Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9.Bölüm: Söğüt Ağacının Altında

@sevvnuraydn

Beyaz kuş kelebeğine gün geçtikçe daha çok bağlandığını fark etmiş. Bu durum onun ilk başta gözünün korkmasına neden olmuş. Ya bir gün onu da kaybedersem diye düşünmeden edememiş. "Ya bir gün kelebek ömrünü tamamlarsa? Ya bu zalim hayat ayırırsa bizi?" demiş kuş. Kelebek kuşu kanatlarının altına almış.

 

Kelebek, "Eğer bir gün bu kelebek ömrünü tamamlarsa beni senin kalbine defnetsinler," demiş kuşa.

 

"Ancak o zaman huzurlu uyuyabilirim," dediğinde kuşun gözleri dolmuş. Kelebeğin beyaz kanatlarının altından bakmış dünyaya.

 

"Biliyor musun?" demiş kuş kelebeğe.

"Benim kalbimde ölen o kadar çok canlı var ki seni onların yanına koymak istemiyorum. Çünkü sen benim ruhumla bütünleşmişsin. Benim ruhum bedenimi terk etmedikçe sen gitmeyeceksin. Sen ölüm gelene kadar hep benimle olacaksın hep benim olacaksın," demiş kelebeğe.

 

Kelebek kanatlarıyla kuşun gözlerinden akan yaşı silmiş. "Senin kalbinde ilk ölen kimdi?" diye sormuş. Kuşun yüzünde acının tatlı tebessümü belirmiş. "Benim kalbimde ilk annem öldü," demiş kuş.

 

"Beni yuvada bir başıma bırakıp uçtu bambaşka bir diyara. Ne geri dönüp beni aldı yanına ne de bir kez olsun arkasına baktı. Öylece kanatlandı beni ardında bırakarak. Onun arkasından çok gözyaşı döktüm. Ama döktüğüm hiçbir gözyaşı onu bana geri getirmedi. Şimdi sorarım sana. Acılarımız neden sevdiklerimizi bize geri getirmiyor?"

 

Kelebeğin kalbi kuşunun acısıyla kasılmış. Gözlerinden yaşlar akmış kelebeğin. "Eğer sevdiklerimizi getiren acılar olsaydı hiçbirimiz yalnız kalmazdık. O zaman başkalarına ihtiyaç duymazdık," demiş kelebek. Kuş kelebeğinin gözlerine bakmış.

 

"Çektiğim bu acılar sevdiklerimi geri getirmiyorsa sen kal yanımda. Beni hiçbir zaman sensiz bırakma. Kuş kelebeği olmadan yapamaz demiş," kuş.

 

Kelebek gülümsemiş. Kuşuna sarılmış. "Ölümün bizi ayıracağı güne kadar ben hep seninle olacağım beyaz kuş. Sana hayatı öğreteceğim. Kelebek uçmayı bir kez de kuşundan öğrenecek. Sonra birlikte uçacağız bu diyardan," demiş. Tam o sırada bulutlar onlar için bırakmış içindeki yağmuru.

 

Kelebek ile kuş yağmurun altında ıslanmışlar. Kanatları uçamayacak kadar ıslanmış kelebeğin. Ama o yine de mutluymuş. Çünkü kuşunun yüzü gülüyormuş.

 

"Bu yağan yağmur bizim içimizden geliyor aslında. İçimizde biriktirdiğimiz tüm duygular şu an üzerimize yağıyor," demiş kelebek. Kuş kelebeğini de alıp yuvaya uçmuş.

 

Kırlangıç onları yuvada bekliyormuş. Kelebek kırlangıç dostunun yüzündeki ifadeyi görünce korkmuş. Onu böylesine endişelendiren şeyin sebebini sormuş.

 

Kırlangıç onlara kartalın yaptıklarını anlatmış. Bu duruma kuşun canı çok sıkılmış. Kaybettiğine kartalın pençesinin değme düşüncesi onu yalnızlığa itmiş. Karanlığın ortasında kaldığını çaresizliği iliklerine kadar hissetmiş beyaz kuş.

 

Bir çıkış yolu aramaya başlamış kendi kendine. Sonra onu görmüş. Karanlıkta kaldığı ilk anda yolunu aydınlatan ışığı. Kuş gülümsemiş. "Bu karanlığın ortasında beni nasıl buldun?" diye sormuş.

 

"En çok yalnız olanlar parlamak ister. Bu yüzden yıldızlar her zaman yalnızdır. Kendine bir bak," demiş ışık.

 

"Sende bir yıldız gibi parlıyorsun."

 

Kuş ışığa doğru yaklaşmış. "Bu ses onun sesi," demiş kendi kendine.

 

Karanlığın ortasındaki ışığa yaklaştığında anlamış onun beyaz kelebeği olduğunu. Kelebeğin ışıldayan kanatlarına bakmış hayranlıkla. Kelebek kuşunun gözlerine bakmış. Geçmişte olduğu gibi şimdi de senin yolunu aydınlatan olmaya geldim.

 

_______

 

Bazen hayatımıza dokunanlar zihnimizin derinliklerinde saklanır. Oradan hayatımızı etkilemeye devam eder. Yaşadığımız en küçük olayda bile onların dokunuşunu hissederiz. Tıpkı benim şu anda hissettiğim gibi...

 

Ege yıllar önce benim yalnızlığımı fark etmiş ilk o zaman dokunmuştu ruhuma. Gözlerim istemsizce dolarken kalbimin ortasında beliren bir sıcaklık hissediyordum. Söğüt ağacının altında ağlayan o genç kıza ipek bir mendilden fazlasını vermişti Ege. O kıza güçlü olduğunu hissettirmişti. O kızın aslında yalnız olmadığını görünmez olmadığını hissettirmişti. Şu an bu kadar dik durmamı sağlayanda oydu. Ege...

 

"Ege," dedim kendi kendime. Onun adını söylemek bile içimin kelebeklerle dolmasına yetiyordu. Tıpkı onun söylediği gibi kalbimin dört bir yanında beyaz kanatlı kelebekler uçuşuyordu.

 

"Ege," dedim tekrar. Elimde onun benim için yazdığı not vardı. Ayağa kalktım ve notu tıpkı onun benden istediği gibi kalbime kilitledim.

 

Avucuma sığan küçük anahtarımı sıkıca tuttum. Yüzümde kocaman bir gülümseme belirmiş uyumak için yatağıma girmiştim. Aklımda genç bir Ege avucumda ise onun bana verdiği anahtarla derin bir uykuya daldım.

 

*******

 

Sabah erkenden uyandığımdan üzerimi çoktan giyinmiş anahtarımı evirip çeviriyordum. Bir yandan da dün hatırladığım anıyı ona anlatıp anlatmamak arasında gidip geliyordum. İçimdeki ses anlatmam gerektiğini söylüyordu. Ama bir yandan da ya beni hatırlamazsa diye içimi derin bir korku kaplıyordu. Bir karar vermeliydim. Ama ne?

 

Sıkıntılı bir nefes verip elimdeki anahtarı makyaj aynasının çekmecesine attım. Daha sonra arka bahçeden gelen yoğun sesle birlikte bahçeye çıkmak üzere odamdan çıktım. Ev o kadar sessizdi ki sanki herkes beni bırakıp gitmiş gibi hissetmiştim. Uzun koridoru geçip merdivenlerden aşağıya indim.

 

Etrafta koşuşturan insanlar görmeyi umuyordum. Ama evde kimse yoktu. Salona doğru ilerledim. "Profesör," diye seslendim. Kimse cevap vermedi. Bu duruma bir anlam veremediğimden salona geçtim. Salondan bahçeye açılan devasa kapıdan geçip verandaya çıktığımda onunla göz göze geldim. Ege ile...

 

"Günaydın Lu," dedi gülümseyerek. Yüzündeki sıcak gülümseme benimde gülümsememe neden olurken onu görmek içimi rahatlatmıştı. "Günaydın," diye mırıldanıp ona doğru yaklaştım. "Herkes nerede?" Bu sorum onun daha çok gülmesine neden olmuştu.

 

"Herkese bugün için izin verdim. Çünkü bugün senin günün Lu," dedi profesör. Bir an duraksamıştım. Bugün ayın kaçıydı diye düşünürken doğum günüm olmadığına emin olmuştum.

 

"Benim günüm mü? Ama bugün doğum günüm değil ki," dedim saf saf. Profesör kıkırdadı. Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan arkama geçip elleriyle gözlerimi kapattı.

 

"Sana bir sürprizim var," diye fısıldadı kulağıma. Gözlerim kapalı onun yönlendirmesiyle adımlamaya başladım. Attığım her adımda güneşin sıcaklığını daha da derinden hissediyordum. Bu hissettiğim bahçeye çıktığımızı anlamamı sağlamıştı.

 

"Şimdi gözlerini açıyorum," dedi profesör. Parmakları yavaş yavaş gözlerimden ayrılırken derin bir nefes aldım. İçimden üçe kadar sayıp gözlerimi araladım.

 

"Ama bu," dedim gördüğüm şeyin gerçekliğine inanamadığımdan. Dudaklarım titremiş gözlerimi onun gökyüzü gibi bakan gözlerine dikmiştim.

 

"Profesör," dedim dolu gözlerle. Kollarımı boynuna dolayıp sıkıca sarıldım. O bunu beklemediğinden donup kalmıştı. Ama bu durum kısa sürdü. Kollarını belime doladı. Bense heyecanla kıkırdadım.

 

"Beni sallar mısın?" diye sordum ondan ayrılıp heyecanla benim için yaptırdığı salıncağa otururken. Profesör kıkırdadı. Ellerim salıncağın demirlerini kavradı. Onun elleri ise benimkileri...

 

Parmaklarımı tutan avuçlarıyla beni kendine doğru çekip öne doğru itti. Elimi bırakmış salıncağı sallamaya başlamıştı. "Daha yükseğe," dedim gülerek.

 

Salıncak daha da yükselmiş güneşe dokunmak üzere olduğumu hissetmiştim. Gözlerim bahçede gezinirken hemen karşımdaki ağaca baktım. Dalları yere doğru uzanan söğüt ağacı onunla olan ilk anımı aklıma getirdi.

 

"İnmek istiyorum," dedim birden. Profesör bu duruma bir anlam verememiş ama yine de salıncağın demirlerinden tutup durmasını sağlamıştı. Salıncağın durmasıyla inip ona baktım.

 

"Şimdi seninle küçük bir oyun oynayacağız," diye mırıldanıp elini tuttum. Onu söğüt ağacına doğru götürdüm. Söğüt ağacının dibine oturup onu da yanıma çektim. İkimizde söğüt ağacına sırtımızı dayamıştık.

 

"Şimdi gözlerini kapat," dedim gülümseyerek. Onunda yüzünde belirgin bir gülümseme belirmiş dediğimi yaparak gözlerini yummuştu.

 

"Günün birinde ailesinin bile dışladığı bir kız varmış. Bu kızı kimsenin görmeye bile tahammülü olmadığından onu ülkenin dışında okula göndermek bahanesiyle Amerika'ya göndermişler."

 

Profesör bu sözlerimle kaşlarını çatmış ama yine de gözlerini açmamıştı. Gözlerimden iki damla yaş akarken, "Kız yalnızlığının içinde sıkıştığını hissediyormuş. Bir gün kalbindeki keskin ağrıyı hissetmemek için var gücüyle koşmaya başlamış. Gücünün tükendiği bir anda dalları yere uzanan bir söğüt ağacının altına sığınmış," dediğimde profesör gözlerini aralamıştı.

 

Gözlerindeki şaşkınlık benim tıpkı o gün olduğu gibi gözlerimdeki yaşları görmesiyle daha da artmıştı. "Kızın gözü yaşlıymış. Çünkü sevgisizliğinin etrafında sevginin kelebekleri uçuşuyormuş," dediğimde gülümsedi. Yüzündeki gülümseme o kadar sıcak ve samimiydi ki buruk da olsa gülümsemiştim.

 

"Sonra o kelebeklerin içinden beyaz bir kelebek gelmiş kızın yanına."

 

Profesör elini pantolonun cebine attı. Benim için taşıdığı beyaz ipek mendil ile gözlerimden akan yaşları sildi.

 

"Ona bu dünyada en çok yalnız olanlar parlamak ister. Bu yüzden yıldızlar her zaman yalnızdır demiş beyaz kelebek. Kızın gözyaşlarını beyaz ipek bir mendille silmiş. Kızın yalnızlığını ilk fark eden o kelebek olmuş biliyor musun?"

 

Profesörün gözlerinden akan iki damla yaş yanağından süzüldü. Yüzündeki gülümseme genişlemişti. "O kelebeğin bulduğu beyaz kuş şu an nerede?" diye sordu dolu gözlerle.

 

"Kim bilir? Belki beyaz kelebek yıllar sonra başka bir söğüt ağacının altında onun gözlerinden akan yaşı yine mendiliyle siliyordur." Bu sözlerim onun eliyle yüzümü kavramasına neden olmuştu.

 

"Sen o kızdın. Yıllar önce söğüt ağacının altında bulduğum o kız sendin," dedi profesör hayretler içinde. Heyecanı onun mutluluğuna mutluluk katıyordu. "Dünyanın öbür ucunda bile birbirimizi bulmuşuz."

 

Onun heyecanla söylediği sözler kıkırdamama neden olmuştu. "Acaba o zamanlar birbirimizi kaybetmeseydik şu an hayatımız nasıl olurdu?" diye sordum merakla. Profesör ellerini yüzümden çekti. Bu sefer elimi sıkıca kavradı parmakları. Sırtımız söğüt ağacına yaslı birbirimize baktık.

 

"Hayal edip görelim," dedi gözlerini yavaşça kapatırken. Bende onun gibi gözlerini kapattım. "Ben o gün hiç Kerim'in yanına gitmemişim. Seninle söğüt ağacının altında birbirlerine sarılan aileleri izliyoruz."

 

Derin bir iç çektim. "Aileler bir bir dağılıyor. Senle ben o söğüt ağacının altında gece yıldızları izliyoruz. Sonra gökten bir yıldız kayıyor. İkimizde birer dilek tutuyoruz," dediğimde gülümsedim.

 

"Belki de aynı dileği tutmuşuzdur olamaz mı?" dediğinde o genç kız halime geri döndüm. Şu an o zaman için bir dilek tutacak olsaydım hiç şüphesiz ki Kartal ile hiç tanışmamış olmayı onunla o zamanda kalmayı dilerdim.

 

Gülümsedim. "Olabilir," diye mırıldandım. "Hatta o gün yurtlarımıza dönmek için ayrıldığımızda bile birbirimizi kaybetmemek için numaralarımızı birbirimizin avuçlarına yazmışız."

 

Profesör sıkıntılı bir nefes verdi. "Ama benim o gün yanımda kalem yoktu ki," dediğinde kıkırdadım. "Merak etme. Bende bir tane var." Profesör rahatladı. Parmakları benimkileri okşadı.

 

"Ertesi sabah seninle buluşmuşuz. Hatta okul yolundaki o eski taş köprünün üzerindeyiz. Senin saçların rüzgarda savruluyor. Benim saçlarım her zamanki gibi darmadağınık..."

 

"Keşke bana verdiğin o mendili o köprüden hiç düşürmeseydim," diye mırıldandım. Profesör avucumu okşadı. "Hayır sen o mendili hiç düşürmedin. Bak şu an elinde," dediğinde ipek mendili avucuma sıkıştırdı. Kıkırdadım.

 

"Köprünün üzerinde sana mendilini geri veriyorum ve diyorum ki bundan sonra benden istesende kurtulamazsın Ege. Çünkü bana o mendili verdiğin an beni başına bela ettin."

 

Profesör kahkaha attı. "Yüzünde kusursuz bir gülümseme beliriyor. Parmağımı o derin gamzene koyuyorum ve diyorum ki sen bir bela olamazsın Lu. O çukurun sahibi ancak doğanın bir mucizesi olabilir," dediğinde elim elini daha da sıktı.

 

"Bende elini tutuyorum. Tıpkı şu an olduğu gibi ve diyorum ki o halde günah benden gitti. Bundan böyle Lu, Ege'nin Ege de Lu'nun..."

 

Bu sözlerimle birlikte ikimizde gözlerimizi araladık. Başımı çevirip ona baktım. Griye çalan mavi gözleri gözlerimde gezinirken yüzümün alev gibi yandığını hissediyordum.

 

"Keşke tüm bunlar bir hayal olarak kalmasaydı. Keşke Kartal'ı hiç tanımasaydım. Keşke o günden sonra yollarımız hiç ayrılmasaymış," dediğimde derin bir iç çekmiştim. Profesörün dudakları ince bir çizgi halini aldı.

 

"Keşke kelimesinin öyle bir ağırlığı vardır ki Lu. Ben bu ağırlığın altından her gün ezildiğimi hissediyorum. Keşke seni o adamdan önce bulduğum gün elini hiç bırakmasaymışım diyorum. Keşke seni bulduğum gibi kötülüklerden uzağa götürebilseydim diyorum. O zaman acı çeken Lu'yu değil de yaşam enerjisiyle dolu Lu'yu tanırdım. İşte o zaman benim de ölen kalbim yeniden atardı diyorum. İçimi yaşam enerjinle doldurma ihtimalini düşündükçe keşke diyorum ve bunun ağırlığı altında ezilip yok oluyorum. Keşke kelimesi meğer o kadar derin bir anlam taşıyormuş ki bunun insana hissettirdiklerini çok geç anladım."

 

Profesörün sözleri yüreğime devasa bir yumruk yemişim gibi hissettirmişti. Onunda söylediği gibi bir kelimenin ağırlığı altında ezildiğimi hissettim. Keşke...

 

"Geçmişimizi değiştiremiyoruz. Ama en azından şu an bir aradayız," dedim buruk da olsa gülümseyerek. Profesör birden yerden kalktı. Benimde kalkmam için elini uzattı. Ondan destek alarak ayağa kalktım.

 

"Şimdi seninle bir şey yapacağız," diye mırıldandı. Meraklı gözlerle ona baktım. O ise bakışlarıyla verandadaki yemek masasını işaret etti. Masanın üzerinde bir şey vardı. Ama uzakta olduğumuzdan tam olarak ne olduğunu çözememiştim.

 

Birlikte masaya doğru yürümeye başladık. Birkaç adım sonra masanın üzerindekilerin ne olduğunu daha fark edebilmiştim. "Kuş evi," dediğimde heyecanla masanın yanına gittim.

 

Tam o sırada ahşap kuş evinin ortasına iliştirilmiş beyaz bir zarf olduğunu fark ettim. Zarfı elime alıp araladım. İçindeki notu sesli bir şekilde okumaya başladım.

 

"Virgina Wolf'un da dediği gibi zarif ve görgülü ruhlar bu dünyaya ait değillerdir. Tıpkı senin gibi Lu... Sen bu dünyaya ait değilsin. Sen bembeyaz kanatları günaha bulanmamış kuşların olduğu bir dünyaya aitsin. Adi kartalların olmadığı kötülüğün hiç uğramadığı bir dünyaya aitsin. Bu kuş evi de senin gibi kuşlara ev sahipliği yapacak. Kanadı kırık gönlü yaralı kuşlar senin ellerinle koyduğun yemle bu yerde şifa bulacak. Hem belki bir gün kelebek de şifayı burada arayacak. Kim bilir?"

 

Notu okuduğumda profesörün gözlerine baktım. Griye çalan mavi gözleri ışıl ışıl parlıyor gülümsemesi benimde gülümsememe neden oluyordu. Notumu zarfına geri yerleştirip cebime koydum. Bu notu da diğerlerinin yanına koyacaktım. Ondan gelen tüm notları sakladığım yerde saklayacaktım. Kalbim olan kutuda...

 

"İçine yem koymaya ne dersin?" diye sordu. Onu başımla onaylayıp masanın üzerindeki yem torbasına elimi daldırdım. Bir avuç aldığım yemi yuvanın içine koyup kuş evine baktım. Kırmızı kuş evi küçük ve oldukça şirindi. Profesör içine yem koyduğum kuş evini eline aldı. "Artık söğüt ağacına asabiliriz."

 

Profesör kuş evini tutmam için bana verdi. Ardından verandanın yanına koyduğu merdiveni alıp söğüt ağacının altına koydu. Merdivene çıktığında elimde kuş eviyle ona bakıyordum.

 

"Ona uygun bir dal buldum," dedi profesör kuş evini ona uzattığım sırada. Kuş evini bahsettiği dala asıp merdivenden indi.

 

"Bunu da hallettiğimize göre kahvaltı hazırlayabiliriz," dedi son bir kez kuş evine bakarken. Kırmızı kuş evi söğüt ağacının yeşil yaprakları altında duruyordu. Onu başımla onaylayıp verandaya doğru ilerledim. Profesör ise merdiveni katlayıp aldığı yere koydu. Daha sonra birlikte kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçtik.

 

"Ama her şey hazır," dedim mutfaktaki kahvaltılıkla dolu tepsiye bakarken. Profesör gülümsedi. "Son bir eksiğimiz var. O da yumurta," dediğinde ağır tepsiyi alıp verandadaki masaya götürdü. Bende yumurta almak üzere buzdolabının kapağını araladım. Tam o sırada profesör yanıma geldi.

 

"Sen dur bakalım." Onun bu sözüyle kenara çekilmiştim. Şaşkın bakışlarım onun yüzünde gezinirken buzdolabının kapağından üç tane yumurta çıkardı. Ardından dolaplardan birinden bir kap çıkardı.

 

"Anlaşılan omlet yapıyorsun," dedim gülerek. Beni başıyla onaylamış yumurtaları çıkardığı kaba kırmaya başlamıştı. Onun beni Olcay'ın elinden kurtardığı gün bana bu adamın böyle bir adam olduğunu söyleseler inanmazdım.

 

Böylesine nazik böylesine ince düşünceli ve üstelik mutfağa da giren biri olduğunun ihtimalini bile vermezdim. Ama şimdi kendimi onu izlerken bulmuştum. Yüzünün her bir detayını incelerken bulmuştum kendimi.

 

"Lu," dedi profesör. Dalgın bakışlarım onun sesiyle normale döndü. "Bana tuzu uzatır mısın?" Bakışlarıyla arkamı işaret etmişti. Arkama dönüp tezgahtan aldığım tuzluğu ona uzattım.

 

Tuz ekleyip karıştırdığı omlet hamurundan bir kepçe alıp ocakta ısınmış tavaya döktü. "Lu sen masaya kahvaltılıkları dizip beni bekle. Ben omletleri alıp geliyorum," diye mırıldandı.

 

Onu başımla onaylayıp verandaya çıktım. Tepsideki kahvaltılıkları ve tabakları masaya bir bir dizerken bakışlarım elinde bir tabak omletle salondan geçip merdivenlere yönelen profesöre ilişti. Elinde omletle neden yukarıya çıkıyordu?

 

Üstelik bana evde kimsenin kalmadığını söylemişti. Peki o omlet kimin içindi? İçimi kaplayan merak duygusunu bastırmak için dikkatimi kahvaltı sofrasına çevirdim. Ama buna engel olamadım.

 

Kahvaltı sofrasını eksiksiz bir şekilde hazırladıktan sonra mutfağa kısa bir bakış attım. Tezgahın üzerinde dumanı tüten iki tabak omleti görmek daha da çok işkillenmeme neden olmuştu. Salondan geçip merdivenlere yöneldim. Sessizce merdivenlerden yukarıya çıktım. İkinci katta çıt sesi bile yoktu. Ama ya üçüncü kat?

 

Daha önce üçüncü kata hiç çıkmamıştım. Orada ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Belki de yol yakınken bu işten vazgeçmem gerekirdi. Ama üçüncü kat onun katıydı. Onun odasının orada olduğunu biliyordum. Ama sanki o omleti o kata çıkarmasınının nedeninin birinin daha orada bulunmasından dolayı olduğunu düşünüyordum.

 

Belki de Kerim'e götürüyordu. Ama bunu neden yapsın ki? Sonuçta her gün Kerim ile kahvaltı yapıyorduk. İçimdeki merak duygusunun etkisiyle merdivenleri sessizce çıkmaya başladım. Üçüncü kata çıktığımda tüm odaların kapısının kapalı olduğunu fark ettim. Tabii koridorun sonundaki ahşap işlemeli kapı dışında...

 

Sessizce kapıya doğru ilerledim. Profesör elinde omlet tabağıyla yatakta oturan genç bir kadına bakıyordu. O an donup kalmıştım. Bu kadın kimdi diye düşünmeden edemiyordum. Ortalama benim yaşlarımdaydı. Hatta belki de benden iki üç yaş daha küçüktü.

 

Gözlerim ikisinin arasında gidip gelirken profesör kızın kestane rengi saçlarını okşadı. "Günaydın hayatımın anlamı. Dünyam," dedi gülümseyerek. Kız ona baktı ama tek kelime dahi etmedi.

 

Profesör çatalla omleti parçalayıp tek tek kıza yedirmeye başladı. Gördüklerim karşısında dilim tutulmuş beynim düşünmeyi bir kenara bırakmıştı sanki. Nefes alıp verişlerim bile düzensizleşmişti. O kız kimdi? Yoksa dedi iç sesim. O kız profesörün karısı olabilir miydi?

 

Gözlerim son bir kez içeriye doğru kaydı. Profesörün o kıza olan bakışları oldukça farklıydı. Kesinlikle o kız onun karısıydı. Başka bir ihtimal de yoktu zaten. Sessizce oradan uzaklaştım.

 

Merdivenlerden ona fark ettirmeden inip kendimi verandaya attım. "Profesör o kızla evli," dedim kendi kendime. Belki zihnim bu sözleri dışarıdan duyarsa kabul etmesi daha kolay olurdu.

 

"Evli," diye tekrarladım kendi kendime. Zihnim bir şekilde bu gerçeği kabul edecekti. Peki ya yüreğim? Neden göğsümün ortasına bıçak saplanmış gibi hissediyorum? Neden o bıçakla yüreğimi dağladıklarını hissediyorum? Sonuçta profesörün evli olmasında beni ilgilendiren bir nokta yoktu. Bu iş bitince nasıl olsa kendi hayatıma bakacaktım. Öyle değil mi?

 

Kendi kendimi avutmam bile fazlasıyla gülünçtü. Onun evli olması beni içten içe sarsmıştı. Bunu her ne kadar kabul etmek istemesemde durum buydu. Profesörün bana olan ilgisi bir şeyleri değiştiriyordu.

 

İçimdeki kırılan parçaları birleştirip sağlamlaştıran bir enerjisi vardı ve ben bunun bir parçası olarak daha fazla kalamazdım. Bunu ne kendime ne de o kadına yapamazdım.

 

Derin bir nefes aldığım sırada "Lu," dedi profesör tam arkamdan. Ona bakmadan önce derin bir nefes aldım. Ardından dolan gözlerimi saklamak için gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp yüzüme de zar zor bir gülümseme kondurdum.

 

Bakışlarımı ona çevirdiğimde profesörün oldukça durgun olduğunu fark ettim. Birlikte yemek masasına yerleşirken "Profesör," diye mırıldandım.

 

Griye çalan mavi gözleri beni buldu. "Sen iyi misin? Canını sıkan bir durum mu var?" diye sorduğumda dudakları ince bir çizgi halini aldı. Sabahki neşeli halinden eser yoktu. Sanki canı çekilmiş gibiydi.

 

Onu bu kadar dertli görmek canımı sıkmıştı. Sıkıntılı bir nefes verdi. "Beni merak etme. İyiyim," diye mırıldandı. Ardından masadan kalkıp mutfağa doğru ilerledi.

 

Arkasından bakmakla yetinmiştim. Aklıma onun böyle olmasının nedenlerinden biri geldi. Acaba o kız neden bizim yanımıza daha önce hiç gelmedi?

 

Acaba o genç kız diye düşünmeden edemezken başımı bu düşünceyi aklımdan atmak için salladım. Böyle bir şey olamazdı. En azından o böyle korkunç bir durumda olamazdı. Öyle değil mi?

 

Profesörün karısı olan o genç kız neden onunla konuşmamıştı? Aklıma türlü türlü sorular akın ederken profesör elinde iki tabakla yanıma geldi. Yüzüne kondurduğu gülümseme dikkatimi çekti. Onun neşeli zamanlarında insanın içini ısıtan gülümsemesi yoktu. Sanki içinde yaşadığı acıyı saklamak için ördüğü bir duvar gibiydi yüzündeki gülümseme.

 

İçinde her ne yaşıyorsa bunu benimle paylaşmaya hiç niyeti yoktu. Sanki bilmemem gereken bir şeydi onun yaşadıkları. Onun kim olduğu bile tamamen muammaydı. Onun adının Ege olduğu dışında hakkında hiçbir bilgin yoktu. Soyadı neydi? Ailesi kimdi? Nasıl bir çocukluk yaşamıştı? Bu intikam oyununda satranç taşlarından hangisinin görevini üstleniyordu?

 

Profesör bu oyunda kral mıydı yoksa vezir mi? Ona kendi adıyla bile seslenememe sebebimin aslı neydi? O yatakta yatan genç kız kimdi? Kafamın içi daha bunlar gibi onlarca soruyla doluydu. Göz ucuyla ona baktım. Yüzündeki ciddi ifadeye ve gözlerinde saklanan kedere baktım. Kimsin sen dedim içimden. Kimsin?

Loading...
0%