Yeni Üyelik
48.
Bölüm

Alev Alev

@seydnrgrsu


BEN BURADA FOTOĞRAF KOYMAYI HÂLÂ ÖĞRENEMEDİM BİLEN HELP LÜTFFFEEEN🥹🥹🥹

 

 

Bölüm çok ama çok uzun benden demesi. Hatta uzun zamandır beklediğimiz bir bölüm baştan diyeyim. Ona göre yorumlarda coşuyoruz. Coşmayanın kapısına dayanırım bilesiniiiiz

 

Şimdi ben burada baştan diyeyim haberiniz olsun. Biz birinci kitabın finalinden önce sadece bir bölüm daha okuyacağız. Yani bundan sonra bir bölüm daha okuyup diğer bölümde finalimiz olacak. Ama çok ayrı kalacak mıyız derseniz hayır. İkinci kitap da en kısa anda burada devam ediyor olacak. Hatta ben ikinci kitabın ilk sahnesini falan yazmaya başladım, kurguladım, notlarım hazır.

 

Ben istedim ki finalden önce hepinizden kısacık da olsa karakterler hakkında görüşler alayım. Yani ben de kendi görüşlerimi yazacağım. İşte şu karakter şöyleydi, ben şöyle düşündüm gibisinden. Her yönden olabilir. O yüzden en sona bırakacağım karakter isimlerinin yanına görüşlerinizi yazarsanız çok sevirinirim.

 

Müzikleri dinlemeyi unutmayın efenim

 

Zeynep Bastık- Yol

 

Zeynep Bastık - Gözyaşlarım Anlatır

 

Gökhan Türkmen- Bile Bile Yandı Yüreğim

 

🔥

 

Çocukluk ne güzel zamanlardı.

 

Bir kere her duygun saf, yaşadığın zamanın ise sonuna kadar gerçekti. Zaman o zamanlar zamandı. Yaşam o zamanlar yaşamdı.

 

Ama bir kar tanesi gibiydi. Eriyip bitmesi yaşadığın şimdiki zamandan daha kolay ve hızlıydı.

 

Özlüyordu bir kere insan. Hem de çok. Sokaktaki o tadına doyulmayan oyunları, kahkahaları, yediği salça ekmeği. Hepsini özlüyordu.

 

Cihan da ileride bu zamanlarını özleyeceğini bilmeden koşuyordu sokakta. Fazla çıkma şansı olmadığından sokağa çıkmak onun için bir nimetti. Büyükleri hep 'ağa torunu oturaklı olur' diye tembih ediyordu. Sınırları konağın bahçesinden ibaretti.

 

Büyük duvarların ardında, kendini kollayan gözlerin hapsinde başlamıştı çocukluğu. Sanki birilerinden, bir şeylerden saklanır gibi geçiyordu zamanı.

 

Ama arada sırada o sokağa çıkılmasına izin verilen zamanlar yok muydu? İşte o zamanlar kendisi için birer nimetti nimet. O zaman dünyanın en mutlu çocuklarından biri oluveriyordu.

 

Mahalledeki çocuklar da bunun bilincindeydi. Cihan'ın çıkacağı zamanı dört gözle bekler olurlardı.

 

Dünyanın mutlusu Cihan yine öyle sokağa çıkabildiği günlerden birinde tüm coşkusunu koşarak atmaya çalışıyordu. Daha beş yaşında ya vardı ya yoktu. 'Abin okuldan gelene kadar' diye çıkarmıştı annesi Gülsüm hanım onu dışarı. 'O gelince birlikte gireceksiniz içeri' diye de sıkıca tembihlemişti. İkiletmemişti Cihan. Kendisine sunulan bu kısacık zamanı sonuna kadar değerlendirme niyetindeydi.

 

Yan taraflarında oturan Hamdi ile koşmuş, diğer çocuklarla saklambaç oynamış, hatta topunu konaktan getirip 'istop' oynamayı öğrenmişti.

 

Mutluydu.

 

Ömrünün en mutlu olduğu zamanlardaydı.

 

Ağız dolusu şen şakrak kahkahalarıyla sokağı inletirken kafasına atılan küçücük bir taşla neye uğradığını şaşırmıştı.

 

"İstemiyoruz seni!" diye bağırmıştı alt sokaklarında oturan çocuklardan biri. "Bizim burada bir oyun grubumuz var. Ne zaman çıkıp geldiğin belli değil! Git buradan!"

 

"Ama neden?" diyebilmişti Cihan güç bela ağlamaklı bir halde.

 

"Ne top oynamayı biliyorsun ne de başka bir şeyi! Beceriksiz eziğin tekisin! O konağın oğlu olmasan kim alır seni arasına!" hep bir ağızdan gülerken çocuklar o acıyan başını tutuyordu ağlamaklı bir şekilde.

 

'İstemiyoruz' diyordu çocuklar kendisine. 'Eziksin' diyordu. Bu kelimenin anlamını bilmiyordu ama kalbini bin parçaya bölmeye yetmişti.

 

Bir kelimeyle kalbini bin parçaya ayıran çocuklar iteklemişti de onu. Düşmüştü dizlerinin üzerine. Peki ne istiyorlardı bu çocuklar ondan? Ne yapmıştı onlara? Halbuki daha beş yaşındaydı. Beş yaşında bir çocuğun diğer çocuklara ne zararı olurdu?

 

Çocukların ortasında hıçkıra hıçkıra ağlarken bir el tutup çekmişti kendisini. Abisinin güçlü elleri.

 

"Uzak durun kardeşimden!" diye kovalamıştı diğer çocukları. Onu kendi bedeninin ardına saklarken tüm çocukları kovmuştu. Sonra da kendi kolları arasına alıp sıkıca sarmıştı Cihan'ı.

 

"İstemiyorlar beni..." demişti ağlamalarının arasından Cihan. "Sevmiyorlar!"

 

"Ben seviyorum ya!" demişti Baran. "Ben varım ya abicim. Varsın kimse sevmesin seni. Ben seviyorum işte."

 

O zaman tüm acısının da öfkesinin de geçtiğini hissetmişti Cihan. Kendini saran güçlü kolların daima onu koruyup kollayacağına, daima kendisine destek olacağına inanmıştı.

 

"Abi." Demişti o da var gücüyle ona sarılırken. "İyi ki benim abimsin. İyi ki varsın!"

 

🔥

 

Masanın üzerindeki devasa boyuta ulaşan dosyalara bakıp kuvvetli bir 'of' demişti Cihan. Ağrıyan parmaklarına mı yansaydı, ağrıyan gözlerine mi yansaydı, uykusuzluktan deli olmuş beynine mi yansaydı kestiremiyordu ama emin olduğu tek bir şey vardı bu dosyalar sabaha kadar sisteme girilmiş olmalı ve üstüne üstlük proje taslakları da gözden geçirilmeliydi.

 

"Bir ara şu bilim adamları klonlama işine falan bulaşmışlardı..." diye mırıldanırken bilgisayarına doğru eğildi. "Hah işte bak yıllar önce koyun klonladıydı bunlar. Ya bakın ben razıyım bu klonlama işinde. Gönüllü deneğim yani. Beni klonlayabilirler. Benden bir tane daha olsa fena mı?" Sonra keyifli bir biçimde gülümsedi. "Dünyada sekiz değil dokuz harika olur işte."

 

Güçlü bir kahkaha atarken kafasını masaya da çarpmıştı. Acıyla alnını tutarken gülmesine engel olamadı ama. "Ulan evren bile benden bir tane daha olmayacağını dile getirdi."

 

Ağrıyan sırtını esnettikten sonra koltuğundan kalkıp dağılan üstünü başını bile umursamadan kapıya yöneldi. O sırada telefonu titremişti. Bir kahve içmesi gerekiyordu. Kahve içip ayılmalı ve sabaha kadar bekleyen işlerin üstünden gelmeliydi.

 

Koridorda ilerlerken bir yandan da telefonunu almıştı eline. Gelen mesajlar Şirin'dendi. Ardı arkasınca sayamayacağı kadar çok mesaj atmıştı. Hepsinde aldığı eşyalardan bahsediyordu. Ama son mesajı görünce 'yuh' demeden de edememişti.

 

Şirin düğün için hangi ayakkabıyı giyeceğine karar veremediği için aldığı yedi çift ayakkabıyla bir fotoğraf atmıştı.

 

"Yedi mi?" diye mırıldanırken şaşkın bir gülüş atıp mutfaktaki kahve makinesine yürüdü. "Şu kadınları hiç anlamıyorum. Zaten gelinliğin üç metre kuyruklu. O ayakkabı onun altında görünmeyecek ki." Bu konuda asla abartısı yoktu Cihan'ın. Gerçekten de Şirin'in gelinliği üç metre kuyrukluydu. Üzerinde kullanılan taşlar ise maliyetini epey bir kaplamıştı. Ama ses etmedi Cihan. Edemedi.

 

'Hangisi içine sinerse' temalı bir mesaj yazıp gönderdikten sonra bardağına kahve dolduracak oldu ama bakışları çay makinesine takıldı. Bardağı bırakıp çay makinesine ilerledi ve çay doldurmaya karar verdi. Ama ne hikmetse tüm çay bardakları kirliydi ve çay koyacak düzgün bir çay bardağı yoktu. Tam çaydan umudu kesmişti ki gözüne ilişen karton bardaklarla dudaklarında acı bir gülümseme yer edindi.

 

Bir karton bardak bu kadar mı canını yakardı insanın? Onun yakıyordu.

 

Karton bardaklardan alıp çayı doldurdu ve dikkatle çıktı mutfaktan. Koridorda yanından geçenlere selam vere vere ilerledi ve koridorun sonundaki kapısı açık odaya geldi.

 

"Ha bunlari zamaninda yapmaysiniz da bana mi iş edeysinız?" Kapının eşiğinde durduğunda şaşkınlıkla havalandı kaşları Cihan'ın. "Bah bah bah! Hu ettuklerune bah. Vallahi got gafali midur nedur?" şaşkınlıkla Leyla'nın dosyaların arasındaki halini görünce gülmeden de edememişti. Onu hiç böyle konuşurken görmediğinden tuhaf da gelmişti. "Vallahi sıkacasın topiklarina." Cık cıklarken kağıtlara saydırmaya devam ediyordu bir yandan Leyla. "Ha ben boyla iş- Cihan bey?"

 

"Kolay gelsin. Kavganızı böldüm sanırım."

 

"Kavga mi? Yani kavga mı? Ne kavgası?" Kaşları şaşkınlıkla çatılırken kafasını kaldırmıştı önündeki kağıtlardan.

 

"Deminden beri önünüzdeki dosyalarla ettiğin kavgayı diyorum."

 

"Ha bunlar mı?" sıkıntılı bir nefes verirken geri arkasına yaslandı Leyla. "Yeni projenin taslaklarını hazırlıyorlar da. Ama çok üstün körü her şey. Şu çizimlere bak Allah aşkına." Sinirle önündeki çizim kağıtlara burun kıvırırken düzgün yapılmayan işten dolayı tansiyonunun çıktığını hissediyordu Leyla.

 

"Sahiden." Derken Leyla'nın yanına varmış ve masanın üstündeki çizimlere göz atmıştı Cihan. "Eksik çok. Hata da."

 

"Değil mi? Ben delirmeyeyim de kimler delirsin ama." Sinirden kızaran mavi irislerini Cihana kaldırmıştı. "Ya zamanında teslim edilemezse? O zaman ne yaparım? Hem de buradaki ilk işim. Valla yüzüm kara çıkacak." Sinirden her an ağlayabilirdi. Öyle hissediyordu.

 

"Çay?" dedi onun bu haline kısa ve öz bir cevapla Cihan. Elindeki karton bardağın birini ona doğru uzattı.

 

"Valla hiç hayır diyemeyeceğim." Sinirden buz kesen parmaklarıyla Cihan'ın uzattığı çayı aldı ve kokusunu çekmek için burnuna doğru tuttu. "Bence siyah çay papatya çayından daha iyi."

 

"Neden?"

 

"Daha çok sakinleştiriyor insanı. Harareti alıyor, insanı gevşetip dinçleştiriyor. Papatya çayı öyle mi? Neymiş sakinleştiriyormuş. Yok öyle. Kurban olsunlar Karadenizimin çayına." Gülmüştü Cihan. Gözleri kısılana kadar gülmüştü. Elindeki karton bardağı daha sıkı kavrarken aynı Leyla'nın yaptığı gibi kokusunu çekmişti önce içine. Sonra da büyük bir yudum almıştı.

 

Tam rahatladım diyordu ki telefonu çalmaya başladı. Arayan konakta çalışanlardan Tahsin'di.

 

"Söyle Tahsin." Derken bir adım uzaklaşmıştı Leyla'nın yanından. Telefonun ucundaki adam Şirin için sipariş ettiği hediyenin geldiğinden bahsediyordu. "Tamam tamam geliyorum hemen." Derken telefonu aceleyle kapatıp cebine atmıştı. Kendine şaşkınca bakan Leyla'yı görünce de açıklama yapma gereği hissetmişti.

 

"Çıkıyorum. Sana kolay gelsin. O çizimleri geri gönder istersen. Tek başına asla düzeltebileceğin şeyler değil. Olmadı gelince beraber bakarız."

 

Bir yandan çayını yudumlayıp bir yandan da hızlı adımlarla çıkmıştı şirketten. Tahsin'den kutuyu alıp Şirinlerin evinin yolunu tutmuştu hızlıca. Her şeyi bir kenara bırakıp bir an önce bu kutuyu ona vermek istiyordu.

 

Günlerdir gelin çiçeği buketi arayışındaydı Şirin. Hem gelinliğine hem de düğünün yapılacağı yere uygun güzel bir buket yaptırmak istiyordu ama yaptırılan hiçbir buketi beğenmemişti. Bu kutunun içinde de şimdi özel olarak hazırlanmış bir buket vardı ve Cihan, Şirin'in bunu beğeneceğinden kesinkes emindi.

 

Kutuya gururlu bir gülümseme gönderirken daha da bastı gaza.

 

Hava kararmak üzereydi. Akşam oluyordu. trafik vardı ama hiçbir şey moralini bozamazdı Cihan'ın. Aslında işi başından aşkındı ama unutuvermişti her şeyi. Sabaha yetiştirmesi gerekn raporları da, sisteme girmesi gereken verileri de, bakması gereken dosyaları da unutuvermişti.

 

Şu an onun için önemli olan şu gelin çiçeği işinin tatlıya bağlanmasıydı. Çünkü bir buket başında etmedikleri kavga kalmamıştı.

 

Şirinlerin evinin sokağına geldiğinde sokakta park etmiş arabalar yüzünden kendi arabasını köşede bırakmak zorunda kalmıştı. Yeni beyaz Range Rover'ına içten bir gülümseme gönderdikten sonra kutuyu dikkatle eline alıp eve doğru yürümeye başladı. Aslında abisinin arabasını gidip ağaca çarpması iyi olmuştu. Ne zamandır arabasını yenilemek istiyordu ama düğün teleşından buna asla vakit bulamıyordu. Bu sayede de abisinden düğün hediyesini erken almıştı bir nevi.

 

Gururla elindeki kutuya bakarken Şirinlerin küçük bahçeli iki katlı evinin önüne gelmiş ve demir bahçe kapısını yavaşça itelemişti.

 

"Çok beğenecek..." diye mırıldanırken sağına soluna bakınmıştı. Bakışları bahçenin ilerisindeki büyük dut ağacının arkasında sırtı kendine dönük Şirin'i görünce ise parlamış, dudaklarındaki gülümseme daha da genişlemişti.

 

Gülümsemesiyle onun dut ağacının altındaki oturuşuna baktı. Uzun, gür kıvırcık saçlarıyla oynuyordu bir yandan.

 

Dikkatle, ses çıkarmamaya çalışarak ona arkadan yaklaşırken adımlarını durduran şey ise Şirin'in kulağında tuttuğu telefona dedikleri olmuştu.

 

Kalakaldı onun dudaklarından dökülenlerle.

 

Kalbine paslı bir bıçak saplandığını hissetti.

 

"Allah aşkına." Diyordu kahkahalarının arasından Şirin. "Ya benden başka kim bakar ona? Soyadı olmasa sence insan yerine konulacak biri mi o?"

 

Kalbi hiç sıkışmadığı kadar sıkıştı Şirin'in kısa kahkahasından sonra.

 

"Kızım şu düğün bir bitsin, nikah bir kıyılsın diye bakıyorum ben."

 

Dudakları titrerken çenesini sıkmaya çalıştı.

 

"Şimdilik idare edeceğiz ama o kadar insanla bir yerde yaşanır mı? Ne sanıyorsun sen beni? Elbette başka kendimize göre bir konak isteyeceğim. Hem işlerim ben Cihan'ı. O bana asla hayır diyemez. Ağzımın içine bakıyor zaten."

 

'Ağzımın içine bakıyor' diyordu Şirin. Onun bu saf duygularından bu şekilde bahsediyordu karşısındakine. Oysa sadece onu mutlu etmek istiyordu Cihan. Sadece mutlu etmek. Yüzü hep gülsün istiyordu.

 

"Zaten eziğin teki. Ailede hükmü bile yok. Ne sanıyorsun."

 

Ardı arkasınca yankılanmıştı kafasında bu kelimeler. Gözünden bir damla yaş kayarken daha fazla dayanamamış elindeki kutuyu hırsla çarpmıştı yere. Şirin olduğu yerde sıçrayıp giderken Cihan'ı arkasında görünce de olduğu yerden apar topar kalmak zorunda kalmıştı.

 

"Cihan..." telefonda Gülşen'e anlattıklarını Cihan'ın duymamasını umuyordu bir yandan. Ama duymuştu Cihan. Hem de her bir kelimesini.

 

"Ezik... Eziğim öyle mi?" ona doğru sarsak bir adım atarken tutamamıştı kendini Cihan.

 

"Bak yanlış anladın... Öyle değil."

 

"Öyle değil. Sağırım yani bir de ben."

 

"Cihan-"

 

"EZİĞİM ÖYLE Mİ! BEN SANA ASLA HAYIR DİYEMEM ÖYLE Mİ! AĞZININ İÇİNE BAKIYORUM ÖYLE Mİ!" Titreyen elleriyle saçlarını çekiştirmişti Cihan.

 

"Yanlış duydun Cihan. Yanlış anladın. Ben öyle demek istemedim." Rengi atmıştı Şirin'in.

 

"YANLIŞ ANLADIM ÖYLE Mİ! YANLIŞ ANLADIM! SEN BAŞTAN BERİ BANA OYNUYORDUN! BENİM DUYGULARIMLA DALGA GEÇİYORDUN!"

 

"Hayır hayır!" diye hızla itiraz edip onun ellerini tutmak istemişti Şirin ama Cihan hızla itelemişti onu.

 

"AMA HAKLISIN! APTALIN TEKİYİM! SANA KANIP SANA GÜVENECEK APTALIN TEKİYİM BEN! KÖRMÜŞÜM KÖR! SANA İNANACAK KADAR KÖRMÜŞÜM! NE SANDIM BEN YA! NE SANDIM! İKİ BANA GÜLDÜN, İKİ GÜZEL SÖZ SÖYLEDİN DİYE NE SANDIM BEN!"

 

"Cihan..." demeye çalışmıştı ağlamaklı bir sesle Şirin ama Cihan artık bunun yalan olduğuna yüzde yüz emindi. Böyle kandırmamış mıydı Şirin kendini. Önce güzel, masum sözler söylemiş sonra onu yüceltip duygularıyla oynamamış mıydı?

 

Yine aynısını yapıyordu işte. Her sıkıştığında hemen bir çocuk gibi dudaklarını büzüp ağlama numarası yapıyordu.

 

"KES! KES TAMAM MI KES! KANMAYACAĞIM SENİN O TİMSAH GÖZ YAŞLARINA! SEN BUNCA ZAMAN KANDIRDIN BENİ BE!"

 

Etraftan meraklı bakışlar çevrilmişti kendilerine. Kimileri balkona kimileri pencerelere çıkmıştı. Sanki şu evin bahçesinde tiyatro oynanıyordu.

 

"Hayır Cihan gerçekten hayır..." Ağlıyordu Şirin. Ama sırf korktuğundan. Durumu toparlayamayacağından.

 

"SENİN TEK DERDİN BENİM SOYADIMI ALMAKTI! NASIL ANLAMADIM BEN YA! SENİN TEK DERDİN 'İZOL' GELİNİ OLMAKTI! SEN BAŞKA BİR ŞEY İSTEMİYORDUN Kİ!" Elleriyle kafasına vurdu hızlı hızlı. "SEN SADECE O SOYADI İSTEDİN! ONDAN YANAŞTIN BANA! ONDAN OYNADIN BENİM SANA OLAN ZAAFIMLA! NASIL GÖREMEDİM BEN YA! NASIL!"

 

"Yemin ederim Cihan bak öyle değil!" koluna asılmıştı Şirin iki eliyle birlikte ama Cihan var gücüyle itmeye çalışmıştı onu. "Ben seviyorum seni! Vallahi öyle değil!"

 

"YETER!" Onu olanca gücüyle ittiğince yere düşmüştü Şirin. Daha demine kadar olsa kopan saç teli için canı yanacak Cihan'ın dizlerinin üzerinde yere savrulmasına oralı olmayışı daha da ağlatmıştı Şirin'i.

 

"BİTTİ!" Derken parmağındaki o kalın alyansı güç bela söker gibi çıkarmıştı Cihan. "BİTTİ TAMAM MI! BİR DAHA OLDUĞUM YERE AYAK BASARSAN SANA ASIL EZİKLİĞİN NE DEMEK OLDUĞUNU GÖSTERİRİM!" Çıkardığı alyansı sertçe Şirin'in yüzüne doğru fırlatmıştı.

 

Gözünden süzülen yaşlar ve nefes nefese bir halde geri dönerken Şirin'in sesi durdurdu onu.

 

"NE SANDIN!" diyordu Şirin. "EZİK DEĞİL MİSİN HA! ABİSİNİN GÖLGESİNDE BİLE YER BULAMAYAN, HERKESİN YOK SAYDIĞI EZİĞİN TEKİ DEĞİL MİSİN! BENDEN BAŞKA KİM BAKARDI BE SANA! NE SANIYORSUN SEN! YOKLUĞUN BİLE FARK EDİLMİYOR Kİ VARLIĞIN BİLİNSİN BU DÜNYADA! SEN ANCA BAŞKALARININ DEDİKLERİNİ, GETİRİNİ GÖTÜRÜNÜ YAP! YALAN MI! KENDİ NİŞANINDA BİLE ABİNİN BAŞARILARI EVLİLİĞİ KONUŞULDU DURDU! KOCA ŞİRKET, KOCA AŞİRET ABİNİN KONTROLÜNDE! YA SEN! SEN KİMSİN CİHAN!"

 

Dönüp haykırmamak için kendini zor tutarken tek yapabildiği tırnaklarını avuçlarına geçirmek olmuştu Cihan'ın.

 

"Dilerim..." dedi titreyen çenesiyle ona üstten bir şekilde bakarken. "Dilerim o kara kalbinin ekmeğini misliyle yersin. Ve dilerim ezik olmayan biriyle sürersin o beş para etmez hayatını."

 

Adımlarını sertçe atarken arkasından, çevresinden denilen hiçbir şeye kulak asmadan çıktı gitti bir daha hiç ama hiç girmeyeceği bahçeye.

 

Bitmişti.

 

Hem aklında hem de kalbinde Şirin'e dair olan ne varsa bitmişti.

 

Bir tek acı vardı kalbinde baki olan.

 

Elbette o da geçerdi.

 

🔥

 

"Kendimi hiç ama hiç hazır hissetmiyorum." Derken elleriyle saçlarını çekiştirmişti Asmin.

 

"Neden?" göz ucuyla onun yıkık haline bakarken çantamı toparlıyordum. Önümdeki notları sırasıyla dosyaya koyup eksik olup olmadığını kontrol ediyordum bir yandan.

 

"Sanki kafamdaki her bilgi silinip gitmiş gibi. Ne yapsam ben ya? Evlensem mi acaba?" kafasını sıradan kaldırırken sıkıntıyla ofladı. 'Yok artık' dercesine gözlerimi devirirken dosyamı dikkatle koydum çantama.

 

"Alt tarafı bir deneme sınavı. Niye abartıyorsun ki bu kadar? Gören de seni ilk defa deneme sınavına girecek sanır."

 

"Öyle tabi ama son sınavdaki netlerim beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu netlerle değil tıp fakültesi tıp fakültesinin bahçesini bile kazanamam."

 

"Abartma Asmin."

 

"Kız," derken sırada bana doğru kayıp hafifçe bacağımı dürtmüştü. "Yok mu şöyle aşiretinizde yakışıklı müzbin bir bekar?"

 

"Sen de bu aralar şu evlilik mevzularını fazla dillendirir oldun. Hayrolsun." Hafifçe kıkırdarken o tekrar sıkıntıyla oflamıştı.

 

"Aman ya. Ne bileyim. Geliyorlar bana arada." Kıvırcık saçlarını karıştırıp kafasını tekrar koydu sıraya. "Bakma sen bana."

 

Gülüp defterimi de almıştım ki elime dizlerimin üzerine bir yasemin çiçeği düştü. İçim sıcacık olurken hafifçe okşadım küçük çiçeği.

 

"Al işte. Ben evlilik deyince 'saçmalama' diyorsun. Kız ben de olmayayım mı böyle?"

 

"Na-nasıl?" dedim şaşkınca ona dönerken.

 

"İşte böyle. Sarhoş gibi." Çiçeği defterin arasına bıraktıktan sonra çantamı da omzuma alıp ayaklandım.

 

"Sen dinlen biraz bence. Yorgunluktan böyle oluyor kesin." Beni onaylar gibi kafasını sallamıştı. "Gidiyorum ben. Görüşürüz hafta sonu." Kapıya doğru adımlarken el de sallamıştım.

 

"Aklında olsun yine." Diye seslendi tam ben kapıdan çıkarken.

 

"Ne?"

 

"Aşiretten yakışıklı bekar diyorum. Varsa öv beni biraz!"

 

Alem kızdı şu Asmin. Deli doluydu bir kere. her ne kadar evlilik konularında ciddi olmadığını bilsem de şu aralar fazla dillendirmeye başlamıştı. Vallahi çat diye evlenmesinden korkmuyor değildim.

 

Gerçi bu aralar hayatımda herkes çat diye evlenme kararı aldığından şaşırmazdım da sanırım. Önce Cihan sonra Berfin derken bu kervana her an Asmin de dahil olacakmış gibi duruyordu ya. Derin bir nefes alırken aklıma gelen bu akşamki sözle suratım düşmüştü. Hayatımızın ortasına bir bomba gibi düşen bu ani durum bir sözle taçlanacaktı elbette.

 

Berfin ve Kemal'in sözü...

 

Şaka gibi ama gerçek...

 

Sıkıntıyla oflayıp inerken adımlarım merdivenlere geldiğinde yavaşlamıştı. Beni almaya gelmesi için Baran'ı beklemiyordum. Haber vermemişti ama sanırım sürpriz yapmak istemişti. Ben yavaş yavaş merdivenleri inerken de beni fark etmiş ve bakışlarını müdür beyden çekip bana çevirmişti. Deminki çatık kaşları yumuşarken dudaklarına belli belirsiz de bir tebessüm yerleşmişti.

 

"Bakın ben tek-"

 

"Sonra konuşalım bunu Necmi bey. Olur mu?"

 

"Tabi." Demişti beni fark eden dershane müdürümüz. "Görüşürüz Elif hanım." Dedikten sonra da hızlı adımlarla geri binaya girmişti.

 

"Baran? Sen gelmişsin." Dedim bendim ben de tutamadığım gülümsememle. Eliyle önüme düşen saçımı iteleyip şakağıma narin ama sersemletici bir öpücük bırakıverdi. Ee zaten sersem olmaya dünden razı bünyemiz bu hamlesiyle bir tökezledi.

 

"Ay ne yapıyorsun?" dedim utangaç bir şekilde çevrede bakışlarımı gezdirirken.

 

"Ne yapıyorum, karımı öpüyorum. Bak anlamadıysan tekrarlayabilirim." Tekrar beni öpücüğüyle sersemletirken bırakmamıştı da. Belime sardığı eliyle beni kendine çekip yürümeye başladı.

 

"Haber vermedin." Dedim yürürken ona biraz daha sokulup.

 

"Sürpriz yapmak istedim. Fena mı etmişim."

 

"Yoo." Dedim hızlı bir itirazla. "Ama şaşırdım. Şirkettesin sanıyordum." Arabanın yanına geldiğimizde elimi belinden çekip benim tarafımdaki kapıyı açmıştı.

 

"İşim erken bitti. Dedim ki peri kızımı alayım." Yanaklarıma hücum eden sıcaklıkla beraber ona bakarken o da dikkatle kemerimi takmış ve kendi tarafına dolaşmıştı. Belki de şu 'söz' mevzusu yüzünden erken ayrılmıştı şirketten. Olabilirdi. En nihayetinde büyük 'İzol' konağında bu akşam gündemi bomba gibi sarsan söz vardı. "Nasıl geçti dersler?" trafiğe karıştığımızda bir yandan bana bakıyordu kısa kısa.

 

"Ne yalan söyleyeyim yorucuydu. Üstümden tır geçti desem yalan olmaz. Biyoloji neyse de kimya çok zorluyor beni bu ara."

 

"Ya fizik?" derken attığı imalı bakışı yakalamıştım. Gerçi bakışı imalı mıydı orasını bilemem ama nedense ben öyle hissediyordum. Malum 'fizik' hocası Yiğit beyle pek anlaşamıyordu. Belki sırf bundan belki de sadece merakından soruyordu. Şimdi duru suyu bulandırmaya gerek yok deyip ona doğru döndüm hafifçe.

 

"Aslında bu aralar pek çalışamıyorum fizik. Dersler de aksayıp duruyor. Yiğit hoca bir haftadır yok."

 

"Yaaa." Derken bakışlarını çekmemişti yoldan. "E ben çalıştırırım seni. Tabi istersen? Fizik hocan kadar iyi anlatır mıyız bilemiyorum ama?"

 

"Bilemedim şimdi." Dedim gülmemeye çalışırken. Kaşları hafifçe çatılmıştı ama belli etmemeye çalışıyordu. "Bakarız ya." Derken dudaklarımın içini kemiriyordum bir yandan da.

 

"İyi bakarsın sen bir ara." Dedi sakin tutmaya çalıştığı sesiyle. Bozulmuştu. Hatta şu an içindeki 'kıskançlık kurtlarıyla' bir savaş içine bile girmişti. Bu hali beni keyiflendirirken belli etmemeye çalışıp önüme döndüm. Yalan yok aklım akşam konakta yapılacak olan söz merasimindeydi. Şu an omuzlarımda devasa bir yük olarak duruyordu da kendileri.

 

Berfin'in kararlılıkla herkesi, her şeyi karşısına almasının üzerinden tam bir hafta geçmiş ve işler evlilik yolunda ilerler olmuştu. Herkesi şaşırtan bir karar olmuştu bu. Ama Rojbin hanımı ise derinden sarsmıştı. Kadın resmen karalar bağlıyordu bir haftadır. Onu gören de kızını evlendirdiğini düşünmezdi. Resmen cenaze moduna almıştı kendini.

 

Ama Berfin ona nazaran sanki bu durumdan gayet hoşnutmuş gibi bir hal tavır içindeydi. Bir haftadır o uçarı hallerini üzerinden atıp sakin ve olgun bir havaya bürünmüştü. Bence söz, nişan, düğün kararından daha şaşılası bir durumdu bu.

 

İyiydi hoştu ama bir şeyler yanlıştı. En azından ben öyle hissediyordum. Yani bir kere 'aşığım' diye bahsettiği kişi Kemal olamazdı. Olabilirdi de bilemiyorum ama nedense bu durum bana olağan dışı saçma geliyordu. Yani ikisini kafamda bir türlü birleştiremiyordum. Olmuyordu. Hele de geçen hafta herkesin ortasında imayla bana söylediklerinden sonra ne aralarında olabilecek herhangi bir ilişkiye ne de aşklarına inanıyordum.

 

Herkesin ortasında bana Kemal'le önceden olan tanışıklığımı alenen söylemiş ve sanki herkes bundan bir anlam çıkarmalıymış gibi davranmıştı. Ama konuyu sertçe kapatmam kimsenin bunu dillendirmesine müsaade etmemişti.

 

Gerçekten Berfin neyin peşindeydi? Amacı neydi? Ne istiyordu da bu işin ucunu bana dokundurmaya çalışmıştı?

 

"Peri kızım?" bakışlarım öylece camdan dışarıdayken aslında dışarıdakileri görmüyordum. Boş boş bakmaktı sadece benimki. "Ne düşünüyorsun kara kara?"

 

"Ben mi?" Tabi ki bana diyordu da dalmıştım işte öyle. Saçlarımı kulağımın ardına sıkıştırırken derin de bir nefes almam gerekmişti. "Aslında söz-" derken de arabanın içini onun telefonunun melodisi doldurdu. Karşımdaki ekranda Dilan'ın adı görünürken uzanıp cevaplamıştı.

 

"Abilerin en bir tanesi!" Coşkulu sesi doldurdu bir anda arabanın içini. "En yakışıklısı! En karizmatiği!" Kaşlarım Dilan'ın sesiyle havalanırken hafifçe kıkırdamıştım da. "Aa yenge? Kız sen de mi arabadasın?" sesimi de hemen fark etmişti maşallah.

 

"Evet." Dedim gülmelerimin arasından.

 

"Ne var Dilan?" dedi Baran da Dilan'ın aksine dümdüz bir sesle.

 

"Aa abim! Canım abim!" esef doluydu sesi. "Nerede kaldınız yahu! Biz hazırlandık bile. Misafirler gelir birazdan." Hah işte. Herkes bir şekilde bu söze hazırlanıyordu. Dilan da şimdiki coşkusuna bakılırsa Berfin'den daha heyecanlı ve mutlu bir haldeydi. Bir haftadır da böyle geziyordu ortalıkta. Berfin'e bile iyi davranır olmuştu.

 

"Biz gelmiyoruz." Ben Akşamki sözün sıkıntısı içinde debelenirken Baran'ın dediğiyle kalakalmıştım öylece.

 

"Ne!" dedim Dilan'la aynı anda. Oturduğum koltukta iyice ona doğru dönmüştüm. "İyi de abi niye ya!"

 

"Gelmiyoruz işte Dilan."

 

"Abi? Şaka yapıyorsun herhalde? Yenge ne diyor ya abim? Ne demek gelmiyoruz?" Baran da bakışlarını bana sabitlediğinde sorarcasına sallamıştım kafamı.

 

"Gelmiyoruz demek Dilan. Oldu mu? Hadi kardeşim görüşürüz." Ve onun daha ne diyeceğini beklemeden kapatıvermişti.

 

"Ne demek gelmiyoruz? Neden?" dedim şaşkınca.

 

"Sence ben seni o ortama sokar mıyım sanıyorsun?" Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme varken yandan bir bakış attı bana.

 

"Yani gitmiyoruz?" dedim emin olmak için. Omuzlarımda fena halde ağırlık yapan durum sayesinde buhar oluvermişti.

 

"O itle Berfin'in ne yaptığı bizi bence hiç ilgilendirmez. İstedikleri gibi söz takabilirler, nişan yapabilirler hatta bir anda nikah da kıyabilirler. Ama bu bizi asla alakadar etmez."

 

Güldüm öyle deyince. Hatta derin de bir 'oh' dedim sesli sesli. "Yemin ederim omuzlarımdan bir yük kalktı." Diye mırıldandım kıkırdamalarımın arasından.

 

"Ne o gideceğiz mi sandın yoksa?"

 

"Ne bileyim ben? Bir haftadır şu gün geçsin diye bekliyorum. Oh valla." Dedim yine ve yeniden derin bir nefes alıp.

 

"Saçma sapan işler." Diye mırıldandı. "Allah aşkına inandırıcı geliyor mu sana şu söz olayı?"

 

"Asla!" derken son derece haklı olduğunu belirten bir tepki verdim.

 

"Valla akıllarında ne var bilmiyorum ama bizden uzak olsunlar. Kim ne yapıyorsa yapsın."

 

"O kadar rahatladım ki." Derken kollarımı onun boynuna doladım. "Gerçekten bak."

 

"Güzelim dur." Yanağına da epey güçlü bir öpücük bıraktığımda bu sefer gülen o oldu. "Dur yapma."

 

"Ya Baran ya..." diye miyavlarken tekrar öptüm yanağını. Daha çok gülmüştü.

 

"Yapma." Diyebildi güç bela gülmelerinin arasından. "Aklımı karıştırıyorsun ama."

 

"Tamam tamam." Derken geri çekildim. "Ee?" dedim koltuğumda deminki gibi düzgün bir pozisyon alırken. "Biz nereye gidiyoruz?"

 

"Çiftliğe gidebiliriz. Ama öncesinde bir yerde bir şeyler de yiyebiliriz."

 

"Çiftlikte beraber hazırlasak ya?" dedim aklıma gelen fikirle. "Uğraşmayalım dışarıda hazır yemekle. Ben bir şeyler yaparım."

 

"Yorgunsun ama. Uğraşma şimdi."

 

"Yardım etmeyeceksin yani? Öyle mi?" dedim imalı bir tonda. Aslında yardım etmemesi daha iyi fikirdi. Malum mutfakla alakası balık ve kavak ağacı gibiydi.

 

"Ederim. Niye etmeyeyim? Ama etmemi ister misin?" onun da bu konuda kendine asla güveni olmadığından 'bak başımıza türlü işler açılmasın' der gibi bir bakış da göndermişti.

 

"İsterim tabi. Basit bir şeyler yaparız hemen." Hiçbir şey diyememiş sadece kafa sallamakla yetinmişti. "O zaman önce markete uğrayıp bir şeyler alalım." Güldü böyle kafasını iki yana sallayarak. Beceriksizliğinden o kadar emindi ki.

 

Ben de güldüm tabi.

 

Market kısmını hızlıca halletmeye çalışırken poşetleri onun eline tutuşturup çiftlik evine doğru yürüyorduk. Bir yandan da ona kremalı tavuğun yapımını anlatıyordum. Yapamayacağından adım kadar emindim ama pür dikkat dinliyordu beni. Sanki böyle dinlerse bir şeyler kapabilecekmiş gibi bir hali vardı.

 

"Ee Havva abla nerede?" dedim mutfağa geçtiğimde. O poşetleri mutfağa bırakıp ceketlerimizi bırakmaya gitmişti. İki dakika sonra geri döndüğünde 'bilmiyorum' der gibi silkti omuzlarını.

 

"Konakta olabilir. Hazırlıklara yardıma gitmiştir." Olabilirdi. Ben de hafifçe omuz silktikten sonra malzemeleri çıkarmaya başladım. O da yan tarafıma geçip ellerini yıkamakla başlamıştı işe.

 

"Ooo." Dedim sahte bir şaşırmayla. "Bence sen yemek yapmayı biliyorsun."

 

"Ya sorma. Buldun ya dalga geçecek bir şey. Geç tabi." Güldüm öyle deyince. Hem de kahkaha ata ata. Ben mantarlarla uğraşmaya başladığımda onun önüne de tavukları vermiştim doğraması için. Önce nasıl yapması gerektiğini anlattım uzun uzun. Sonra gösterdim. 'Duvar ören adamım en nihayetinde ben' diye de gaza getirdi en sonunda kendini. Gömleğinin kollarını katlayıp başladı işe.

 

"Sahi daha önce hiç mi mutfağa girmedin sen?" sebzeleri ve mantarları doğramayı bitirdikten sonra makarnanın başına geçmiştim.

 

"Girdim tabi. Ama bence her insan yeteneği neyse onunla ilgilenmeli."

 

"Yani." Dedim bir elimi belime koyup makarnalara bakmaya devam ederken. Gözüm de pişen sostaydı. "Ama ben öğreteceğim sana, sevdireceğim mutfağı. Bak gör." Dedim kendimden emin bir şekilde.

 

"Hiç şüphem yok." Derken arkama gelmiş ve bir elini usulca dolamıştı belime. Başını da omzuma yaslarken tutması için elimdeki tahta kaşığı uzattım ona. İtiraz etmeden aldı ve sosu yavaş yavaş karıştırmaya başladı.

 

"Bana annem sevdirdi mutfağı. Eli çok lezzetlidir."

 

"Biliyorum." Derken başını biraz daha eğdi önüme doğru. "Kime çektiğin belli."

 

"Sahi mi?" dedim hevesle ona bakmaya çalışıp. "Ben pek öyle düşünmüyorum." Hafifçe dudak büktüm.

 

"Senin elinin değip de güzelleşmediği bir şey var mı acaba?" Boynuma belli belirsiz bir öpücük bırakıvermişti.

 

"Cidden?" dedim daha da emin olmak ister gibi. Önceden olsa kendim ne düşünüyorsam o geçerli bir yanıt olurdu benim için ama son zamanlarda onun ağzından duymak istiyordum her şeyi. Eh tabi bunda biraz da utangaçlığımın etkisi de vardı ne yalan söyleyelim şimdi. Elimin ayağımın dolaşmasını göstermemeye çalışmaktı asıl amacım.

 

O dudaklarını boynumdan çekmeyince durumu toparlamak istedim. Zira ateş basıyordu bana. "Ay oldu mu ki sos? Bakayım ben bir ona." Kenardan bir kaşık alıp dikkatle titreyen dudaklarıma götürdüm ve tadına bakmaya çalıştım ama sorun bakalım anlayabildim mi? "Olmuş sanki. Sen de bir baksana." Kaşığı ona doğru uzattım bakması ve gerçekten emin olması için. Çünkü ben yapamıyordum.

 

İtiraz etmeden hafifçe geri çekildi ama ona doğru uzattığım kaşığı es geçti. Bana doğru eğilirken dudaklarını hissettim dudaklarımın üzerinde. Gözlerim fal taşı gibi açılmış, kalakalmıştım.

 

"Olmuş sanki." Dedi geri çekildiğinde. Gözlerinde yaramaz pırıltılar vardı.

 

"Şey..." dedim elim ayağım birbirine dolaşıverdiğinde. "Ben..." Nereye adımlayacağımı bilemedim tabi. "Sofrayı kurayım en iyisi." İçimde tuttuğum nefesimle masaya çıkardığımız tabakları kapıp salona yürüdüm. Ne yürümesi koştum adeta. Kalbimde dört nala koşan atlar vardı. Hep böyle oluyordu. Halbuki biz duygularımızı karşılıklı itiraf edeli haftalar olmuştu. Artık yanında daha sakin olmam gerekirken gitgide elim ayağım daha çok dolanıyordu birbirine.

 

Engel olamıyordum.

 

Onu her gördüğümde kuş gibi çarpan kalbime, yanaklarımı ısıtan aleve, elimi ayağımı birbirine dolayan heyecanıma engel olamıyordum.

 

Yanaklarımdaki ateş, ellerimdeki titremeyle karşı karşıya koymaya çalıştım getirdiğim tabakları. O da bu hallerimi farkında olduğundan beni daha da kıstırmanın gururunu yaşıyordu. Tıpkı şimdi yaptığı gibi. Elindeki salata kasesini bırakırken benim zar zor tabak koymaya çalışan ellerime güya çarpıyordu.

 

Bak bak bak! Paşamıza bak!

 

Eh tabi bundan sonrası tam bir bakış kaçırma yarışı olmuştu aramızda. En azından benim için. Çünkü yemek boyunca ben mi yemeği yemiştim yoksa o mu beni bakışlarıyla hiç hesap edilemezdi. Eğer biraz daha bana bakmaya devam ederse eriyip gidiverecektim yanaklarımdaki ateşin etkisiyle.

 

"Sence ne yapıyorlardır?" demiş bulundum yemekten hemen sonra bulaşıkları makineye dizerken. "Yani takmışlar mıdır yüzükleri?"

 

"Bilmem." Derken umursamazca omuz silkmişti yanı başımda. "Umurumda değil açıkçası."

 

"Aslında benim de değil. Ama ne bileyim içim hiç rahat da değil."

 

"Niye?"

 

"Ya kafamda bir türlü birleştiremiyorum. Senin aklın alıyor mu? Berfin ve Kemal? Benim hiç almıyor. Yani intihar edecek kadar sevmesi bana pek inandırıcı gelmiyor." Aslında içimi kemiren nokta tam da buydu. "Sence neyin peşindeler?"

 

"Bilmiyorum ama senden farksız düşünmüyorum ben de. Bak peri kızı, senin canını sıkacak bir duruma asla müsaade etmem." Bana doğru gelip tam önümde durduğunda yüzümü avuçları arasına almıştı. "Canının sıkılmasına asla müsaade etmem. O yüzden kim ne yaparsa yapsın." Alnıma sıcak dudaklarını dokundurduğunda gayriihtiyari kapandı gözlerim. Gülümsedim böyle içime dolan sıcaklıkla.

 

"Film izlesek ya." Deyiverdim konu değişsin diye. Güldü o da. Alnıma güçlü bir öpücük daha bıraktıktan sonra yasladı beni göğsüne. En güvendiğim, huzur kokan yere.

 

Dakikalar sonra ben elimde kocaman bir kase mısırla salona yürüdüğümde o da filmi ayarlamaya çalışıyordu oturduğu yerden.

 

"Gel güzelim." Dedi ben girince. Ben de elimdeki kaseyi önümüzdeki sehpaya bırakıp oturdum yanına. Ama o kolunu omzuma doğru atıp çekmişti beni kendine doğru. Kafamı onun göğsüne yaslarken o da başımın üzerine küçük bir öpücük bırakmıştı. Film başladığında ona daha da sokulup dikkatimi karşıma vermeye çalışıyordum ama telefonuma Dilan'dan gelen mesjlarla bunu pek beceremiyordum. Sözden fotoğraflar gönderiyordu.

 

'Oh nihayet verdik Berfin'i' yazıp göndermişti en son. Kıkırdamamı engelleyemediğimde Baran da çevirmişti kafasını bana doğru.

 

"Dilan." Dedim telefonu ona doğru gösterirken. "Sözden fotoğraflar atmış da."

 

"İyi..." derken çok da umurunda değilmiş gibi geri döndürmüştü bakışlarını.

 

"Sen merak etmiyor musun?" dedim usulca. Etmiyordu biliyordum ama nabız yoklamaktı benimkisi.

 

"Ben telefonumu buraya gelmeden kapattım. Seninleyken pek de diğer şeyleri merak etmiyorum." İşaret parmağıyla hafifçe şakağımı okşamıştı. Benim için kusursuz sayılan yüzüne baktım uzun uzun. Loş salonda muazzam görünen yüzünün her bir detayına.

 

"Seni Berfin'den kıskanıyordum." Deyiverdim bir anda. "Hem de deli gibi." Kaşları çatıldı hafifçe. Sonra yüzünde gülüp ve gülmemek arasında bir ifade oluştu.

 

"Ne?" dedi hafif şaşkın bir tınıda.

 

"Öyle işte." Derken omuz silkip bakışlarımı kaçırdım.

 

"Bak bana bakayım." Çenemden tutup kendine bakmaya zorladı beni. "Ciddi misin sen?" Tabi içimdeki duyguları, öfkeyi haykırmaya kalksam sağır olurdu. O yüzden somurtuk bir ifadeyle omuz silktim sadece.

 

"Ne var? Fazla yakınında sürekli. Yok sana börek açmalar, aman ben ona çorba kaynatayımlar, yok Baran şunu severler, yok bunu sevmzler." Suratımı buruşturuyordum bir yandan. "Ne yapayım. Engel olamıyorum kendime." Somurta somurta bakışlarımı ona kaldırdım. Yüzünde gülmesini bastırmaya çalışır bir ifade vardı. Hatta bu yüzden alt dudağını dişlemesi de gözümden kaçmamıştı. "Ne var?" dedim ters ters. Berfin'i düşündükçe cinlerim tepeme hücumlar ediyordu. "Niye bakıyorsun öyle?"

 

"Ne bileyim? Bir hoşuma gitti bu halin."

 

"Allah Allah!" derken hafifçe göğsüne vurdum. "Niye hoşuna gitti? Zaten bundan sonra sana börek de açamaz ya. Neyse." Derken kollarımı bağladım göğsümde.

 

"Ben börek sevmem." Dedi vurgulu bir şekilde. "Ama çikolatalı kekin hastasıyız."

 

"Yaa..." deyiverdim düşen gardımla. Ama gülmemeye de çalıştım. Direndim böyle.

 

"Sen ciddi ciddi?" dedi emin olmak ister gibi. "Kıskanıyordun yani? Ha ondan aslan kesiliyordun ona?"

 

"Aslan kesilmek değil." Diye itiraz ettim. "Ayrıca şimdi doğruyu konuşalım o da bilerek yapıyordu. Hadi her imayı geçtim bile bile yaklaşıyordu sana." Sinirlerim tepeme doğru hızla yol aldı. Ama o bana sinirimi atmamda yardımcı olmak yerine gülerek katlanmasına neden oluyordu. Gülmese iyi ederdi. "Gülme." Dedim ters ters. Ama o yine güldü. Hem de sesli bir şekilde. Kafasını geri atıp katıla katıla güldü. "Gülmesene ya!" dedim göğsüne vurup.

 

"Ondan bana da ateş püskürüyordun her seferinde." Gülmelerinin arasından bana bakmaya çalıştı.

 

"Ne yapsaydım?" dedim yine en ters bir halde. "Gölge gibi peşinde geziyordu. ''Bık sını bırık yıptım'. Hiç gülme öyle." Ama daha da şiddetlendi gülmesi. "Ya ben gülmen için mi anlatıyorum bunu sana. Gülme." Yanından biraz uzaklaşıp daha da somurttum. Ne vardı şimdi bunda gülünecek! Tüm dürüstlüğümle hissettiklerimi açıklıyordum. Dalga geçiyordu sağolsun. Öyle olsundu. Yazmıştım bunu bir kenara. Hatırlatırdım günü gelince.

 

Ama o benim somurtmalarımın aksine daha da güldü.

 

"Komik mi?" dedim ters ters. "Gül ya! Valla gül. Sana zaten gülmek olsun. Adama bak ya!" biraz daha uzaklaştım koltukta. "Dalga geçilecek bir şey sanki bu. Anlatmıyorum bir daha sana bir şey ya! Valla bak! Anlatmayacağım!"

 

"Hişşş!" dedi gülmesini bıçak gibi keserken bir anda ciddi ciddi. Bana doğru uzandı ve belimden tutup kendine doğru çekti hızla. "Koltukta bile olsa benden uzağa gidemezsin sen."

 

"Allah Allah." Dedim ellerini itelemeye çalışıp. "Dalga geçtiğin insana mı diyorsun bunu?"

 

"Karıma diyorum. Ayrıca dalga geçmiyorum."

 

"Ya. Şu suratının haline bak. Ben dalga geçmen için mi anlattım sana?"

 

"Dalga geçmiyorum." Dedi yumuşacık. Belimden sıkı sıkı kavrarken diğer eliyle de yüzüme düşen saçımı iteledi kulağımın ardına. "Ama hoşuma gitti. Yalan söyleyemeyeceğim."

 

"Allah Allah." Dedim yine. "Yok bundan sonra. Kıskançlıktan patlasam da demeyeceğim sana. Oralı olmayacağım." Hafifçe göğsüne vurmaya çalıştım. "Ama seni de biliyoruz şimdi."

 

"Allah Allah," diyen o oldu bu sefer. Gülmüştü hafifçe. Gülerken de beni biraz daha kendine çekmişti. "Biz de yalan yok. Ben üzerine düşen güneşten kıskanıyorum seni."

 

"Ben de dalga geçeyim o zaman seninle."

 

"Geç," derken burnunu hafifçe sol yanağıma sürtmüştü.

 

"Gülerim bak sen gibi." Dedim yüzüme çarpan sarhoş edici nefesleriyle.

 

"Gül. Sen hep gül." Dudaklarını belli belirsiz dokundurdu yanağıma. İçimde bir şeyler titrerken ben de ellerimi uzamış sakallarının arasına çıkardım usulca. Güldü öyle yapınca hoşuna gitmiş gibi.

 

"Sakalların," deyiverdim. İçli de bir nefes almam gerekti tabi.

 

"Rahatsız mı etti seni?"

 

"Asla." Derken itiraz doluydu sesim. "Çok yakışıyorlar sana. Ben de seviyorum hem." Yüzündeki gülümsemesi daha da büyürken belimdeki eliyle beni usulca yatırdı geri koltuğa.

 

"Düğün günü..." deyip derin bir nefes aldı. Dudaklarındaki gülümseme acı bir hale bürünmüştü. "Bir yemin etmiştim kendi kendime. Asla sakallı gezmeyeceğim diye. Bu da benim diyetim olacaktı. Ama sen bütün yeminlerimi bozdun, bütün iplerimi eline aldın. Şimdi sen seviyorsun ya bunları, sen dokundun ya bunlara öleceğimi bilsem kesmem artık."

(🔥 ben uyarımı yapayım efenim addffag)

 

"Baran..." diye fısıldadım ama fısıltım onun dudakları altında kaybolup gitti, onun nefeslerinde eridi.

 

Kalbimde kaynayan bir volkan vardı. Ve her gün daha da kuvvetleniyordu. Sebebi oydu. Bunu biliyordum. İşte bu yüzdendi belki de ona karşı olan bu kıskançlığım. Dalga geçiyordu falan ama beni anlasa iyi ederdi.

 

Çünkü o, benimdi...

 

Bana aitti...

 

Dudakları da bunun bilincindeymiş gibi sahiplenici bir şekilde baskı kurmuştu benim dudaklarımın üzerinde.

 

"Peri kızı..." dedi kesik kesik. Alnını alnıma yaslarken yanağımı okşuyordu usul usul. "Sen bana ne yapıyorsun böyle?" Güldüm sadece. Çünkü cevap verebilecek halde değildim. "Nasıl yapıyorsun bunu? Sen beni nasıl bambaşka bir adam yapıyorsun?"

 

"Baran..." diyebildim güç bela. Bir yandan da omuzlarına tutunmaya çalışıyordum.

 

"Aklımı," derken alt dudağımı sertçe öpmüştü. "Kül," derken geri çekilip beni de belimden kavramıştı. Sonra da hızlı bir hamleyle kucağına oturturken önüme düşen saçlarımı iteledi hızla. "Aklımı kül ediyorsun."

 

Kollarının arasında yanıp tutuşmama belki son bir belki de son birden daha az kalmıştı.

 

"Öyle bir ateş ki bu," diye fısıldarken hiç de yumuşak olmayan bir şekilde kavramıştı dudaklarımı. "Aklımı kül edip, bitiriyor beni her seferinde." Nefeslerim onun dudakları arasında buhar olup giderken tek yapabildiğim ona karşılık vermeye çalışmaktı.

 

"Baran..." derken dudaklarının izin verdiğince artık bedenimde baş gösteren o tatlı ama usul usul acı veren kasılmalarla kendimi zapt etmeye çalışıyordum. Zira bu çok zordu. Çok çok zordu. Bana bişiler oluyorduuuu!

 

"Kamer..." derken kazağımdan içeri süzülen eliyle kafam geri düşmüştü. Vallahi de billahi de yığılıverecektim şuracığa. Ee tabi düşmemek için de bir elimle omzunu sıkarken diğer elimle de ensesini kavramaya çalışıyordum. Hafif uzamış saçlarını çekiştirdim. Küçük bir inleme kaçtı dudaklarından.

 

"Baran..." diyebildim utangaç bir şekilde. Onun gözlerine bakmaya çalıştım. Hafif terleyen yüzünde içimi cayır cayır yakan bir gülümseme belirdi.

 

"Sen ne yapıyorsun bana böyle?"

 

"Bilmiyorum." Diyebildim güç bela. Asıl o bana ne yapıyordu böyle? Ah bir bilseydi! Ah bir bilseydi. Kazağımdan içeri soktuğu cayır cayır yanan eliyle belim kasılabildiği kadar kasılmıştı.

 

"Biliyor musun?" dedi ben bedenimde artık daha fazla baş göstermiş sızıyı baskılamaya çalışırken. Dudakları güç bir şekilde boynumu talan ediyordu bir yandan. Bedenini biraz daha bana bastırırken aldığım nefesler tıkanıvermişti boğazımda.

 

"Neyi?" diyebildim darmaduman bir sesle. Güldüğünü hissettim boynumdaki dudaklarının hareketinden. Artık resmen kıvranmaya başlamıştım kucağında. Eliyle göğsümün arasına düşen kolyeme uzandığında içimdeki soluk sesli bir şekilde kaçtı. Uzanıp kazağımdan açılan göğsümün üst kısmına ıslak dudaklarını değdirdi. İşte orada bedenimin alev alacağını hissettim. Belki de almıştım!

 

Allah'ım sana geliyorum!

 

"Hani kriz geçirmiştin burada hatırlıyor musun?"

 

Unutmam ne mümkündü. Öyle bir gün unutulabilir miydi Allah aşkına! 'Evet' der gibi hızlıca salladım başımı.

 

"O gün öyle zordu ki benim için. Ama günden sonraları daha zor geçti." Islak dudaklarıyla tekrar ve deminkinden daha güçlü bir öpücük bıraktı. "Üstünü değiştirmek öyle zor geldi. Ama o gördüklerimi unutmaya çalışmak hepsinden daha zordu." Koyu kahve harelerindeki o koyu yansımalarını çevirdi benim ela bakışlarıma. "Kamer..." dedi izin ister gibi. Hafifçe yutkunurken bakışlarım onun hareket eden adem elmasına kaydı. "Deli gibi arzuluyorum seni."

 

Eğer bedenimin alt kısımlarında zonklayan, bacaklarımı titreten ve her hücremi kor kor yakan şey buysa evet ben de tıpkı onun gibi hissediyordum. Ondan zerre farkım yoktu. Eriyip gidiverecektim!

 

Belimdeki elini çekerken parmaklarını pantolonumun düğmesine getirdi ve durdu. Alev alev yanan bakışlarını bakışlarıma sabitlerken hiç beklemeden pantolonumun düğmesini açtı. Güçsüz bir soluk kaçıp gidivermişti dudaklarımdan. Belki de ruhum parça parça ayrılıyordu bedenimden. Bilemiyorum. Kasıklarımdaki sızı artık bir zonklamaya dönüştüğünde parmaklarını usulca pantolonumdan içeri sokmuştu. Onun bu hamlesiyle omuzlarını tutmak yerine tırnaklarımı gömleğinin üzerinden batırıyordum tenine.

 

"Alev alev..." dedi alnını alnıma yasladığında. Terlemeye başlayan saçlarım onun üzerine dökülmüştü. Çamaşırımın üzerindeki parmağının varlığıyla nefeslerim kesilivermişti. "Yanıyorum, yanıyorsun..." Dudaklarımdan kesik kesik çıktı zorla içime çektiğim nefeslerim. İşaret parmağıyla iç çamaşırımın lastiğini çekiştirince daha da titredi bacaklarım. "Yine hazırsın bana." diye fısıldadı dudaklarıma doğru.

 

Hocam yandık kül olmamıza son biiiiiiirrrrrrrr!

 

Eh ben eriyip gidiyordum zaten. Kelimeleri de bu işi epey hızlandırıyordu. Aklım desen darmaduman, kendimi toparlayamıyordum. Bildiğiniz Allahu Tealaya emanettik bu saatten sonra!

 

"Baran..." dedim artık içimde tutamadığım, dilimi bile yakıp kül eden inlememle. Belim kendimden habersiz kıvrılırken tek istediğim tüm bedenimi uyuşturan, alt taraflardan taraflardan oluk oluk gelen o tatlı sızıyı bastırmaktı ama onun sertliğini tam da zonklayan noktamda hissetmek bu işi kolaylaştırmak yerine maşallah daha da çoğaltıyordu. Allah'ım yanıp tutuşuyorum ben! Hadin eyvallah!

 

Boştaki eliyle kazağımın eteğini çekiştirdi yukarı doğru. "Görmek istiyorum." Dedi arzu dolu bir sesle. "Bana uykularımı haram eden o görüntüyü görmek istiyorum." Eli usulca göbeğimden sütyenime doğru giderken aklım darmaduman oldu bile. Kalbimin gümbürtüsü kulaklarımı sağır edecek gibiydi. Kafamın içinde büyük bir gürültü vardı.

 

"Baran..." diyebildim yine elinin varlığıyla. Bir şangırtı koptu zihnimde. Ardı ardına çığlıklar. Tam kendimi koyuverecektim ama güç bela fark ettim bu şangırtının da çığlığın da zihnimde olmadığını. "Baran?" dedim kafamı kaldırmaya çalışıp. Tekrar bir şangırtı koptu. "Baran bir şeyler oluyor."

 

"Olsun..." diye umursamazca mırıldanırken boynumu öpmeye çalışıyordu. Tekrar bir gürültü koptu. Ardından bir çığlık.

 

"Baran dur." Dedim onu omuzlarından hafifçe itelerken.

 

"Duramam..." Beni çekip dudaklarımı öpmeye çalıştı ama tekrar ve deminkilerden daha büyük bir gürültü kopunca durmak zorunda kaldı. "O neydi?" dedi nefes nefese. Tekrar ve büyük bir bağırtı duyuldu. Sanki biri haykırıyor gibi.

 

"Biri bağırıyor..." dedim dışarıdan gelen sese kulak kesilirken.

 

'Yeter' diyordu dışarıdan duyulan ses. 'Nefret ediyorum' diye de haykırıyordu.

 

"Cihan..." diye fısıldadı Baran. Şaşkın bakışları bana döndü. "Cihan bu." Büyük ve bir şeyin parçalanma sesi duyulduğunda titreyen bacaklarımı çekip indim üzerinden.

 

"Bir şey oluyor Baran." Dedim korku dolu bir halde. Aslında anlam veremiyordum da. Onun da benden bir farkı yoktu. Sakallarına takılan saçlarımı geri çekerken kalktı yerinden. Pencereye doğru yürüdü. O esnada bir şangırtı daha koptu.

 

"Cihan?" derken bakışları iri iri açılmıştı. "Cihan!" dedi tekrar telaşla ve kapıya doğru koşar adım yürüdü.

 

"Ne oluyor Baran?" dedim güç bela koltuktan kalkıp.

 

"Cihan... Hiç iyi değil." Bir çığlık duyuldu. "Sen kal. Çıkma böyle." Başka bir şey demeden hızlıca çıktı kapıdan. Ama duramazdım. İçime dolan korku ve nefes nefese bir halde önce pantolonumun düğmesini geçirip üstümü düzelttim. Askıdaki hırkamı hızlıca üzerime geçirdikten sonra koşar adım ben de fırladım dışarı.

 

"NEFRET EDİYORUM HER ŞEYDEN!" diyordu tam çitlerin o taraftaki Cihan. Eline aldığı bahçe sandalyesini hızlıca müştemilatın pencerelerinden birine geçirivermişti. Sonra ellerini üzerindeki gömleği yırtarcasına yakalarına atıp çekiştirdi.

 

Delirmiş gibiydi.

 

Hıçkırıklarının arasından kelimeler zar zor seçiliyordu. Şaşkın bir halde ellerimi ağzıma kapatırken tekrar haykırdı "NEFRET EDİYORUM!" diye.

 

"Dur!" diye ona yanaşacak oldu abisi. Ama sertçe itti Cihan onu. Daha da bağırdı. Sanki gözünde bir perde vardı ve göremiyordu etrafını. "Dur dedim sana dur!" dedi tekrar Baran ama oralı olmadı Cihan. Deminkinden daha sert itti abisini. Belki de onun abisi olduğunu fark etmiyordu bile.

 

"Ahmet'i ara!" dedi Baran bana dönüp. "Hemen gelsin ara!" hızlıca kafamı sallayıp geri içeri koştum. Titreyen ellerimle demin koltukta bıraktığım telfonumu aldım. Ama bir türlü tuşlayamıyordum Ahmet'in numarasını.

 

"Ahmet!" diye bağırdım üçüncü çalışta kulağımdaki telefona. "Çabuk çiftliğe gel!"

 

"Neden?" demişti haklı olarak. "Elif ne oldu? Birine bir şey mi oldu?"

 

"Cihan... İyi değil... Çabuk gel." Tek diyebildiğim bu oldu. Karşıdan ne diyeceğini beklemeden geri dışarı koştum. Cihan kendini paralarcasına etrafı dağıtırken Baran'ı yaklaştırmıyordu bile yanına. Sinir krizi geçiriyordu.

 

"Allah'ım sen koru..." dedim ellerimi göğsüme bastırıp.

 

"BANA BAK!" diye bağırırken Cihan'ın arkasından nihayet tutmayı başarmıştı Baran. Kolundan sıkıca tutup kendine çekti. "BAK BANA CİHAN!"

 

"NEFRET EDİYORUM HER ŞEYDEN! HERKESTEN! REVA BANA BU! BEN HAK ETTİM Mİ BUNU!"

 

"Cihan!" dedi sertçe Baran ama kendi hıçkırıklarından, ağlamalarından duymuyordu Cihan onu.

 

"BEN HAK ETTİM Mİ GERÇEKTEN BUNU YAŞAMAYI! BENİM DUYGULARIMLA OYNADILAR! KİMSE SEVMİYOR BENİ KİMSE!"

 

"Cihan! Bana bak!" iki kolundan tutup zorla kendine çevirdi Baran onu. "BEN VARIM LAN!" dedi dolu dolu. Ama kızgın ve hızlı nefesler alıp veren Cihan bomboş baktı onun yüzüne. Muhtemelen görmüyordu da. "Cihan!"

 

"Abi..." derken zayıf bir hıçkırık kaçtı dudaklarından. Daha fazla dayanamamış olsa gerek kendini yere koyuverirken Baran hızla yakaladı onu. İkisi bir yere çökerken gözümden bir yaş kayıvermişti. "Abi..." diyebildi güç bela başı Baran'ın göğsüne düşerken.

 

"Cihan... Oğlum...Bak ben buradayım." Sımsıkı sardı kollarıyla onu. "Ben buradayım tamam mı? Ben buradayım." Başını onun omzuna gömen Cihan şimdi bir çocuk gibi, omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu.

 

"Nefret ediyorum..."

 

"Hişşş..." derken daha çok, sıkı sıkı sardı Baran onu.

 

"Abi..." dedi güçsüz bir şekilde.

 

"Kim yaptı bunu sana ha? Kim yaptı bunu? Kim bu hale getirdi seni?" Ama cevap veremedi Cihan. Onun kolları arasında kendinden geçti.

 

🔥

 

"Yeni serum takacak mısın?" Fısıltıyla sormuştu Baran. Bakışları ise koltukta baygın misali uyuyan Cihan'ın üzerindeydi. Akşamdan beri de bir dakika olsun çekmemişti gözlerini üzerinden.

 

"Bunun yeterli olacağını düşünüyorum. Zaten iğne epey rahatlattı onu."

 

"Ya uyanınca?" dedi tereddütle. "Tekrarlar mı?"

 

"Sanmıyorum. Ama yine gözetim altında tutarız. Bırakalım uyusun o." Ahmet elini Baran'ın koluna koyup çekmişti dışarı doğru ama pek istemiyor gibiydi Baran. El mecbur Ahmet'in yönlendirmesine uyup kapıyı tam kapatmadan çıktı.

 

"Ben bir şeyler hazırladım. Hiçbir şey yemediniz akşamdan beri. En azından bir lokma bir şey yiyin?" dedim usulca Baran'ın yanına varıp. Beni hafifçe kendine çekip şakağıma bir öpücük bıraktı.

 

"Olur." Dedi elini belimden çekmeden. Birlikte salondaki şöminenin önüne kurduğum kahvaltı sofrasına geçtik.

 

"Şirin'le mi kavga etmiş bunlar şimdi?" dedi kahverengi deri koltukta yanıma otururken. Bakışları Ahmet'teydi.

 

"Evet. Yüzüğü atmış bizimki."

 

"Bu hale gelecek kadar neyin kavgasını etmişler peki?" Sesi öfke tınılarıyla doluydu.

 

"Tam bilmiyorum ben de. Bizim hastaneden bir doktor arkadaş var. Şirinlerin sokakta oturuyor. Dün gece Cihan'ı yatırdıktan sonra o aradı beni. Epey şiddetli geçmiş kavgaları. Tüm mahalle duydu dedi."

 

"O derece?" dedi şaşkınlıkla kaşlarını kaldırırken.

 

"Siz şimdi belki kızacaksınız ama baştan belli değil miydi bir sonlarının olmadığı? Çok ani oldu her şey."

 

"Tamam olmadı. Olmadı da bu çocuğun bu hale gelmesi mi gerekiyordu?" Sinirle yüzünü sıvazladı. Ki sinirlenmekte haklıydı da. Cihan'ın o dünkü içler acısı halini kim görse sinirlenirdi. Derin bir nefes alırken bakışları masadaki Ahmet'in telefonuna kaydı.

 

"Gülsüm annem?" dedi tereddütle bir bana bir de Baran'a bakıp. Baran'ın 'aç' diye işaretinden sonra kulağına götürdü. "Yanımda. Şarjı bitmiştir anne." Karşıdaki sesi dinlerken hafifçe yüzü buruştu. "O da burada. Uyuyor şimdi. Tamam. Uyansın ben konuşturacağım sizi. Gelmene hiç gerek yok. Tamam biz geleceğiz konağa. Tamam."

 

"Ne diyor?" dedi tabağındaki peyniri parça pinçik ederken.

 

"Ayrılık haberi varmış konağa. Senin de akşamdan beri telefonu açmadığına kızıyor. Ben geleceğim oraya dedi. Cihan'ı görecekmiş. Öyle yüzük atmakla olur mu hiç dedi."

 

"Olur." Dedi geriden pürüzlü bir ses. Hepimizin bakışları Cihan'a dönerken Baran hızla ayaklanmıştı.

 

"Niye kalktın sen?"

 

"Hasta mıyım ben?" dedi kısık ve ters bir sesle.

 

"Değilsin tabi. Ama dinlenseydin biraz." Diye suyuna gitmeye çalıştı Baran.

 

"Gidelim konağa hadi."

 

"Abicim ne gerek var. Gerçekten dinlen biraz." Bu sefer de Ahmet suyuna gitmeye çalıştı.

 

"Saçma sapan beni ikna çabasına girmesin kimse. Gidip benden duysunlar yüzüğü attığımı."

 

"Tamam. Gideriz sonra." Dedi Ahmet tekrar. Ama oralı olmadı Cihan. Baran'a döndü. Yüzünün rengi duvar gibi beyaz, göz altları ise mordu. Hiç olmadığı kadar bitkin ve yorgun görünüyordu. Ve ben Cihan'ı tanıdığımdan beri ilk defa bu denli duygusuz, kararlı ve bitkin görüyordum.a "Arabanın anahtarını verir misin?"

 

"Biraz daha mı dinlensen?" diye araya girmek istedi Ahmet ama dinlemedi Cihan.

 

"Araba anahtarı?" dedi vurgulu vurgulu.

 

"Ben götüreceğim seni gel." Dedi koltuktan onun yanına dolaşıp.

 

"Abi." Biz kapıya doğru yürürken Cihan'ın sesiyle döndük geri. "İyi ki benim abimsin." Solgun dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu.

 

🔥

 

Soğuk havaya rağmen içimizi ısıtan bir güneş vardı dışarıda. Camdaki yağmur damlalarına vuruyor ve muazzam bir görüntü oluşturuyordu. Bakışlarım yol kenarlarındaki boş tezgahlardaydı. Bu yoldan en son geçerken bu tezgahların her biri renk renk üzüm doluydu.

 

"Rahmet abi kuzu çevirme yapıyormuş." Dedi Baran dikiz aynasından geri bir bakış atarken. Amacı yol boyunca sessiz duran Cihan'ı konuşturmaktı.

 

"İyi." Dedi Cihan da dümdüz duygusuz sesiyle. Belki de dinlememişti bile.

 

"Bakarsın Ayşe Hanım abla da sevdiğin tavuk dolmasından yapmıştır. Telefonda geliyoruz deyince havalara uçtu."

 

"İyi." Dedi yine Cihan. Bu hali Baran'ın yüzünü düşürürken hafifçe bana çevirdi bakışlarını. Ben de umutsuzca omuz silktim.

 

Az sonra çadırların kurulu olduğu yaylak alana doğru giriş yaptığımızda çocuklar sardı arabaların etrafını. Önde Salim'in kullandığı araba vardı ve içinde Ahmet ve Dilan vardı.

 

"Çocuklar yine sardı etrafımızı." Dedim camdan onlara bakmaya çalışırken.

 

"Gelin abla!" diye bağırıyordu yan taraftan koşan bir oğlan çocuğu.

 

"Baran abi!" diyordu diğer taraftan sarı saçlı bir kız.

 

Kalabalık çocukların arasından hepsiyle selamlaşa selamlaşa inmiş, Ruşa Bibi'nin olduğu çadıra doğru yürümeye başlamıştık. Buraya asıl geliş amacımız konaktaki o büyük curcunadan kaçmaktı. Baran'ın aklına ise derhal buraya, köye gelmek gelmişti. Bence de en iyisiydi. Cihan'ın biraz sorgu sualden uzak kalması gerekiyordu.

 

"Hoşgelmişsiniz." Dedi tüm güleryüzlülüğüyle Ayşe Hanım abla. Çadırın önünde büyük bir coşkuyla kucaklamıştı bizi. "Ne iyi ettiniz gelmekle. Annem çok sevindi Baran ağam telefon edince. Sizi misafir etmek bizi çok mutlu eyledi. Geçin buyurun. Annem içeride." Çadırın giriş örtüsünü açıp bize yol gösterdi.

 

Ruşa Bibi yine ileride, minderinin üzerinde ufak tefek bedeniyle oturuyordu. Hepimizden önce Dilan varıp öptü elini. Ruşa Bibi onu bırakmadan dizlerinin dibine oturttu ve dua mırıldandıktan sonra yüzüne sürdü ellerini.

 

"Koca kız oldun Dilan'ım." Dedi prüzlü aksanlı sesiyle.

 

"Köküne düşen büyüyor işte bibim. Sen nasılsın, iyisin inşallah?" Dilan onun hayatın izleriyle dolu olan ellerini kendi avuçları içine almıştı.

 

"Elhamdülillah." Diye mırıldandı Ruşa Bibi. "Yaşadığımız her an için şükür borcundayız Rabbime."

 

"Bak torunlar olarak buradayız. Eksiğiz ama onları da getiririz inşallah." Dilan tanıdığım en deli dolu kızdı ama Ruşa Bibi'nin eteklerinde yaşından epey olgun bir şekilde oturuyordu. "Bak Cihan abim de burada." Öyle deyince yanı başımızda dikilen Cihan yavaş yavaş vardı Ruşa Bibi'nin yanına.

 

"Öpeyim bibi." Dedi elini kendi eli içine alırken. Öptükten sonra geri çekilmek istedi ama bırakmadı Ruşa Bibi.

 

"Otur hele dizimin dibine." Dedi elini bırakmadan. Cihan da ikiletmeden oturdu. Kendi kendine bir şeyler mırıldandıktan sonra elini onun tam göğsünün ortasına koydu. "Paramparça etmişler buranı." Dedi. "Bin parçaya bölmüşler." Zar zor yutkundu Cihan. "Yerine düşmeyen gelin yerine yerine, boyuna düşmeyen esvap sürüne sürüne demiş büyüklerimiz. Senin de gönlün hak etmeyenlerin olduğu bir memlekette ziyan olmuş evlat. Ama toparlanman yakındır. Gönlünün gözü açılmış bu sayede."

 

"Ya acısı?" dedi titrek bir sesle Cihan. "Kırıklarını toparlarım ama ya acısını ne yaparım bibi?"

 

"Her zehirin bir panzehiri vardır oğlum. Her acının da dineceği bir gün vardır mutlaka. Şimdi şurana sığmayan bu acıyı gün gelecek hiç fark etmeyeceksin bile."

 

"Sanmıyorum." Dedi fısıltıyla. Ben de kuvvetlice Baran'ın elini sıkıyordum.

 

"Kurtulacaksın bu yüklerden. Dua et bol bol." Kafasını salladı hızlıca Cihan.

 

"İzninle." Derken dolan gözlerini hızlıca silip kalktı yerden. Kimseye bakmadan kendini çadırdan dışarı attı.

 

"Hele siz gelin." Dedi elini bize doğru kaldırıp. O öyle deyince birbirimizin elini bırakmadan onun önüne vardık. Önce Baran sonra da ben öptüm huzur kokan elini. "Oturun hele." İkimizin de ellerini bırakmadan oturttu önüne. Dilan büyük bir sırıtmayla bakıyordu yan taraftan bize.

 

"Baran..." diye girdi söze Ruşa Bibi. "Emanetine gözün gibi bakıyorsun."

 

"Bakıyorum bibi. Gözümden bile sakınıyorum hatta." Gülümsedi Ruşa Bibi.

 

"Rabbim hiç ayırmasın ellerinizi. Hiç bozmasın huzurunuzu." Fısıltıyla 'amin' derken buldum kendimi. Benim yerime ise Dilan sesli bir şekilde demişti.

 

Uzattı elini Ruşa Bibi onun göğsüne. Dinledi bir süre. "Erimiş buzların. Yanmışsın hatta." Utangaç bakışlarımı usulca yan tarafıma çevirdim. Onun bakışlarıyla kesişti bakışlarım. O benim aksime sıcacık, iç ısıtan bir gülümsemeyle bakıyordu bana.

 

Sonra elini uzatıp benim göğsüme koydu Ruşa Bibi. Belki de böyle görüyordu insanı. Yıllardır kapalı olan gözlerinin yerine parmaklarıyla hissediyordu. O elini göğsüme koyunca bir şeylerin ruhuma işlediğini hissediyordum.

 

"Yakmışsın bu oğlanı." Kafam utangaçça önüme düşerken dudaklarımı dişledim yavaşça. "Kül etmişsin hatta. Allah size sağlıklı huzurlu ömürler versin."

 

"Amin," diyen bu sefer Baran oldu. İkimiz de yavaşça yerimizden kalkacak olduk ama bırakmadı elimi Ruşa Bibi.

 

"Gelin kız kalsın." Öyle deyince kafa sallayıp çıktı dışarı Baran. Niyeti Cihan'ı yalnız bırakmamaktı.

 

"Alışmak zordur. Bilirim." Dedi elim elinin içindeyken. "Ölüm acısına dağlar bile dayanmamış sen nasıl dayandın be kızım?" Bakışlarım titrerken kafamı Dilan'a çevirmeye çalıştım. Belki de ondan güç almaya çalışıyordum. Bilmiyorum. "Küçücük yaşında öğrenmişsin sonra bir tane daha. Dirayetlesin. Hepimizden çok dirayetlisin. Şu kalbin o kadar güzel ki."

 

"Ben..." diyecek oldum ama kelimeler düğüm olmuştu boğazıma.

 

"Baran da en az senin kadar yaralı. Siz tamamladınız birbirinizi. Ruhlar ta ezelden aşinaymış birbirine. İnsan kaderinde üç şeyi değiştiremezmiş: doğumunu, ölümünü bir de eşini. Beden rahme düşmeden kazınırmış bu insanın kaderine. Siz de öyle kazınmışsınız. Rabbim çıkardı sizi birbirinizin karşısına. O düğüm eğledi ömürlerinizi birbirine."

 

İçli bir nefes almaya çalıştım. Boştaki elini üzerindeki el örgüsü yeleğin cebine attı güç bela. Zorla içinden bir şey çıkardıktan sonra avuç içime sıkıştırdı.

 

"Bu..." demeye çalıştım avcuma bırakılan şeyle.

 

"Bu bundan sonra sizin kök salacak ailenizin ilk hediyesi olsun benden. Çam sakızı çoban armağanı." Bakışlarım avuç içimde duran el örgüsü beyaz küçük patiklere kaydı. "Ben görürüm görmem, o kadar yaşar mıyım bilmem." Uzandı ve elini karnıma koydu. "Ama Baran'la güzel çocuklarınızın olacağına eminim. Bu soy, bu aşiret senin üstünden yürüyecek kızım. İzol soyadı ikinizin üzerinden devam edecek."

 

"Ben..." dedim tekrar. "Teşekkür ederim." Utangaçça fısıltı gibi çıkmıştı sesim.

 

"Çekinmeyesin. Gönlünüz bir, yuvanız bir, ömrünüz bir sizin. Bir bebek taçlandıracak sizi." Patiklere baktım usulca. Minicik beyaz patiklere.

 

Çadırdan dışarı çıkarken özenle koymuştum cebime. Aklım ise karmakarışık, yüreğim ise pır pırdı.

 

"Ben hala olmaya çok hazırım." Dedi koluma giren Dilan keyifle. "Bebek sallarım, mamasını hazırlarım. Hazırım yani. Altını alamayabilirim ama. Onu da Seyhan yapar."

 

"Dilan lütfen." Diye uyardım. "Bir duyan olacak. Susar mısın lütfen?"

 

"Ne var canım? Olmayacak mı? Ben hala olmayayım mı yani? Benim hakkım değil mi bu?"

 

"Dilan ya..." dedim sitemle. Yanaklarım alev alevdi valla. Cebimde varlığını hissettiğim patikler ise beni daha da zor duruma sokuyordu.

 

"Bence siz düşünün şu bebek işini. Böyle konağımızda paytak paytak yürüyen minik Baranlar minik Elifler olmasın mı? Ay belki kız olur halaya benzer!" coşkuyla ellerini birbirine çarpmıştı.

 

"Bak kimseye demeyeceksin bunu. Lütfen."

 

"Ay ben demem birine merak etme. Ama senin bunu abime demen lazım. Malum ikiniz yapacaksınız." Koluna bir çimdik atarken kahkahayla kaçmıştı ellerimden.

 

🔥

 

"Siz bu çadırda kalın ağam. Ben yatağınızı serdim." Dedi Ayşe Hanım abla. Amacımız Ahmet ve Cihan'ı bırakıp geri dönmekti ama yağmur bastırınca kalmak zorunda kalmıştık. "Ben giymeniz için bir şeyler de bıraktım içeri. Allah rahatlık versin."

 

Ayakkabılarımızı çadırın önünde çıkarıp usulca adım attık içeri. Ortada büyük bir soba, yan tarafta büyük bir yer yatağı seriliydi. El dokuma kilimler özenle serilmişti yerlere. Hayran hayran süzdüm içeriyi.

 

"Çok güzel." Diye mırıldandım içeriye bakarken.

 

"Öyledir. El işçliği olunca daha da bir güzel oluyor."

 

"Neden çadırlarda kalıyorlar? Evleri yok mu?" Aklımı meşgul ediyordu bu soru.

 

"Var elbette. Ama Ruşa Bibi böyle istiyor. Eskiden beri süregelen bir alışkanlık belki de. Bu toprakların her karışında izi var. Bırakıp gidemiyor belli ki. Hal böyle olunca da çocukları da ayrılmıyor yanından. Hem köylü de alıştı bu duruma. Sabah işlerindeler akşam Ruşa Bibi'nin çadırında. Herkes pek seviyor onun hikayelerini."

 

"Yaa... Dinlemek isterdim aslında ondan bir şeyler." Dedim. Keşke bana da anlatsaydı hikayeler.

 

"Ee geliriz ara ara. Zaten o da gelinini çok sevdi." Güldüm öyle deyince. Elimle cebimdeki patikleri yoklayıp güldüm. Küçük adımlarla ilerleyip yatağın üzerine giyememiz için bırakılan geceliği aldım elime ama gülmemek için zor tutuyordum kendimi. "Ne oldu?" dedi o da arkamdan gelirken.

 

"Bak." Dedim elimdeki geceliği ona doğru tutup. Uzun çiçekli bir babaanne pijamasıydı benim için konan. O komik değildi de Ayşe Hanım ablanın Baran için ayırdığına atıyordum kahkahayı. Ben güldükçe yüzü düştü. "Çok yakışacak sana." Dedim kahkahalarımın arasından.

 

"Gülme." Dedi ters ters. Ama bulmuştum bir kere eğlenceyi. Gülmeden bırakır mıydım hiç.

 

"Ne var canım Avrupa Yakası Gaffur olacaksın işte. Fena mı?" yeşil kalın çizgili pijamalara baktım gülerek.

 

"Giymem. Bakma öyle. Sen güldün hiç giymem."

 

"Lütfen giy." Dedim yalvarır gibi. Ama kati süratle geri çekilip üzerindeki kazağı çıkardı bir hamlede.

 

"Hiçbir kuvvet onu bana giydiremez." Sonra da pantolonunu çıkarmak için kemerine uzandı. Tabi ben de hızla döndüm arkamı. "Bakalım sen giyecek misin o babaanne pijamasını?"

 

"Ne var giyerim ki." Dedim ona bakmamaya çalışıp. Kemerinin sesinden çıkardığını anlamıştım.

 

"E hadi giy o zaman." Hafifçe omzumun üzerinden ona bakmaya çalıştım. Yatağın içine girmişti bile.

 

"Ya da ben böyle de uyurum ya." Dedim pijamayı dikkatle kenara bırakıp.

 

"Rahat edemezsin bak." Dedi yaramaz bir ses tonuyla.

 

"Ederim ederim." Dedim hızlı hızlı.

 

"Gel uyu o zaman." Dedi yorganın kenarını hafifçe kaldırırken. Saçlarımı geri iteleyip pıtı pıtı yürüdüm yatağa. Ben yerleştikten sonra da yan tarafta yanan gaz lambasını kapattı. Beni göğsüne çekip bir kolunu sıkıca sardı.

 

"Sence Cihan iyi olacak mı?"

 

"Olacak. Olmak zorunda." Dedi başımın üzerine bir öpücük bırakıp.

 

"Peki ne zaman?"

 

"Bilmiyorum. Ama kısa süreceğini de sanmıyorum."

 

"Hiç iyi olmadı bu." Dedim sıkıntılı bir nefes alıp.

 

"Bence iyi oldu."

 

"İyi mi oldu?" kafamı hafifçe kaldırıp yüzünü görmeye çalıştım. "Acı çekiyor çocuk." Bunun neresi iyi olabilirdi pardon?

 

"Defalarca acı çekmesinden iyidir. Bir kere çeker ve biter. O imzayı attıktan sonra ne olacaktı biliyor musun? Her Allah'ın günü acı çekecekti."

 

"Nasıl yani?" dedim şaşkınca.

 

"Demin konuştuk biraz. Anlattı. Şirin baştan beri sevmiyormuş bunu. Sırf soyadını alayım, aşirete gelin olayım diye uğraşıyormuş. E bizimki de meyilliydi zaten buna. Kullanmış anlayacağın bunun pamuk şeker hallerini. Ağzına geleni demiş. Yani baştan olmaması en iyisi oldu. Eğer Cihan bunu fark edemeden evlenmiş olsalardı o zaman her gün acı çekerdi."

 

"İnanamıyorum." Diye mırıldandım şaşkın bir şekilde. "Çok günah. Birinin duygularıyla oynaması."

 

"Eh buna da hırs diyorlar işte. Ama iyi olur. Eskisinden daha da iyi olur. Ders oldu bu ona. Acı bir ders oldu ama öğrendi en azından."

 

Acımasızlıktı bana kalırsa bu. Hem de büyük bir acımasızlık. Bir kalple, bir duyguyla oynamak bence çok büyük de günahtı. Cihan toz kondurmuyordu asla Şirin'e. Defalarca şahit olmuştuk hepimiz. Mutlu olsun, mutlu olalım diye kendinden geçiyordu. Sıkıntıyla oflarken kafamı geri onun göğsüne yasladım.

 

"Nefret ediyor ondan." Diye mırıldandım.

 

"Şimdilik belki. Ama nefret etmediği günler de gelecek. Hissizleşeceği. Nefret çok güçlü bir duydu şu an onun için." Haklıydı. Şu an canının acısıyla her duyguyu derin yaşıyordu Cihan.

 

Cebimdeki patiklerin varlığını hatırlayınca hafifçe dudaklarımı dişledim. Kalbim yine o bilindik uçma hissiyle dolarken bir şeyler demek için dudaklarımı araladım ama yapamadım. Cesaret edemedim.

 

Heyecan da bana kalırsa çok güçlü bir duyguydu. Bir kere insana düşünme yetisini kaybettiriyor, halden hale sokuyordu.

 

Tıpkı şimdi benim düşünme yetimi kaybettirdiği, halden hale soktuğu gibi. Durup durup derince soluklanmama da neden oluyordu.

 

"Sen bir şey mi diyeceksin?" heyecanımla büyük bir savaş halindeyken dalıp gittiğim noktadan beni çıkaran onun sıcak, yatıştırıcı nefesiyle birlikte çarpan sesi olmuştu. Saçlarımın ucuyla oynuyordu. Parmaklarıyla omuzlarıma dokunuyordu. Bir kolu da beni sıkı sıkı sarmış, başımı göğsüne yatırmıştı.

 

"Yooo..." demiştim ama sesimdeki heyecanlı tınıya bakılacak olursa bunun 'evet evet' diye heyecanlı bir çırpınma olduğunu anlamak saniyeler sürerdi.

 

Anlamıştı da zaten. "Kıvranıp duruyorsun kaç dakikadır. Neymiş bu içini kemiren şey?" önüme düşen bir tutam saçımı usulca kulağımın ardına sıkıştırırken kafamı göğsünden kaldırıp bakmıştım yüzüne doğru. Koyu kahve harelerinde meraklı pırıltılar, dudaklarında ise iç ısıtan bir tebessüm vardı. Zorla yutkunurken ben de gülümsemeye çalıştım. Kalbim gümbürtüsünü daha da arttırmıştı.

 

"Senin neden yanakların da kızardı?" dedi gülerek. İşaret parmağının tersiyle yanağımı okşadı usul usul.

 

"Baran." Dedim soluklanır gibi. Sonra elimi cebime atıp o yumuşaklığı hissettim. Varlığının orada olduğunu bilmek bile bana ekstra bir heyecan katarken parmaklarımın arasına alıp yavaş ve çekingen bir şekilde çıkardım. "Şey..."

 

Bakışlarını yavaşça benim heyecanlı bakışlarımdan çekerken parmaklarımın arasında tuttuğum şeye çevirdi. Gülümsemesi büyüdü.

 

"Baran..." dedim yine içimden dolup taşan bir heyecanla. Bayılabilirdim.

 

"Bunlar..." diye mırıldanırken elime uzattı kendi elini. "Bu patikler..." kendi parmakları arasına aldı beyaz patikleri. "Elif..." Bakışları bana döndü.

 

Umudun rengi bembeyaz küçücük patikler...

 

"Bunları bana Ruşa Bibi hediye etti bugün." Dedim kupkuru olan ağzımla. Yüzüne bakamıyordum. "Sen çadırdan gittikten sonra. O verdi."

 

"Ee..." dedi güldüğünü hissettiğim sesiyle.

 

"Ne yapacağımı bilemedim de." Dedim yine zorla yutkunup. "İşte." Omuzlarımı silktim hafifçe. Elimdeki patiğin bir eşini aldı kendi eline. Evirdi çevirdi. Sonra okşadı usul usul.

 

"Peki sen ne düşünüyorsun? Daha doğrusu ne düşünüyorsun?" usul usul okşadı çenemi.

 

"Bilmiyorum." Omuz silktim hafifçe. Belki de onun diyeceği beni bu denli çekindiriyordu. Hazır mıydım böyle bir şeye onu da bilmiyordum. Nasıl hazır olunurdu onu da bilmiyordum ya. "Peki sen?" dedim çekingen çekingen.

 

"Ben seninle her şeye hazırım peri kızı." Dedi şiir gibi. "Sen ne zaman hazır olursan ben o an hazır olurum."

 

"Baran..." dedim dolan gözlerimle.

 

"İki kişilik ailemizde mucizelere de yer açarız beraber." Alnını alnıma yasladı. "Bize ait, bizden parçalarla genişletiriz bu aileyi. Ama sen ne zaman istersen. Ne zaman hazır hissedersen."

 

"Teşekkür ederim." Diye fısıldadım kollarımı boynuna dolarken. Yaş gerilen bakışlarım parmaklarımın arasındaki patiklerdeydi. "Teşekkür ederim sevgilim."

 

"Beş tane mucizemiz olur belki. Beş yetmez hatta on."

 

"Ya Baran!" dedim ağlamaklı gülmeli bir halde. Hafifçe vurdum omuzlarına.

 

"İyi ki peri kızım. İyi ki sen..."

 

🔥

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Sizce ne olacak bir sonraki bölümde?

 

'Oh be nihayet' dediğinizi duyar gibiyim. Canım Cihan'ım diyenlerinizi duyuyorum asdfgghj

 

Ben de bir oh diyor ve yeni bölüm tahminlerini buraya alıyorum.

 

 

 

 

Gelelim karakter düşünceleri ve onlara sorularımıza;

 

Elif?

 

Baran?

 

Cihan?

 

Leyla?

 

Salim?

 

Bircan?

 

Ahmet?

 

Şilan?

 

Berfin?

 

Kemal?

 

Sayamadıklarımı da diğer bölümde yazalım okkey mi guzularım

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%