Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12.Bölüm: Sakladığın Bir Şeyler Var

@sevvnuraydn

Babamın av tüfeğiyle enikonu hamile ablam tarafından kovalanmamın üzerinden onları eve def etmiş yorgunluktan koltukta sızıp kalmıştım. Gözlerimi açtığımda dün gece yaşananların yorgunluğunu üzerimden hala atamadığımı fark ettim. Üzerimden tır geçmiş gibi hissediyordum ve bu his ne kadar uyursam uyuyayım kolay kolay geçeceğe benzemiyordu.


Koltukta doğrulup kollarımı esnettim. Sanki bütün gece içmişim gibi kafam dönüyordu. Gözlerim yarı kapalı saatin kaç olduğuna bakabilmek için koltuğun kolçağına bıraktığım telefonumu alıp ekrana diktim gözlerimi. "Yuh!" demekten kendimi alamadım. Resmen öğlen olmuş ve ben hala tam ayılamamıştım. Ama ayılmak zorundaydım. Acilen hazırlanmalı ve bebeğimi görmeliydim. İşte bu benim enerjimi yerine getiren şeydi. Bebeğimi görecek olmak...


Sırıtarak üst kata çıktım. Kıyafetlerimi hazırlayıp şarkılar söylediğim hızlı ve sıcak bir duşun ardından üzerimi giyindim. Aynanın karşısında gömleğimin düğmelerini iliklerken, "Umarım Haki seviyorsundur bebeğim," dedim etkileyici bir sırıtışla kendi kendime aynanın karşısında kur yaparken. Saçlarımı parmaklarımın arasında çekiştirerek şekillendirdikten sonra kendime baktım ve "Bu yakışıklılık çok fazla. Belki de bebeğim bu yakışıklılığın gerçek olduğuna inanamadığı için böyle yapıyordur," dedim işaret parmağımla aynadaki siluetimi işaret ederken.

Kesinlikle asıl sebep buydu. Aynadaki yakışıklıya göz kırpıp evden çıkmak üzere aşağıya indim. Telefonumu alıp evden çıkacaktım. Bebeğimi iş yerinde ziyaret edecektim. Daha ne olsun?


Salondan koltuğun üzerine bıraktığım telefonu alıp cebime tıkıştırdığım gibi hiç vakit kaybetmeden yola koyuldum. Yoldan geçerken gördüğüm çiçekçiden aldığım bir koca buket çiçeği de yanımdaki koltuğun üzerine bıraktığımda keyfime diyecek yoktu. Bebeğimin sürprizime vereceği tepkiyi düşündükçe dudaklarımdaki gülümseme daha da genişliyordu. O kadar keyifliydim ki radyodan bir şarkı bile açmıştım. Radyodan arabanın içine doğru yankılanan şarkı Özgün'ün İnsaf isimli şarkısıydı.


İki dudağına bir ömür vereyim.

Her adımına yüreğini seveyim.

E nazını da yap ama gözünü seveyim.

İnsaf benimki de can bebeğim.


"Konuş be Özgün abi!" diyerek kendi kendime gaza gelmem de ayrı bir konuydu. Şarkının neşeli tınısına ayak uydurarak parmaklarımla direksiyonun kenarında ritim bile tutuyordum. Az sonra kendi bebeğimi görecektim. İnsafsız bebek şu an acaba ne yapıyordu? Arabayı iş yerinin önüne park edene kadar arabada heyecandan kurtlu peynir gibi kımıl kımıl bir yolculuk yapmıştım. İçimdeki heyecan artık dizginleyemeyeceğim bir boyuta ulaşmıştı.

Arabadan indim. Koltuktan çiçeğimi de aldığımda saçlarımı arabanın yan aynasına bakarak tekrar bir elden geçirdim. "Of! Bu ne yakışıklılık Atlas Serez?" dedim kendi kendime. Bu tipten etkilenmeyecek bir kadının anasının karnından daha doğmadığına kalıbımı basardım. Baksanıza şu gözlere, şu endama, şu boya posa. Kimde var böyle şekilli bir vücut ve böyle mükemmel bir yüz? Tabii ki de bende...


Kendime bakmayı kesip çiçeğimle birlikte organizasyon firmasına etkileyici bir giriş yaptım. Beni gören bazı kızlar heyecandan ellerindeki kolileri devirirken bazılarıysa çarpılmış gibi kalakalmıştı. Onlarda haklı tabii. Hayatlarında ilk kez böyle bir şeye canlı şahit oluyorlardı sonuçta.


"Ada burada mı?" diye sordum içlerinden birine. Kız donup kalmış ne sorduğumu algılayana kadar aradan bir hayli zaman geçmişti. En sonunda, "Hangi Ada?" diye sorabilmişti.


"Ada Tözün," dedim hatırlamasını umarak. Kızın kafasında ampul yanmış gibi yüzünde bir aydınlanma belirtisi oluştu. Dili tutulmuş olacak ki bir süre sırıtarak yüzümü inceledi. Beklentiyle ona baktığımı fark edince ise, "Ada bugün işe gelmedi," dedi. Üç saattir bunu söylemesini beklediğim için içimden yükselen isyan nidalarını susturup, "Neden gelmedi?" diye sordum bu sefer.


Kız omzundaki örgüyü çekiştirerek bana bakmaya devam etti. Yalayıp durduğu dudaklarıyla her an heyecandan yere yığılabilecekmiş gibi bir hali vardı ki bu durumda ne yapardım hiç bilmiyorum. Muhtemelen ben bebeğimden başka kadına dokunamam deyip o alanı terk ederdim.


"Ada işleri olduğunu söyleyip patrondan izin aldı."


Kızın iki kelimeyi zar zor bir araya getirmesinin ardından ona teşekkür edip elimde koca çiçek buketiyle organizasyon firmasından çıktım. Kendimi arabaya attığımda Ada'nın işten izin alacak kadar önemli ne işi olduğunu düşünmeden edemedim. Acaba hasta falan mıydı? Ama ben ona kıyamam ki. Ona hasta yatağında bakar itinayla ilaçlarını içirirdim. Ateşini kontrol etmek bahanesiyle hasta olabileceğimi zerre umursamadan alnından bile öperdim. Sonra bir detay kafama takıldı.


"Ama Ada hasta olsaydı işlerini halletmek için değil hasta olduğu için izin kullanırdı," dedim kendi kendime. Tabii bugünde zeka seviyem benim için pırıl pırıl bir gelecek vadediyordu. Sıkıntılı bir nefes verdiğim sırada renkli çiçek buketimi yanımdaki koltuğa bıraktım. Sonra Ada'nın evine gidip her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol etmenin daha iyi bir fikir olduğu kanısına vardım.


Arabayı Ada'nın evinin önünde bir yere park ettim. Onların binasının tam önünde başka bir araba olduğundan biraz geriye park etmek durumunda kalmak homurdanmama neden olmuştu. Sonuçta bebeğime ne kadar yakın o kadar iyi. Telefonumu cebimden çıkarıp Ada'ya bir mesaj çektim. İşe neden gitmediğini merak edişimi çapkın emojilerimle süsleyip ona gönderdim. Cevap çok da gecikmedi.


Bebeğim: Bugün birkaç işim var. Önce işlerimi halledeceğim. Sonra da biriyle buluşacağım. Bu yüzden bugün beni mazur gör.


Mesajı okuduğumda beynimde yıldırımlar çakmaya başlamıştı. Kafamda tek bir soru yankılanıyordu. O da bebeğimin kiminle buluşacağı...


Telefon elimde bir süre aval aval ekrandaki mesaja baktım. Sonrasında da ona, "Tamam bende ablamın yanına butiğe gideceğim," diye bir mesaj yazıp gönderdim. Tabii bu söylediğimi yapacak değildim. Ona yalan söyledim. Pişman mıyım? Evet. Pes edecek miyim? Hayır. Bebeğimin kiminle buluştuğunu gözlerimle görmedikçe bana rahat yoktu. Bu büyüleyici gözler bugün bir kez de olsa bebeğini görecekti. İşte o kadar!


Bir süre arabada Ada'nın evden çıkmasını bekledim. Bu süre zarfında telefonuma indirdiğim saçma bir oyuna fena bir halde sarmam da ayrı bir saçmalıktı. "Yandım!" diye zırlayarak biten jetonlarıma homurdanarak baktığım sırada apartmanın kapısından çıkan Ada'ya takıldı gözlerim. Allah'ım bu nasıl bir güzellik? Nasıl özene bezene yaratmış Yüce Mevla'm. Bu ne endam? Bu ne güzellik? Böyle bir güzellik görülmemiş dünyada.


Ada salına salına apartmandan çıkmış durağa doğru yürürken iç çekerek onu izliyordum. Beni göremeyeceği bir mesafede olduğum için çok şanslıydım. Ada kadrajımdan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Bunun üzerine ajanlık kariyerime hızlı bir geri dönüş yapmak durumunda kaldım. Torpido gözünden aldığım siyah güneş gözlüklerimi takıp arabayı çalıştırdım.


"Bekle bebeğim. Ben geliyorum!"


Ada'ya fark ettirmeden yolda peşinden gidiyordum. Onun biricik Atlas'ı olarak onu dışarıdaki tehlikelere karşı korumak ne de olsa en büyük vazifemdi ki buna en başta erkekler sonrasında benim kadar olmasa da yakışıklı sayılabilecek erkekler ve en sonda da bebeğime bakan tüm erkekler geliyordu. Kısacası kıskançlığın damarlarımda gezindiğini daha ortada fol yumurta olmadan hissedebiliyordum. Olur da Ada'nın karşısına erkek faktörü çıksa o zaman ne yapardım hiç bilmiyorum.


"Umarım hayatında biri yoktur," dedim kendi kendime sıkıntılı bir nefes verdiğim sırada. Eğer öyle bir durum varsa o terapi senin bu terapi benim diye gezmek durumunda kalacağım kesindi. Tabii bu durumda biricik anam ve babam bütün servetini benim ruh sağlığıma dökecekti. Kalp kırıklıklarımı saymıyordum bile.


Ada hemen birkaç adım ötemdeydi. Ağır adımlarla yol kenarında yürüyordu. Omzunda normalde kullandığından daha büyük bir çanta vardı. İşte şimdi işkillendim. "Sakladığın bir şeyler var," dedim ona bakarken. Sakladığın bir şeyler var.


Ada ilk olarak yol kenarındaki kitap satan kırtasiye tarzı bir dükkana girdi. Bunun üzerine mecburen arabayı kenara çekmiştim. Dükkanın camından görebildiğim kadarıyla kitaplarla dolu rafların arasında geziniyordu. İnce ve narin parmakları kitapların sırtlarında gezinirken aradığını bulmuş olacak ki duraksamıştı. Kitabı raftan çıkarıp gözden kayboldu. Muhtemelen kasaya gitmişti.

Kısa bir süre sonra elinde kitapla kırtasiyeden çıktı. Hangi kitabı aldığını deli gibi merak ediyordum. Ada kitabı çantasına tıkıştırıp yoluna devam etti. Tabii bende gizli ajan olarak bebeğimin peşine takıldım. Arabayla daha çok dikkat çektiğim kanısına vardığımdan arabayı olduğu yere park edip takibe yaya olarak devam etmeye karar verdim. Hem böylece bebeğimi daha net görebiliyordum.


Elimde çiçeğimle Ada'nın peşinden giderken yakışıklılığımla başıma bela almamayı umuyordum. Hemen birkaç adım ötemdeydi. Koşup ona sarılmak geliyordu içimden. Ama bunu yapamazdım. Yaptığım gibi önce şamarı sonrada azarı yiyeceğim apaçık bir gerçekti. Sıkıntılı bir nefes verip onun otobüs durağına kadar yürüyüşünü izledim. Gelen ilk otobüse bindiğinde bende hemen koşarak onun arkasından bindim.


Ada arkalara doğru ilerlerken otobüs şoförü beni durdurdu. "Beyefendi akbilsiz binemezsiniz," dedi otobüs şoförü. Söylediği şeyin ne olduğunu bile bilmediğim için adamın yüzüne bir süre öküzün trene baktığı gibi baktım. Sonra bana kartla binen birini işaret etti.


"Bende akbil yok. Parasını versem olmaz mı?" diye sordum sırıtarak. Adamın bana öyle bir bakışı vardı ki kalk ve otobüsümden siktir git der gibi bakıyordu. Yutkundum. Düşün Atlas düşün! Bir şeyler yap!


"Ben bu otobüsü satın alsam olur mu peki?"


"Kardeşim deli misin divane misin? Akbilin yoksa in otobüsten," diye çıkıştı otobüs şoförü. Normalde olsa güneş gözlüğümü çıkarıp ona attığım zengin bakışımla otobüsü kendi üzerime alırdım ya neyse. En sonunda bir kadının benim için akbil basmasıyla arkalara doğru ilerlerken buldum kendimi.


Allah'ım işte şimdi bayılacağım. Otobüs o kadar havasız ki her an buna dayanamıyorum diye kendimi camdan atabilirdim. Benim minnak bebeğim bu eziyete her sabah nasıl katlanıyor? Onun narin bedeni bu Çin işkencesinden nasıl her sabah sağ çıkıyor? Ona bir de araba almam yok mu? Her sabah binsin arabasına tini tini gitsin işine. Olmadı her sabah ben bırakırım. Ama bu işkenceye daha fazla katlanmasına müsaade edemem.


Deodorant denilen icattan haberi olmayan ilkel bir kabileyle aynı ortamda kalmam ise çok ayrı bir şeydi. Nefessizlikten ölecektim. Bebeğimin astım hastası olup çıkabileceği bu korkunç alanda insanların terinden yapış yapış olmuş demir çubukları tutmam gerekiyordu. Ah Atlas Serez! Senin bu mükemmel parmakların bunu tutmak zorunda mı kalacaktı? Süreyya Sultan seni bugünler için mi doğurdu be!


Demir çubuklar gözüme o kadar iğrenç görünmüştü ki artık bir süre sonra yere düşüp ezilmeyi göze alabilecek noktaya gelmiştim. Tabii ezilebileceğim bir alan kalsaydı.


"Arkalara doğru ilerleyin!"


Otobüs şoförünün bağırtısı kulaklarımı tırmalıyordu. Daha nereye gideceğiz acaba? Milletle üst üste gidiyorum. Tüm bunlara sırf senin için katlanıyorum bebeğim. Kıymetimi bil. Sahi bebeğim nerede? Otobüsün durakta durmasıyla Ada'nın arkadaki kapıdan indiğini gördüm. "Bebeğim elden gidiyor!" diye bağırdım panikle. Otobüsteki teyzeler bana kınayarak bakarken bir yandan da cık cıklıyordu. Milleti denizi yarar gibi yarmış sonra kendimi son anda otobüsten atmıştım. İndiğimde elimdeki buket tanınmaz hale gelmişti. Garibim ya...


Ada'ya daha güzelini alırım nasılsa. Elimdeki çiçeği yol kenarına bırakıp önümde adımlarını hızlandıran Ada'nın peşine takıldım. "Nerelere gidiyorsun bebeğim?" diye sordum kendi kendime. İçimdeki ses ya yakışıklı bir beyle buluşmaya gidiyorsa diye de düşünmüyor değildi. Yutkundum. Öyle bir şey olamaz değil mi? Neden olmasın?


Ada yol kenarında sarmaşıklar ve renkli çiçeklerle süslü bir kafeden içeriye girdi. Cam kenarında boş bulduğu ilk masaya otururken bir çiftin dibine girmek suretiyle ona belli etmeden içeriye girdim. Onu rahatça görebileceğim ama beni fark etmeyeceği bir masaya kuruldum. Şimdi bakalım kiminle buluşacaksın bebeğim? Eğer şu an kapıdan gelen elinde kocaman papatya buketli adamsa bana ivme inebilir. Söylemedi demeyin.


Renkli gözlü, kumral ve en az bir film artisti kadar yakışıklı adam içeriye göz gezdirirken dünya kupasına son bir gol kalmış da o golü bekleyen fanatikmişim gibi yerimde hop oturup hop kalkıyordum. "Lütfen bebeğime gelmiş olma," dedim kendi kendime.


Adam içeriye kısaca bir göz gezdirince bebeğimin ona el işareti yapmasıyla gülümseyerek bebeğimin karşısındaki sandalyeye kuruldu. İşte şimdi sıçtın Atlas! Adam bildiğin bebeğin için gelmiş. Krizler geçirirken masama gelen garson çocuğun, "Siparişinizi alabilir miyim?" diye sormasıyla bir anlık can havliyle çocuğun yakasından tuttuğum gibi kendi boy hizama indiriverdim.


"Benim gördüğümü sen de görüyor musun?" diye sordum nefes nefese. Çocuğa bebeğimin olduğu masayı işaret ederek, "Şu kızın karşısında cidden bir adam mı oturuyor yoksa ben hayal mi görüyorum?" diye sordum. Garson hayal görmediğimi orada kabak gibi bir beyefendinin oturduğunu oldukça usturuplu bir dille bana izah etti. Tabii durumu geri zekalıya izah eder gibi konuşması da gözümden kaçmamıştı ya neyse.


Onu bıraktım ve "Bana en acilinden soğuk bir su. O kadar soğuk olsun ki içerken öleyim de şu manzarayı görmemeyim!" diyerek onu yanımdan kovdum. Adam bebeğimin ona elini uzatmasıyla tutmuş ve nazikçe tokalaşmıştı. Daha ben o parmaklara doya doya dokunamadan adam bebeğimin elini tutmuştu. Önümdeki kül tablasını sinir bozukluğuyla biraz öteye ittirdim. Çünkü her an arıza çıkarabilirdim.


Ada karşısındaki adama içtenlikle gülümsedi. Neden öyle gülüyorsun bebeğim? O adama neden böyle güzel gülüyorsun? Kıskançlıktan burnumdan dumanlar çıkıyordu. Ada çantasını karıştırıp aldığı kitabı çıkarıp karşısındaki insana uzatana kadar durumu gayet güzel idare ediyordum. "Ona kitap mı aldı şimdi ya?" dedim kendi kendime panik atak krizleri geçirirken. Adam da elindeki buketi ona uzatınca bende kayış koptu tabii.


Garsonun elinden kaptığım suyu kafama dikip beynime kadar uyuşurken sinirden bardağı fırlatasım geliyordu. Elimdeki bardağı parçalamadan önce sert bir şekilde masama indirdim. "Hesap," dedim hedefime kilitlenmiş bir şekilde. Ada buketini alıp ayaklandı. Karşısındaki adamla tokalaştıktan sonra kafeden çıktı. Bense cebimden çıkardığım paranın ne kadar olduğuna bile bakmadan masaya bıraktığım gibi kafeden çıkıp yola koyuldum. Bundan önce de o zibidiye ters bir bakış atmayı da ihmal etmedim tabii.


"Ah bebeğim ah! Sen isteseydin ben sana değil papatya buketi papatya tarlası alırdım. Sen şimdi neden o adamın çiçeğini aldın ki?"


Kendi kendime konuşurken bir yandan da ceylan gibi seke seke Ada'nın peşinden gidiyordum. Sinirlerim o kadar bozulmuştu ki her an kendimi yere atıp neden ben diye zırlayabilirdim. Ama yapmadım. Onun yerine beni eken benim yerime başkasıyla buluşan ama yine de çok sevdiğim güzel bebeğimin peşinden gitmeye devam ettim. Baya bir yol yürüdüm. En sonunda büyük bir mezarlığın kapısına kadar geldiğimizde kafamda devasa soru işaretleri belirmeye başladı. Buraya neden geldi ki şimdi?


Ada elinde papatya buketiyle mezarlığın toprak yollarında yürümeye başladı. Hemen arkasındaydım. Boynunu bükmüş yürüyordu. İçimdeki kurt artık kemirebilecek bir beyin bırakmayana kadar kafamda gezindi. Birkaç mezara çarptı gözüm. Bebek mezarlarına baktım. İçimdeki o yürek burkan hisle birlikte Ada'nın peşinden gittim.


Ada bir mezarın mermer çerçevesine bir kuş gibi tünediğinde beni görmemesi için yakınındaki bir ağacın arkasına saklanmak durumunda kaldım. Göz ucuyla ona baktım. Sırtı bana dönüktü ve bedeni ağladığını belli edercesine sallanıyordu. Ona fark ettirmeden mezar taşının üzerinde yazan ada baktım ve o an tüm dünyanın başıma yıkıldığını hissettim. Mezar taşında yazan isim şuydu: Armağan Tözün.


Gözlerim otomatikman isimden hemen altındaki tarihe kaydı. Kafamda yaptığım hesapla göğsümün ortasına sıkı bir yumruk yemişim gibi kalbim acıyla kasıldı. O mezarda yatan kişinin Ada'nın babası olma ihtimalini düşündüm. Üstelik yaklaşık on sekiz yıl önce ölmüş olması içimdeki sıkıntıyı alevlendirmeye yetiyordu.

Ada'nın mezar taşındaki ismi okşadığını gördüm. Parmakları gibi bedeni de titriyordu. Hıçkırıklarını duyabiliyordum. "Seni çok özledim baba," dedi hıçkırıklarının arasından. On sekiz yıldır hayatında baba denilen gerçek yoktu. Bunca zaman tek başına bir şeylerin üstesinden gelmeye çalışmıştı. Papatya buketini çiçeklerle dolu mezarın toprağına bıraktı ve "Sana anlatmak istediğim çok şey," dedi sesi git gide boğuklaşırken.


O ağladıkça gözlerimin dolduğunu hissettim. Sırtımı ağaca yaslayıp onu izledim. Rüzgarda salınan toplu saçlarını görebiliyordum sadece. Ama ben onu görmeden bile ne halde olduğunu içimde hissediyordum. Ada, "Keşke şu an yanımda olabilseydin," dedi çaresizce. Elimde sihirli bir değnek olsaydı onun bu dileğini hiç düşünmeden gerçekleştirirdim. Ama şöyle bir gerçek var ki ölenleri geri getirmek gibi bir şansımız yok.


"Küçükken yokluğun o kadar kötü gelmiyordu. Çünkü anlamıyordum. Sanki başımı çevirdiğimde oradan bir yerlerden çıkıp gelecekmişsin gibi geliyordu. Bir yere kadar gitmişsin de geri dönecekmişsin gibi hissediyordum."


"Allah beni kahretmesin," dedim kendi kendime. Nasıl onun bu kırılgan yanını daha önce fark edemedim? Nasıl bunu anlayamadım? Kafamı dağa taşa vurasım geliyordu. Bana olan güvensizliğinin asıl sebebi buydu. Hayatında hiçbir zaman erkek figür olmamıştı ve ben ona çok yabancıydım. Bir erkeğe nasıl güvenilir bilmiyordu. Aynı şekilde bir erkeğin onu sevmesinin nasıl bir şey olduğunu da...


"Büyüyünce anladım hiçbir zaman gelmeyeceğini."


Ada'nın bu sözü o kadar içime oturmuştu ki bende onun gibi hıçkıra hıçkıra ağlarken bulmuştum kendimi. Hayatımda bir kez bile bir kadın için gözyaşı dökmemiştim. Ağlamak istediğim zamanlarda bile susmayı tercih eden biri olmuştum. Ama şimdi onun acısını içimde hissederek hiç tanımadığım bir adamın arkasından gözyaşı döküyordum.


"Seninle o kadar az anımız var ki yazmayı öğrenecek yaşa gelene kadar bunları unutmaktan çok korktum. Yazmayı öğrenince de bunları bir deftere yazdım. Ama anılarımız defterin sayfalarını doldurmaya yetmedi baba. Bende defterimi doldurabilmek için sana söylemek istediklerimi yazmaya başladım," dediğine hıçkırıklarını bastırıp omzuna astığı çantanın içinden eski bir defter çıkardı.


Defterin ortasından bir sayfayı açtı ve "Bugün senin yokluğunu bir kez daha hissettim," dedi titreyen sesiyle.


"Babalar gününde sınıfta babası olmayan bir tek ben varım. Ben üzülmeyeyim diye kimse babası hakkında konuşmuyor. Ama ben görüyorum. Gözlerindeki ifadeye her baktığımda benim için ne düşündüklerini biliyorum. İşte o gün bir şeyin farkına vardım. Masallarda anlatılan bir hayalden ibaret olduğu düşünülen Kaf dağı var ya işte o aslında babaymış. Meğer herkes sırtını o dağa yaslıyormuş. Ama benim sırtımı yaslayabileceğim bir dağ yok. Bana bu yüzden mi yetim diyorlar? Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki ben sırtımı senin yokluğuna yasladım baba."


Ada elindeki defterin kapağını kapattığında artık onu dinleyemeyecek kadar kötü bir haldeydim. Ayaklarımı sürüye sürüye ağacın arkasından mezarlığın çıkışına doğru yürümeye başladım. Ağlamaktan yürüdüğüm yolu göremiyordum. Her şey buğulu her şey acı doluydu sanki. Kendimi taksiye atana kadar ne yerdeydim ne de gökte. Taksiciye yolu bile tarif edememiş telefonumdan açtığım konumu göstermiştim.


Nasıl bu kadar kör olabilirdim? Nasıl? Onun alanına zorla girmeye çalıştığımı nasıl fark edememiştim? Onu farkında bile olmadan nasıl zorladığımı anımsayınca kendimi dünyanın en kötü insanı gibi hissediyordum. Taksicinin ne söylediğini duymuyordum. Zaman ve mekan kavramım tamamen kopmuş durumdaydı. Tek isteğim bir an önce ablamın yanına gitmekti. Yol İstanbul trafiği yüzünden bir hayli uzun sürmüştü. Taksici arabayı ablamın butiğinin önüne çekince cebimden çıkardığım bir tomar parayı adama uzatıp kendimi dışarı attım.


Taksicinin camdan bana seslenmesini umursamadan butiğin otomatik kapısından içeri girdim. Gözlerim ağlamaktan acıyordu ve etraftaki insanların bana acıyarak bakmasından anladığım kadarıyla da berbat görünüyordum. Çalışanlardan birine ablamın yerini sordum. Bana bakıp ablamın odasını işaret edince kapıyı çalma tenezzülünde bile bulunmamış bodoslama odaya dalmıştım. Tabii ablam bu yaptığımla yerinden sıçramış, "Sana kaç kere kapıyı çal demedim mi?" diye bağırmıştı.


"Abla," dedim koşarak ona sarılırken. Sesim boğazlanan bir hayvandan çıkıyordu sanki. Yeniden ağladığımın farkında bile değildim. Ablam sarılmama karşılık verdiğinde bana ne olduğuna anlam verememişti. Kollarımdan tutup beni odasındaki uzun koltuğa oturttu.


Ablam, "Atlas ne oldu sana? Annemle babama mı bir şey oldu?" diye sordu endişeyle. Başımı olumsuz anlamda salladım.


"Annemle babam iyiler. Ama ben iyi değilim."


Ablam endişeyle karşıma oturmuş olanları anlatmamı bekliyordu. Ellerimin tersiyle gözlerimdeki ıslaklığı silip ona baktım. "Ada'nın bana neden güvenemediğini öğrendim abla," dedim hıçkırıklarımı kontrol etmeye çalışırken.


"Ada'nın babası o küçükken ölmüş. Bunca zaman tek başınaymış biliyor musun?"


Ablam duyduklarından sonra tek kelime edemedi. Onun yerine beni yanına çağırıp sıkıca sarıldı. Ona sabah evden çıkışımdan itibaren mezarlığa gittiğimde yaşadığım her şeyi tek tek anlattım. "Ben bunca zaman onu kendime aşık etmeye o kadar takmışım ki onun aslında neler yaşadığını neler hissetmiş olduğunu hiç düşünmemişim. Çok aptalım abla," dedim kendi yaptığım şeylerin pişmanlığını yaşarken.


Ablam saçımı okşarken, "Bilemezdin Atlas. Bu yüzden kendini suçlama," dedi. Sonra benden ayrılıp gözlerime baktı. Dudaklarında buruk ama içten bir gülümse belirdi.


"Sen bu kıza gerçekten çok değer veriyorsun. Onun için gözyaşı dökecek kadar çok hem de."


Ablam haklıydı. Ben Ada'ya sandığımdan daha çok değer veriyordum. Ona olan sevgim gün geçtikçe daha da büyüyordu. Aşk böyle bir şeymiş meğer. Onun için hiç tanımadığın birinin yokluğuna ağlayabilmekmiş. Onun kırılgan yanıyla kırılmak, onun sevdiğini sevebilmek, onun sevinci kadar üzüntüsüne de ortak olabilmekmiş aşk. Ben daha önce hiç bu duyguyu tatmamıştım. Ta ki onu gördüğüm o ana kadar...


"Abla ben Ada'ya aşığım," dedim ona daha da sıkı sarılırken.


"Biliyorum koca bebek. Onun güvenini kazanacağını da biliyorum."


Ada'nın aslında hayatında büyük bir eksiklik olduğunu kendi gözlerimle görmüştüm. Bu eksikliği kapatmaya ne benim ne de bir başkasının gücü yeterdi. Ama ben bu eksikliği ona olan aşkımla en azından onun için yaşanılır kılmak istiyorum. Bunu yapacağım da...

Loading...
0%