Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.Bölüm: Sonsuz Rüyada

@sevvnuraydn

Hayat bazen bize her şey sıradanmış gibi geldiği anda değişen yüzünü gösterir. Normal olan şeyler bir anda farklı bir boyuta geçer. Gerçeklik algımızı değiştirecek şeyler yaşarız mesela. Sonrasında bir bakmışız ki her şey bir rüyaya dönüşmüş. Benim hikayemde de durum tam olarak böyleydi. Her şey hayatın tekdüzeliğini kırıp gerçeklikle bağını koparmayı seçtiği o gün başladı. Beni sonu olmayan sonsuz bir rüyanın kollarına bıraktığı anda...

 

İlk başta hayatın rüyaya dalmamı neden istediğini anlayamamıştım. Nasıl uyanacağımı bile bilmediğim bu rüyada hayatın bana anlatmak istediği şey neydi hiç bilmiyordum. Tek düşündüğüm elimde yönümü gösteren bir pusula olmadan nasıl çıkış yolunu bulabileceğimdi. Ama sonra bir şeyin farkına vardım. Hayat elimize pusulamızı doğrudan vermiyordu. Onu avucumuza koyacak birini gönderiyordu.

 

Benim avucuma pusulamı koyacak biri vardı düşümde. Yalnız olduğumu hissettiğim bu rüyada aslında bir yoldaşım vardı. Bizler aynı rüyaya hapsolmuş iki yabancıydık. Birimiz çocuk olmak nedir bilmemiş diğerimiz yüreğinde yaşattığı çocuktan vazgeçmemişti. Böylesine zıt iki kutup aynı rüyaya hapsolmuştu. Peki ama bu iki zıt kutup bir pusulada birleşebilir miydi? Birbirlerine yoldaş olup bu rüyadan uyanabilecekler miydi? Her şey bir göz açıp kapama meselesi...

 

 

(3 Ekim Cumartesi)

 

Hayatın bize bahşetmiş olduğu en güzel ödüldü yaşamak. Ciğerlerimizi temiz havayla doldurmak, gözlerimizi alan güneşe bakarak tebessüm edebilmek, yüzümüze esen rüzgarı sadece yüzümüzde değil ruhumuzda da hissedebilmek, sevdiklerimizle kucaklaşmak, hediyeleşmek, birilerinin mutluluğunu paylaşmak, yemyeşil çimenlerin üzerinde özgürce koşmak. Hayatımızdan ufak bir kesit olan tüm bu şeyleri yapabilmek bile öylesine büyük bir ödül ki...

 

O zamanlar tüm bunların kıymetini bilememiştim. Hayatımın sıradan hatta monotonlaşmış olduğunu düşünüp durduğum günlerden birinde sadece birkaç saniye süren kısacık bir an iki insanın hayatını da tamamen değiştirmişti. Biri benim diğeri de hiç tanımadığım benim yaşlarımdaki bir adamın hayatıydı. Kader bizi aynı günde, aynı hastanede ve üstelik aynı rüyanın içinde bir araya getirdi. Bizi sonsuz bir rüyanın kollarına bıraktı. Şimdi de bizden tek istediği bu sonsuz rüyadan uyanmamız...

 

 

Sonsuz Rüyada...

 

Ciğerlerimi dolduran taze çam kokusuyla göz kapaklarımı yavaş yavaş araladım. Üzerinde uzandığım çimenlerin tenime iğne gibi battığını düşünürken huzursuzca doğruldum. Ve işte o an çimenlerin değil de aslında çam iğnelerinin üzerinde uyuduğumu fark ettiğim andı. Gözlerim soru sorarcasına ilk başta yerdeki çam iğnelerinde gezindi. Ardından bazı çam iğnelerinin yanlarına düşmüş ağaç diplerindeki kozalaklara baktım. Kısa bir süre sonra gözlerim asıl büyük resme odaklandı. Dört bir yanımı kuşatan devasa çam ağaçlarına...

 

Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereyken bir anda ayağa kalktım. Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde kendimi ıssız bir ormanın içinde bulmuştum. "Benim ne işim var burada," diye mırıldandığımda çaresizce dudak büktüm. Evet haklısınız! Benim küçük bir çocuktan pek de bir farkım yok.

 

Gözlerimi bir umut etrafta gezdirdim. Etrafımda koyu yeşil çam ağaçlarının olduğu bir ormanda kuş cıvıltılarından başka çıt sesi bile yoktu. Tabii bir de benim göğüs kafesimin dışına çıkmaya niyetli kalbimin sesini de saymazsak... Tek başıma olduğumdan içimi kaplayan korkuyla ürperip olduğum yerde kalakaldım. Genelde panik olduğumda böyle kaskatı kesilirdim. Ama ne yazık ki böyle durumlarda sadece bedenim değil düşünce sistemim de işlevini yitirirdi. Tek çalışan bu durumda ciğerlerim kalıyordu... Derin derin nefesler alarak olduğum yerde kıpırdamadan etrafı kolaçan ediyordum.

 

Ne olurdu ıssız bir ormana düşmeden önce üç dilek hakkım olsaydı. En azından pili asla bitmeyen bir el feneri dilerdim gece yolumu görebilmek için. Hatta daha da iyisi özel bir uçak falan dilerdim beni evime geri götürebilmesi için. Hiç olmadı ailemi ve hayatımı buraya taşımayı dilerdim. Ama hiç değilse her üç ihtimalde de şu an da olduğu gibi olmazdım. Bundan kesinlikle emindim.

 

Dehşete kapılmaya yüz tutmuş bir ifadeyle etrafımı son bir kez kolaçan ettim. Gerçi buraya hangi akıllı gelirdi ki? Daha da kötüsü yırtıcıların olma ihtimaliydi ki bu ihtimal çenemi sıkmama ve yutkunmama neden olmuştu.

 

Tam o sırada çam ağaçlarının arasında arkası dönük uzun boylu birini gördüm. İlk başta çölde kalıp da serap gördüğümü falan zannetsemde gerçekti ki bunu anlamak için gözlerimi kapatıp tekrar açtığımı da belirtmem gerek. Şükürler olsun ki ormanda bir başıma değildim. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirmişti bile. Tabii kafamdaki tilkilerin bu gülümsemeyi söndürmesi çok da uzun sürmedi.

 

İçimden bir ses yardım istemem gerektiğini söylerken diğer bir seste ya kötü birisiyse diye bas bas bağırıyordu. Kafamdaki tilkiler bu aralar bana gerçekten hiç yardımcı olmuyordu. Üstüne bir de en çaresiz olduğum günde belirmeleri de iyice sinirimi bozuyordu. Derin bir nefes aldım. Kafamdaki tilkileri inlerine postalayıp Pollyanna tarafımı devreye soktum. Umarım bu her şeye fazlasıyla iyi tarafından bakan ruh halim beni hüsrana uğratmazdı.

 

Ciğerlerime oksijen yerine özgüven çektiğimi hayal edip adama doğru ilerlemeye başladım. Henüz beni fark etmemişti ama bu durum çok da uzun sürmedi. Birkaç saniyede hiç tanımadığım bir adamın yanında bitiverdim. Kahverengi gözleri anlam vermeye çalışırcasına yüzümde gezindi. Anlaşılan o da benim nereden çıktığımı anlamaya çalışıyordu. Bana karşı tuhaf bakan göz bebeklerine aldırmadan ona karşı olabildiğince sevimli görünmeye çalıştım. En sahici gülümsememle dudaklarımı araladım.

 

"Af edersin kamp yapmaya geldin sanırım. Bana bu ormandan nasıl çıkacağımı tarif edebilir misin?" diye sordum bir yandan sırtındaki dev siyah sırt çantasına bakarken. Karşımdaki üçgen vücut kollarını göğsünde kavuşturup ukala bir tavırla bana baktı. Yunan heykellerine benzeyen sert yüz hatları kasıldı. Daha sonra hiç beklemediğim bir tepki verdi. Bana bakıp gözlerini devirdi! Bana! Hande'ye!

 

"Birincisi kamp yapmaya gelmedim. İkincisi oradan bakınca haritaya mı benziyorum?" dedi tek düze bir sesle. Ona doğru keskin bakışlarımı bir ok misali yönelttim ama bana mısın demedi. Bende bakışlarımdan bile keskin hatta sonucu kesinlikle ölüm olan üstün çirkeflik yeteneğimi kullanmaya karar verdim. Sonuçta bunu kendisi istemişti.

 

"Pardon! Sen bir harita olsan bu ormanın haritası değil Türkiye deprem risk haritası olurdun. Zira yüzünün renginden seni anca böyle bir haritaya benzetebilirdim!"

 

Sözlerimin sadece küçücük bir kısmı bile onu söz ettiğim gibi deprem haritasına çevirmişti. Göz bebekleri büyümüş yüzünün rengi değişmişti. Ukalalığına karşılık verdiğim bu tepkiyle arkasını dönüp yürümeye başladı. Bende ormanda tek başıma kalamayacağımdan ani bir hamleyle beni bırakıp gitmemesi için onun balon gibi olan koluna yapıştım. Aman Allahım! Kol değil kum torbası mübarek!

 

"İzin verirsen gidiyorum," dedi homurdanarak. Gözlerimi onun gözlerine diktiğimde yüzündeki tuhaf ifade yutkunmama sebep oldu. "Kayboldum," diye mırıldandım. Sesim en az yavru bir kedininki kadar cılız çıkmıştı. Az önceki çirkef tavrımın yerini böylesine bir sakinliğe bırakmasına ben bile şaşırmıştım. Karşımdaki adam da kısa bir an afallasa da daha sonra başını ümitsizce sallamakla yetindi. Ardından kolunu benden kurtarıp tekrar adımlamaya başladı. Onun bu tavrı bende de şalterlerin atmasına neden olmuştu.

 

"Ne kadar ukalasın sen öyle! Senden yardım isteyenlere böyle mi davranıyorsun?" diye çıkıştım sinirlerime hakim olamayarak. Sesimin gittikçe inceleşen tonuna en sonunda dayanamadı. Bana dönen sert yüz hatlarının sanki işkenceye maruz kalmış gibi acıyla buruştuğunu fark ettim. Ama bu benim çok da umurumda değildi. Çünkü içimdeki Pollyanna şu an çirkef ruhum tarafından nakavt olmuştu.

 

"Tamam tamam yeter ki sus! Sende de ne biçim bir çene varmış. Yemin ederim beynime ağrı attı," dedi hayretler içinde. Bunu söylerken bir yandan da şakaklarını ovması ister istemez kıkırdamama sebep olmuştu.

 

"Teşekkürler. Tüm bu söylediklerini iltifat olarak alıyorum," dedim sırıtarak. Onun yüzündeki ifadeden bu söylediklerinin nesini iltifat olarak aldığımı sorguladığından emindim.

 

"Ben Hande bu arada," dedim elimi tanışmak için uzatırken. Elimi tutma zahmetini bile göstermeden yarım bir ağızla "Kerem," diye mırıldandı. Bende kendimi tutamayarak "Çok naziksin. Bu nezaketinin gözlerimi yaşarttığını söylemeden edemeyeceğim," dedim.

 

Ona küçük bir imayla laf çarpmıştım ama bu onu zerre etkilememişti. Aksine sanki kulağının dibinde sinek vızıldamış da o da sineği eliyle kovmuş gibiydi. Tek kelime dahi etmeden ormanın içinde ilerlemeye başladı. Bende başka şansım olmadığından bir civciv misali peşine takılmış o nereye giderse beraberinde ilerliyordum.

 

İçimden hayattaki şansıma sövüyordum. Bir yandan da Kerem'in koca sırt çantasına bakıyordum. Bir öküz ile ormanda bir başıma kalmıştım. Bu da yetmezmiş gibi ikimiz de nereye gideceğimizi ve ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. En azından ben bilmiyordum. Kerem'in de bilip bilmediğini öğrenmek için bıkkın bir nefes verip dudaklarımı araladım.

 

"Kerem biz nereye gidiyoruz? Ya daha beter kaybolursak?" dedim aklıma doluşan kötü ihtimallerin etkisiyle. Anlaşılan tilkilerim ormandan kurtuluncaya kadar kafamın içinde dönmeye devam edeceklerdi.

 

Tam o sırada Kerem duraksadı ve ben bu durumda hazırlıksız yakalandığımdan dağcı çantasına toslamıştım. İstemsizce yüzümü buruşturum. O da hoşnutsuz bir ifadeyle bana döndüğünde keskin bakışlarımı kahverengi gözlerine dikmiştim.

 

"Sen hiç susmaz mısın? Gamze Hanım!" dedi her kelimesinin üstüne basa basa. Bu hayattan en nefret ettiğim şeylerden birisi adımın yanlış söylenmesiydi. Sonuçta adımı öğrenmek ne kadar zor olabilirdi ki? Altı üstü Hande diyecekti. Hande!

 

Yani anlayacağınız sevimli Pollyanna birazdan çenesiyle karşısındaki kurbanını öldürecekti. Gözlerimi kısıp elim belimde çemkirmeye hazırlanmıştım ki Kerem Bey önünde durduğumuz ağacın dibine tünedi. Bana umutsuz vakaymışım gibi bakmaya başlayınca çaresiz bende yanına çömdüm. Kerem başını ağaca yaslayıp kendini uykuya verirken bende derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Daha sonra bu çabamın yersiz olduğunu anlayıp gözlerimi yummakla yetindim.

 

*******

 

Gözlerimi açtığımda yeni bir günün sabahına uyandığımı daha yeni anlayabilmiştim. Nasıl o kadar çok uyuduğum ise tamamiyle muammaydı. Uykumu açmak için esneyip kollarımı yana doğru açtım. Kedi gibi gerinirken bir şeyi fark ettim. Kerem Bey ortalıklarda yoktu. Beni bırakıp gitmişti. Hain!

 

Ormanda bir başıma olmanın verdiği korkuyla tenime değen rüzgar bile beni ürkütmeye yetmişti. Gözlerim ağaçları bir bir seçerken Kerem Bey'i görme umuduyla bakınıyordum ama ortalarda yoktu. Anlaşılan benim için yolun sonu görünmüştü. Elveda hayat! Belki bu hayattan bir Hande geçmişti dersiniz.

 

Kendi içimdeki şair böyle acıklı bir konuşma yaparken tam o sırada midem şairin ağzının ortasına susması için bir tane yapıştırmıştı. Çünkü söz hakkı almak için midemin yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Guruldayan midemin sesi ormanda yankılanmaya başlayınca çareyi ayağa kalkmakta buldum.

 

Kalktım da şimdi nereden midem için yiyecek bir şey bulacaktım ki? Avcılık mı yapmalıydım? Ben daha evdeki ocağı yakıp kendime doğru düzgün yemek pişiremezken ilkel yöntemlerle yemek bulmak benim ne haddimeydi.

 

Dudaklarım yerçekimine meydan okuyarak aşağı doğru büküldü. Ümitsizce nereye gittiğimi bile bilmeden ağaçların arasında ilerlemeye başladım. Midem ara ara varlığını hatırlattığından sinirlenip bağıra çağıra söylenmeye bile başlamıştım. Hatta aralarda duraksayıp olduğum yerde tepindiğim bile oluyordu. Çünkü bir boğa burcu olarak yemek yemek benim için bu hayatta en önce gelen şeydi. Aç kalmak benim için bir kabustu ve üstüne üstlük tam da şu an bu kabusu yaşıyorum.

 

"Düşüncesiz ayı! Allah bilir neredesin pis domuz! Bende şans olsa sana mı denk gelirdim? Gıcık!" diye bağırdım. Açlık başıma vurmuş üstelik Kerem'in de beni bir başıma bırakması beni iyice çileden çıkarmıştı. Ormanda yeri göğü inleterek ilerlemeye devam ediyordum.

 

"Kerem! Neredesin Allah'ın cezası! Düşüncesiz mahluk! Bir kızı ormanda tek başına bıraktın! Hayvan! Kütük! Öküz! Kalas!" boğazım patlayasıya kadar haykırdım. Bu gidişle ses tellerim kopmasa bari diye düşünmekten de kendimi alamamıştım ki boğazım bağırmaktan ağrımaya başlamıştı. Olacak iş miydi şimdi? Hem ormanda kaybolmuştum hem de açlıktan midem sırtıma yapışmışken olanlara bak.

 

Umutsuzca yere çömüp soluklandım. Bir süre sonra önümde bir çift ayakkabı durunca başımı kaldırdım. Karşımda durmuş bana tuhaf tuhaf bakan Kerem ile göz göze geldim. Sinirle ayağa fırlayıp ağrıyan boğazıma rağmen tüm çirkefliğimi sergilemeye başladım. Artık benden ve çenemden kurtuluşu yoktu.

 

"Nerelerdeydin? Hem açlıktan hem de korkudan ölüyordum ben! Tabii sen düşünce yoksunu olduğun için anlamazsın!" dedim son gücümle. Kerem bana yine umursamazca bakıp göz devirirken sırtındaki çantayı önüne alıp ağır ağır fermuarını açtı. İçinden çıkardığı paketli sandviçi bana uzatıp tereddütle "Bunu verirsem susacak mısın?" diye sordu.

 

Bende boğazımda derman kalmadığından gözlerindeki şüpheci ifadeye karşılık başımı olumlu anlamda salladım. Bunun üzerinde elindeki sandviçi bana verdikten sonra rahatladığını belli edercesine derin bir oh çekti. Bende elinden aldığım sandviçe adeta aç köpekler gibi saldırmaya başladım. Tabii Kerem'in dehşete kapılmış gözleri üzerimdeydi.

 

"Bu kadar aç olduğunu bilseydim dallardan bir mızrak yapardım. Gelirken de avlanıp gelirdim. Çünkü sen pek doyacağa benzemiyorsun. Bir ceylanı yesen anca doyarsın," dedi bana hayretle bakarken. Sandviçimi yemeğe bir saniyelik ara verip keskin bakışlarımı onun kahverengi gözlerine diktim. Ona en pis bakışımı attığım sırada "Emin ol şu an seni bile yiyebilirim," dedim. Sonrasında tekrar sandviçimi yemeğe koyuldum.

 

O sırada Kerem'in bakışları hala üzerimdeyken bir açıklama yapma gereği hissettiğini fark ettim. Yüzündeki kaslar kasılırken gözlerini gözlerime dikti. "Aslında seni tek bırakmak istememiştim. Sadece bir çıkış yolu aramak istemiştim. Uyandığımdan beri saatlerce yürüyüp ormandan çıkış için bir yol aradım. Sonunda da bir iskele gördüm. İskeleye gidip baktığımda da karşı tarafta bir kulübe olduğunu fark ettim. Eğer oraya gidebilirsek bize yardım edecek birilerini bulabiliriz," dedi sakince.

 

Gözlerinde küçükte olsa bir umut ışığı vardı. Bunu hissedebiliyordum. Sandviçimi bitirmemle kağıdını küçük bir çocuk gibi Kerem'e uzatıp otuz iki diş sırıttım. Kerem de başını iki yana hafifçe sallayıp elimden aldığı buruşturulmuş kağıdı çantasına attı. Bende gülümseyerek "Şimdi yola çıkabiliriz," dedim.

 

Birkaç dakika sonra Kerem ile beraber iskeleye doğru yola çıkmıştık bile. Beraber uzun ağaçların ve çeşitli kayalıkların yanından geçtik. Ara ara birbirimize sataştık ve bazı yerlerde kısa kısa molalar verdik. Yaklaşık üç ila dört saatin sonunda Kerem'in bahsettiği iskeleye vardık. Gecenin karanlığında ayın gölgesinin suya değdiği gölün kenarındaki iskeleye oturduk.

 

İkimizde yürümekten bitap haldeydik. Kerem nefes nefese kendini iskelenin sert zeminine bırakırken bense iskeleye oturup gökyüzüne çevirdim gözlerimi. Parlak milyonlarca yıldızın dans ettiği gökyüzü hiç bu kadar yakın olmamıştı bana.

 

Pembe, mavi ve mor renk gökyüzünü bambaşka bir güzelliğe bürümüştü. Ay ışığı bütün yıldızların içinde tüm ihtişamıyla bakıyordu bize. "Anlaşılan hayatında ilk defa yıldız görüyorsun," dedi yanı başımdan. Ona umursamazca bakarken doğrulup benimle birlikte yıldızlara bakmaya başladı.

 

Açıkçası Kerem'in odundan evrilme biri olduğunu düşündüğümden laf çakmasını normal karşılıyordum. Gözlerim ay ışığına takılı kalmışken "Alakası yok. Sadece şehrin ışıklarından dolayı belli olmuyorlardı. Bu kadar güzel bir gökyüzünü belki de ilk defa görüyorum. Tabii senin gibi duygusuzlar böyle şeylerden anlamazlar," dedim gözlerimi onun karanlıkta koyulaşan gözlerine dikip.

 

Kerem her zamanki ukala tavrıyla "Bu tarz şeylerden anlamadığımı da nereden çıkardın Gamze?" dedi. İsmimi yine yanlış söylemişti. İsmim bu kadar netken karıştırması sinirimi bozuyordu. Üstelik yürürken de ismimi defalarca kez yanlış söylemişti. Onun bunu beni sinir etmek için bilerek yaptığından adım kadar emindim. Ama yine de onun yanlışını "Hande!" diye cırlayarak düzelttim.

 

"Tamam her neyse," dedi umursamaz bir tavırla. Daha sonra sözlerine kaldığı yerden devam etti. "Dışarıdan bakınca ruhsuz biri gibi görünüyor olabilirim. Ama astronomiyi severim. Takım yıldızlarını, yıldız haritalarını ve de evimdeki teleskoptan her gece yıldızları izlemeyi severim," dedi etkileyici bir sesle. Açıkçası ondan bunu beklemiyordum. Bana kalırsa odundan, kütükten hatta öküzden bile evrilmiş olabilirdi. Ama bunu duymak beni epey şaşırtmıştı.

 

Ben ona şaşkın şaşkın bakarken tekrar sırtını iskeleye dayayıp uzandı. Kendime mani olamayarak "Nasıl yani sen şimdi bana astronomiye ilgin olduğunu mu söylüyorsun?" dedim. Bunu söylerken verdiğim aşırı tepkiyle Kerem kıkırdadı. Sanki astronomiye ilgisinin olması imkansızmış gibi tepki vermiştim. Sanki onun insanlarla ilgili şeylere ilgisinin olmaması gerekirmiş gibi...

 

"Sen ne bekliyordun?" dedi ondan beklenmeyecek imalı bir tavırla. İşte bu tam da beklediğim bir soruydu. Nazikçe boğazımı temizleyip oturduğum yerde belimi dikleştirdim. Ardından bilmiş bir tavırla aklıma gelen birkaç şeyi sıralamaya başladım.

 

"Ben daha çok senin boksa ilgin olduğunu hatta ailesinden miras kalmış şımarık bir adam olduğunu düşünmüştüm," dedim teorilerimle gurur duyarak. Kerem hiç ummadığım bir şekilde kahkaha atarken bu sefer sinir bozucu bakan bendim.

 

"Neye güldüğünü öğrenebilir miyim acaba!" dedim elim belimde. Kerem kahkahasını batırmaya çalışarak "Bu kadar uzun düşündüğüne göre aslında sen beni seri katil sanıyordun bence," dedi. Keskin bakışlarımı birer ok misali kahkaha atan Kerem'e çevirdim.

 

"Hiçte bile belki mafya babasının oğlu olduğunu düşünmüş olabilirim," dedim masum masum. Kerem bu cevabıma daha çok gülerken sinirlenip karnına sıkı bir yumruk attım. Kerem ilk başta acıyla kıvransa da aslında benim yumruğumdansa kahkaha atmaktan karnının daha çok ağrıdığına emindim. En sonunda onun sinirimi bozan kahkahasını bastıramayacağımı anlayıp pes ettim.

 

"Sen gül anca. Allah bilir sen beni ne olarak düşündün," dedim alayla. Kerem'in gülmesi beklediğimden daha çabucak kesildi. Yattığı yerden doğrulup yüzüme doğru yaklaştı. Ben yutkunurken o her ne kadar itiraf etmek istemesem de son derece tatlı bir gülümsemeyle anlatmaya başladı. "Çocuk ruhlusun bu kesin. Ama senin hakkında bir gerçek var ki kesinlikle sesini Çin işkencelerinde kullanmaları gerektiğini düşünüyorum," dedi tüm ciddiyeti bozarak.

 

Birden kendime engel olamayıp hızla ayağa kalktım. Topuklarımı iskeleye vurup "Of Kerem of!" dedim çatık kaşlarla ona bakarken. O da benimle birlikte ayağa kalkarken nereye bastığımdan habersizdim. Yanlışlıkla attığım tek bir geri adımla suyu boylarken Kerem beni izleyip kahkaha atıyordu. Ben suyun içinde ona nefretle bakarken kahkahası artık bastıramayacağı bir boyuta ulaşmıştı. Harika! Koca adam hayatında gülmediği kadar benim yüzümden gülmüştü. Üstelik hayatındaki tüm gülme hakkını da bu gece bitirdiğine emindim.

 

Ben ona delici bakışlar atarken en sonunda dayanamayıp dudaklarını daha fazla gülmemek için birbirine bastırdı. "Tamam yeter bu kadar hadi çık sudan yoksa hasta olacaksın," dedi elini bana doğru uzatırken.

 

Uzattığı eli tuttum. Ama tam o sırada aklımdan geçen hinlikle onu da benim yanıma suya çektim. Suya düşen Kerem bana yapmacık bir sinirle bakarken bu sefer gülen bendim. Kahkahalarımın ardı arkası kesilmezken Kerem Bey bunu sen istedin der gibi gülerek üzerime su sıçrattı.

 

Bu benim için bir meydan okumaydı. Kısacası su savaşı başlıyordu. Gözlerimi kısarak baktım. Sonra büyük bir su dalgasını tam yüzüne fırlattım. Kerem de bana bundan aşağı kalır bir tepki vermedi. Hatta öyle büyük bir su dalgası sıçrattı ki üzerime suyu yuttuğuma emindim.

 

Bana bakıp kahkaha atarken çok çekişmeli bir rekabetin içine girmiştik bile. Ben ona o bana su fırlattırken esen soğuk rüzgar artık sudan çıkmamız gerektiğinin sinyalini veriyordu. Yoksa çok feci derecede hasta olacaktık.

 

"Sudan çıksak iyi olacak," dedim. Kerem başıyla onaylayıp önden çıkarken bende arkasından sudan çıktım. Sırılsıklam üstümüzle iskeleye oturduk saçlarımın suyunu sıkıp içimden hasta olmamak için dua ediyordum ki bu halde hasta olmamamız kesinlikle bir mucizeydi.

 

"Artık uyusak iyi olur. Yarın bizi uzun bir yol bekliyor," dedi Kerem. Saçlarımdaki suyu iyice sıktığımdan emin olduktan sonra yavaşça iskeleye uzandım. O da yanıma uzanmıştı.

 

Kısa bir anlığına birbirimize baktık. Ardından ikimiz de bakışlarımızı gökyüzüne çevirdik. Tam o sırada bir yıldız kaydı gökyüzünden. "Gördün mü? Bir yıldız kaydı," diyerek bakışlarımı tekrar ona çevirdim.

 

Karanlıkta koyulaşan harelerini ilk başta gözlerime daha sonra tekrar gökyüzüne çevirdi. "Annemle birlikte her yıldız kaydığında bir dilek tutup kağıda yazardık. Böylece hem dileğimizi unutmazdık hem de gerçekleşince yanına kocaman bir tik atardık," dedim heyecanla. Bu sözlerimin üzerine Kerem'in yüzünde buruk bir gülümseme belirmişti. Yanlış bir şey mi söylemiştim?

 

"Keşke ben de annemle böyle şeyler yapabilseydim." Kerem'in bu sözleri göğsüme yumruk yemişim gibi bir etki bırakmıştı üzerimde. Kendimi kötü hissettirmişti. Acaba annesiyle bir şeyler yapamamasının sebebi neydi? Yoksa annesine bir şey mi olmuştu? Aklıma takılan ihtimal beynimi kemirirken bu durumu Kerem'e belli etmemeye çalıştım.

 

Gözlerimi yumup içimden bir dilek diledim. Ama bu sefer kendim için değil. Ben hiç tanımadığım yanı başımdaki o adam için bir dilek dilemiştim. Bunu neden yaptığımı bende bilmiyordum. Ama içimden dilek hakkımı onun için kullanmak gelmişti.

 

Şimdi ise hiç tanımadığım bu adamla ormanda bir başımayım. Bir iskelede onunla bir başımaydım. Nedendir bilinmez ama belki de hayat bizi bir araya getirmek istemiştir? Bu tamamiyle muamma tıpkı yarının da bir muamma oluşu gibi... Acaba hayat bize yarın ne gösterecek?

Loading...
0%