telefonu profesöre uzattım. Profesörün kaşları çatılmış uzattığım telefonu alıp kulağına götürmüştü.
"Efendim Kerim," dediğinde korku dolu gözlerle ona bakıyordum. "Aracı şirketin yakınındaki parka gönder. Gelince bu mevzuyu konuşuruz," dedi ve telefonu kapattı. Telefonu bana geri uzatırken yüzündeki gergin ifade daha çok korkmama neden olmuştu.
"Bir problem mi var?" diye sordum dayanamayarak. Profesör sıkıntılı bir nefes verdi.
"Sorun Kartal! İznim olmadan mahşerde özel bir etkinlik düzenlemeye kalkmış!"
Sinirden ses tonunu kontrol edemiyordu. Kartal'ın kendisine baş kaldırmak istediğinin farkındaydı. Bunun önüne geçmek için bir şeyler düşünmeye başladı.
"Profesör," dedim birden. Gergin bakışlarını bana yöneltti.
"Sana Kartal ile nasıl tanıştığımızı anlatmak istiyorum."
Bu teklifim dudaklarının ince bir çizgi halini almasına yetmişti. Çünkü hikayenin ana unsurundan gram haz etmiyordu. Ama yine de sözlerime kaldığım yerden devam ettim.
"Sana annemi araştırdığımı söylemiştim. Ben Kartal ile o dönemde bir ormanda tanışmıştım. Annem ile ilgili umutlarımın tükendiği bir anda kendimi ormana atmış ağlayarak bacaklarım uyuşana kadar koşarken onunla çarpışmıştım. Kartal ağladığımı fark etmiş bu durumuma üzülmüştü. Kendisiyle dertleşmek isteyip istemediğimi sormuştu. İlk başta konuşmak istemesemde onun yanında ağlamaya başlamıştım. Sonrasını zaten az çok tahmin edebiliyorsun," dediğimde profesörün gözlerindeki ifade donuktu.
"Sonra ona aşık oldun," dedi tek düze bir sesle. Onu başımla tasdikledim.
"Yani demek istediğim şey şu ki Kartal'ın zayıf kadınlara zaafı var. O teselli etmeye bayılır," dediğimde profesör ne demek istediğimi anlamıştı. Yüzündeki ifadeden bu durumdan zerre hoşnut olmadığı belli oluyordu.
"Mahşeri toplamamı istiyorsun. Üstüne üstünlük benden," dediğinde cümlenin devamını getirememişti.
"Mahşere bende gelmek istiyorum. Kartal'ın tüm zayıf noktalarını biliyorum. Onu herkesin içinde gününü göstermen için sana yardım edebilirim."
Bu söylediklerim onun daha çok sinirlerini bozmuştu. Parkın girişine gelen arabanın farlarını görmeseydi bu konudaki düşüncelerini öğrenebilirdim.
"Araba bizi bekliyor," dedi sadece. Onunla birlikte parkın girişinde bizi bekleyen araca bindik. Eve varmamız çok sürmemiş eve girer girmez Kerim ile göz göze gelmemiz bir olmuştu.
Üzerimiz sırılsıklam olduğundan ve dışarıdaki havanında gayet güzel olmasından nerede bu kadar ıslandığımızı merak ettiğini belli edercesine bize bakıyordu. Tabii profesörün yüzündeki sert ifade onun bu soruyu sormasındansa yutkunmasına neden olmuştu.
"Birazdan geleceğim," dedi profesör yukarı çıkarken. Basamaklara attığı her bir adımı oldukça sertti. Onu ne kadar kızdırdığımı bir kez daha görmüş oldum. Bende üzerimi değiştirmek üzere odama gittim.
Dolaptan birkaç parça kıyafetin arasından rahat bir şeyler çıkarıp giydikten sonra acemice banyoda saçlarımı kuruttum. Ardından hiç vakit kaybetmeden profesör ile Kerim'in yanına indim. İkisi salonda karşılıklı oturmuş hararetli bir tartışmaya başlamışlardı.
"Kartal haddini aştı! Olcay ile konuşmamızın vakti gelmiş," dediğinde profesörün yanına oturdum. Anında gözlerini bana çevirdi. Yüzündeki ifadeden tam olarak ne düşündüğünü anlayabilmiş değildim. Ama bana olan keskin yüz ifadesinden bir şeye kırıldığı belliydi. Acaba onu bu kadar üzecek ne söylemiş olabilirim diye düşündüğümde aklıma ona ettiğim teklif geldi.
"Olcay'ı arayacağım. Ona tek kelime etmemle Kartal'ı bu işin dışına iter," dediğinde Kerim'in uzattığı telefona bir numara tuşladı. Telefonu hoparlöre alıp bekledi. Uzun uzun çalan telefon en sonunda cevaplandı.
"Ege Bey," dedi Olcay. Onun sesini tanımam yetmezmiş gibi yüzünü de hala çok net bir şekilde hatırlıyordum.
Profesör, "Olcay, Kartal'ın yaptıklarından ve yapmaya çalıştıklarından haberin var mı?" diye sorduğunda Olcay bir anlığına duraksamıştı.
"Haberim var Ege Bey. Ama benim size söylemem gereken bir şey var ki o da Kartal'ın mahşeri toplamayacağı. Yalnızca sizden bir konuda izin istiyorum."
Profesörün dudakları ince bir çizgi halini aldı. Olcay'ın kendisinden ne isteyeceğini merak ediyordu.
"Kartal Londra'ya gitmek istiyor," dediğinde profesör ile birbirimize baktık.
"Londra'da ne işi var? Ona burada ihtiyacımız var."
Profesörün sorusuyla birlikte Olcay derin bir nefes aldı. Ardından, "İki günlüğüne Londra'da halletmesi gereken işler olduğunu söyledi efendim. Sizin onayınız var mı?" diye sorduğunda profesör, "Gitsin. Ama tam üç gün sonra onu cenazede görmek istiyorum. Ayrıca cenazeden sonra mahşerde bir etkinlik düzenleyeceğim. Yani anlayacağın mahşer benim! Kartal bir daha böyle bir işe kalkışırsa cezayı her ikinize birden keserim ona göre! Etkinlik hakkında Kerim sana detayları daha sonra anlatır. Şimdi kapatmam gerek," dedi ve telefonu sinirle kapattı.
Telefonu koltuğun diğer köşesine fırlattı. Oldukça gergin olduğundan Kerim de bende ona bir şey demek için sakinleşmesini bekliyorduk. Profesör gözlerini yumup beklemeye başladı. İçinden neler geçtiğini çok merak ediyordum. Birkaç saniye sonra tekrar gözlerini araladığında gözleri beni buldu.
İnce bir çizgi halini alan dudakları yavaşça yukarıya doğru kıvrıldı. Sırf beni endişelendirmemek için kendini gülmeye zorladığını biliyordum. "Sence Kartal neden Londra'ya gidiyor?" diye sordu.
Bu soruyu sormak bile ona zor gelmişti. Kısa bir anlığına düşündüm. "Cenaze ne zaman olacaktı?" diye sordum. Profesör sorusuna karşılık soru sormama şaşırsa da, "Üç gün sonra," diye yanıtladı. Sonrasıysa profesörün çıldırması olmuştu.
"Londra'ya anneni bulmaya gitti! Annenin Londra'da olduğunu biliyordu! Bize aklınca tuzak kurmaya çalışıyor! Eğer sen annenle görüşürsen senin kim olduğunu anlar? Bizden şüpheleniyor," dediğinde sinirden ellerini başının arasına almış salonda volta atmaya başlamıştı. Kartal sahiden Londra'ya annemi almaya mı gitmişti? Annemi benden önce mi bulmuştu? Peki ama nasıl?
Dehşete kapılmıştım. Ben annemi yıllarca aramışken Kartal onu nasıl bulabiliyordu? Üstelik Londra'da çalıştığı iddia edilen şirkete gitmeme rağmen onu bulamamışken Kartal onun nerede olduğunu biliyor olabilir miydi?
Aklım bir türlü almıyordu. Düşüncelerimin daha şimdiden beni boğduğunu hissediyordum. Ta ki profesör bir ihtimalin daha olduğunu anlayana kadar...
"Kartal Londra'ya gitmek için benden izin istedi. Çünkü beni yokluyor. Eğer ben onun gitmesine izin vermeseydim bu işten daha çok şüphe edecekti. Ya sadece nabız yoklamak için böyle bir konuda izin istediyse?"
Profesörün bu sözlerinin üzerine, "Gitmesine izin vermen iyi oldu. Geri döndüğünde ne yapmak istediğini görmüş oluruz," dedi Kerim.
Bunun üzerine dehşete kapılmış gözlerimi profesöre çevirdim. "Bize tuzak kuruyor," dedim çaresizce. Profesörün dudakları keyifle yukarıya kıvrıldı.
"Sen hiç merak etme Lu. O tuzağın iplerini ona dolamasını çok iyi bilirim."
Bu konuda haklı olduğunu biliyordum. Çünkü profesörün de dediği gibi mahşer onundu. Tabii içindekilerle birlikte...
"Bu arada içerideki adamlarımız ve avukatlarımızla birlikte dava kapandı. İstediğin gibi intihar ettiği kanısına varıldı," dedi Kerim gözlerini benden kaçırarak. Şaşkın bakışlarımı profesöre çevirdim.
"Dava kapanacaksa neden bunca zahmete girdik!" diye bağırdım. Koltuktan kalkmış onun karşısına dikilmiştim.
"Çünkü biz Kartal'ı içeri attırmadan önce onun sahip olduğu her şeyi elinden alacağız. Onun hayatını zindan etmedikçe o demir parmaklıkların ardına girmeyecek," dedi profesör sakinleşmem için elleriyle kollarımı kavradığı sırada. Ne demem gerektiğini bilmiyordum. Kafam o kadar doluydu ki...
Bir tarafta annemin peşine düşen Kartal gerçeği varken diğer tarafta kapanan bir dava dosyasının ortasında sıkışıp kaldığımı hissediyordum. Gözlerim dolmuş öylece boşluğa bakıyordum.
"Lu," dedi profesör. Gözlerimi onun parlak mavi gözlerine diktim. "Bana güven," diye fısıldadı. Ona en başından beri güveniyordum. Şimdi de öyle...
"Sana güveniyorum," diye mırıldandım. Bu cevabım onu memnun etmiş gülümsetmişti. Ama benim için bugün yaşananlardan sonra odama gidip dinlenmenin vakti gelmişti.
"İyi geceler."
Ona karşı sadece bunu söyleyip onun kollarından sıyrıldım. Sonrasıysa merdivenleri ikişer ikişer çıkıp kendimi odama atışım olmuştu. Kapımı kapatıp kapının eşiğine çöktüm. Sırtımı kapıya dayamış öylece odanın içine göz gezdiriyordum.
Küçük bir kızken hiç kendime ait bir odam olmamıştı. Annem bizi terk ettikten sonra babam beni sürekli yatılı okullarda okutmuştu. Hayatımın büyük bir çocuğunluğunu yurtlarda geçirmiştim.
İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite hayatım farklı insanların arasında yalnız kaldığımı hissederek geçmişti. Etrafımda onlarca insan vardı. Ama ben tıpkı ailem için olduğu gibi onlar içinde görünmezdim.
Kurtulunması gereken bir eşya gibi oradan oraya savruluşumu hatırlıyorum. Annemin ailesi için büyük bir utanç kaynağı olarak görülmesi yetmezmiş gibi benimde onun gibi olmamdan korkuyorlardı. Beni bir başıma bırakmışlardı.
Babam beni üniversite için Amerika'ya gönderdiğinde yalnızlığı daha da derinde hissetmiştim. Eskiden sadece şehir dışına postalanıyordum. Ama şimdi beni ülke dışına göndermekte bir sakınca görmüyorlardı.
Amerika'da ilk üniversiteye başladığım günü hatırlıyorum. Bavullarımı yurda yerleştirmiş sonrasında ciğerlerimin ateş gibi yanmasına aldırmadan okuluma koşuyordum. Onlarca insanın şaşkın bakışlarına aldırmadan bahçedeki çimenlere oturuşumu hatırlıyorum. Gelip geçen insan kalabalığını izleyişimi hatırlıyorum.
Beni okula bırakmaya kimse gelmezken herkesin yanında ailesinden biri vardı. Öpücüklerle sıcak kucaklaşmalarla veda ediyorlardı ailelerine. Ama ben bu sıcak kucaklaşmayı en son ne zaman yaşamıştım onu bile hatırlamıyordum.
İç çekerek baktım okulun bahçesindekilere. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Kimsenin ağladığımı görmemesi için dizlerimi karnıma kadar çekmiş yüzümü saçlarımın arasına saklamıştım. Tam o sırada biri saçıma dokundu. Başımı kaldırıp ona baktım. Parlak mavi gözlü çocuğa...
"Neden ağlıyorsun?" diye sordu.
Onunla konuşmak istemediğim için tek kelime dahi etmemiştim. Ama o nedenini öğrenmeden gidecek birine benzemiyordu. Yanıma oturdu. Benim gibi sırtını ağaca yasladı. Keten pantolonunun cebinden beyaz ipek bir mendil çıkardı. İçtenlikle gülümseyerek elindeki mendili bana uzattı.
"Az önce senin birbirlerine sarılan ailelere nasıl baktığını gördüm. Sende mi tek başına kaldın?" dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım.
"Merak etme. Bende yalnızım. Bu yaşıma kadar kimse benim yanımda olmadı," dediğinde duraksadım. Burnumu çekip bana uzattığı mendille yanaklarımdaki ıslaklığı sildim.
"Sende mi yalnızsın?"
Bu sorumla birlikte gülümsedi.
"Sana bir sır vereyim. Bu dünyada en çok yalnız olanlar parlamak ister. Bu yüzden yıldızlar her zaman yalnızdır."
Bana söylediği sözler yüzümü güldürmüştü. Mavi gözleri gözlerimde gezinirken. "Şimdi gitmem gerek," dedi az ötede onu bekleyen esmer bir çocuğu göstererek. Onu başımla onayladım. Elimdeki beyaz ipek mendili ona uzattım. Ama mendili almadı.
"Sende kalsın," dedi.
"Eğer olurda bir gün tekrar karşılaşırsak bana bu mendili o zaman verirsin," dedi ve kendisini bekleyen çocuğun yanına gitti. Onların arkasından bakmakla yetinmiştim. Tam o an o çocuğun kim olduğunu hatırladım. O ağlayan kızın gözyaşlarını silmesi için beyaz ipek mendil veren delikanlı oydu. Ege...
"Ege," diye mırıldandım kendi kendime. Tam o sırada sanki onu andığımı hissetmiş gibi kapının altından beyaz zarflarından bir tane attı.
Zarfı kapının altından çekip elime aldım. Beyaz zarfı aralayıp içinden benim için yazdığı kağıdı çıkardım. Sesli bir şekilde notu okumaya başladım.
"Ne zaman çaresiz olduğumu hissetsem Reşat Nuri Güntekin'in şu sözünü anımsarım Lu. 'En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı?' Elbet gözlerimizi kapatıp açtığımızda gökte yine doğacak Güneş. Tıpkı bu geceninde bir sabahı olduğu gibi... Yüreğini kemiren düşüncelerin yarın sabah Güneş ile kaybolacağını bilerek uyu bu gece. Çünkü içinde ukte kalan küçük bir şey yarın sabah seni bekliyor olacak. Şimdilik iyi geceler güzel kalpli Lu'm. Binlerce kez iyi geceler beyaz kuş. Binlerce kez iyi geceler..."
Notu zarfa geri koyduğumda gülümsedim. Meğer yıllar evvel bambaşka bir kıtada birbirimizi bulmuşuz. Meğer ilk o zaman vermiş bana beyaz ipek mendilini. İlk o zaman sarmış yaramı. İlk o zaman güldürmüş yüzümü. İlk o zaman bakmışım griye çalan mavi gözlerine.
Keşke o ipek mendilini köprüden düşürmüş olmasaydım diyorum. Engin bir denizle birlikte gitmiş olmasaydı o mendil şimdi ona geri verebilirdim. Ege kalabalığın içinde benim yalnızlığımı fark eden ilk kişiydi. En önemlisi Ege beni bu hayatta fark eden ilk kişiydi. Ege. Namıdiğer beyaz kelebek... |
0% |