Yeni Üyelik
22.
Bölüm

Avucumdaki Yaralar

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz?

 

Nasılsınız iyi misiniz?

 

Diyeceklerim bölüm sonunda uğrayın mutlaka, ama yıldıza dokunmayı da ihmal etmeyin. sizi seviyorum

 

 

 

 

 

 

 

 

🎶Berk Baysal- Yaralarını Ben Sarayım

 

 

 

 

 

 

 

 

 

🔥

 

 

 

'AVCUMDAKİ YARALAR'

 

 


🔥


'Kamer nefes al lütfen!' Babamın sesi zihnimde yankılanırken boğazımdaki o kocaman yumruya ulaşmaya çalışıyordu ellerim.


'Sakin ol tamam mı babacığım. Ben senin yanındayım. Nefes almaya çalış haydi.' Küçükken astım krizim ne zaman tutsa en sakin haliyle dururdu yanımda babam.


'İçinden ona kadar say hadi' derdi sakince karşımda. 'Nasıl öğrendiğini hatırla. Sen okula gitmeden yüze kadar saymayı öğrendin bak. Korkma.' Okula başlamadan okula gitmesi hevesi olurdu her çocukta. Kalem tutmak, resim yapmak, sayıları, harfleri öğrenmek...


Ben biraz talihsiz bir şekilde öğrenmiştim sayıları. Astım krizimde dikkatimi başka yöne çekebilmek için babam öğretmişti bana saymayı.


'Nefes al... 1...Nefes ver...2...'


Nefeslerimi sayarken öğrenmiştim her birini. Önceleri ona kadar bildiğim sayılar yeterdi ama sonra sayılar katlanarak büyümüştü. Nefes alamayan biri için bir saniye bile ne kadar önemliyken ben büyük büyük sayıları saymaya çalışıyordum.


Şimdi ise hiçbir sayı yetmiyordu nefeslerime.


'Sakin ol korkma. Sakın korkma. Sen o kadar güçlü bir kızsın ki...' Annem ben krize girdiğimde panikler, ağlar, ne yapacağını bilemezdi. Eli ayağı birbirine dolanır ve benden daha çok sakinleşmeye ihtiyacı olurdu. Ama babam beni kaptığı gibi kolları arasına alır, nasıl sakinleşmem gerektiğini, bunun geçici bir şey olduğunu, ilacımın işe yarayacağını tane tane anlatırdı.


Belki babam olsa yine hemencecik geçerdi.


"Sakin ol. Nefes al!" diyordu bu sefer beni kolları arasında tutan beden. Dudaklarıma dayanan ilacımla ciğerlerime iki fıs hava gitmiş ama bana yetmemişti. "Bana bak! Nefes al!"


Bulanık görüntüm sallanırken dudaklarımdan sadece zorla çıkan bir hırıltı oluyordu. Bedenimdeki tüm derman aniden çekilmiş ve ben kendimi bomboş hissetmeye başlamıştım.


"Baran doktora götürelim!" diyordu geriden bir ses. Uğultuları yarıp güçlü bir şekilde ulaşmıştı kulağıma.


"ÇIK DIŞARI MARAN! KAPAT KAPIYI!" Debelenmeye başlamıştım artık. Nefes alamadıkça bedenimdeki tüm var olan oksijen de acı verircesine çıkmaya başlamıştı.


"Ama Baran-"


"KAPAT DEDİM SANA!" Bedenim acıyla kasılırken yumruk yaptığım bir elimi onun göğsüne vurmaya başlamıştım. Bedenimin her bir zerresi acı çekiyordu. "Ahmet nerede kaldı abla!"


"Aradım yoldaymış!" Tüm bedenimde artık kontrol edemediğim bir titreme peydah olurken ilacın işe yaramayacağını da anlamıştım. Bu diğerlerinden farklı bir krizdi. En son babam öldüğünde böyle olmuş, dakikalarca taş avluda kıvranmıştım yerde. Bedenim hiç çekmediği kadar acı çekiyor ve ben bunu engelleyemiyordum.


"Bana bak!" Yanağıma koyduğu eli beni hafifçe sarsarken boğazımdan güçlü bir hırıltı daha kaçmıştı. Terliyordum. Ecel terleri döküyordum. Sonra dudaklarıma tekrar ilacım temas etmiş ve ciğerlerime sıkılan iki fıs önce derin bir nefes almamı sağlamış sonra da epey güçlü bir şekilde öksürtmüştü beni. Bedenimdeki titreme azalırken ciğerlerim aldığı nefeslerle nihayet kendine gelmeye de başlamıştı.


"Geçti sanırım." demişti zihnimdeki uğultuların arasından Bircan abla. Bedenim yumuşak bir yere temas ederken üzerime bir şeyin örtüldüğünü hissediyordum. "Neden oldu bu?" sesinde endişeli bir ton vardı.


"Astım krizi." dedi diğer ses. "Sen çık dışarı abla. Kimse girmesin içeri."


"Ama Baran..."


"Abla. Kimse girmeyecek buraya." Sesler yavaş yavaş bir karanlığa karışırken o karanlık göz kapaklarıma iyice yayılmış ve ben halsizliğin verdiği şeyle kendimden geçivermiştim.


Babam vardı rüyamda. Yüzünü göremiyordum ama varlığını hissedebiliyordum. Sakinleşmem için beklediğini, çok korktuğunu biliyordum. Ama bunun bir rüya olduğunun da bilincindeydim ve daha çok üzülüyordum.


'Nefes al Kamer...' diyordu. Yüzünü görmüyordum ama sesini duyuyordum. Bir süre sonra sesi de kaybolmuştu kendi gibi. Zaten rüyalarımdaki sesi gittikçe değişiyordu artık. Unutuyordum. Sesini, kokusunu, yüzünü istemesem de yavaş yavaş unutuyordum. Hayatımda kalmalarına engel olamamıştım.


Elimi güç bela boğazıma atarken nefes borumdaki o garip yanmanın verdiği hissiyatla da öksürmüştüm bir iki kez. Ağzımı açıp derin bir nefesi içime çekerken ellerimi yattığım yere bastırıp doğrulmaya çabaladım. Hatta kendimi nefes almaya daha da zorladım.


Nefes alabiliyordum.


Boğazımdaki güçlü baskı gitmiş, ciğerlerimdeki o acı hissiyat bitmiş ve bedenim nihayet rahatlamıştı.


Derin derin solurken içinde olduğum odanın kapısının açılmasıyla zihnim yine korkunun o leş kokan ellerine teslim olacağını hissedip beni tedirgin etmiş, ben de can havliyle elimi üzerimdeki ince örtüye atıp bedenimi yattığım yerde duvara doğru kaydırıp dizlerimi karnıma çekmiştim. Tek istediğim kendimi koruma altına almaktı. Birinin bana dokunacak olmasından müthiş korku duyuyordum şu an.


Gözlerimi sımsıkı kaparken dudaklarımı da sertçe birbirine bastırdım.


"Benim..." dedi tok bir ses. "Korkma..." Göz kapaklarımı hafifçe aralarken o elindeki tepsiyle içeri girmiş ve kapıyı ardından kilitlemişti. "Yemek getirdim sana."


Bedenim 'korkulacak bir şey yok' diye aldığı sinyalle eş zamanlı olarak gevşerken gözlerimi tamamen açmıştım. Nedenini bilmediğim bir şekilde korkum azalırken mırıldandım yavaşça. "Korkmuyorum..."


Elindeki tepsiyi yattığım yatakta yanıma bıraktı. Bir kase şehriye çorbası, biraz turşu ve iki dilim ekmekte dolaştı bakışlarım. aç mıydım değil miydim anlayabilecek halde değildim. Zaten yiyecek dermanım da yoktu.


Bakışlarımı karşıdaki boş duvara çevirdim. O da gelip yatağın diğer ucuna oturdu bir şey demeden.


Boşlukta gibiydim. Üzerimdekilerin ağırlığına rağmen büyük, büsbüyük bir boşluktaydım. Zihnim kara bir dehlizin içinde çıkış yolu arıyordu.


"Yapma..." Sesi olduğum boşluktan beni çekip çıkarmıştı. Fark etmemiştim ama avcumun içindeki yaraların kabuklarını soyuyordum. O elimi hafifçe çekmese ve 'yapma' demese sanırım onları soyduğumun farkına da varmazdım.


"Bunlar ne zaman oldu?" dedi bana bakmadan.


"Bilmem..." dedim mırıldanır gibi. Bakışlarım o sorunca avuç içlerime çevrildi. Belki de yıllardır benimleydi bu yaralar... Yaralarım... Abim öldükten sonra tırnaklarımın kenarlarındaki etleri çekiştirmemle başlamışlardı. Ne zaman korksam, endişelensem ya da bir şeylere kızsam istemsizce yapmaya başlamıştım onları. Yani uzun zamandır benimleydiler.


İnsanlar ruhumda bilerek yaralar açıyorlardı ama ben bilmeden kanatıyordum ellerimi.


Tekrar avcumun içindeki bir deriyi kaldıracakken çekti elimi.


"Yapma. Neden yapıyorsun bunları?" Elimi çekip saklamak istemiştim ama yumuşak biçimde tuttuğu bileğimi bırakmamıştı. Bakışlarımı bileğimdeki elinden çekip yüzüne kaldırdım yavaşça. Göz pınarlarımda kurumamış yaşlarım duruyordu hâlâ. Ne yapmaya çalıştığını anlamak istiyordu bakışlarım.


"Neden umursuyorsun? Neden kurtarıyorsun beni her seferinde?" Bakışları ağır ağır çevrildi yüzüme. kaşları hafifçe çatıldı. Bu onun normal haliydi bana kalırsa. Çünkü çok nadir çatmıyordu kaşlarını.


"Sen mücadele etmek nedir bilir misin?" dedi buz gibi sesiyle. Sanırım hayatımda hiç mücadele etmediğimi falan sanıyordu. Neler için mücadele ettiğimi bilse sanırım şaşkınlıktan da bir hal olurdu.


Benim hayatım hep bir şeylerin mücadelesiyle geçmişti. Çocukluğum abimin acısıyla mücadele ederek, ona verdiğim sözü tutmak için çabalarken şimdiki yaşlarım ise beni bambaşka mücadelelerinin ortasında bırakıvermişti. Yani ben hayatımın her anında yeni yeni baş gösteren şeylerle mücadele etmek zorunda kalmıştım hem de diğerlerinin hiçbirini halledemeden. O yüzden de mücadeleyi benden daha iyi bilen biri olamazdı herhalde.


"Peki sen mücadele etmekten yorulmak ne demek bilir misin?" dedim zar zor çıkan sesimle. Boğazımdaki tahriş yeni yeni belli ediyordu kendini. Bakışlarını bir anlığına bana çevirdi bir şey diyecek gibi. Sanırım sonra vazgeçti ki oturduğu yerden kalkmaya yeltendi.


"Gitme..." dedim alelacele. Kelime ağzımdan korkuyla fırlarken aslında yalnız kalmanın da korkumu tetiklediğini fark ettim o an. Tekrar bana dönerken çatık kaşlarının altından bakıyordu. "Yalnız kalmak istemiyorum. Birinin gelmesinden çekiniyorum." Kafasını hafifçe sallarken geri oturmuştu kalktığı yere. 'Bu odaya kimse girmeyecek' demişti. En azından o buradayken kimse girmezdi. Ben de tepsideki suya uzanıp küçük yudumlar aldım bardaktan.


"Yemeğini ye." dedi bana bakmadan. Ama yiyecek ne halim ne de isteğim vardı.


"İstemiyorum..." diyebildim elimdeki yarısını anca içebildiğim bardağı geri tepsiye bırakırken. Su içmeye dermanım bile yoktu. Ağzımda müthiş acı bir tat, boğazımda yanmayla karışık bir acı ve bedenimde büyük bir boşluk vardı.


"Ahmet bir baksın. Ben onu çağırayım."


"Hayır." dedim yine aceleyle onu durdurup. "İstemiyorum..."


"Emin misin?" Kafamı hafifçe sallayarak onayladım onu. Şu an birine olanları anlatmak ya da birinin bunun neden olduğunu sorması en son istediğim şeylerden biriydi. Zaten kulaklarımdaki o acı çınlama yeni durabilmişti.


"Gitmek istiyorum..." diye mırıldandım.


🔥


Araba toprak yolda geldiğinden daha yavaş bir hızda ilerlerken kafamı cama yaslamış öylece dışarıyı izliyordum. Dizlerimin üzerinde duran telefona ardı arkasınca mesaj geliyordu. Leyla'dandı. Apar topar köyden ayrılmama ve hiçbir şey dememe meraklanmıştı. Nasıl korktuğunu yazmıştı satırlarca ve yazmaya devam ediyordu. Bir de çok sinirliydi. Son mesajlarındaki kelimeler sinirini alenen belli eden kelimelerdi.


Bir Leyla bir de Şilan ardı arakasınca yazarken telefonun ekranını ters çevirdim. Bakışlarımı hafifçe yola kaldırdım. İkindiyi geçmişti vakit. Güneş karşı tepelerde kızıllıklar oluşturmuştu batmaya yakın. Camı biraz indirip esen rüzgara karşı kapattım gözlerimi. Sonbaharın kendine has, kendi notalarında kokuları vardı.


"Durur musun?" dedim kafamı camdan biraz daha çıkarırken. Bakışlarımın odağında tepeye tırmanan yol vardı. "Dur!"


"Nefes mi alamıyorsun?" Araba hızını azaltıp aniden durduğunda bir şey demeden acele hareketlerle çıktım dışarı. Rüzgar bağından kaçmış saç tutamlarımı gözümün önüne geriyordu. Elimle hızlıca saçlarımı iteleyip yoldan toprak araziye doğru attım adımlarımı.


Burası gölete çıkan yolun altıydı. Fırsat buldukça kendimi buraya attığım, ne zaman bir şeye kızsam, sinirlensem ya da üzülsem geldiğim yer. Yalnız kalmaya en ihtiyacım olan zamanlarımı geçirdiğim yer. Abimin bana emanet ettiği bilekliği kaybettiğim yer...


Bakışlarım ister istemez yerde gezerken göletin oraya doğru atmaya başladım hızlı adımlarımı. O günden sonra buraya gelme fırsatı bulamamış, bilekliği bulması için Şilan ve Azad'ı göndermiştim. O zifiri karanlık gecede yıllardır bileğimden bir saniye bile çıkarmadığım emanet buhar olup gidivermişti. Ama artık nerede ve kimde olduğunu biliyordum. Geriye sadece almak kalmıştı.


"Ne arıyorsun?" dedi geriden gelen ses. Bir şey aramıyordum. Sadece uzun zamandır ayak basmadığım bu yerde nefes almak istiyordum hepsi bu.


"Hiç..." dedim ona doğru bakmadan hafifçe omuz silkip. Rüzgar hızını arttırmış, kızıllığı tepelerde kalan güneş kara bulutların arkasında kalmıştı. Yağmur yağacaktı.


"Hadi!" dedi sesini bana duyurmak için yüksek bir tonda. Oralı olmadan gölete doğru yürümeye devam ederken rüzgar daha da hırslanmıştı. Bir şimşek çaktı o an. Hemen ardından gök gürledi. Bilekliğimi kaybettiğim geceki gibi oluvermişti bir anda hava. O serinlikte ama bu sefer daha aydınlıktı.


"Niye geldin buraya?" O da gelmişti peşimden.


"Bilmiyorum..." diyebildim aldırmayıp kuru zeytine doğru yürürken.


"Nereden biliyorsun burayı?" Etrafına bakınıyordu.


"Bilmiyorum..." dedim yalan söyleyip. Küçüklüğümden beri en iyi bildiğim yerdi hatta. Çok küçükken abimle gelir saatlerce uçurtma uçurduğumuz olurdu. O gittikten sonra da tek başıma herkesten gizli geldiğim ve kafa dinlediğim bir yer haline gelmişti. Burası bana özeldi. "Sen nereden biliyorsun?" dedim kaşlarımı çatıp. Burayı her insan bilmezdi. Tam o sırada sağ yanağıma soğuk bir yağmur damlası düşüverdi.


"Nerden bileceğim?" dedi ters bir şekilde arkasını dönüp. "Dağ başında ne işimiz var Allah aşkına? Yağmur da yağacak..." Sadece bir dağ başı değildi burası benim için. Kendimi dinlediğim, herkesten kaçıp saklandığım ve herkesten sakladığım bir yerdi. Kendi kendine söylene söylene arabaya dönerken biraz daha bakındım etrafa.


"Hadi!" dedi bu sefer. Arabanın yanına varmıştı. Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim.


"Abi..." dedim mırıltıyla. "Bilekliğimi geri alacağım..."


🔥


"Rengin bile düzelmemiş daha." Leyla'nın sıcak eli yanağımda dolaşırken derin bir nefes alıp elini indirdim.


"İyiyim Leyla." Dedim ısrarla. Ama o da kendi ısrarıyla 'iyi olmadığımı' söylemeye devam ediyordu.


"Nasıl iyisin kuzucuğum? Şu haline bak."


"Leyla haklı." Dedi bu sefer de Şilan. Onu gazlamasa olmayacaktı. "Hiç bakma öyle Elif." Dedi kendine kötü kötü bakmama. "Hiç böyle olmamıştın. Nasıl korktuk dün biz biliyor musun? Aklımız çıktı sen öyle çığlık çığlığa yığılınca."


"İyiyim abartmayın olur mu?" dedim ikisinin de dizine hafifçe vurup.


"Hı hı çok iyisin." dedi Leyla. "Bildiğin travma bu yaşadığın. Sen kendin farkında değilsin ama dün öyle basit bir şey değildi senin yaşadığın. O olaydan sonra sen sadece yaranın iyileştiğini sanıyorsan yanılıyorsun. Fark etmiyorsun ama bu konuda çok hassaslaşmışsın." Haklıydı. Tutup ona 'yok öyle olur mu' diyemezdim. Kabul etmek istemediğim bir şeydi ama Leyla'nın dediği gibi fark edemeyeceğim kadar hassaslaşmıştım bu konuda.


"Seninle beraber büyüdüm, kaç kere yanımda astım krizin tuttu ama bu daha fazlaydı Elif. Hem öncesindeki o korkun." Şilan'ın iri gözleri endişeyle titriyordu.


"Dilan şu telefonunu alır mısın artık!" Dilan önde Seyhan arkada mutfağa girdiklerinde susmaları için işaret ettim benimkilere.


"Hayır!" Tam karşımdaki sandalyeyi bir hışım çeken Dilan hızlı bir şekilde sandalyeye çökerken kollarını göğsünde bağlamıştı.


"Durmadan arıyor. Aç şunu bir şey de!"


"Açmam!" Omzunu büyük bir hırsla silkti Dilan.


"Ne tutuşturdun o zaman benim elime ya al şunu!" Sertçe elindeki telefonu masaya bırakan Seyhan da geçip yanıma oturmuştu. Biz de şaşkın bakışlarla acaba neyi bölüşemiyorlar diye bakarken bakışlarım masanın üzerinde duran telefona çevrildi. 'Şirret arıyor' yazıyordu ekranda.


"Şirret mi?" dedi benden önce Leyla. Merakla eğilmişti telefonun üzerine. "Ne kadar orijinal bir isim." Küçük de bir kahkaha atmıştı.


"Kim bu Şirret?" dedim gülerek.


"Kim olacak yenge?" diye atıldı Dilan. Sesinde 'nasıl bilmezsin' der gibi bir ton vardı. "Bu şehirde kaç tane Şirret var Allah aşkına Şirin'den başka." Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken gülmemek için dudaklarımı sertçe bastırıyordum birbirine. Onun Şirin'den haz etmeyişi nefret boyutundaydı ve asla saklamıyordu.


"Tamam..." Bu sefer de diğer yanımdaki sandalye çekilirken ha ağladı ha ağlayacak bir şekilde oturuvermişti Bircan abla. Kulağındaki telefonu indirip masaya bıraktığında sesli bir soluk vermişti.


"Abla?" dedim elimi dizine koyarken. Yüzünün rengi atmıştı. "İyi misin? Bir şey mi oldu?"


"Yok olmadı da..." uzun kirpikleri titriyordu. Sesi de çatallanmıştı.


"Abla çatlatmasana insanı." diye atıldı Dilan. "Bir şey olmuş ne bu halin!"


"Murat... Gelemiyormuş...Yarın gelecekti. İşi çıktığından İzmir'e gidecekmiş."


"Ya..." dedim alçalan sesimle. "İşi bitince gelir niye üzüldün ki?"


"İşi bitince gelir ama bu sefer epey uzun kalması gerekiyormuş. Fuar için hazırlıklar toplantılar derken gelemem dedi. Zaten işi yüzünden görüşemiyoruz hiç görüşemez olduk. Evlenmeden önce daha çok görüşüyorduk."


"Evlilik yaş desenize." Gülüp ablasının bu hallerini dağıtmaya çalıştı Dilan. "Vallahi ben evlenmeyeceğim."


"Oh oh muhabbetiniz bol olsun hanımlar." Cihan mutfak kapısında belirivermişti bir anda. "Bütün hanımlar toplanmış" dedi gülerek. "Ne yapıyorsunuz burada gün falan mı? Ee hani kısırınız böreğiniz?"


"Börek istiyorsan Berfin'e git." Gözlerini devirmişti Dilan. "Malum ondan başka bu evde börek yapan yok."


"Sahi o nerede?" dedi Bircan abla. Yedi yirmi dört burada olduğundan yokluğu garip gelmiş olmalıydı. Hatta bana bile garip gelmişti. Şimdiye çoktan Rojbin hanım karşıma dikilmeli ve bana 'yeni gelin kurallarından' birini anlatıyor olmalıydı.


"Gelmediler bu sabah." dedi Seyhan. Hayretle havalanmıştı kaşları. Omzunu da hafifçe silkti.


"Şu herkese şöyle tiksinir gibi bakan kız mı?" dedi Leyla. Masanın altından ayağına vurdum ama oralı olmadı.


"Aa niye gelmediler acaba?"


"Börek açıyordur evde." diye omuz silkti tekrardan Dilan. O sırada Seyhan2ın telefonu çalmaya başladı.


"Al işte sen açmadın beni arıyor şimdi de! Aç şu kızın telefonunu ya!"


"Açmam!" Kafasını geri doğru atan Dilan Seyhan'ın kendine doğru uzattığı telefonu itelemeye başlamıştı bir yandan.


"Kız kimin telefonunu açmıyorsun sen?" diye yaklaştı Cihan onlara. Ekranda gördüğü isimle gözleri açılırken Dilan'ı hafifçe sarstı omzundan. "Şirret mi?" Kaşları şaşkınlıkla çatıldı Cihan'ın. "Şirret kim kız."


"Şirin." Diye alt yazı geçti Seyhan abisine.


"Açsana kızım! Ne açmıyorsun Şirin'in telefonunu?"


"Sana ne abi!"


"Aç işte! Ne diyor bir bak!"


"Hey Allah'ım ya kahve içelim diyor oldu mu? Onunla kahve içeceğime zıkkımın kökünü içerim daha iyi." Hışımla masadan kalkıp gidecek oldu ama Cihan Seyhan'ın elinden kaptığı telefonla peşinden gitmeye başlamıştı Dilan'ın.


"Yazık..." dedi Bircan abla kafasını iki yana sallayıp. "Çoktan kapılmış bizimki Şirin'e."


🔥


"Bak ben demiştim yenge." Hemen yanı başımda oturan Dilan kulağıma doğru eğilip fısıldıyordu. "Börek açıyormuş Berfin evde." Bakışlarım börek servisi yapan Berfin'deydi.


"Baran yine yok değil mi?" dedi Rojbin hanım. Bakışları bir anlığına bana çevrilirken memnuniyetsizce burun kıvırmıştı. "Berfin de ona börek açmıştı. En sevdiği peynirliden hem de."


"Ayırdım ben ona anne merak etme."


"Yazık tüm gün şirkette canı çıkıyor. Eve de gelmiyor. Valla çok acıyorum oğlanın haline." Sabah erkenden gelememiş, tüm gün konakta duramamıştı ama bana laf sokamadığı her saniyenin acısını akşam yemeğinden sonra yetiştiği çayda çıkarmaya kararlıydı. "Söylesene gelin hanım nerededir kocan?"


Israrlı bakışları üzerime çevrildiğinde tırnaklarımı sertçe avcumun içine bastırıp derin nefes almaya çalıştım. Duramıyordu. Sataşmadan, laf sokmadan ve rahatsız etmeden asla duramıyordu. Her ne kadar bu konuda aramızda keskin tartışmalar yaşansa da asla geri adım atmıyordu.


"Dışarıdaydılar şimdi onlara da çay götüreceğim ben." Berfin'in benim yerime verdiği cevap bile tatmin edememiş olacak ki söylenmeye devam ediyordu Rojbin hanım.


"Nereden bilecek ki..." Başındaki ağır işlemeli şalının ucunu geri doğru savurmuştu. Dilan kolumu sakin olayım diye sıkarken yavaşça ayağa kalkıp salondan dışarı çıkacaktım ki Hüseyin ağanın gelmesiyle bir adım geri çekilmek zorunda kalmıştım. Hemen arkasından salona giren Gülsüm hanımın ise soğuk bakışları asla dokunmuyordu bana. Yine...


"İyi akşamlar." dedi tok otoriter sesiyle.


"İzninizle..." deyip geçip gidecek oldum ama durdurdu beni.


"Geç gelin hanım. Otur hele." Kime ve nereye bakacağımı bilemeden gerisin geri Dilan'ın yanına oturdum geri. Bircan abla dahemen ardından girip çayını koymuştu önüne. "Dün gittiniz köye." Bakışları direkt benim üzerimdeyken çayından ağır bir yudum aldı. Kafa salladım sadece. Bakışlarımı ona kaldırmıyordum. "Ruşa bibiyle konuştum az önce. Bahsetti senden."


"Bir kusuru mu olmuş baba? Ruşa bibinin istediği gibi bir ge-" Bakışlarıyla kesmişti Rojbin hanımın sözünü.


"Bu evliliğin hayırlı olmasını diledi. Senden çok memnun kalmış." İçi boş bir dilekti bu. Ne hayır vardı ne de bir evlilik benim gözümde. İki ailenin sırf çıkarlarını düşünmek için yaptığı bir anlaşmaydı en neticede. He ne kadar içini adetlerle, gelenek göreneklerle doldurmaya çalışsalar da pek işe yarar bir tarafı yoktu.


Hapsedildiğim hayatım sadece amcama çıkar sağlıyordu.


Bircan abla bir elini dizime koyarken gülümsemişti bana.


"Yalnız..." dedi çay bardağını önündeki sehpaya bırakıp. "Rahatsızlanmışsın sanırım dün." Geçirdiğim krize rahatsızlanmak denirse evet rahatsızlanmıştım.


"Evet..." diyebildim kupkuru olan ağzımla.


"Geçmiş olsun." Tekrar çayına uzanırken bakışlarımı ona doğru kaldırdım. Geçmeyen şeylere sebep olan o değilmiş gibi bana 'geçmiş olsun' demesi de apayrı bir şeydi.


"Ben çayını tazeleyeyim dede." Bircan abla yanımda ayaklanmıştı onun önündeki boş bardağı almak için ama durdurdu onu.


"Gelin kızım tazeler." Rica görünümlü bir mecbur bırakıştı onun ağzından çıkan. Derin bir nefes alırken yerimden kalktım ve önündeki bardağı alıp mutfağa doğru ilerlemeye başladım.


"Gilin hinim tizilir..." Elimdeki bardağa bakıp göz devirdim.


"Sen emin misin?" Tam mutfağa adım atacaktım ki içeriden gelen sesle durdurdum adımlarımı. Ahmet'in sesiydi. "Belki oraya koymadın."


"Eminim. Çekmecedeydi." Yalnız değildi. O da vardı yanında.


"Fark etmemişsindir. Almışsındır ama farkında değilsindir."


"Almadım. O gün bulduğumda o çekmeceye koydum ama bir daha oradan almadım. Her gün baktığımda da oradaydı. Ama buhar oldu bir anda. Biri aldı."


"Allah aşkına kim niye alsın senin çekmecendeki şeyi?"


"Bilmiyorum."


"Hem zaten bu saatten sonra ne önemi var Baran? Bulmak zorunda değilsin." İçeri girip girmemek arasındaki ikilemdeyken gireceğim için kendime girmediğim için merakıma kızıyordum. Şu an yaptığım kapı dinlemekten başka bir şey değildi. En azından dışarıdan bakıldığında öyle görünüyordu. Halbuki amacım kapı dinlemek değildi. Sadece onlar içeride diye girememiştim içeri.


"Bulacağım Ahmet."


"Bulduktan sonra ne olacak peki?"


"Bilmiyorum. Ama bulmak zorundayım." Daha fazla dayanamadığımda boğazımı temizleyip girdim içeri. Ne Ahmet' ne de ona bakmadan ocağa doğru ilerledim ve çayı doldurmaya başladım. Zaten ben girince onlar da susmuş hatta bir şey demeden çıkmışlardı mutfaktan.


Elimdeki bardakla geri dönecektim ki tam mutfak kapısının önündeki Mehmet ağa yüzünden çıkamamıştım.


"Neden hazır değil Baran?" diyordu. Sesi epey yüksek çıkıyordu. "Bu ne sorumsuzluk! On gündür bir raporu koyamadın masama!" Şaşkınca onlara bakarken içeridekiler de ne oluyor diye kafasını uzatmışlardı.


"Baba-"


"Baran sen hiç böyle yapmazdın! Oğlum bu bildiğin sorumsuzluk!"


"Dayı." dedi Maran Mehmet ağanın göğsüne elini koyup. "Baran hazırladı aslında. Bana vermişti sana vereyim diye. Ama ben unutmuşum." Mehmet ağanın kızgın bakışları Maran'a çevrilirken yüzünde afalladığını belli eden bir ifade oluşuvermişti. "Benim sorumsuzluğum kusura bakma. Bir daha olmaz."


"Bir daha böyle bir şey istemiyorum." dedi Mehmet ağa. Maran'ın elini çekip hızlı adımlarla girdi içeri.


"Ne yapmaya çalışıyorsun Maran?" Elimdeki bardakla öylece kalmıştım kapının eşiğinde.


"Elif hastanedeyken yazman gereken raporlardı dayımın dediği. Haliyle yazamadın. Ne diyecektik?"


"Gerek var mıydı Maran?"


"Ne diyecektin peki dayıma? Başımıza gelenler yüzünden mi yazamadık? Bu gece yazar sabaha teslim edersin. Ben de yardım ederim sana."


"Dedin ya bendeydi diye. Sen yazarsın bir zahmet." Dediğinden sonra konağın içinde yankılanan büyük ahşap kapının çarpma sesi olmuştu.


🔥


"Of ya hocanın istediği ödeve bak yenge..." Elindeki kitabı pek de nazik olmayan bir şekilde masanın üzerine koyarken yanaklarını da elleri arasına yaslamıştı Dilan. "Kim bu kadar sayfa kitabı okuyacak da özetini çıkaracak bir gecede?"


"Hangi kitap ki bu?" dedim masanın üzerine resmen attığı kitabı alırken. Reşat Nuri Güntekin'den 'Çalıkuşu'. "Daha önce okumadın mı?"


"Yok okumadım. Garip garip ödevler ya..."


"Okumaman büyük eksik. Keşke şimdiye kadar okumuş olsaydın." Ben kim bilir kaçıncı seferini okumuştum. İlk baskısı evde babamın kitaplığında dururdu hâlâ.


"Ama yenge ya... Nasıl yetiştireyim yarına ben bunu? Hem kaç sayfa şuna bak."


"Bir günde mi yapman için vermişti hocan bunu? Zaman kısaymış keşke iki gün olsaydı. Sindire sindire okurdun."


"Yok ya geçen hafta verdi de. Ne bileyim yetişir sanmıştım."


"Keşke zamanında okusaydın o zaman. Bence şimdi başlasan sabaha biter." Dedim gülerek. Bayık bayık bakıyordu yüzüme.


"Aman yenge kalsın. Ödev de yapmayıvereyim." Cebindeki titreyen telefonu eline alıp gitti çardaktan.


Artık sonbahar rüzgarları gündüz estiği gibi sıcak değil de serin serin çarpıyordu insanın tenine. O yüzden de çardakta oturmak için şal örtmüştüm omuzlarıma. Dilan'ın okumayı reddettiği kitabı önüme çekip kapağını çevirdim. Kitabı burnuma doğru götürüp sayfaların kokusunu çektim içime.


"Feride..." dedim mırıldanarak. "Kaç kere daha misafir olacağım acaba dünyana?" İlk sayfayı çevirip ne adar ezbere de bilsem ilk defa okuyormuşum gibi heyecanla taramaya başladı kelimeleri bakışlarım.


"Çalıkuşu?" dedi arkamdan bir ses. Daldığım satırlardan duyduğum sesle çıkarken kafamı omzumun üzerinden çevirdim geri. "Reşat Nuri Güntekin."


"Evet." dedim ona doğru. "İlla okumuşsundur." Hafifçe gülümserken yaklaştı çardağa doğru. Önümdeki kitabı kapatıp hafifçe ittim ileri doğru.


"Okudum." Sağına soluna bakındı. "Sen üşümüyor musun burada? Hava serin." Kafamı yavaşça iki yana salladım 'hayır' der gibi. "Dün..." dedi ama demek istediğini yarıda kesti. "Dün seni öyle görünce... Çok korktum elif..." Elini ensesine atıp sıvazladı. "Düşünemedik senin korkacağını."


"Ben de bilmiyordum." Bakışlarımı önüme çevirdim. Kim nasıl akıl edebilecekti ki? "Kim nereden bilebilirdi ki?" dedim mırıldanır gibi.


"Bilmeliydik Elif. Kolay bir şey atlatmadın. "Bakışlarım tekrar ona çevrildi. "Seni o gün hastaneye yetiştirmeye çalışırken de çok korkmuştum." Bakışlarına bir hüzün çökmüştü. Ben hayal meyal hatırlıyordum o günü kulaklarımda Maran'ın yardım çığlıkları hâlâ yankılanıyordu ama. O gün de aynı şimdi olduğu gibi bir ifade vardı yüzünde.


"Ama şimdi iyisin değil mi?" dedi tekrar bakışlarını yüzüme kaldırıp.


"Evet." diyebildim. Fiziksel olarak iyiydim ama ruhum delik deşikti. Ve korkum her an harlanmaya müsait bir ateşti.


"Biliyor musun?" dedi geri dönüp gitmeye niyetlendiğinde. "Nasıl oluyor bilmiyorum ama seninle daha önce bir yerde karşılaşmışız gibi. Yani... Seni daha önce görmüşüm gibi."


"Olabilir Maran." Dedim ona doğru. Belki de şimdi soracaktı bilekliği. Belki de 'O gün karşılaştığım sendin' diyecekti.


"Olabilir burası sonuçta küçük yer..." Gülmeye çalıştı. Ama benim suratımda mimik dahi oynamıyordu. 'O bileklik benim' diyebilirdim ama o neyi bekliyordu peki? Gelip gelip bana neyin imasında bulunuyordu? Neyin peşindeydi?


"Bil-" Sesimi bastıran yan taraftan duyulan güçlü bir motor sesi oldu. "Bu ne?" dedim şaşkınca duyduğum gök gürlemesini andıran sese doğru.


"Baran bu." dedi Maran. "Motorunu çıkarmış garajdan. Neyse sana iyi geceler. Görüşürüz."


🔥


Elimdeki dershane broşürünü sabahtan beri en az yüz kere okumuş hatim etmiştim. Dün Leyla ve Şilan gelirken Şilan görmüş ve bunu benim için almıştı. 'Olmayacak bir şey, zahmet etmişsin' deyişime çıkışmıştı Leyla.


'Ne var kuzucuğum yeniden deneyebilirsin' diye ısrarcı olmuştu. Yeniden deneyebilirdim evet. buna gücüm vardı. Hem hayatta en çok istediğim şeylerden biri değil miydi abim ve babama verdiğim sözü tutmak? Ama buna gücüm olsa bile imkanım yoktu bir kere. Soyadlarını bana zorla veren ailenin karşısına geçip 'Ben üniversiteye hazırlanacağım ve siz bana karışmayacaksınız mı' diyecektim?


Bir kere Rojbin hanım duyduğu an sakız ederdi herkesin diline. 'Bozanların kızı bu eve geldiği yetmiyormuş gibi bir de okuyacağım diye tutturdu' cümleleriyle sürdürürdü zorbalığını.


Bu yüzden vazgeçecek değildim elbette. Ama hazır olduğum zamanı bekleyecek ve bu konuda da kimseden izin almayacaktım.


Elimdeki broşürü komodinin üzerine bırakırken bakışlarım komodinin üzerinde duran merhem kutusuna takıldı. Koyu yeşil kutuyu elime aldığımda bunun bir deri merhemi olduğunu anlamam da uzun sürmedi.


'Sen mücadele etmek ne demek bilir misin?'


Sesi kulaklarımda yankılandığında kutuyu açmadan geri komodinin üzerine bıraktım. hızlı adımlarla banyoya ilerledim. Koyu renkli bluzumun ucunu kaldırıp artık çok yakından belli olan yara izimin üzerine çekmeceden aldığım kremi sürmeye başladım. Parmaklarım bir çember gibi duran izin üzerinde dolaşırken aslında vücudumdaki yaraların ne kadar hızlı iyileştiğine de hayret ediyordum bir yandan. Çünkü hem bileklerimde hem de karnımın altında çok çok az izler kalmıştı.


Asıl izler ruhumda açıldığından vücudumdakilerin bir önemi de yoktu.


Üzerimi değiştirmiş, saçlarımı tepeden sıkı bir at kuyruğu yapıp inmiştim aşağı. Gözlerim Bircan ablayı arıyordu evin içinde. Dün tüm gün yüzü asık dolaştığından merak ediyordum kendini. Tahmin ettiğim gibi mutfakta yanağını bir elinin içine yaslamış bir vaziyette oturuyordu. Normalde olsa Ruken ve Fatma ablaya yardım ediyor, onlarla şakalaşıyor olurdu.


"Abla?" dedim içeri girerken. Dalıp gitmiş olacak ki irkilerek doğrulmuştu seslenmemle birlikte. "İyi misin?"


"İyiyim..." Gülümsemeye çalıştı ama pek başardığı söylenemezdi.


"Yüzün niye böyle asık senin?" Aslında dünkü telefondan sonra yüzü bir düşmüş öyle de kalmıştı.


"Murat abiye mi canın sıkıldı?" Onun yanına dolaşıp oturdum. Kafasını sallayarak onaylamıştı beni. "İşi bitince gelmeyecek mi nasılsa?"


"Gelecek gelecek de... Ya ne bileyim Elif. İşi ne zaman bitecek kim bilir?"


"Abla!" Dilan sadece kafası görünür şekilde mutfak kapısında belirivermişti bir anda.


"Dilan?"


"Sana bir paket gelmiş." Dedi şakıyarak. Adeta zıplar gibi girmişti hemen arkasından.


"Paket mi? Ne paketi?"


"Valla ben bilmem."


"Ee nerede hani?" Bircan ablanın o kadar morli bozuktu ki yorgun yorgun çıkıyordu kelimeler ağzından.


"Bahçedeydi. Kurye oraya bırakmış."


"Getirseydin ya Dilan." Bıkkınca çıkıştı kardeşine doğru. Onu ilk defa böyle gördüğümden tuhafıma gitmişti. Üzgündü. Hem de çok.


"Senin kargolarınla mı uğraşayım ben!" dedi kollarını göğsünün altında bağlayıp. Bir yandan da cık cıklamaya başlamıştı. Söylene söylene kalktı yerinden Bircan abla.


"Asıl sürprizi gör şimdi yenge!" dedi ablası dışarı çıkar çıkmaz bana dönüp. Bir yandan da peşinden gelmemi işaret edip koşarak çıktı mutfaktan.


"Muraaaat!" nidaları inletti taş avluyu. Dilan'ın kargo diye bahsettiği Bircan ablanın eşi Murat'tı. "Sen nereden çıktın!"


"Kargodan!" Kollarını ona dolayan adam gülerek etrafında bir tur döndürüvermişti.


"Dedem görürse ben karışmam!" Dilan onlara seslenirken hafifçe de benim koluma vurmuştu.


Kocasının gelmesiyle birlikte Bircan ablanın üzerinde ve yüzünde gezen tüm kara bulutlar dağılmış yerine güller açıvermişti. İçeri geçtiğimizde bile 'İnanamıyorum' diyordu durup durup.


"Bircan işinin uzadığını gelemeyeceğini söylemişti." Dedi Gülsüm hanım. İkisinin yan tarafındaki tekli koltukta oturuyordu.


"Aslında öyleydi. Şirket İzmir'e gönderdi. Ama ben Bircan'ı çok özlediğimi bahane edip başka birine devrettim işi." Büyük bir aşkla sıkıyordu Bircan abla onun elini. Bakışlarını bir an olsun üzerinden çekmiyordu. "Eğer izniniz olursa hep birlikte dışarıda yemek yiyelim istiyorum. Tabi sizin de gelmeniz şartıyla." Kibar gülümsemesi bir an olsun silinmiyordu yüzünden Gülsüm hanımın.


"Siz gidin. Nasılsa akşama hep birlikte oturacağız sofraya."


🔥


"Elif yemekleri mi beğenmedin yoksa?" Tabağımdaki yemeklere çatalımı bile değdirmeden sadece bardağımdaki suyu yudumluyordum.


"Yok. Gayet güzel hepsi ama pek iştahım yok bu ara."


"Aaa yenge bak buranın yemekleri çok güzeldir. Çekinme." Dilan tabağımı biraz daha önüme itelemişti yemem için ama gerçekten yiyebilecek halde değildim. Canım zerre bir şey istemiyordu. Zaten Bircan abla bu denli ısrar etmese gelmezdim de bu yemeğe.


"Yenge neden yemiyorsun?" bu sefer de diğer tarafımdaki Seyhan eğilmişti bana doğru.


"Gerçekten iştahım yok. Teşekkür ederim. İzninizle ben bir lavaboya gideyim." Sandalyemi geri iteleyip küçük siyah çantamı da omzuma attım.


Öğle vakti olduğundan içinde olduğumuz restoran kalabalık sayılırdı. Geniş salondan lavaboya giden koridora adımlarken bir yandan da çantamdaki astım spreyimi kontrol ediyordum. İki gün önceki gibi bir durum asla yaşamak istemiyordum. Loş koridorda çantamdaki spreyi ararken sertçe birine çarptım.


"Pardon..." diyecek oldum ama kolumdaki çanta bir anda saçılıvermişti koridora. Çarptığım kişi bir şey demeden hızlıca giderken eğilip saçılan eşyalarımı toplamaya başladım.


Ben saçılan ilaçlarım, tokalarım ıvır zıvırları telaşla toplamaya çalışırken bir el uzandı önüme.


"Yardım etmemi ister misin?" Duyduğum ses zihnimde yankı bulurken topladığım eşyalarım parmaklarımın arasından tekrar kayıp gitmişti yere. Her eşya dünyanın en gürültülü şeyiymiş gibi boyladı halı kaplı zemini. Kafamı yavaşça yerden kaldırırken kafamın içinde çınlayan sesin sahibiyle göz göze geldim. Yaklaşık altı sene olmuştu onu görmeyeli. Altı sene olmuştu sesini duymayalı. Şaşkınlıkla döküldü adı ağzımdan.


"Kemal?"


B Ö L Ü M S O N U


Nasıl buldunuz bölümü?


Sizce ne olacak bundan sonra?


Maran neyin peşinde?


Bileklik nasıl ona geçti?


Veeee Kemal kiiiim?


Neden Elif bu kadar şaşırdı?


Not: Canlarım ciğerlerim, bazı mesajlar ve yorumlarda hikaye çok yavaş ilerliyor yirmili bölümlere geldik fakat tık yok falan gibi dönüşler alıyorum. ama sakinnnnn. Şu anda yazılan hiçbir şey boşa yazılan, geçiştirilsin diye yazılan satırlar değil. yani hikayenin sonuna kadar örülmüş bir ağ var ve biz onu takip ediyoruz şu an. Aklınız kaalmasın tamam mı? sizler beğenip yorum yapmayı beni buradan (seydnrgrsu) instagramdan ve TikToktan takip etmeyi sakın ha sakın unutmayın.


Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%