@sevvnuraydn
|
Kelebek hasret kaldığı huzura kavuştuğunu düşünüyormuş. Bir yanında kuşu bir yanında minik mutluluğuyla güzel günlerin yaşanan kötü günlere rağmen onları beklediğini düşünüyormuş. Fakat yanılıyormuş.
Onları bekleyen zorlu bir sınav varmış. Cevapları kimsenin bilmediği kalem oynatılamayacak kadar zorlu bir sınav...
Kelebek çaresizmiş. İçinde kaybolduğu labirentin hangi yönünü denerse denesin sonuç hep hüsranmış. Tüm yollar kapalı dört bir yanda çıkmazmış. Onun için artık çıkar bir yol görünmüyormuş.
Dünya'nın ona oynadığı oyun kelebeğin her şeyi anlamasını sağlamış. Yollarını kapayan, hayatının düzenini bozan geçmiş gün yüzüne çıkmaya niyetliymiş. Her ne kadar kelebek geçmişten korksa da geçmiş onların ensesindeymiş. Kelebeğe gerçekleri fısıldayacak ve eski defterleri yeniden açacakmış.
_______
Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Biz sırların kuytu köşelerde saklandığını sanırken sırlar aslında bize gerçekleri fısıldayacağı anı kollar. Doğru an geldiğinde sırlar usulca yanımıza yaklaşır ve kulağımıza eğilip gerçekleri tüm çıplaklığıyla bizlere anlatır.
Biz gerçeklerden her ne kadar kaçmak istesekte gerçekler aslında her zaman bizimledir. Merih içinde durum tam olarak böyleydi. O öğrendiklerini hiç öğrenmemiş olmayı diliyordu. Fakat hayatın onun ve bana bambaşka planları olduğunu bilememiştik.
Merih ile Dünya'nın ne konuştuğunu bilmiyordum. Ama Merih'in yüzündeki ifadeye bakılırsa konuşmanın iyi yönde gitmediği belliydi. Kerim ile camın ardında bir terslik olduğunu sezmiştik. Odanın kapısı aralanıp Merih dışarı çıktığında Kerim'in yüzüne dahi bakmamıştı.
"Gidelim Lu," dedi buz gibi bir sesle. Yüzünde en ufak bir kıpırtı dahi yoktu. Donuk bakışlarından onun daha fazla burada bulunmak istemediğini anlamış oldum. Birlikte Kerim'i de arkamızda bırakarak hastane koridorlarında yürümeye başladık.
"Merih Ege," diye mırıldandım. Hastaneden çıktığımız sırada benden güç almak istercesine elimi sıkıca tutmuştu. Gözlerini kapadı ve yutkundu. Bazı şeyleri kabullenmek zordur. Fakat Merih için duyduklarını sindirmek her şeyden zordu.
"Kendimi iyi hissetmiyorum Lu," dedi griye çalan mavi gözlerini gözlerime diktiği sırada. Engin gökyüzü yağmur bulutlarıyla dolmuştu. Her an içindeki yükü dışarıya bırakmayı bekleyen yağmur bulutlarıyla...
"Gidelim mi? Birlikte kayıp ruhlar göğüne gidelim Merih."
Tek kelime edecek gücü yoktu. Başını hafifçe sallamıştı. Fakat ben onun gözlerinde söylemek isteyip de susmak zorunda kaldıklarını görmüştüm. Bazen içimizden acılarımızı haykırmak geçer ama susmak zorunda kalırız ya işte Merih de tam olarak bu durumu yaşıyordu.
Avaz avaz susuyordu Merih.
Merih'in elini daha da sıkı tuttum. Birlikte hastane otoparkındaki arabaya doğru yürümeye başladık. Hava ılıktı. Yüzümü yalayıp geçen rüzgar bana bir şeyi anımsatmıştı. Ege'ye hamile olduğum zamanı.
Karnım belirginleşmişti. Yaklaşık dört beş aylık hamileydim. Doktorum bir oğlum olacağını söylemişti. Bunu öğrendiğimde ilk yaptığım şey kendimi hastanenin bahçesine atmak olmuştu. Banka oturmuş hastanenin bahçesine yapılmış parkta oynayan çocukları seyretmeye başlamıştım.
Ortada koşturan çocukları, salıncakta sallananları ve kaydıraktan kayanları izliyordum. O an bebeğim kendini belli etmek istercesine tekme atmıştı. Elimi karnıma koydum. Yuvarlak yarım bir dünya gibi olan karnımda aslında kendime ait bambaşka bir dünya taşıyordum.
Yavaşça karnımı okşadım ve ağlamaya başladım. Kız veya erkek olması bir yana onun varlığını ilk öğrendiğimden beri ona Ege ismini koymayı istemiştim. "Ege," diye fısıldadım. Gözlerimden istemsizce süzülen yaşlar çenemden karnıma damlamıştı.
Bebeğim içimde balık gibi kaymaya başladı. O an onun bana tutunacak bir dal olarak gönderildiğini hissetmiştim. Merih'in yokluğunda sığınacağım denizin o olduğunu hissetmiştim. Merih'e anlatmak isteyip de anlatamadıklarımı, içimde biriken acıları, avaz avaz haykırmak isteyip de sustuğum her şeyi karnımdaki minik bebek üzülmesin diye kağıtlara yazmıştım. Ama şimdi yanımda beklediğim vardı. Onunla birlikte bize ait olan gökyüzüne çıkmamızın vakti artık geldi.
Merih arabada yanıma geçmişti. Araba kullanmak şöyle dursun dikkatini yola verebileceğinden bile şüpheliydim. Bu yüzden arabayı kullanmak üzere şoför koltuğuna geçen bendim. Emniyet kemerimi takarken gözüm onun üzerindeydi. Kolunu cam kenarına dayamış başını yumruk yaptığı eline yaslamıştı. Gözlerini uzaklara dikti. Gülümseyince kusursuz görünen biçimli dudaklarında hisleri alınmış gibi düz bir çizgi belirivermişti. Onu böyle görmeye dayanamıyordum.
Anahtarı kontağa sokup çevirdim. Arabayı otoparktan çıkardığım sırada Merih'in telefonu çalmaya başladı. Sıkıntılı bir nefes verip cebinden telefonunu çıkardı. Arayanın kim olduğuna bile bakmadan aramayı meşgule vermiş telefonu tekrar cebine sokmuştu.
Gözlerini camdan dışarıya dikti. Ağlamak ister gibi bir hali vardı. Arabayı gökyüzümüze doğru sürmeye devam ettim. İkimizinde oraya gitmeye hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardı. Yılların ve özellikle de bu son zamanlarda yaşadığımız her şeyi ruhumuzdan azad etmeye ihtiyacımız vardı.
Uzun ve bir o kadar da sessiz süren bir yolculuğun ardından arabayı binanın önüne park etmiştim. Gözlerimi yanı başımda uzaklara dalmış olan Merih'e çevirdim. Griye çalan mavi gözlerini gözlerime dikti. Onu rahatlatmak istercesine gülümsedim.
"Buna ihtiyacımız var," dedim sessizce. Merih başını sallayıp arabadan indi. Birlikte kayıp ruhlar göğüne çıkan asansöre bindik. Buraya ilk geldiğim zamanı unutamıyordum. Kayıp ruhlar göğünden çakılmak istediğim o zamanı unutamıyordum.
Acı ve çaresizlik iliklerime kadar işlemişti. Yok olmaktan başka bir seçeneğim yokmuş gibi hissettiğim bir anda beyaz kelebek beni iyileştirmişti. Bana hayatı öğretmişti. Gerçeklerimin sanrı olduğunu göstermişti. Bana kendi gerçeğimi bulmayı aşkın kalbimi iyileştirdiğini gösterdi. Parmaklarım Merih'in parmaklarını kavradı. Birlikte apartmanın çatısına çıktığımızda rüzgarın bizi kendine çağırdığını hissediyordum. Gel diyordu rüzgar. Acılarını alıp götüreyim. Yaralarını iyileştireyim. Şifa bende diye fısıldıyordu.
Merih ile birlikte çatının ucuna kadar ilerlemiştik. "Birlikte ruhumuzu acılarından azad etmeye ne dersin Merih?" diye sordum. Hüzünle bakan gözleri gözlerimi buldu. Parmakları elimin üzerini okşadı. Sıcacıktı. Gözlerindeki gökyüzünde sağanak yağmur başlamıştı.
"Bunu bana neden yaptın?"
Merih gökyüzüne doğru bağırdı. Onun sesine yansıyan çaresizliği dudaklarımdan küçük bir hıçkırık çıkmasına neden olmuştu. Bu sefer, "Bana bunu neden yaptınız?" diye bağırdı.
İsyanı sadece Dünya'ya değil Kerim'e de karşıydı. Merih'in parmakları gevşedi ve bir anda elimi bırakmıştı. "Ben böyle olsun istemedim!" diye haykırdı. Kayıp ruhlar göğü Merih'in acılarının ağırlığıyla üzerimize doğru geliyordu sanki. Merih çatıya doğru bir adım attı.
"Ben suçsuzum!"
Bu hikayedeki tek suçsuz oydu. Dünya, Kerim, Olcay, babam, Mahşer ve hatta ben bile bu hikayenin asıl suçlusuydum. Merih bembeyaz bir kelebekti. Kanatları günaha bulanmamış saf bir kelebekti. Fakat hayat onun kanatlarını koparmıştı. Şimdi kayıp ruhlar göğünün altında tek bir şey var. Koparılmış kelebek kanatları...
"Ben suçsuzum!" diye tekrarladı Merih. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çatının kenarına son bir adım daha atmaya yeltenmişti ki kollarım belini kavramış onu geriye doğru çekmiştim. Başım onun sırtına yaslı bir şekilde çatının kenarında dizlerimizin üzerine çökmüştük. Artık ikimizde ağlıyorduk.
"Lütfen," diye fısıldadım. Gözyaşlarım sırtını ıslatıyordu. Dudaklarım onu hissetmek için ensesine kapandı. Öpücüğüm onun titremesini kesmişti.
"Beni bir daha sensiz bırakma," dedim çaresizce. Merih hıçkırıklarının arasından, "Ben cezalandırılmayı hak ediyorum," demişti. Elimi onun gümbür gümbür atan kalbine koydum.
"Bana cezaların en büyüğünü verdin. Beni kendinden mahrum bıraktın. Yetmez mi?"
Sözlerimle Merih bana dönmüştü. Yağmur bulutlarındaki şimşekler kalbime doğru geliyordu sanki. "Lu," diye fısıldadı. Sonra bana sıkıca sarıldı. Ölmeyi düşündüğüm o anda beni nasıl ecelin ellerinden çekip aldıysa bende onu almıştım. Şimdi kayıp ruhlar göğünün altında birbirimizin yaralarını sarıyorduk. Merih başını göğsüme yasladı. Saçlarını okşadım. Saçından gelen güzel kokuyu içime çektim ve gözlerimi gökyüzüne diktim.
Benim yaşadıklarım kimsenin kaldıramayacağı kadar ağırdı. Ama kimse bunu anlayamadı. Dünya beni üstünden atıp hayattan koparmak istedikçe ben tırnaklarımı toprağa batırdım. Beni ne yaparsa yapsın hayattan koparamayacaktı bu dünya. Çünkü aslında ben içimdeki umudun bir avuç toprağına tutundum.
"Sana söz veriyorum Merih. Bir gün acılarımızı ardımızda bırakıp kendi gezegenimize gideceğiz. Sen, ben ve minik denizimiz birlikte tıpkı çıkmaz sokaktaki duvarımızda da olduğu gibi kendi dünyamızda mutlu olacağız."
Merih başını kaldırıp gözlerime baktı. "Ben her zaman senin yanında olacağım," dedim ve kaşının üzerindeki bene uzun bir öpücük bıraktım. Merih yutkundu.
"Bugün neyi anladım biliyor musun Lu?" diye sordu Merih. Onun bana bir şeyler öğretmesini profesör olmasını özlemiştim. Gözlerim yüzünde gezindi.
"İnsanlar bencildir Lu. En sevdiklerin bile... Yalnızca sen onların işine yararsan seni görürler, duyarlar, ve konuşurlar. Başka bir zamanda akıllarına bile gelmezsin."
Merih her şeyi böyle özetlemişti. Dünya aşkı için birçok şey feda etmişti. Bunun sorumlusu olarak da Merih'i seçmişti. Bacaklarını kullanamamasının sorumluluğundan tutmuş babasının yaptıklarına kadar her şeyin yükünü ona yüklemişti. Merih'i en çok da bu üzüyordu. Canından çok sevdiği iki insandan aldığı darbe onu yıkmıştı.
"Bizim insanlara ihtiyacımız yok Merih. Kuş ile kelebeğin tek dostu deniz."
Sözlerimle dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi. "Sence kelebek bir gün onları affedebilir mi beyaz kuş?" diye sordu Merih. İkimizde gözlerimizi gökyüzüne diktik.
"Affeder," dedim kendimden emin bir şekilde.
"Çünkü kelebek her zaman bağışlayıcı oldu. Özellikle de söz konusu sevdikleri olunca..."
*******
Merih ile birlikte kayıp ruhlar göğünden inmiş arabayla eve doğru yola çıkmıştık. Ege evde bizi bekliyordu. Belki de milyon kere bizi aramış evde çok sıkıldığını söyleyip durmuştu. Dünya ise Kerim'in Merih'i aramasına bakılırsa gayet iyiydi. Onu eve getireceğini ve merak etmememizi söylemişti. Onun dışında her şey yolundaydı.
Merih daha iyiydi. Hatta Ege'nin koşarak ona sarılması tüm yaşananları unutmasına yetmişti. "Baba ben çok sıkıldım," dedi Ege. Babasına sarılmış minik elini bana doğru uzatmıştı. Elini tutup öptüm.
"Anne parka gidebilir miyiz?" diye sordu Ege. Onu reddedememem için yavru köpek bakışlarıyla duygu sömürüsü yapmaya başlamıştı. Göz ucuyla Merih'e baktım. Onun gidecek durumda olup olmadığını merak ediyordum.
"Benim daha iyi bir fikrim var," dedi Merih. Gözleri gözlerimdeydi. Griye çalan mavi gözlerindeki sıcaklığın kalbime aktığını hissediyordum. Bakışı içimi ısıtıyordu. Kıpırdamayan dudakları aslında çok fazla şey söylüyordu.
"Nereye gideceğiz baba?" diye sordu Ege. Babasıyla bir şeyler yapacak olmak onu heyecanlandırmaya yetmişti. Merih gülümsedi. Oğlunu öpücüklere boğmuş daha sonra bana bakmıştı. Gülümsedi ve "Hep birlikte annenin parkına gidiyoruz," dedi.
Ege nereye gideceğimizi tam olarak anlamamıştı. Ama ben gideceğimiz yeri çok iyi biliyordum. Gözlerimin istemsizce dolduğunu hissettim. Hep birlikte arabaya geçtik. Merih arka taraftaki çocuk koltuğuna Ege'yi oturttururken bende öndeki yerimi almıştım. Arabanın dikiz aynasından arka tarafa baktım.
Ege sabırsızca koltuğunda kıpırdanmış daha sonra başını koltuğuna yaslayarak camdan dışarıyı izlemeye başlamıştı. Merih ise şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı. Parmakları radyoya gitti. Rastegele bir kanal seçti ve çalan şarkının sesini açtı. Radyodaki şarkı Gökhan Türkmen'in Korkak isimli şarkısıydı.
Gider mi insan çok seviyorken? Şimdi "Dur" demem. Nasıl olsa bir gün anlar beni anlarsın. Yalanlarla bırakma beni böyle. Gözlerime bak, doğruyu söyle. Ama korkak Sen bir korkaksın.
Şarkının sözleriyle Merih'e baktım. Onun gözleri de kısa bir anlığına beni buldu. Bazen dinlenen şarkılarda kendini bulur insan. Tıpkı bizim aynı şarkının sözlerinde birbirimizi buluşumuz gibi...
Mahşeri bitirmiş bambaşka bir hayata başlamayı maruz kaldığımız kötülüğe rağmen tertemiz bir sayfa açmayı düşlerken karanlığın kendisi olmuştuk. Merih ile ben karanlıktan korkup da karanlığın kendisi olmuştuk. Gözümün önünde Merih'in yere yığıldığı an belirivermişti. Mutluluğumuzun bir kurşunla yerle bir oluşunu anımsadım. Ayrılan yollarımızın beş yıl sonra bir çıkmaz sokakta tekrar birleşişini anımsadım. Merih arabayı lunaparkın önüne park ettiğinde yutkundum. Burayı benim için almıştı. Küçük bir kızın umudu olmuştu. Şimdi o küçük kız büyümüş önce aşık olmuş sonra anne olmuş en sonunda da bir kuş olup gökyüzüne uçmuştu.
"Yaşasın!" diye bağırdı Ege neşeyle. Gözleri dönmedolaba takılmıştı. Onu daha önce buraya getirmek istemiştim. Fakat bunu yapmaya cesaret edememiştim. Merih ile ayrıldığımız yere gitmeye o zamanlar kendimi hazır hissetmiyordum. Ama şimdi durum farklıydı. Uzun zaman sonra aynı yerdeydik. Derin bir nefes aldım.
Merih arabadan inip Ege'yi kucağına alana kadar bambaşka bir alemdeydim. Kapımı açıp Merih'in elini tuttum. Burada olmak beni duygulandırsada olayın yaşandığı yerde olmak beni ister istemez sarsmıştı. Merih de bunun farkındaydı. Parmakları avucumu hafifçe sıktı ve birlikte lunaparkın kapısından içeriye doğru bir adım atmıştık.
"Baba burası çok güzel," dedi Ege etrafa hayranlıkla bakarken. Merih "Burası annenin parkı. Ne zaman istersen buraya gelebiliriz," dedi.
Ege bu duyduğuna inanamamıştı. Parlak mavi gözlerini şaşkınlıkla benimkilere dikti. "Anne burası gerçekten senin mi?" diye sordu. Başımı hafifçe salladım ve tam o sırada Merih gözlerimin içine bakarak "Evet. Üstelik sadece burası değil. Dünyadaki tüm lunaparklar annenin," dedi.
Ne söyleyeceğimi bilememiştim. Küçükken gerçek olduğunu sandığım bir şeyi Merih tek bir sözüyle gerçeğe dönüştürmüştü sanki. O zamanları anımsadım. Ege'den sadece üç yaş büyüktüm. Babamla arabadaydım. Beni her zaman olduğu gibi yurda bırakacaktı.
"Baba şuradaki yer neresi?" diye sordum parmağımla camdan dışarıdan görünen devasa dönmedolabı gösterirken. Babam göz ucuyla işaret ettiğim yöne baktı. Bıkkın bir nefes vermiş daha sonra yarım bir ağızla, "Lunapark," diye mırıldanmıştı.
Duyduğum şeyle kıkır kıkır gülmeye başladım. "Bana sürpriz mi yaptın? Doğum günüm için bana burayı mı aldın?" diye sormuştum. Çocuk aklı işte. Babamın benim için bir şey yaptığının düşüncesi bile kalbimin bir kelebek misali kanat çırpmasına yetmişti.
Gözlerimi lunaparktan alıp babama çevirdim. Babam başını olumsuz anlamda sallamış delici kiremit rengi gözlerini gözlerime dikmişti. "Artık küçük bir kız değilsin. Yurda gidecek kadar büyüdün. Böyle saçma şeylere heves etme," demişti.
Babamın benim hakkımda bilmediği çok şey vardı. İlki benim o zamanlar daha yedi yaşımda olmam, ikincisi ise heves dediği şeyin benim için ne kadar değerli olduğuydu. Bana değer verdiğini hissetmek benim için o günden sonra bir hayale dönüşmüş zamanla da o hayal boş bir umudun yerini almıştı.
Büyüdüğümde ise babamdan görmediğim ilgiyi bana ilk gösterenin peşinden gidecek kadar kör olmuştum. Sevilmek bu yüzden önemliydi. Özellikle de bir babanın çocuğunu sevmesi bu yüzden önemliydi. Şimdi ise hayatımı birleştirdiğim, çocuğumun babası ve benim bu hayattaki en büyük şansımın gözlerine bakıyorum.
"Baba şuna binelim mi?" diye sordu Ege. İşaret ettiği şey çarpışan arabalardı. Merih onu yere indirip elinden tuttu. Birlikte bilet gişesine doğru giderlerken bir adım öteden onları izliyordum. Ege babasının minyatürü gibiydi. Bazen ben bile onların bu benzerliğine şaşırıyordum. Ama sonrasında onlara bakıp tıpkı şu anda da olduğu gibi gülümsüyordum.
İyi ki Ege babasına benzemiş diyorum içimden. Tam o sırada Ege elinde biletlerle koşarak yanıma geldi. "Anne bak biletleri ben aldım," dedi gülerek. Eğilip Ege'nin gamzelerini öptüm. Daha sonra ben Ege ile bir arabaya geçerken Merih de bir başka arabaya geçmişti.
Ege'nin kemerini bağlamasına yardım ettim. "Babaya çarpmaya ne dersin?" diye sordum Ege'ye. Kıkırdadı. Başını sallamıştı. Merih bu söylediğimle bize günümüzü göstereceğini söylemiş arabayı üzerimize doğru sürmeye başlamıştı.
"Kaçalım anne," dedi Ege gülerek. Arabayı Merih'ten kaçırmıştım ki arkadan sert bir darbeyle savruluvermiştik. Bu sefer benim Merih'e bir ders vermem gerekiyordu. Direksiyonu sola kırdım. Daha sonra Merih'in kullandığı arabaya çarptım.
Ege sevinçle zaferimizi alkışlamıştı. Bir süre çarpışan arabalarda oyalanmış daha sonra Ege'nin bizi elimizden tutmuş pamuk şekerciye doğru sürüklemesiyle kendimizi koşarken bulmuştuk. "Oğlum biraz yavaş ol," dedi Merih. Yüzünde beliren ifadeye gülmeden edemedim.
Ege en sonunda amacına ulaşmış pamuk şekerini almış paketini heyecanla yırtmaya başlamıştı. Onun elindeki pamuk şekeri yiyişini izlerken Merih bir tane de benim için almıştı. Üçümüz kendimize uygun bir bank bulmuştuk. Ege tam ortamızda pamuk şeker yiyordu. Bense paketi açmış gözlerimi Merih'e dikmiştim.
"Hamileyken ilk aşerdiğim şey buydu. Canım dayanılmaz bir şekilde pamuk şeker çekiyordu. Bir gece kendimi ayağımda ev botlarıyla sokağa atmış köşe bucak pamuk şeker alabileceğim bir yer ararken bulmuştum."
Ağzıma bir parça pamuk şeker atmış sözlerime devam etmiştim. "O saatte tüm marketler kapalıydı tabii. Mecbur gerisinin geri eve dönerken karahindiba teyze beni dışarıda görmüştü. Bana bu saatte sokakta ne yaptığımı sormuştu. Ona ağlayarak pamuk şeker aşerdiğimi söylemiştim," dedim gülerek.
Merih anlattığıma gülmemişti. Sanki yüreğine öküz oturmuş gibi kalakalmıştı. Sonrasında, "Karahindiba teyze o gece benim için mahallenin bakkalını aramış gecenin o saatinde bakkalı açtırmıştı. O gece hayatımda hiç yemediğim kadar pamuk şeker yemiştim," dedim. Kopardığım bir parça pamuk şekeri Merih'in dudaklarına götürdüm. Dudaklarını aralamıştı. Pamuk şekeri yerken gülümsedi.
"Bundan sonra o sokaklarda tek başına gezmene gerek olmayacak Lu. İstanbul'da ne kadar pamuk şeker satan yer varsa sana pamuk şeker bulabilmek için gece sokakları karış karış gezen ben olacağım."
Merih'in sözleri miydi beni etkileyen yoksa gözlerindeki şefkat parıltısı mıydı bilmiyorum. Ama ona her baktığımda kalbimin yerinden çıkacak kadar hızlı çarptığı bilinen bir gerçekti. "Anne," dedi Ege birden. Pamuk şekerini bitirmiş ellerine bulaşmış pamuk şekeri gösteriyordu.
Çantamdan ıslak mendil çıkardım. Ellerini ve minik ağzını temizledim. Daha sonra üçümüz banktan kalkmış atlıkarıncaya doğru ilerlemeye başlamıştık. Ege önden gidiyordu. Bense Merih'in koluna girmiş gözlerimle Ege'yi takip ediyordum.
"Lu," diye fısıldadı Merih kulağıma doğru.
"Bugün o gün yaşananları hiç yaşanmamış gibi değiştirmeye ne dersin?"
Biz yaşadığımız acıları birbirimize olan aşkımızla iyileştirmiş anılarımızı kurduğumuz hayallerimizle birlikte iyileriyle değiştirmeyi öğrenmiştik. Dolu gözlerle ona baktım. Başımı salladım ve "O gün öyle bitmedi," diye başladım sözlerime.
Ege'yi ortamıza almış elinden tutmuştuk. Birlikte atlıkarıncaya doğru ilerliyorduk. "O gün pamuk şekerimizi yedikten sonra atlıkarıncaya bindik," dedim birden. Ege'yi kucaklayıp beyaz bir atın üzerine oturttum. Hemen yanındakine de ben oturmuştum.
Merih, Ege'yi düşmemesi için tuttu ve bana baktı. Etkileyici bir gülümsemeyle birlikte "Üstelik sen o zamanda böylesine güzel bakıyordun gözlerime. Minik çukurların belirginleşmişti. Tıpkı şu anda da olduğu gibi, " demişti. Yüzümü güldürmeyi her zaman başarıyordu. Canım ne kadar sıkkın olursa olsun veya kendimi ne kadar çaresiz hissedersem hissedeyim onun bir bakışı bana tüm her şeyi unutturuyordu.
"Sende benim çocukluk umudumu yeşerttin Merih."
Ege kendini beyaz atın üzerinde prensesini kurtarmaya giden bir şövalye olarak hayal ederek kendince eğlenirken Merih, "Şimdi oğlum ile senin bir çocukluk umudunu daha yeşerteceğiz Lu," dedi. Ege atlıkarıncanın durmasıyla babasının kucağına geçmiş küçük işbirlikçi olarak tatlı gamzeleriyle gülmeye başlamıştı.
Baba oğulun ne işler karıştırdığını merak ediyordum. Hep birlikte oyun stantlarının olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladık. "Sen bana küçükken sahip olduğun ayıyı kaybettiğini söyleyince bende senin için bir tane kazanmak üzere bir oyun oynamaya karar veriyorum," dedi Merih.
Ege'yi kucaklayıp standın bir köşesine oturttu. Bir tane top da onun eline vermiş diğerini kendisi için almıştı. Üst üste dizilmiş konserve kutuları devirirse stanttan bir tane oyuncak kazanacaktık. Ege minik avucunda tuttuğu topu konserve kutulara doğru fırlattı. Top sekerek yere düştü.
Merih elinde tuttuğu topu da Ege'ye verdi. Ege yine ıskalamış son topu da babasının elinden alıp kutulara atmaya çalışmıştı. Üç top da isabet edemeyince Merih, Ege'yi kucaklayıp stanttan indirdi. Daha sonra bana doğru yaklaştı. Aramızda bir adım kala durmuş griye çalan mavi gözlerini gözlerime dikmişti.
"Kazandık," diye mırıldandı Merih. Bu söylediğinden hiçbir şey anlamamıştım. Şaşkın şaşkın gözlerine bakarken dudaklarında her zamanki kusursuz gülümsemesi belirmişti.
"O gün ben sana stanttan kazanılan herhangi bir ayı değil çocukluğunda kaybettiğin ayıyı vermiştim Lu."
Merih'in sözleriyle Ege'nin üzerimdeki trençkotun eteğini çekiştirdiğini daha yeni fark edebilmiştim. Gözlerimi zar zor ondan alıp Ege'ye çevirdim. O an gördüğüm şey karşısında tüm kelimelerim kifayetsiz kalmıştı.
"Bu," diyebildim sadece. Devamını getirecek ne sözüm vardı ne de cesaretim. Ege kucağındaki ayıyı bana doğru uzattı ve "Bu senin anneciğim," dedi. Ayının ayağına kırmızı bir iple ismim işlenmişti. Annemin küçükken bana verdiği ayıdaki gibi...
Ayıyı kucağıma aldığımda Merih'e baktım ve "Bunu hatırladığına inanamıyorum," dedim. Merih gülümsedi. Ege'yi kucağına alıp gözlerime baktı.
"Bu annemin bana küçükken verdiği ayının aynısı," dedim şaşkınlıkla. Ege kıkırdadı. Merih ise beni asıl şoka sokan şeyi söyledi.
"Bu ayı o ayının aynısı değil Lu. Bu onun ta kendisi."
Benim için çocukluğumdan bir parçayı arayıp bulmuş olamazdı öyle değil mi? "Onu aslında hiç kaybetmemişsin. Onu senden saklamışlar Lu," dedi Merih. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Dayanamayıp ona ve minik denizimize sarıldım.
"O gün ben aslında sana bunu vermiştim Lu."
Yine aynı şeyi yapmıştı. Belki bu yaptığının farkında bile değildi. Geçmişimin acısını artık çekmediğimi düşündüğüm bir anda eski defterleri açıyordu. Aslında farkında olmadığım içimi sızlatan derinlerde kalmış yaralarımı görüyordu. Sonra o yarayı bir daha açılmamak üzere kapatıyordu.
"Teşekkür ederim," dedim ve griye çalan mavi gözlerine diktim gözlerimi. İyi ki hayatıma girmişti. İyi ki kader bizi yeniden bir araya getirdi. İyi ki... |
0% |