@sevvnuraydn
|
Bütün gece tek bir şeyi düşünmüştüm. O da bana ait olan kutunun nasıl burada olduğuydu. Kafamın içindeki ihtimaller birer bilge amcaya dönüşüp mahkemeye geçerli bir öneri sunmaya çalışıyorlardı. Yorganın altındaki karanlıkta bilge amcaların silüetlerini hayal edebiliyordum. Bilge amcalardan mor şapkalı olanı bu ailenin aslında iyi kimseler olmadığının kanısına varırken diğer bir bilge amca olan yeşil şapkalı ise ona karşı çıkmıştı. Ortamın gerginliğini almaya çalışan pembe şapkalı amca beyaz bayrak sallamaya başlamış turuncu şapkalı olan ise bu sorunun sevabını almak için Hülya teyzeyle konuşulması gerektiği fikrini öne sürmüştü. Tüm bu gürültünün arasında mahkemenin yargıcı kırmızı şapkalı bilge amca elindeki çekici var gücüyle masaya vuruyordu. Masada tak tak sesleri yankılanırken aslında bu sesin sadece kafamda değil gerçek dünyada da yankılandığını anladım. Biri odanın kapısını tıklatıyordu.
"Hande uyanık mısın?" dedi Kerem gıcırdayan kapıyı açıp içeri adım atarken. Kafamın içindeki mahkeme henüz bir karara varamadığından ses etmemiştim. Ama içimden bir ses bu durumun mantıklı bir açıklaması olmadığı yönündeydi. Aksi bir durumda yıllarca biriktirdiğim anıların olduğu o kutu nasıl olurdu da şimdi başka bir kızın odasında olurdu ki?
"Hülya abla kahvaltıya çağırıyor," dedi bu sefer bıkkın bir ses tonuyla. Kesinlikle benim tembel hayvanlardan farksız olduğumu düşünüyordu. Ama bu sefer yataktan kalkamamamın nedeni tembellik değildi. Dün gece gördüğüm kutuydu. Bu yüzden sesimi çıkartamamıştım. Sözcükler boğazımda düğümlenmiş nefes alışımı bile zorlaştırıyordu. İçime büyük bir korku yayılmış üstelik adını koyamadığım bu korku tüm düşünce sistemimi ele geçirmişti.
"Hande?" dedi Kerem tekrar. Sanki yaşayıp yaşamadığımı kontrol ediyor gibiydi. Ama sesi beklediğimin aksine oldukça endişeli çıkıyordu. Bende korktuğumu anlamasın diye battaniyeyi kafama kadar çektim. Bunu görünce daha çok işkillenmiş olacak ki kapının kapanma sesini duydum. İşte şimdi bittin Hande!
Yaklaştığını belli eden ayak sesleriyle battaniyeye daha da sokuldum. O da aniden yatağın kenarına oturdu. Bu hareketiyle irkilmiştim. Üstelik kalbim de endişeyle çarpmaya başlamıştı. İşte şimdi nereye kaçacaksın bakalım Hande Hanım?
"Hala üşüyor musun? Ateşin varsa seni doktora götürelim istersen," dedi endişeyle ama ben tek kelime etmedim. Daha doğrusu edemedim. Ama onun pes etmeye niyeti yoktu. Bu sefer de üstümdeki battaniyeyi açmaya çalıştı. Bende battaniyeye daha da sıkı sarıldım. Adeta bir ahtapot misali yapıştım battaniyeme. Açmasına izin vermedim.
Bu sefer sinirlendiğini belli edercesine homurdandı. Ardından battaniyeyi bir hışımla çekip açtı. Tam o an donup kaldığı andı. Çünkü kahverengi gözleri benim her an ağlamaya hazır yeşillerimle buluşmuştu. Bunu görmesi hem endişelenmesine hem de şoke olmasına neden olmuştu. Bense onun kafasındaki soru oklarını bana yönlendireceğinden ondan önce davrandım.
"Uyumak istiyorum ben!" diye bağırdım. Battaniyeyi tekrar kafama çekmeye niyetliydim ki buna izin vermedi. Onun sert ve güçlü eli benim minik elimi kavrayınca kaskatı kesildim. Hem sıcak hem de bir o kadar keskin bakan bakışlarını üzerimde gezdirdi. Yüzümün bu bakışların etkisiyle yanmaya başladığını hissettim. Tabii bunda elimi tutan elinin de büyük bir payı vardı. Bu histen kurtulmanın da tek yolunun her zamanki gibi en büyük kaçış silahım olduğunu da çok iyi biliyordum. Bu yüzden yapacağım şey için hazırlıklı olmanızda fayda var.
Battaniyemin içine kaçma planımı uygulamaya koyma vaktinin geldiğini düşündüğümden kafamın içindeki nöronları kullanmayı reddedip bu hayatta yapabileceğim en saçma şeyi yapmıştım. Kerem'in gözünün içine baka baka başımı kaldırıp onun tam dudağının kenarına bir öpücük kondurdum. O bunu beklemediğinden afallayıp kalırken bende fırsattan istifade battaniyeyi kafama kadar çekip tekrar açmaması için battaniyeyle bütünleşme evresine geçmiştim. Ama sonra nöronlarım onları daha önce kullanmadığım için beni pişman edecek gerçeği kafamın içinde ellerinde megafonla anons etmeye başladı. "Hande, Kerem'i öptü!"
Kafamın içinde bu gerçek yankılanırken ne yaptığımın daha yeni farkına varıyordum. Kendimi öldürmeliydim. Kesinlikle kendimi battaniyeyle boğmalıydım. Hatta kendi kendimi gırtlaklamalıydım yoksa Kerem kendine geldiğinde ben utançtan çoktan kara toprağı boylardım. Stresten kendi kendimi yeme evresine geçtiğim sırada korktuğum başıma geldi. Kerem battaniyeyi tek hamlede açıp kıpkırmızı olan yüzüyle bana bakarken bu kızarıklığın sebebinin öfkeden mi yoksa utançtan mı olduğunu çözmeye çalışıyordum.
"Bu çabanın yersiz olduğunun umarım farkındasındır. Dudaklarıma da yapışsan bu işin peşini bırakmam," dedi ve kullandığı her kelimede ne kadar sinirli olduğunu daha da iyi anlıyordum. Ama tüm ciddiyetimi bana gönderdiği ima yerle bir etmişti. Gözbebeklerim tüm gözümü kaplayacak kadar büyürken Kerem'in omzuna sıkı bir yumruk attım. "Defol! Seni sapık!" diyerek ortalığı inletirken bu sefer de yanlış anlaşılmaktan korktuğu için beni susturmaya çalışmaya başladı.
"Gamze! Sus yanlış anlayacaklar!" diyerek gürlediğinde adımı yanlış söylemesine yine sinirlensem de söylediklerinde haklıydı. Bu yüzden sesimi kesip dik bir şekilde oturdum. Kollarımı bağdaştırdım. Trip pozisyonuma girdiğimde kafamı ona bakmamak için aksi yöne çevirdim. Kerem bu seferde sinirle nefesini dışarıya bıraktı. Ardından sakinleşmek için birkaç dakika sessizce bekledi. Sakinleştiğinden emin olduğunda ise tereddütle dudaklarını araladı.
"Neyin var?" dedi. Sesi beklediğimin aksine yumuşak ve ilgiliydi. Şüpheli bakışlarımı ona doğru çevirdim. Beklenmedik bir şekilde kendimi onun gözlerinin hapsinde bulmamsa sadece bir saniye içinde olmuştu. Gözlerim gözlerine kilitlenmişti. Ne diyeceğimi bu olanları nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Anlatsam bile muhtemelen bana inanmazdı. Hatta benim deli olduğumu falan düşünürdü ki bu ihtimal onu öpmemden sonra beni daha az utandırırdı.
Yüzüm aklımdan geçenlerle utançtan ateş gibi yanmaya başladı. Aklımdakileri def edip Kerem'e baktım şüpheyle. Onun yüzündeki ifadeden bana inanırsa neler yapabileceğini az çok kestirebiliyordum. Muhtemelen olay çıkarıp ortalığı birbirine katardı. Tam da ondan bekleyeceğim şekilde... O yüzden sonuna kadar onu başımdan savmak için uğraşacaktım. Kısacası başım belaya girince kullandığım ölümüne inkar felsefesini kullanmamın vakti gelmişti. Hatta geçiyordu.
"Hiç... Sadece yorgunum. Gece iyi uyuyamadım," diye yalan söyledim ama bana inanmamıştı. Bunu gözlerinden anlayabiliyordum. Üstelik yüzündeki ifadeden sabrının taşmak üzere olduğu da belli oluyordu. "Hande," dedi uyarıcı bir tonda. Ama onun bu tavrı bende pek etkili olmamıştı. Aksine omuz silkmeme hatta yüzsüzlük yapıp battaniyeyi tekrar kafama kadar çekmeme neden olmuştu.
Bu yaptığım Kerem için bardağı taşıran son damla oldu. Üzerimdeki battaniyeyi tek hamlede çekip elinde yuvarladı. Ardından gözlerime meydan okur gibi baktığı sırada battaniyeyi odanın ulaşamayacağım uzak bir köşesine fırlattı. Ben ona hayretler içinde bakakaldım. O ise kendiyle gurur duyduğunu belli edercesine göğsünü şişirdi. Bunun üzerine en büyük silahım olan üstün çemkirme yeteneklerimi kullanmaya hazırlandım. Derin bir nefes alıp taramalı tüfek moduna geçeceğim sırada Kerem beni şoka sokacak şeyi yaptı. Beni belimden tuttuğu gibi yataktan kaldırıp kucakladı.
Gözbebeklerim şaşkınlıktan bir önceki halinin üç katı kadar büyüklüğe ulaşmıştı bile. "Sen ne yaptığını sanıyorsun?" diye sordum küçük bir çocuğu kınar gibi. Kerem sanki sorumun onun için pek de bir anlamı yokmuş gibi omuz silkti. "Hülya ablaya seni kahvaltıya getireceğime söz verdim," dedi yüzünde çarpık bir gülümsemeyle. Ona hayretler içinde baktım. Kesinlikle aklını kaçırmıştı. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Ama onun bilmediği bir detay vardı ki ben keçilerimi kaçıralı uzun zaman olmuştu.
Ona muzip bir ifadeyle bakıp küçük bir oyunbozan gibi dil çıkardım. Ardından tam onun kollarından kurtulup yatağa geri atlayacağım sırada elleri belimi daha sert kavradı. Onun kollarında ufak çaplı bir sarsıntı yaşarken gözlerimi onun delici gözlerine çevirdim. Güneş ışığında bal rengine dönen kahverengi gözlerine o kadar yakındım ki bu yakınlık kalp atışlarımın hızını arttırmaya yetmişti. Sıcak nefesi yüzümün daha da ısınmasına neden olurken yutkundum. Acilen bu yakınlığı bozmam gerekiyordu.
"Rezil olacağız. Derhal indir beni yere!" diye cırladım. Bunu söylerken bakışlarımı ondan almayı da ihmal etmemiştim. Ta ki beni çileden çıkaran sözlerini sıralayana dek... "Tamam, tamam. Zaten çok ağırsın. Kaç kilosun sen?" diyerek kahkaha atmaya başladı. Onun bu öküz ruhu beni delirtmeye yetiyordu. Ateş saçan yeşil gözlerimi onun gülmekten yaşaran bal rengi harelerine çevirdim. "Öldün sen!" diye cırladım Hürrem Sultan'ın repliğinde olduğu gibi.
Kerem bu halime kahkahalarla gülerken ben ardı arkası kesilmeyen delici yumruklarımı onun beton gibi sert göğsüne indiriyordum. Bu yaptığım onu zerre etkilememiş olacak ki odanın kapısını dirseğiyle açıp beni dışarı çıkardı. İçimdeki öfke geçmek bilmezken "Sana hanımların kilosunu sormamak gerektiği öğretilmedi mi? Hem sen daha kırk kilocuk kızı taşıyamıyorsun nasıl olacak o iş?" dedim çok bilmiş bir tavırla. Beklediğimin aksine odun Kerem bu söylediklerime kahkahalarla gülmeye başladı. Hatta o kadar çok gülmüştü ki bebekliğinden bu yana hiç bu kadar gülmediğine emindim. Resmen benim sayemde hayatındaki tüm gülme kotasını doldurmuştu. İnanılır gibi değil!
Ona delici bakışlarımı artık susması gerektiğini belli edercesine birer tehdit oku misali yönelttim. Ama oralı olmamıştı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Belki de bir kütüğü güldürdüğüm için kendimi tebrik etmeliydim ama gülmesi artık sinirimi bozduğundan dayanamayıp omzunu dürttüm. "Pardon acaba neye bu kadar güldüğünüzü öğrenebilir miyim Kerem Bey?"
Benim bu ciddi tavrım onu birkaç saniyeliğine susturmayı başarmıştı. Ama dediğim gibi sadece birkaç saniyeliğine... Boğazını kibarca temizledi. Ardından büyük bir ciddiyetle sanki kulağıma devlet sırrı fısıldayacakmış gibi eğildi. "Söyleyemem kırk kilocuk," dedi gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığı sırada. Gözlerimi onun muzip bir ifadeyle sırıtan yüzüne çevirdim. Kırk kilocuğu söylerken resmen üstüne basa basa söylemişti. Beni bir fil yavrusu olarak mı görüyordu yoksa? Yoksa daha da beteri filin kendisi olarak mı? Bu sorunun cevabı hangisi olursa olsun benim için kesinlikle kabul edilemezdi.
"Sen bana fil mi demek istiyorsun?" diye cırladım. Sesim o kadar yüksek çıkmıştı ki Kerem gülmeyi kesip acıyla yüzünü buruşturdu. Tam da istediğim gibi... Ama bu benim için yeterli değildi. Kerem beni merdivenlerden indirip yere bırakınca parmağımı tehdit etmek için kaldırdım. Tam ona hayali asamı doğrultup Harry Potter filmindeki ruh emicilerden kurtulmak için kullandıkları Patronus büyüsünden yapacaktım ki ruh emici Kerem başıyla yanı başımızdaki mutfak kapısını işaret etti.
Başımı o tarafa çevirince bize şaşkın şaşkın bakan Hülya abla, Kenan abi ve Rüya'yı gördüm. Bunun üzerine asamı arkama saklayıp yaramazlık yapınca şirinlik yapıp yaptığı yaramazlığın üstünü kapatmaya çalışan küçük bir kız gibi otuz iki diş sırıttım. Hülya abla halime gülmemek için kendini zor tutarken Kenan abi ise bizi kahvaltıya buyur etti. Bunun üzerine Kerem ile beraber sofradaki yerlerimizi almak üzere mutfağa geçtik.
İçeri girdiğimizde burnuma enfes bir koku geldi. Kerem'in yanındaki sandalyeye oturduğum sırada gözlerim bu güzel kokunun kaynağına ilişti. Sofranın tam ortasında sıcacık menemen dolu bir kayık vardı. Üstelik tıpkı annemin yaptığı gibi kokuyordu. Gözlerim menemende takılı kalmışken "Beklettiğim için kusura bakmayın," dedim mahcup bir şekilde.
Bakışlarımı bu sefer diğer tarafımda oturan Kenan abiye çevirdim. " Bekletmedin. Bizde zaten daha yeni sofraya oturmuştuk. Tam zamanında geldiniz yani," dedi Kenan abi. Bu sözler üzerine delici bakışlarımı Kerem Bey'e çevirdim. Bana seni kandırdım der gibi bakması yetmezmiş gibi bir de bıyık altı gülüyordu. Ona çok sinirlenmiştim. Gözlerimi kısıp onu ortadan ikiye lazer ışınlarıyla ayırdığımı hayal ettim. Epey aptalca bir hayal gücüm olduğu konusunda anlaşılan artık hem fikiriz.
"Size menemen yaptım soğutmadan yiyin hadi." Hülya ablanın böyle söyleyerek aslında Kerem'i öldürme aşamasına geçmeden kahvaltıya geçmem konusunda küçük bir ikazda bulunduğunu anlamam çok da uzun sürmedi. Ben de ona uyarak onun beklentiyle uzanan eline tabağımı uzattım. O an aklım leziz menemene kaydığından Kerem'i dayak manyağı yapma fikri kafamdan uçup gitti. Onun yerine Hülya abla tabaklarımıza menemeni koyarken bile yarım ekmekle menemene dalmanın hayalini kuruyordum. Hatta tabak önüme konar konmaz bol kalorili hayalimi de gerçekleştirmiştim. Ben elimde yarım ekmekle büyük bir iştahla tabağımdaki menemene dalarken Kerem'in kulağımın dibine eğilip laf sokması bir oldu.
"Demek kırk kilocuk olup formunu yarım ekmekle koruyorsun," dedi alaycı bir tavırla. Gözlerimi sinirle onunkilere diktim. Ama ona attığım öldürücü bakışla daha da keyiflenmişti. Sırf bu yüzden bile ona istediğini vermeyecektim. Tüm dikkatimi önümdeki mükellef kahvaltıya verdim. Her şey öyle özenle hazırlanmıştı ki. Saniyesinde sakinleştiğimi hissettim.
Gözlerim büyük bir iştahla sofrada gezindi. Kesinlikle yemeklere aşık olmuştum. Hiç vakit kaybetmeden arkamdan sanki haçlı ordusu kovalıyormuşçasına hızlı ve her saniyesi keyif dolu bir kahvaltı yaptım. Sonrasıysa eve dönmenin vaktinin gelmesiyle az önceki neşeli halimin yerini derin bir hüzüne bırakması olmuştu.
"Hadi bakalım gençler. Yolculuk vakti," dedi Kenan abi. Bunun üzerine bende küçük bir çocuk gibi dudak bükerek Hülya ablaya sarıldım. Hülya abladan ayrıldıktan sonra "Her şey için çok teşekkür ederiz. Bize evinizi açtınız. Ne kadar teşekkür etsek az," dedim mahcubiyetle. Bu sözlerim onu utandırmıştı. Al al olan yanaklarıyla samimi bir şekilde gülümsedi. "Ne demek. Her zaman beklerim. Yine gelin," diyerek bizi yolcu etti Hülya abla.
Kerem ile beraber kapıdan çıkıp evin önündeki devasa kamyonete bindik. Tıpkı ilk gün olduğu gibi ben önde o arkada oturacak şekilde gidecektik. Ama ben ondan önce davrandım. Muzip bir sırıtmayla oyunu bozup arkaya geçtim. Tabii bu gülümsemem on saniye falan sürmüştü. Çünkü daha kamyonet hareket eder etmez savrulup kafamı çarpmıştım. Sakarlıkta ve şanssızlıkta bir dünya markasıydım.
Tom ve Jerry çizgi filmindeki gibi kafamın üzerinde devasa bir şişlik oluştuğunu hayal ettiğim sırada kafamı ovuşturdum. Acıyla yüzümü buruştum. Daha sonra kuş gören kedi misali kollarımı heyecanla kamyonun kenarına dayadım. Ağrıyan başımı da kollarıma yasladım ve gözlerimi doğaya diktim. Yemyeşil ağaçlar sıra sıra diziliydi. Üzerlerinde uçuşan sürüyle kuşlar adeta gökyüzünde dans ediyordu. Parlayan masmavi gökyüzü güzel koreografilerini süslüyordu. O an gökyüzünün rengi bana kutumu hatırlattı. Kutum!
Nefes alamadım. Aklım olayın gizemine doğru savruldu. Dün geceye geri döndüm. Kutuyu rafta ilk gördüğüm ana doğru zihnimde küçük bir yolculuğa çıktım. Kutunun içindeki ismimi hatırladım. O kutunun benim olduğuna her durumda kalıbımı basardım. Peki ama nasıl oluyordu da kutu benim odamda olması gerekirken Rüya'nın odasında duruyordu? Aklım bir türlü almıyordu.
Düşünmekten beynim uyuşmaya başlamıştı ki ön taraftan "Kızım arka tarafta rahat mısın?" diye seslendi Kenan abi. Tam cevap verecekken birileri benden önce davrandı. "Kenan abi kırk kilocuk kız rüzgardan uçar şimdi diye korkuyorum," dedi Kerem alayla. Arkada bir boşluk olsa da Kerem'in ensesine bir tane şaplatsam diye düşündüm.
"Rahatım Kenan abi. Hem ben öyle bir rüzgarda uçacak kızlardan değilim," dedim. Kerem'in duyması için özellikle sesli söylemiştim bunu. Ama beklediğimin aksine önden gelen gülme sesinden de anladığım kadarıyla Kerem yine benimle dalga geçiyordu. Onun bu haline aldırmayıp kendimi tatlı bir uykunun kollarına bıraktım.
*******
Gözlerimi yeri göğü inleten korna sesleriyle açtım. Anlaşılan evimize gelmiştik. Tam şehrin merkezine, kalbine gelmiştik. Bunu anlamak bile uykumu açmaya yetmişti. Yattığım yerden içim kıpır kıpır bir şekilde doğrulup geldiğimiz yere baktım. Tesadüfe bakın ki evime çok yakın bir yerdeydik. Aileme kavuşmama az kalmıştı. Yüzümde kocaman bir sırıtmayla "Kenan abi bu sokaktan sağa döner misin?" diye seslendim. Kenan abi dediğimi yaparken evimin sadece iki sokak üstündeydik.
"Şimdi nereye?"
"İki sokak aşağıdaki krem rengi bina. Korkmaz apartmanında duralım," dedim. Kenan abi kamyoneti kullanırken sokağın başında direksiyonu kırınca bu ani dönüşle birlikte savruldum. Kamyonetin kenarını tutarak son anda kafamı tekrar çarpmaktan kurtardım. Ucuz atlattığım için sevindim. Tam o sırada müjdeli haber ön taraftan geldi.
"Geldik," dedi Kenan abi. Başımı kaldırıp evime baktım. İçimde büyük bir rahatlama hissi oluşmuştu. Tam o sırada Kenan abi inip kamyonetin arka kapağını açtı. Elimden tutup inmeme yardım etti. İndiğimde Kerem de yanımıza geldi. Artık ayrılmamızın zamanı gelmişti. Her ne kadar duygusala bağlamak istemesem de yüzüme güçlükle kondurduğum tebessümümle vedalaşmak için önce Kenan abiye sarıldım.
"Kendine iyi bak," dedi babacan bir tavırla. Gülümsedim. "Merak etme," dedim ondan ayrılırken. Daha sonra Kerem'e sarıldım. Sert kolları belimi kavradığında ayrılmanın verdiği hüzünle gözlerim dolmuştu bile. Bana o kadar sıkı sarılmıştı ki kollarından ayrılmak istememiştim. Çenem onun omzuna dayalı öylece bekledim. Sıcak ve güven dolu sadece birkaç saniye süren kucaklaşmamızın ardından ayrıldığımızda gözleri benim gözlerime kilitlendi.
"Bana kendine dikkat edeceğine dair söz verir misin?" dedi. Sesinde benim için bir endişe tınısı vardı. Gözleri ise bu endişe tınısıyla özdeşleşmiş bir şekilde bakıyordu bana. Benim gözlerimse her an onun bakışlarıyla ağlamaya hazırdı. "Söz..." diyebildim. Halbuki ona söylemek istediğim daha çok şey vardı. Ama sözcükler dudaklarımdan dökülmemek konusunda ısrarcıydı. Boğazıma koca bir yumrunun varlığını hissediyordum. Yutkundum. Ama bu seferde ağzımda acı bir tat belirmişti. Yüzümü buruşturduğum kısa bir anın ardından gözlerimi karanlıkta koyulaşan güzel gözlere çevirdim.
Yeşillerimle buluşan kahverengi gözleri ışıldadı. Ben onun çekim alanına girdiğimi hissederken Kenan abi kamyonetin kornasına basarak bu anı bozdu. Anlaşılan Kerem'in gitme vakti gelmişti. Son bir kez bana baktı. Daha sonra vakit kaybetmeden kamyonete bindi. Ama gözleri hala üzerimdeydi. Bunu arabanın yan aynasından yansıyan gözlerinden anlayabiliyordum. Ona bakıp gülümsedim. Tam o sırada hareket eden kamyonetle gözlerini üzerimden ayırıp yola baktı. Bende arkasından el sallamakla yetindim.
Onların gidişiyle birkaç dakika elektrik direği gibi olduğum yerde dikildim. Sonra da kendimi apartmandan içeri attım. Eskimiş demir korkulukları tutarak merdivenlerden yukarı çıktım. Evimiz birinci katta olduğundan fazla merdiven çıkmama gerek kalmamıştı. Ama yine de uyuşuk bir insan olduğumdan iki basamaklık merdiveni çıkmak bile beni yormaya yetmişti. Kapının önünde soluklanıp bir yandan da zile basıyordum.
Her an annem kapıyı açıp boynuma atlayabilirdi. O yüzden gardımı indirmesem iyi olacaktı. Yüzümde çarpık bir gülümsemeyle kapının açılmasını bekledim. Ama kapıyı açan olmadı. Annemin komşuya gittiğini düşündüğüm sırada karşı komşunun kapısı aralandı.
"Sen kimsin?" dedi arkamdan bir ses. Arkamı döndüğümde karşı komşumuz Jülide teyzeyi gördüm. "Hande, kızım hoş geldin," dedi gülümseyerek. Bende ona en az onunki kadar samimi bir gülümsemeyle karşılık verdim. O da elini kapının kenarına çivilenmiş anahtarlığa uzattı. Şıngırdayan birkaç anahtar arasından bizimkisini bulup bana uzattı. Annem genelde bir yere gittiği zaman anahtarı Jülide teyzeye bırakırdı. Anlaşılan babamla birlikte bir yere gitmişlerdi.
"Sağ ol Jülide teyze de annemler nereye gitti?" diye sordum. Bu sorum karşısında donup kaldı. Jülide teyze yüzünde dehşete kapılmış bir ifadeyle bakıca korkmaya başlamıştım. İçimi bir karanlık kapladı. "Kızım hatırlamıyor musun?" diye sordu bu sefer. Sesi tedirgindi. Onun bu tepkisi beni daha çok korkutmuştu.
"Annenleri sen küçük yaştayken trafik kazasında kaybetmiştik. Seni hatta anneannen büyüttü. Sonra o da yakın zamanda hakkın rahmetine kavuştu," diye sıraladı sözcükleri. Onun söyledikleri beynimde yankılanmaya başlamıştı. Kanım donmuştu. Bu nasıl olurdu? Bu kesinlikle mümkün değildi. Benim ailem ölmedi!
"Jülide teyze sen ne diyordun?" diye bağırdım en sonunda dayanamayarak. Karşımda kalakalan kadın beni tutup bir anda bağrına basarken ağlamaya başladım. Kafamın içinde çetin bir savaş vardı. Bunların hiçbiri yaşanmadı diye bağırıyordu kafamdaki ses. Ama ne yazık ki bağırması yetmiyordu. Bana gerçekler gerekiyordu.
Yutkundum. Yüzüm ağzımda hissettiğim acı tatla buruşurken "Ağlama kuzum," dedi buruşmuş elleriyle saçlarımı okşayan Jülide teyze. Ondan ayrılıp elimin ayasıyla yanaklarımdan süzülen yaşları sildim. Ardından titreyen parmaklarımla anahtarı yuvasına sokup birkaç kez çevirdim. Açılan kapıyla arkama bakmadan "Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var," dedim titreyen sesimle.
Jülide teyzenin ne diyeceğini beklemeden vücudumdaki kalan son güçle kendimi içeri attım. Kapıyı da ardımdan kapatıp yere çöktüm. Bacaklarımı karnıma kadar çekip çenemi de dizlerime yasladım. Sonrasıysa kendimi hıçkıra hıçkıra ağlarken bulmam olmuştu. Annem, babam ve afacan kardeşim Emre'm...
Onlara bunun olduğuna inanmıyordum. Onlara ne olduğunu bilmesem de böyle bir şeyin olmadığını biliyordum. Bu yüzden güçlü olmalıydım. Yıkılmamalıydım. Her ne olursa olsun annemin güçlü kızı olmalıydım. Derin bir nefes aldım. Ardından içimde kalan küçücük umut kırıntısına tutunup ayağa kalktım. Titreyen bacaklarım beni zar zor odama doğru götürürken düşmemek için elimle duvardan destek alıyordum.
Parmaklarım duvara sürtünürken sonunda odamın kapısından içeri girdim. Tıpkı bıraktığım gibiydi. Hiçbir şey bir milim bile oynamamıştı. Bunu takıntılı bir ruh hastası olduğumdan iyi biliyordum. Hatta bu takıntım sayesinde gözlerim komodinimin üzerindeki rafa kaydı. Kutu orada yoktu. Bu da düşüncelerimde haklı olduğumu ispatlar nitelikteydi. Çünkü benden başka kimse eşyalarımın yerini değiştirmezdi. Üstelik benim için önemli olan kişisel eşyalarımın yerini...
Bazen Emre sırf beni sinir etmek için eşyalarımı aşırırdı ama o bile o kutuya elini sürmezdi. Bunu hatırlamak yutkunmama neden oldu. "Sizin ölmediğinizi biliyorum," diye mırıldandım tam odamdan çıkarken. Ardından üzgün olduğumda yaptığım gibi mutfağa gittim. Kendime bir kupa kahve yapmaya karar verdim. Sonuçta sıcak bir kupa kahvenin gülümsemeteceği hiçbir yüz yoktur. Öyle değil mi?
Her ne kadar böyle bir şeyin gerçek olmadığını bilsem de bazen bu tarz basit şeylerle kendimi rahatlatmanın bir yolunu bulurdum. Ama bugün bunun işe yarayacağından emin değildim. Sadece içimden küçük bir totem yaptım dolaptan en sevdiğim kupamı çıkarıp tezgaha koyduğum sırada. Bu kahveyi bitirebilirsem ailem eve geri dönecekti. Öyle olmak zorundaydı.
Derin bir iç çektim. Ardından raftan kahve kutusunu aldım. İçindeki kaşıkla bir kaşık kahveyi kupama koyup kutuyu geri rafa koydum. Ocağa da cezveyle süt koyup salondan şalımı almaya gittim. Koltuğun üzerindeki gri şalı üzerime atıp tekrar mutfağa geri döndüm. Birkaç dakika sonra kaynayan sütü kupaya koyup kahveyi güzelce karıştırdım. Kaşığı da lavaboya attıktan sonra kupamla beraber balkona çıktım. Biraz temiz hava almak iyi gelecekti. Tabii hava bu kadar soğuk olmasaydı.
Soğuk havayı daha balkona adımımı atar atmaz hissetmiştim. Elimdeki kupayı balkondaki masaya bırakıp sandalyeye oturdum. İçimdeki boşluğu nasıl dolduracağımı hiç bilmiyordum. Sadece boş boş balkonun dört bir yanını süsleyen saksılara bakıyordum. Annemin can dostu çiçekleriydi bunlar. Bazen onları benle Emre'den daha çok sevdiğini söyleyip kıskançlık yapardım. O da onlar bana senin gibi çemkirmiyor diye kızardı. Onun kızmasını bile özlemiştim. Tabii onun bu yaptığına kızmak denebilirse...
Onun kızması parmağını sallamaktan öteye geçmezdi. O her canlıya karşı sevgi doluydu. Merhametin vücut bulmuş haliydi. Hatta bazen onun anne olmak için dünyaya geldiğini falan düşünürdüm. Başımı bu düşüncelerle üzülmemek için iki yana salladım. Ama gözlerim bana inat yapar gibi tekrar saksılara takıldı. Ama bu sefer bir şeyin farkına varmam için bakmam gerektiğini anladım. Annemin özenle diktiği renk renk çiçekler solmuştu. Hatta kurumak üzereydi. Dayanamayıp ayaklandım.
Onları sulamak için balkondaki ibriği alıp mutfağa gittim. İbriği lavabonun altına koyup musluğu açtım. Birkaç saniye içinde musluğun altında suyla dolan ibriği alıp tekrar balkona çıktım. Daha sonra annemin yaptığı gibi her bir çiçeğin yapraklarını okşayarak tek tek sulamaya başladım. Her biri suyun onlara can vermesiyle daha canlı görünmeye başlarken son çiçeği de suyla buluşturdum. Ama tam o sırada gök yarılırcasına gürledi. Elimdeki ibrik bir anda yeri boylarken kendimi içeri attım.
Her bir gök gürültüsüyle korkudan titrerken odama koştum. Her koktuğumda ve çaresiz hissettiğimde olduğu gibi kendimi yorganın altına sakladım. Üzerimdeki yorgana sıkıca sarılıp kendimi daha fazla tutamadığımdan ağlamaya başladım. Çocukluğumdan beri korkardım gök gürültüsünden. Hiçbir zaman yenemediğim korkularımdan biriydi. Üstelik şimdi yalnızdım. Bu da korkumla bu sefer tek başıma baş etmem gerektiği anlamına geliyordu. Derin bir nefes aldım.
"Korkular her zaman cesaretle son bulur," diye hatırlattım kendime. Bunu her korktuğumda söylerdim. İçim biraz olsun rahatlardı ama şimdi yalnızdım. Küçükken olduğu gibi beni teselli edecek kimse yoktu yanımda ama bulacaktım. Onlara ne olduğunu bulacaktım. Tüm bu mantıksızlığın içinde mantığı bulacaktım. Her ne kadar zor olursa olsun... |
0% |