Yeni Üyelik
35.
Bölüm

Bir Kase Çorba Üç Dilim Kek

@seydnrgrsu

Not: Bölüm hem Elif'in anlatımı hem de ilahi bakış açısı var

 

Bölüm çooook çoook uzun. O yüzden en az 5 yorum yapıyoruz okkkeeey

 

 

O zaman kesin başlangıçtan iki ay öncesine, 2022 Kasım ayına gelelim sizinle

 

Nurettin Reçber-Aç Kollarını Sar Beni

Aynur-Rewend

🔥

 

 

 

 

2 ay sonra

 

 

 

Demir kazıklarla çakılıydı ayaklarım yere. Ruhum dört duvara hapisti. Ama üfleseler düşüverecek gibiydim. İçi çürümüş bir ağaçtan halliceydim.

 

Acı vardı ruhumda. Adı koyamadığım, anlamlandıramadığım bir acı. Bir de garip bir his. Yarım kalmışlık gibi...

 

Sanki bu halimi biliyor gibi gökyüzü de bir alemdi o gün. Koyu gri bulutlardan düşen damlalar neden acıtırdı insanın canını? Ne zamandan beri yağmur bu kadar hüzünlendirmişti beni?

 

"Geçelim mi artık Elif hanım?" dendiğini duyduğumda içimdeki o garip hisse boğuşuyordum. Derilerini çekiştirdiğim ellerimi hızla yana saklayıp bana burukça gülümseyen yüze onay verip soğuk koridorda attım tonlarca ağırlığa ulaşan adımlarımı. "Bu taraftan." Dediğinde bakışlarımı her şeyin arkasında son bulacağı kapıya çevirdim. Karnımın üzerine sıkıca bastırdığım elimle siyah blazer ceketimin önünü kapatmaya çalıştım.

 

"Davacı Elif Kamer İzol, Baran Dora İzol." Demişti kapıdaki görevli. İşte o an son kez değdi bakışlarımız. İşte o an son kez kavuştu tüm duygularımız. İşte o an nefeslerim bir kez daha sıkıştı.

 

Hiç izleri kalır mıydı birinin bakışlarının? Hiç yaralar mıydı son bakış insanı?

 

Yaralanmıştım...

 

İyileşmemek üzere yaralanmıştım...

 

 

 

 

'Herkesin yanına gitmek istediği birileri vardır. Gecenin üçü, sabahın körü hatta cehennemin dibi bile olsa...'

Nazım Hikmet

 

 

🔥

 

 

 

 

 

Elimdeki kalemi yavaşça çevirirken acıyan gözlerimi ovuşturdum yavaşça. Sandalyede geri yaslanmadan önce sırtımı esnetmek için hamle yaptığımda küçük bir kütürtü duyuldu. Kaç saattir bu sandalyede oturuyordum ben? Bir? İki? Bakışlarım masanın sol ucunda duran küçük çalar saate kaydığında tam üç saat kırk iki dakikadır burada olduğumu görünce elimdeki kalemi bırakıp derin bir nefes aldım. Çözdüğüm testin sayfalarını şöyle bir çevirip verdiğim emeklere baktım acıyan gözlerimle.

 

"Bugün süperdin..." diye mırıldandım kendi kendime. Asla aralıksız çalışmayı onaylamayan ben olmaktan korktuğum kişiye dönüşmüştüm sonunda. Ama buna şikayetim var mıydı? Hayır. Çünkü çalışmam lazımdı. Dağılan dikkatimi, kaybettiğim zamanımı telafi etmem lazımdı.

 

Test kitabımın kapağını yavaşça kapatırken ayaklarımla masanın bacağına vurup sandalyemi geri iteledim biraz. Gözlerimi kapatıp ensemde birleştirdiğim ellerimi çekmek istedim ama o anda saçım bilekliğime takıldı. Birkaç saç telimin koptuğunu hissederken yanan canıma gülümsedim. Hatta küçük de bir kahkaha kaçtı dudaklarımdan.

 

Bilekliğim...

 

Artık benimleydi. Artık ait olması gereken yerdeydi. Gerçek sahibindeydi. İşte bu bileklik bendeyken 'Kamer'dim ben. Abisinin 'küçük ay parçası'. Parmaklarımla bilekliğe dokunurken bakışlarım çalışma masamın tam üstünde duran mavi çerçeveye kaydı. Mavi çerçevenin içinde, abisinin kolları arasında kahkaha atan Kamer'e...

 

Uzanıp çerçeveyi aldım dikkatle. Abimin ışıl ışıl bakışlarına, Kamer'in güvenli kolları arasındaki gülüşlerine baktım dudaklarımdaki buruk tebessümle. Olduğum ve olmak istediğim, o yaşta hayal ettiğim yerle aramdaki uçurumu düşündüm sonra. 'Elif Kamer' olarak başladığım yolda 'Elif' olarak kalakalışım geldi aklıma.

 

Sonra yorgun bakışlarım bileğimdeki bilekliğime çevrildi. Günlerce yana yakıla aradığım, 'artık asla bulamam' dediğim yerde en dibimde çıkan, abimden bana kalan en değerli şeye. "Abi..." dedim titreyen sesimle. "Bak buldum emanetini. Artık bileklik gerçek sahibinde. Bana çok kızgınsın biliyorum ama buldum. Ne kadar uğraştım biliyorsun. Bir daha asla ama asla kaybetmek yok. Ne pahasına olursa olsun onu benden ayırmayacağım." Çerçeveyi dudaklarıma yaklaştırıp küçük bir öpücük bıraktım.

 

"Oh oh karınca kardeşim benim!" diye bir ses yükselirken odada elimdeki çerçeveyi alelacele bırakıp gözümün önüne gerilen yaşları sildim hızlıca. "Kızım bir kapandın odaya pir kapandın yani! Seni görmeye geldim ben buralara!"

 

"İyi ki geldin!" dedim sandalyemi döndürüp kollarımı Leyla'ya doğru açarken.

 

"Geldim gelmesine de şu halimize bak! Yüzümüze bakılmıyor!" Sitemle bana sarılırken soyduğu mandalina ve elmaları da masama bıraktı. Yanağıma ardı ardına öpücükler bırakırken sitemini sürdürdü. "Resmen kapattın kendini odalara. Küseceğim vallahi."

 

"Sen bana küsemezsin." Dedim kollarımı bende ona dolayıp.

 

"Küsersem görürsün valla." Derken geri çekilip benim yatağımın üstüne bıraktı kendini. Annemin el örgüsü yeşil mutfak önlüğü vardı üzerinde. Attığım kahkahaya şaşkın bakışlar yolladı. "Ne? Ne var? Ne gülüyorsun? Küsemem mi sandın?"

 

"Hayır ondan değil. Önlük." Dedim elimle üzerini işaret edip. "Ne kadar yakışmış sana. Annem sonunda seni kendine benzetmiş."

 

"Ay evet. Maşallah Zehra teyzem ne kadar hamarat bir kadın. Valla iki ay yanında kalsam şef olup çıkarım o derece. Bugün bana 'Alluciye' yapmayı öğretti. Zor bir yemek ama valla annen benim diyen şeflere taş çıkartır. Helal olsun valla. O nasıl bir yetenektir Allah aşkına?"

 

"Ee öyledir annem. Marifetli kadın." Mütevazılığı bir kenara bırakıp annemim el lezzetleriyle omuzlarım kabarmıştı. Bence yemek deyince kimse annemin eline su dökemezdi. Doğuştan bir yeteneği vardı.

 

"Senin de kime çektiğin belli." Gülerek bakışlarını üzerindeki önlüğe çevirdi. "Şaka maka ama annenden dünya şey öğrendim iki günde. Normalde beni biliyorsun ben asla mutfağa giren biri değilim ama annen tüm tabularımı yıktı. Bir de bir çorba yaptık beraber. Valla mis gibi oldu." Güldüm öylece. Söz konusu annem ve yemekleri olunca içimi bir huzur kaplıyordu nedense.

 

"Neredesiniz yahu?" diye sitemli bir şekilde giriş yaptı o sırada Şilan. Onun da üzerinde mavi el örmesi mutfak önlüğü vardı. Anlaşılan annem bugün evi masterchef stüdyosuna çevirmişti. Kıkırdamam artarken şaşkın bakışlarla ilerleyip kendini Leyla'nın yanına resmen attı. "Bu odaya giren bir daha geri çıkmıyor valla. Ne yapıyorsunuz siz burada Allah aşkına?" Hafifçe de Leyla'nın dizine vurduğunda Leyla da ondan geri kalmayıp kolundan iteledi onu.

 

"Vallahi bana bakma kuzucuğum. Elif kaç saattir burada. Ona de. Kendini bir kapattı odaya."

 

"E ne yapayım ama? Ders çalışmam lazım. Konuların yetişmesi lazım. Sınav var kızım sınav!"

 

"Şaka yapıyorum kuzucuğum. Çalışacaksın tabi." Küçük de bir öpücük attı karşıdan. "Bilekliğin..." dedi sonra. Bakışlarıyla dokunmayı hiç bırakamadığım bilekliğimi işaret etmişti. "Nihayet artık sahibinde ha?"

 

Parmaklarımla usul usul okşadığım bilekliğime duygulu bir bakış atarken gülümsedim hafifçe. "Sonunda..." dedim içli içli.

 

"Vay be. Demek bunca zamandır sana yalan söylüyormuş ha. Ne kadar da eli yüzü düzgün birine benziyordu halbuki. Nasıl böyle bir şey yapıyor aklım almıyor cidden."

 

"Şerefsiz çünkü!" diye kısa ve net bir açıklama yaptı Şilan. Yüzünü de olabildiğince buruşturmuştu. Hiç ama hiç haz etmiyordu Maran'dan. Benim gibi. Ben ona karşı olan sinirimi dile getirmezken o kendininkiyle birlikte benim yerime de sinir oluyordu.

 

Leyla kırpıştırdığı şaşkın bakışlarını ona çevirdi. Hanımefendi kişiliğine pek uygun değildi böyle şeyler. "Ne bakma öyle." Dedi en rahat haliyle Şilan. "Şerefsizlik değil mi bu? Sen git bilekliği çal. Bir de bu kıza o geceki kendinmiş gibi yalanlar söyle. Haksız mıyım?"

 

"Haklısın vallahi kuzucuğum. Kesinlikle şerefsizlik." Ağzında eğreti durmuştu ama yakışmıştı da. Bu ne yaman çelişkiydi böyle? "Sen gerçeğin üzerini kapat bir de gel kızın aklını karıştırayım diye uğraş. Olacak iş mi canım?"

 

"Şerefsiz işte." Diye mırıldandı yine Şilan. Yastığımı boynunun altına çekerken yayıldı iyice yatakta. Kararlıydı. Şerefsiz ilan etmişti bir kere Maran'ı.

 

"Ben asıl Baran öğrenince Maran'a ne yapacak onu merak ediyorum."

 

"Ağzını burnunu dağıtır bence. Adam bildiğin gidip onun çekmecesinden çaldı. Bir de günlerce yalan söyledi."Çaldı kelimesini de bastıra bastıra söyledi.

 

"Bence de sıkı bir şekilde kavga ederler. Hem çaldın hem de yalan söyledin."

 

"Hiçbir şey yapmaz..." diye mırıldanırken sandalyemi geri döndürdüm.

 

"Ne demek bir şey yapmaz!" demişti itiraz dolu sesiyle Şilan. "O ne demek?"

 

"Yapmaz işte..." diye mırıldandım tekrar.

 

"Kuzucuğum..." diye yanıma adımladı Leyla. İnce parmaklarıyla önüme düşen bir tutam saçımı geri iteledi. "Senin ses tonun neden böyle?"

 

"Nasıl?" dedim bakışlarımı ona kaldırıp.

 

"Böyle hayal kırıklığı dolu gibi." Mavi irislerinde anlam veremediğim şeyler vardı. Ama şefkatle okşuyordu saçlarımı. "Yüzün de düştü."

 

"O nereden çıktı?" dedim alakasız bir şekilde sorduğu soruya. Niye hayal kırıklığı içinde olacaktım ki?

 

"Baran, Maran'a bir şey yapmaz mı yani?"

 

"Sanmıyorum. Yapmaz." Dedim kendimden emin bir şekilde. Aslında bundan hiç emin değildim ama öyle olmak istiyor gibiydim.

 

"Yapmaz? Emin misin? Çünkü Maran onun çekmecesinden o bilekliği çaldı. Günlerce yalan söyledi. Buna rağmen yapmaz diyorsun öyle mi?" Başımı olumlu anlamda salladım hafifçe. "Peki sen niye hüzünlendin bir anda?"

 

"Onu nereden çıkardın canım?" Aceleyle gülümsemeye çalıştım. Annemle yemek yaparken gözlerine buhar kaçmıştı bana kalırsa. Yanlış görüyordu işte.

 

"Elif sana ne oluyor? İki gündür de bir tuhafsın."

 

"Kendi tuhaflığından olmasın o?" dedim koluna hafifçe vururken. "Bence Midyat'ın havası çarptı sana."

 

"Yok yok ben gayet iyiyim ama sen gerçekten tuhafsın. Yani geçen gittiğimde bıraktığım Elif gibi değilsin."

 

"Nasıl olayım Leyla? Halime baksana. Ayrıca benim ders çalışmaya devam etmem lazım. Hadi siz gitmiyor musunuz köye?" Önüme dönüp test kitabımın kapağını açmaya yeltendim ama usulca kavradı Leyla elimi. Şefkatle ışıldıyordu mavi irisleri.

 

"Elif. Senin canını ne sıkıyor böyle? Bana anlatmayacak mısın? Benim kızım ben. Leyla. Şilan'la bana paylaşmayacaksan biz niye varız ki?" Birden dolu dolu olan bakışlarımı yavaşça önce ona sonra da yatakta aynı Leyla gibi bana şefkatle bakan Şilan'a çevirdim.

 

"Kendine bile anlatamıyor o." Dedi Şilan yataktan dizleri üzerinde doğrulup kalkarken.

 

"Senin neden bu kadar kafan karışık kuzucuğum?" Şefkatle saçlarımı okşadı Leyla. Hep böyle yapardı. Hatta sonra küçük bir öpücük de kondurdu.

 

"Karışık değil..." dedim bakışlarımı hızla kaçırıp.

 

"Konu bileklik değil değil mi? Yani Maran'ın sana yalan söylemesiyle ilgilenmiyorsun bile. Hadi ama Elif. Başka bir şey var." Derin bir nefes almaya çalıştım. Diyecek bir şeyim yoktu ki. Zaten olan bir şey de yoktu.

 

"Elif, Baran'ın o geceki kız olduğunu öğrendiğinde vereceği tepkiden çekiniyor. Hatta korkuyor." Biraz şaşkın ama bol da öfkeli bakışlarımı hızla Şilan'a çevirdim. Ama onun tek yaptığı kısa bir omuz silkmekti. "Ne bakma öyle bana." Dedi hatta.

 

"Öyle mi kuzucuğum?" Leyla hafifçe sıkmıştı elimi. "Yani bu Maran'ın bilekliği çaldığını değiştirmiyor ki. Baran öğrenince illa-"

 

Dayanamadım daha fazla. Kesiverdim sözünü. "Bir şey yapmaz çünkü o, o geceki kızı arıyor. Bilekliğin sahibi ise benim."

 

"İyi de." Diye mırıldandı Leyla. "Ne fark eder? Her türlü sen değil misin o geceki?" Kafası karışmış olmalı ki kendini bir adım geri çekerken yüzündeki soru işaretleriyle boğuşmaya başladı. "Yoksa?" dedi Şilan'a dönüp. Şilan ise yüzündeki o bilindik 'ben biliyorum' ifadesiyle bakıyordu ona.

 

"Elif'in kendine bile sormaya korktuğu şeyler var. Ama merak etme Leyla'cım ben sordum. Asla cevaplamıyor. Hatta çok sinirleniyor."

 

"Çünkü boş konuşuyorsun Şilan. Hatta saçmalıyorsun." Kapağını açtığım kitabı sertçe geri kapatırken geri önüme döndüm.

 

"Nasıl saçma bir şey bu kuzucuğum?" Leyla da en az Şilan kadar inatçı bir ısrarda insan olduğu için bugün sabrım epey erken tükenmişti. Sağolsunlardı. Var olsunlardı.

 

"Sakın ağzını açma Şilan!" diye gürledim tam bir şey demeye yeltenecek olan Şilan'a doğru.

 

"Bana bak. Sen Baran'a karşı bir şeyler mi hissediyorsun?" Alev saçan bakışlarım Şilan'dan Leyla'ya ışık hızında çevrilirken kalakalmıştım onun sorduğu soruya karşılık.

 

"Yok artık siz de! Şilan bitti sen mi başladın yani Leyla?"

 

"Kuzucuğum..." dedi sinirle çekmeye çalıştığım elimi kavrayıp. "Bu ayıp bir şey değil. Tamam yani ben kendisinde pek haz etmiyorum gerçi ama insan seçemiyor işte." Şilan'ın hafifçe kıkırdaması benim alev topunu andıran bakışlarımla aniden kesildi.

 

"Yok öyle bir şey... Hepsi Şilan'ın saçmalaması. Bakma sen ona."

 

"Kabul etmiyorum." Diye çıkıştı Şilan itiraz dolu sesiyle. "Ayrıca basit bir hoşlanma olduğunu da düşünmüyorum. Bakma öyle Elif." Dedi benim bakışlarıma doğru. "Aranızdaki şey basit bir hoşlanma ya da beğenme değil. Kendin farkında değil misin ondan başka kimseye güvenemiyorsun? Ondan başka kimsenin sana dokunmasına izin vermiyorsun. Yalan mı Elif?"

 

"Geldiğimden beri de bakışlarını pencereden hiç çekmiyorsun. Baksana masanı pencerenin yanına taşıdın. O yüzden mi?"

 

"Tamam..." diye mırıldandım sakince. "Ona güveniyorum. Ama sadece güveniyorum diğer türlü hiçbir şey yok." Şilan yataktan paytak bir şekilde inip tam dizimin önünde bağdaş kurarken Leyla da kitaplarımı yana iteleyip masanın üzerine oturuvermişti.

 

"Güveniyor musun gerçekten?" dedi meraklı bir tonla Leyla. O güzelim sarı saçlarını bir gün yolacaktım. Yazmıştım bir kenara.

 

"Yani..." dedim elimle bilekliğimi oynayıp. "Siz diyene kadar düşünmemiştim ama sanırım güveniyorum. Bilmiyorum. Yani onun yanındayken korkmuyorum mesela."

 

"Çünkü onun da önceliği hep seni korumak oluyor." Öldürücü bakışlarımı rafa kaldırmayı düşünürken Şilan tekrar belli etti varlığını. "Bakma öyle kızım ya. Leyla sana yalan gelecek ama nefes aldığın hava bile korunuyor bunun. Korumasız dışarı çıkmıyor. Ki bilmediğimiz daha neler vardır. Baran'ın kendini bile nasıl koruyorlar."

 

"Peki hoşlanıyor musun ondan?" Böyle dan diye sorulunca iyi mi oluyordu acaba? Hem biz bu konuya nereden gelmiştik böyle?

 

"Hayır." Dedim kesin bir dille.

 

"Hoşlanmıyor ama kıskanıyor."

 

"Nereden çıktı o be!" diye çemkirdim Şilan'a tekrar.

 

"Berfin'i yolmak istiyorsun ya ondan dedim ben. Yolmak istemiyor musun?" Araya Berfin'i de sıkıştırmıştık tam olmuştu. Şilan'ı yolacaklar listemin en başına taşımıştım bu akşam.

 

"Ay onu benim de yolasım var. Hiç bakmayın kuzularım hem ondan hem de o abisi olacak Maran'dan hiç haz etmiyorum. Şilan haklı kuzucuğum." Dedi bana dönüp. "Berfin çok farklı bir şey."Suratını buruşturabildiği kadar buruşturdu. "Ama yalan yok abisinden hiç beklemiyordum. Resmen oyun içinde oyun oynadı. Aklını karıştırmak için her yolu denemiş ya. Asla aklım almıyor yaptığı şeyi. İnsan bunu neden yapar ki?"

 

"Çok basit. Elif' ya aşık ya da Baran'a garezi var. Hem anaları ne ki danalrı ne olsun Leylacım. Rojbin hanımın evlatları onlar. Çok da şaşırma yani."

 

"Ay kesinlikle öyle valla kuzucuğum. Ee şimdi ne olacak Elif? Sen bu adama güveniyorsun eyvallah. Peki ya o?" İşte orada verecek cevabım var mıydı? Hiç emin değildim.

 

"Bence o da aynı şekilde sana güveniyor." Dedi benim yerime Şilan. "Kimseye sormadan gitti senin okuman için her şeyi yaptı. Kendin dedin Hüseyin İzol'u bile karşısına aldı diye. Bence senin hayallerine, isteklerine saygı duyuyor." Sessizlik oldu cevabım. Çünkü diyecek bir şeyim yoktu. Onlar da ısrar etmedi ben sustum diye.

 

"Eee?" dedi sessizliği bozan Leyla. "Siz konaktan iki gün oldu ayrılalı. Şimdi ne olacak? Baran bir şey dedi mi?" Aslında canımın sıkıldığı nokta tam da buydu. O yüksek seslerin etrafımızı sardığı gün konaktan çıkıp gittikten sonra 'Konağa dönmeyeceğim' demiş ve beni de buraya bırakmıştı. Sonrasında ise gram sesi soluğu çıkmamıştı. Neredeydi bilmiyordum. Ne yapıyordu, nerede kalıyordu bilmiyordum. Konağa dönmediğini, evdekilerin aramalarına asla cevap vermediğini biliyordum bir tek. Bunu da devamlı olarak beni arayan Bircan abladan öğrenmiştim. Çok üzülüyordu.

 

"Bilmiyorum..." diye mırıldanırken telefonumu aldım elime. Bir tek bildirim yoktu. Sonra onun ismini bulup girdim rehbere. Son görülmesi hala aynıydı. Telefonu kapatıp geri masaya bırakırken kapı açıldı.

 

"Oo hanımlaaar!" dedi en coşkulu sesiyle Azad. "Ablalarım, canlarım! Muhabbetinizi bölmek istemem ama babam aşağıda nerede kaldı bunlar diyor size."

 

"Geliyoruz Azad. Geliyoruz oğlum." Önlüğünü homurdanarak çıkaran Şilan kardeşinin kafasına doğru attı. Oldu olası böyle anlaşırdı ikisi.

 

"Kuzum sen gelmek istemediğine emin misin?"

 

"Valla hiç Şilan'ın teyzelerini çekemeyeceğim." Dedim tüm açık sözlülüğümle.

 

"Valla ben de çekemiyorum." Diye burun kıvırdı Şilan. Oldu olası teyzelerinden haz etmeyen biriydi. "Bir araya ne zaman gelirsek gelelim yeni bir damat adayı bulmuş oluyorlar bana."

 

"Ne var abla fena mı? Katalog giibi kadın üçü de." Azad gülmüştü ama sanırım son gülüşü olmuştu çünkü Şilan'ın ayağından çıkarıp attığı terlik tam suratının ortasına geldi. "Abla ya!" dedi ağlamaklı bir şekilde.

 

"Ne ablası be! Sana da buldukları kızları hatırlatırım."

 

"Aman aman sustum tamam. Babamı delirtmeyin siz de daha fazla." Acıyan suratını ovuştura ovuştura gitti geri.

 

"Sen de gel kuzucuğum. Hem değişiklik olur. İki gündür kendini kapattın buraya."

 

"Siz gidin ya. Hazır ev de tenhalaşmışken ben biraz daha çalışayım. Haftasonu deneme var dershanede." İkisi de ayaklanıp varmışlardı kapıya.

 

"Yiğit hoca daha izinli mi?" dedi gülmesini bastırırken Şilan. Leyla hafifçe koluna vurmuştu.

 

"Hadi gidecekseniz gidin de rahat bırakın beni!" diye çemkirdim önüme dönerken.

 

"Gel Leylacım. Elif bize bir şey yapmadan gidelim biz." Önümdeki boş defteri kapatmak üzere oldukları kapıya savurdum sinirle. İflah olmayacaktı asla ikisi de.

 

"Sakin ol Kamer..." diye mırıldanırken açıp kapatmaktan yalama olan test kitabımı tekrar açıp elimi kalemimi aldım sinirle. Önüme düşen saçlarımı hırsla geri itelerken bir dizimi dikip diğer bacağımın üzerinde oturdum sandalyede. Ama gitmeden beni iyice sinir ettiklerinden odaklanamıyordum şimdi bir türlü. Derin bir nefes alırken sıkı sıkı kavradığım kalemimi bıraktım masaya. Bakışlarımı pencereden dışarı çevirdim. Boş yola baktım bir süre. Sonra telefonumu elime aldım ve hiç bildirim olmayan ekrana baktım öylece.

 

Bir kere dağılmıştı dikkatim, toplayamıyordum geri. O yüzden olduğum yerden kalkıp pencereye yürüdüm ve camı açtım. Açar açmaz soğuk rüzgar çarpıvermişti yüzüme. Hafiften bir yağmur da yağıyordu. Artık yavaş yavaş giriyorduk kışa. Kasım ayındaydık. Yağmurun temiz kokusunu içime çekip gözlerimi kapattım. Sakin sakin çiseleyen yağmura parmaklarımı uzattım. Ama biraz sonra üşüdüğümden ve üzerimde sadece ince tavşanlı pijamalarım olduğundan kapattım pencereyi.

 

"Abla!" dedi ben geri masaya kurulacakken aşağıdan Emir. "Yemek hazır!"

 

"Geliyorum!" dedim sandalyede öylece asılı duran hırkamı üzerime geçirip. Pembe tavşanlı terliklerime gülümserken ayağıma dolanan pijamalarımı çekip koşar adım indim merdivenleri.

 

"Aman aman aman!" dedim mutfak kapısına geldiğimde. "Zehra Sultan! Döktürmüşsün bakıyorum." Size huzurun kokusunu tarif edemezdim ama annemin yaptığı o sıcacık yemeklerde gizli olduğunu söyleyebilirdim. İçeriyi saran mis gibi mercimek çorbası kokusu işte tam da o huzurun kokusuydu çünkü.

 

"Valla annem sen varsın diye döktürdü." Masada duran sarmalardan bir tane ağzına atacak oldu Emir ama annem eline hafifçe vurunca sadece parmaklarına bulaşan salçayı yemekle yetindi.

 

"Hep beraber oturalım oğlum. Ne bu acele?"

 

"Anne valla bir tane alacaktım ya." Dedi sitemle. Omzuna hafifçe vururken annemin kaselere doldurduğu çorbaları taşıdım masaya.

 

"Oğlum senin bir tane dediğin nedense on tane oluyor."

 

"Elleme çocuğu anne. Şunun cüssesine baksana. Benim iki katım olmuş bile bu yaşta." Olmuştu da. On dört yaşındaydı ama boyu benden epey uzun, vücudu ise kalıplıydı. Abim gibi... gittikçe de ona benziyordu. Hele kapıdan hızlıca bir girişi oluyordu abim sanıyordum çoğu zaman. Bazen sol tarafından hafif gülümseyerek bakıyordu. İşte diyordum tam abim.

 

"Büyüyoruz be abla." Dedi annem görmeden iki tane sarmayı ağzına atarken.

 

"Allah Allah." Dedim hafifçe omzuna vurup. Sesime çöken özlem dolu hüznü bastırmaya çalıştım.

 

"Ye oğlum ye. Yarasın ama azıcık ölçülü ye." Annem tabağıma tepeleme salata doldurup üç dilim de kalın kalın kesilmiş ekmekleri bırakmıştı. Geldiğimden beri öğün sayım üçten yediye sekize falan çıkmıştı.

 

"Bugün bir gol atmışım görseniz bayılırsınız." Dedi Emir bir dilim ekmeğin yarısını ağzına tıkarken. "Ama ne gol." İki kaşık çorbayı da hızlıca yuvarladı.

 

"Bu da topçu kesildi başımıza. Hadi hayırlısı."

 

"Ne var anne ya." Dedi anneme sitemle.

 

"Bir şey demiyorum oğlum ama derslerini ihmal edeceksin diye aklım çıkıyor. Sınav senen senin bu yıl."

 

"Annelerin bitanesi." Dedi kendini yalaka moda alıp. Uzanıp annemin yanaklarını sıktı. "Kız ben derslerimi ihmal etmem korkma. Ama oynadığım topu görmeniz lazım. EF-SA-NE! Tarık hoca hayran kaldı. Dedi ki hatta seni birkaç kulüp hocasına göstereceğim."

 

"Ya?" dedim gururla.

 

"Ee tabi gördü bendeki yeteneği. Size bugün maçta attığım o dillere destan golü göstereyim mi? Durun telefonumu hemen getiriyorum." Dedi heyecanla sandalyeden fırlayıp. Annem arkasından 'sen iflah olmazsın' bakışları atmıştı.

 

"Tam bir top hastası olup çıktı."

 

"Önceden hiç böyle bir şeyi yoktu bunun. Ne bileyim önceden pek hevesli değildi ya garip geldi. Ama oynasın elleme. Sevdiği şeyle ilgilensin."

 

"Aman sevdiğinden mi. Sınıflarında bir kız varmış Ekin diye. Ne güzel top oynuyorsun demiş buna. O gündür bu gündür böyle. Hayır oynasın bir şey değil de derslerini ihmal edecek diye ödüm kopuyor." Anlaşılmıştı bizim taze ergenin karın ağrısı.

 

"Etmez etmez merak etme. Sorumluluklarını bilir o." Dedim anneme rahat olması için. Oldu olası sorumluluk sahibi bir çocuk olmuştu Emir. Nerede ne yapması gerektiğini bilirdi. O yüzden aslında hiç aklı kalmazdı insanın. Küçücük yaşında bile bir yetişkin gibi olgun davranmıştı. Hele de babamı kaybettikten sonra o olgunluğu artmıştı. Ama erkek kardeş erkek kardeşti işte. Arada bir ölçüyü kaçırdığı, tam bir baş belası gibi davrandığı oluyordu.

 

"Gitti gelmedi. EMİR! ÇORBAN SOĞUYACAK!"

 

"Abla..." dedi bir zaman sonra yavaşça mutfağa giren Emir. Suratında hiç anlam veremeyeceğim, garip bir şaşkınlık vardı.

 

"Ne oldu?" dedim onun durgunlaşan suratına bakıp.

 

"Baran abi gelmiş. Kapının önünde." Elimdeki kaşık şaşkınlığımdan ötürü tabağımın kenarına düşerken sandalyeden kalktım hızla.

 

"Ne? Kim dedin?"

 

"Baran abi. Yağmurun altında dikiliyordu öylece. İçeri gel dedim ama gerek yok dedi. Seninle konuşacak galiba." Sandalyeye astığım hırkayı hızlıca üzerime geçirirken soru işaretleri dolu bakışlarımı önce annemde sonra da Emir'in üzerinde dolaştırdım. Annemin 'hayırdır inşallahları' kafamdaki soru işaretlerini daha da arttırırken hızlı adımlarla mutfaktan çıkıp girişe vardım.

 

Yarım bir şekilde açık duran kapıyı hızla açtığımda sert rüzgâr tüm vücuduma hızla çarpmış, dağınık olan saçlarımı geri savuruvermişti. Rüzgârın arasına karışan yağmur damlaları yüzüme çarparken açılan hırkamın önünü kapatıp çiseleyen yağmurun altında öylece dikilen ona baktım. Buz gibi olan kıştan farksız havaya rağmen incecik beyaz bir gömlek vardı üzerinde. Üşümüyor muydu?

 

Ama üşümekten bihaber gibiydi. Sanki havanın farkında değildi. Bakışlarımız kesiştiğinde anlamıştım bunu.

 

"Bir şey mi oldu?" Kafasını salladı 'hayır' der gibi. "Bircan abla?" dedim telaşla ona doğru bir adım atıp. "İyi mi?" Telaşlanmıştım onu bu halde görünce.

 

"Ablam iyi..." dedi ama sesi hiç de iyiymiş gibi değildi. Kısık sesini açmak ister gibi öksürdü kısaca. Benim tatmin olmayan bakışlarımı görünce "Sağlığı iyi." Diye ekledi. Eliyle ensesini kaşıdı hızla. Ellerini kirli sakallarına sürttü. "Aslında ben buraya niye geldim bende bilmiyorum." Yorgun bir soluk çıktı ağzından.

 

Onu hiç görmediğim kadar yorgun görüyordum şimdi. Tuhaf bir şekilde omuzları olabildiğince çöküktü. İki gün önceki hıçkırıkları hâlâ kulaklarımdaydı. O da insandı, duyguları elbette vardı. Ve yaşadıkları öyle kolay değildi bana kalırsa. Ablası zor bir hastalığın pençesindeydi. Bir de ona karşı sakladığı sırlar vardı. Bir nokta gözden kaçıyordu bana kalırsa. Her şeyi yüklenmeye çalışıyordu. Belki de omuzlarındaki çökkünlük, 'taşıyamıyorum' demeleri bu yüzdendi. Ama o saklamaya çalışıyordu.

 

"Sen iyi misin?" dedim hırkamı daha çok çekiştirip. Yerde amaçsızca dolaşan bakışları beni bulmuştu.

 

"Bilmiyorum..." dedi mırıltı gibi.

 

"Neredeydin?" dediğimde sanki sorgularmış gibi hissettiğimden acele bir şekilde ekleme gereği duydum "Yani konağa gitmemişsin de. Seyhan söyledi bana."

 

"Gitmedim. Gidemedim. Aslında ablam olmasa düşünmem bile ama."

 

"Bircan abla?" dedim telaşla. "İyi demiştin şimdi?"

 

"İyi. Gayet iyi ama senin konağa dönmeni istiyor. Telefonda ağlayınca ben ne yapacağımı bilemedim. Sanırım ondan geldim."

 

"Öyle mi?" dedim yüzüm düşerken.

 

"Elif?" dedi o sırada arkamdaki kapıdan çıkan annem. "Hava çok soğuk ne yapıyorsunuz burada?"

 

"Biz konuşuyorduk." Dedim ona dönüp.

 

"Ee içeride konuşun. Hava buz gibi." Kapıyı geri açıp içeri girmeye yeltendi ama bizde bir hareket görmeyince geri döndü. "Kime diyorum? Donacaksınız burada. Çorbalar soğuyacak." Tekrar adım attı içeri ama biz de yine hareket görmeyince bu sefer ona döndü. "Baran hadi. Geçsene içeri."

 

Anlamsız bakışlarım geri ona çevrildiğinde o da aynı anlamsız ifadeyle bakıyordu bana.

 

"Gerek yok. Ben rahatsız ettim sizi gece gece." Tam arkasını dönüp gidecekti ki annem durdurdu onu.

 

"Ne rahatsızlığı. Geç hadi içeri. Biz de sofraya yeni oturduk. Bir kase çorba içersin hiç olmadı." Tereddütle baktı anneme. Annem ise kapıyı aralık bırakıp girmişti içeri.

 

"Gel." Dedim ben de kapıya doğru yürüyüp. Sağına soluna bakındıktan sonra yavaş adımlarla geldi peşimden. İçeri girdiğimde annemin tencerenin başına geçmiş Emir ise yüzündeki o deminki şaşkın ifadeyle dikiliyordu. "Bir sandalye getirir misin?" dedim ona işaret edip. Ama öylece dikilmeye devam ediyordu canım kardeşim. "Emir! Oğlum kime diyorum?"

 

"Kusura bakmayın. Her gün mutfağımıza Baran İzol gelmiyor da. İnsan şaşırıyor tabi." Ve şaşkınlığı hafif bir vıcıklığa doğru giderken apar topar kenardan bir sandalye çekmişti masaya.

 

"Hadi hadi." dedi annem telaşla. Elindeki tabağı dikkatle onun önüne bırakırken tabağın kenarına iliştirdiği bir dilim limonu kaptım hızlıca. Geri bıraktım tabağa.

 

"Zahmet oldu size de."

 

"Afiyet olsun." Dedi kısaca annem. Arada kapkalın görünmez bir duvar vardı, hissedebiliyordum ama annem o duvara rağmen ne misafirperverliğinden ne de kibarlığından ödün veriyordu. Annem kibar insandı ama canım kardeşim avel avel yan tarafımda oturan adama bakıyordu geldiğinden beri. Şaşkınlığını bu denli belli etmese olmuyor muydu Allah aşkına?

 

Tereddütle kaşığı eline alıp mercimek çorbasına daldırmasını izledim yan tarafından. İçip içmemek arasında kalmıştı. Sonra bakışlarım halen aynı şekilde onu izleyen kardeşime çevrildi.

 

"Yemeğini ye Emir." Diye fısıltıyla uyarırken masanın altından bacağına vurdum hafifçe.

 

"Ne var abla ya?"

 

"Oğlum yesene yemeğini. Soğuyacak." Emir'in şaşkın bakışları, derin sessizlik, tabağa çarpan kaşık sesleri ve arada bir kısa kısa öksürmesi dışında konuşacak bir şeyimiz yoktu. Ortam, atmosfer, gerginliğimiz bile tuhaf ve yadırganacak cinstendi. Yani Emir'in şaşkınlığını da çoğa görmemek gerekirdi.

 

"Ben gidip eşyalarımı toplayayım." Dedim birden. Emir'in ve annemin şaşkın bakışları hızla bana dönerken elimdeki kaşığı bıraktım.

 

"Gidiyor musun abla? Nasıl yani?"

 

"Elif? Kızım?"

 

"Gideyim artık." Derken yavaşça kalkmıştım sandalyeden. "İki gündür buradayım nasılsa. Ee yine gelirim."

 

"İstiyorsan kal." Dedi o da yan tarafımdan. "İstediğin zaman dönersin."

 

"Yok gidelim. Bircan ablayı da merak ediyorum hem. Yine gelirim ama." Hırkamı düzeltip hızlı adımlarla çıktım mutfaktan. Taş basamakları koşar adım çıkıp en üst kattaki odama vardım. Toplamam gereken çok fazla eşyam yoktu. Kitaplarım dışında. Masaya varıp paldır küldür kitaplarımı aldım kucağıma. Yatağımın altında duran küçük çantayı çekip hepsini dikkatle içine koydum. Sonra kalemlerimi de katıp sağıma soluma bakındım. Hazırdım işte. Bu kadardı eşyalarım.

 

Elimi belime koyup unuttuğum bir şey var mı diye etrafıma bakınırken duvardaki büyük aynadaki aksimle kesişti bakışlarım. Tavşanlı pijamalar, sürekli evde giyilen büyük hırka, tavşan kulaklı panduf terlikler ve saçları dağınık bir adet ben. Asıl toplanmam gereken kendimdim.

 

Dolaba koşup elime ilk geçenleri geçirdim üzerime. Bileğimdeki tokayla da saçımı serbest bir at kuyruğu yaptıktan sonra yatağın üzerine bıraktığım çantamı da kaptım ve nasıl koşar adım çıktıysam aynı o şekilde indim geri. Mutfakta beklediklerim kapının tam önündeydi.

 

"Elif kızım." Dedi annem beni görür görmez. "Kalsaydın keşke biraz daha. En azından Leyla ve Şilan dönseydi." Gitmemem için ne bahanesi varsa sunmaya hazırdı. Biliyordum. Gözlerinde zaten geldiğimden beri bir tedirginlik vardı. Ellerini kendi ellerim arasına aldım.

 

"Yine gelirim annem. Merak etme."

 

"Aklım hep sen de." Diye fısıldadı beni kollarıyla sararken. Biliyordum hep öyleydi. Geri çekilirken avuçlarımı yanaklarına yaslayıp yaşlar biriken zümrüt yeşili gözlerine baktım.

 

"Benim de sizde. Leyla ve Şilan'a çok selam söyleyin." Sonra bir şeyler anlatma telaşında olan kardeşimi kavradım omuzlarından. "Derslerine dikkat et." Kollarımı ona doladım sıkıca.

 

"Sen de. Bir şey olursa hemen ara." Çiçeği burnunda bir ergendi falan ama abi gibi davranmaktan da asla vazgeçmiyordu.

 

"Sen de bir şey olursa beni ara." Dedim gülerek. Döndüm arkamı. Ceketimin kollarını çekiştirip çıktım kapıdan. Küçük abim...

 

 

🔥

 

"Abi! Yenge!" diye bir çığlık yükseldi biz kapıdan girdiğimizde. Dilan elindeki tepsiyi savururcasına kenardaki sehpanın üzerine atarken koşup boynuma atlamıştı. "Ay nihayet geldiniz! Yengem benim be!"

 

"Tamam Dilan yeter." Dedim boynumdaki ellerini itmeye çalışırken. Seveyim derken boğuyordu biraz. Hani ayı yavrusunu severken boğarmış misali.

 

"Vallahi var ya gözlerimiz yollarda kaldı! Çok özledim be. Abi!"

 

"Sonra Dilan." Dedi eliyle onun sarılma hamlesini durdurup. Kuvvetlice öksürdü. "Çok yorgunum." Kardeşine bakmadan merdivenlere yöneltti adımlarını.

 

"Ee evdekilere diyeydik geldiğinizi. Abi!" ama oralı olmadı abisi. Sonra bana döndü. "Valla yenge iki gündür yokluğunuz o kadar belliydi ki. Sana yemin ederim hepimiz kapılara baktık anca. Neredeydiniz siz? Hiç söylemediniz nerede olduğunuzu."

 

"Geldik artık Dilan bak. Hadi ben de çok yorgunum. Hem Bircan ablayı görmek istiyorum. Odasında mı? Nasıl?"

 

"Odasında odasında. Çok iyi ablam. Bugün kontrole gittik geldik. Valla doktorlar çok umutlu konuşuyor ama. Bizde akşamdan beri Şirin cadısıyla uğraşıyorduk." Yüzünü buruştururken koluma girmişti.

 

"Çok ayıp." Dedim dediğine. "Biri duyacak."

 

"Aman duysunlar. Cadı değil mi? Yalan söylemiyorum en azından. Akşamdan beri beynimizin etini yedi düğün planlarıyla."

 

"Hadi ya..." diye mırıldandım merdivenlerin basamaklarını onunla beraber çıkarken. "Belli oldu mu düğün tarihi?"

 

"Yok. Sence ablam hastayken düğün diye uğraşacak halde miyiz biz? Ama hanımefendinin umurunda bile değil. Yok efendim tarihi bina düğün için sönük kalır mıymış, yok efendim üç gün üç gece dillere destan bir düğün olmalıymış, yok efendim üç gün ayrı ayrı tasarım gelinlikler giymeliymiş. Aman bomboş işler anlayacağın." Güldüm hafifçe. Dilan'ın Şirin nefreti neyse, Şirin'in de düğün sevdası öyle bir şeydi işte. Paha biçilemez...

 

"Ay ben dedeme uğrayacaktım. Sen geç ablamın yanına ben gelirim." Dedi gerisin geri kolumdan çıkıp. "Seni görünce heyecandan unuttum." Bence beni gördüğünden değil de Şirin'e olan öfkesindendi bu hali. Eh anlıyordum onu da.

 

O merdivenlerden gerisin geri indikten sonra ben de Bircan ablanın kapısını çaldım yavaşça. Uyumuş olabilirdi, aslında hiç rahatsız etmemeliydim ama içim de rahat etmeyecekti onu görmeyince. "Gel" diye bir ses yükseldi içeriden. "Elif!" dedi heyecanla beni görünce. "Döndünüz mü? Gel hadi."

 

"Rahatsız etmiyorum değil mi?"

 

"Sen beni rahatsız eder misin hiç? Gelsene yanıma." Küçük adımlarla yatağının yanına ilerleyip yatağın ucuna iliştim.

 

"Nasılsın?" dedim elini tutup. Bakışlarım elinin üzerindeki küçük morluktaydı. Bu morluklara hazırlıklı olun demişti Ahmet. Vücudu kanserle savaşırken böyle morlukları görecektik zaman zaman.

 

"Çok iyiyim." Dedi o da benim ellerimi kavrayıp. "Doktora gittim bugün. Bülent hoca çok umutlu konuştu Elif. Bilmiyorum ondan mıdır ama moralim o kadar iyi ki. Bir de siz döndünüz. Baran nerede? O gelmedi mi yoksa?" Gözleri korkuyla ışıldamıştı.

 

"Yok geldi. Üstünü değiştirecek herhalde. Odada." Dedim rahatlaması için. Derin bir nefes alıp gülümsemişti.

 

"Çok üzgün hâlâ değil mi? Çok kırıldı babama."

 

"Sanırım..." diye mırıldandım.

 

"Öyle öyle. Ağır konuştu babam. Yaptıkları iş kolay değil. Çok stresliler ama babam tüm stresini Baran'a kustu. Kırılması çok normal. Öyle siz evden bir anda gidince geri dönmezsiniz diye aklım çıktı biliyor musun? Çünkü Baran çok inattır. Küstüğü dağa yedi sene uğramaz o. Ama bakma öyle duvar gibi duruşuna içinde küçük bir çocuk var onun."

 

Gözyaşlarını akıtan, 'taşıyamıyorum' diye hıçkıra hıçkıra ağlayan bir çocuk...

 

Zorla yutkundum.

 

"Ben odaya çıkayım. Sen de dinlen. Yormayayım seni daha fazla." Yataktan kalktım ama ellerimi bırakmamıştı.

 

"İyi ki geldiniz Elif." Dedi dolu dolu bakışlarıyla. Gülümsedim sadece. "Bilekliğin ne güzelmiş." Bakışlarını sol bileğimdeki bilekliğime indirmişti. Çıkarmayı unutmuştum tamamen. Eğer o demese fark etmezdim de bir süre.

 

"Teşekkür ederim." Diye mırıldanırken ellerimi onun ellerinden çekip arkama sakladım. "İyi geceler." Dedim alelacele. Kapının önüne çıktığımda ilk yaptığım bilekliğimi çıkartıp dikkatlice cebime koymak olmuştu. Şimdilik böyle olması gerekiyordu. Elimi cebimin üzerinde tuta tuta çıktım üst kata.

 

Kapıyı açtığımda o pencerenin önündeydi. Kafası önüne eğik ve başı ellerinin arasındaydı. Her şeyi yerli yerinde duran odada gezdirdim sessiz bakışlarımı.

 

"İyi misin?" dedim çekingen bir şekilde. Ama aldığım cevap kuvvetli bir öksürük oldu.

 

"Başım ağrıyor sadece..." diye mırıldanırken başını ellerinin arasından çekmişti ama hiç iyi görünmüyordu. Yanımdan geçip yatağa doğru adımladı. Yanakları kızarmıştı. Hatta alnında terler vardı. Kuvvetlice bir kere daha öksürdü. Yavaşça yatağa oturdu ve eliyle ensesini ovalamaya başladı. Tereddütlü adımlarla yanına vardım ve elimi alnına koydum. Ne yaptığıma anlam veremediği bakışları önce alnına koyduğum elime sonra da bana çevirdi.

 

"Sen..." dedim mırıltıyla. "Sen ateşler içinde yanıyorsun!" hızla kendimi geri çekerken o da kendi elini alnına attı. "Ben birine haber vereyim."

 

"Gerek yok iyiyim." Dedi ama zorla. Sesi garip bir şekilde pürüzlü çıkıyordu.

 

"İyi misin? Ateşin var. Ahmet'e haber vereyim ben. Bir baksın."

 

"İyiyim dedim." Kuvvetlice öksürdü iyiyim diyen.

 

"Ama olm-" Bileğimi tuttu nazik bir biçimde.

 

"İyiyim Elif..."

 

Yorgun bakışlarını bana kaldırmıştı. Bir anlık şaşkınlıkla adımı deyişine bakmıştım öylece. Sonra bileğimi çekip komodinde duran sürahiden bardağa biraz su boşalttım ve uzattım ona doğru. Öksürüklerinin arasından zorla içmişti.

 

"Böyle olmaz. Çok ateşin var. Ahmet baksın en azından."

 

"Kimseye bir şey deme. Uğraşmak istemiyorum. Ben iyiyim. Dinleneyim geçer." Kesin bir dille reddediyordu. Tabi bir şey diyemedim ben de.

 

"Tamam o zaman üzerini çıkar. Havale falan geçireceksin yoksa." Ben öyle deyince yorgun bakışlarını benden çekip gömleğinin düğmelerine attı elini ama yapamadı. Ellerini yanına koyup derin bir nefes aldı ve tekrar denedi. Yavaş yavaş düğmelerini açtıktan sonra çıkarmaya çalıştı.

 

"Bu böyle olmayacak." Dedim yanına adımlayıp. Omuzlarından çıkarmaya çalıştığı beyaz gömleği alıp gri koltuğun üzerine bıraktım. "Doktor şart."

 

"Gerek yok." Dedi hastalığına rağmen inatçılığını sürdürüp.

 

"Tamam o zaman." Dedim aklıma gelen şeyle. Çünkü inat etmişti bir kere ve sanırım onu vazgeçiremeyeceğime ben de ikna olmuştum. "Ateşini düşürmemiz lazım. Sen otur. Sakın üstünü falan örtme. Ben sirkeli su alıp geleceğim. Tamam mı?" Baktı öyle yüzüme kızarmış gözleriyle. Hafifçe kafasını salladı. Ben de hızlı adımlarla odadan aşağı, mutfağa koştum.

 

"Elif kızım?" dedi beni mutfakta görmeyi beklemeyen Fatma abla. Etrafı topluyordu beni görünce elinde tuttuğu sarı bezle kalakalmıştı. "Siz ne ara döndünüz?"

 

"Demin geldik."

 

"Hoş geldiniz hoş geldiniz. Sen ne arıyorsun hayırdır?" dolapların kapaklarını açıp kapatmaya başlamıştım hızlı hızlı ben de.

 

"Sirke. Bana sirke ve geniş bir kap verir misin?" dedim telaşla. Fazla vaktim yokmuş gibi hissediyordum.

 

"Sirke mi?" dedi benim bu telaşlı halime bir anlam veremeyip. O da haklıydı canım. Gecenin bir yarısı sirke istemek için belki uygun bir zaman olmayabilirdi.

 

"Evet. Sirke."

 

"İyi de kızım ne yapacaksın sirkeyi? Biri falan mı hasta?" Hızlıca kafamı salladım artık versin diye. "Baran mı hasta yoksa?

 

"Önemli bir şey değil Fatma abla. Biraz ateşi var o kadar." Yüzü korkuyla gerildiğinde de ekledim. "Abartılacak bir şey değil. Tedbir için yani."

 

"Dur dur vereyim hemen." Dedi hızlı adımlarla kilere gidip. Hemen sonra elinde bir kap bir şişe sirkeyle geri geldi. "Geleyim ben de? Bakayım bir? Yardım edeyim sana?"

 

"Gerek yok Fatma abla. Ben hallederim. Sağ ol." Elindeki kabı ve sirke şişesini kapıp hızlı adımlarla çıktım mutfaktan. Üçüncü kata çıkan basamakları da ne kadar hızlı çıkabilirsem o kadar hızlı çıktım.

 

Yatmıştı. Yorganı da sıkı sıkı çekmişti üzerine. Odaya geldiğimdeki manzara buydu. Elimdekileri sehpanın üzerine bırakırken ona doğru yürüdüm.

 

"Olmaz böyle." Dedim yorganı çekiştirip. "Örtünmemen lazım."

 

"Üşüyorum..." diye mırıldanırken uzandı benim çekmek istediğim yorgana. Çenesi birbirine çarpıyordu.

 

"Hayır olmaz." Diye kesin bir dille uyarırken yorganı tümden açtım üzerinden. "Geliyorum hemen. Sakın örtme üzerini." Dedim banyoya doğru kabı ve sirke şişesini de alıp. Kabın yarısına kadar su doldurduktan sonra biraz da sirke ekledim. Bez lazımdı. Etrafıma bakınırken giyinme odasına gittim sonra. Dolaptaki tişörtlerinden birini rastgele alıp iki üç parçaya böldüm.

 

"Ama örtmüşsün üstünü. Olmaz." Dedim yatağın yanına gelip elimdeki tişört parçalarından birini hazırladığım sirkeli suya batırıp ve iyice ısladım. Sıktıktan sonra alnına yerleştirdim. Ben bezi koyar koymaz elini alnına atmıştı. Suratı buruşa buruşa da bir hal almıştı.

 

"İstemiyorum..." diye mırıldandı. Gözlerini bile açamıyordu.

 

"Bu ateşini düşürecek." Dedim onun elini çekip bezi düzeltirken.

 

"İğrenç kokuyor..." diye mırıldandı bu sefer. Sirkeydi yahu. İğrenç bir şey değildi. Benim elimi itelemeye çalıştığı elini tutup yana doğru indirdim. Bedeni titriyordu. Ve cayır cayır yanıyordu. Bence doktora gitmesi şarttı ama inat etmişti bir kere. Tekrar diğer tişört parçalarını da ıslatıp dirseklerinin iç tarafına yerleştirip alnında çabucak ısınanı da değiştirdim. Artık itiraz edemiyordu. Kendi kendine mırıldanıyor ve sanırım uykuya dalmıştı bu sırada da.

 

Göz ucuyla duvardaki saate baktım. On bir buçuğa geliyordu. Alnındaki beze dokundum yavaşça. Isınmıştı. Yenisiyle değiştirdim tekrar. Terlemeye başlamıştı. Ama ateşi bir nebze olsun düşmek yerine sanki daha da yükseliyormuş gibi geliyordu. Annem ne yapardı bu durumlarda, hatırlamaya çalıştım.

 

Emir küçükken sık sık ateşlenen bir çocuktu. Yani bu durumda aslında tecrübeli biri sayılırdım. Defalarca annemin böyle durumlarda ne yaptığına şahit olmuş, yardım etmiştim ona. Sanırım biraz beklemek gerekecekti. Elimle tekrar alnındaki bezi kontrol ettim. Isınmıştı. Değiştirdim, yüzündeki terleri sildim. Ben bunları yaparken o, kıpırdanıp mırıldanıyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu ama. Dudakları ateşinden dolayı çatlamıştı.

 

Kocaman esnerken bakışlarım tekrar duvardaki saate kaydı. Bir buçuğu geçmişti. Elimle gözlerimi ovuştururken kafamı yatağın başlığına yasladım. Ne yapsam ne etsem bir türlü ateşi düşmüyordu. Komodindeki telefona uzanıp Ahmet'i arayacak oldum ama vazgeçtim sonra. Elimi tekrar alnına koydum. Deminkine göre biraz düşmüş sayılırdı ama hâlâ atei vardı.

 

Bezleri değiştirdim, terleyen yüzünü kuruladım. Beline kadar örtük olan yorganı açtım. Geri yatağa oturup ateşini bir daha kontrol ettim.

 

"Oh..." diye mırıldandım çünkü düşüyordu. Yastıktan yana düşen başını düzeltip başımı yatağın başlığına koydum tekrar ve uykunun iyice bastırdığı gözlerimi açık tutmaya çalıştım. Göz kapaklarımı çekiştirdim, derin nefesler alıp uykumu açmaya çalıştım ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım başaramadım.

 

Uyuyakalmışım...

 

 

 

🔥

 

 

Telefondaki mesaja akşamdan beri avel avel bakıp gülümsüyordu Ahmet. Noktasına virgülüne kadar ezberlemiş, harflerin şeklini bile kazımıştı aklına. Eğer bu yüzündeki bu gülüşü diş macunu reklamları görse 'Dünyanın en aşık gülüşü için macunumuzu seçin' temalı bir reklam afişi hazırlarlardı. Afişe de bu Ahmet'in bu halini basarlardı.

 

"Mesal attı lan mesaj..." diye mırıldandı gülüşünü bozmadan. Elindeki telefona bakmaktan arabayı bahçeye yamuk park etmişti ama umurunda mıydı? Hayır...

 

"Mesaj attı mesaj attı..." diye melodik mırıldanmasıyla arabadan inip küçük dans hareketleriyle bahçeden konağa doğru ilerlemeye başladı.

 

Şilan dün akşam nöbetteyken 'Önlüğünü temizledim ama bir türlü verme fırsatım olmadı. Müsait olduğunda hastaneye getirmek isterim' yazmıştı.

 

Allah'a şükürler olsundu, ettiği dualar, verdiği sadakalar kabul oluyordu. Kurban mı kesseydi, Ümmü halası gibi Yasin'ler mi okutsaydı, ne yapsaydı?

 

Karşılığında 'Ben sana hep müsaitim' yazacaktı ama liseli ergen tavırların lüzumu yok deyip ölçülü ve mütevazı bir cevap yazıp göndermişti. Yarın hastanede buluşacaklardı. Hastane hastane olalı böyle büyük buluşma görmeyecekti.

 

"Mesaj attı mesaj attı. Sonunda bana mesaj attı..."

 

"Kim mesaj attı?" Konağın içine de aynı şekilde dans ede ede girişine Bircan tuhaf gözlerle bakmıştı. Sorusu ise dikkati elindeki telefonda olan Ahmet'i sıçratıp gitmişti.

 

"Kim mesaj attı?" diye soruya soruyla ve ultra avel bir cevap verdi.

 

"Oğlum ben de sana soruyorum. Kim sana mesaj attı?"

 

"Banka..." dedi aklına gelen ilk yalanla. "Banka bana mesaj attı."

 

"Ömrümde banka mesaj attı diye sevineni de ilk defa duyuyorum." Dedi Bircan abla şaşkın şaşkın.

 

"İlk defa şey olunca ben şey ettim işte şey yani..." diye kıvırmaya çalıştı ama Bircan ablanın suratında büyüyen bir şaşkınlık vardı.

 

"Neyse onu bunu bırak da uyumadan Baran'ın yanına çıkalım seninle. Fatma abla Elif'in dün odaya sirke, su falan taşıdığını, Baran'ın ateşi olduğunu söyledi. Sen bir bak hadi."

 

"Ne Baran'ın ateşi mi çıkmış?" diye mutfaktan koşa koşa geldi Berfin. O gün konağa erkenden gelmişlerdi annesiyle. Şirinlere misafirliğe gidecekleri için bir gün önceden annesiyle hazırladıkları dolmaları getirmişlerdi. O ne ara duymuştu Bircan'ın ağzından çıkanları da ışınlanıp gelmişti?

 

"Bunun da Baran sensörü var..." diye mırıldandı Ahmet.

 

"Ya hasta mı olmuş?" diye diretti Berfin.

 

"Bilmiyoruz. Bakacağız bir." Diye geçiştirmek istedi Bircan onu ama onların adımlarına eşlik etti Berfin.

 

"Ne zaman döndü ki Baran? Niye haber vermediniz bana? Haberim olsaydı gelirdim."

 

"Dün döndü Elif'le beraber. Ayrıca niye haber verelim Berfin?" dedi ters ters Bircan. O da sabah Murat'ı yanında göremeyince epey gergin kalkmıştı yataktan. Bir de sanırım ilaçlar sinirleriyle oynuyordu.

 

"Hasta olmuş işte bak. İki gün evden uzak kaldı olan şeye bak." Berfin bir basamak arkalarında, Ahmet ve Bircan önde en üst kata onların odasına çıktıklarında söylenmeye devam ediyordu Berfin. "Çorba kaynatır gelirdim bilsem. Neyse bir bakayım da hemen yaparım bir şeyler. Ben gitmeyeyim hem Şirinlere. Kalayım burada. Hasta ne de olsa."

 

Bircan göz devirirken Ahmet sinirle gülümsemişti. Bircan yavaşça kapıyı tıklattı ama ses gelmedi. Yine vurdu. Ama yine ses gelmedi.

 

"Çok hasta sanırım bak açamıyor kapıyı." Derken Ahmet'i iteleyip kapıya o vurdu bu sefer ama yine ses gelmedi. "Baran..." diye seslenip kapının kolunu indirdi. Ama kalakaldı açınca.

 

"Ay rahatsız ettik. Uyuyorlarmış." Dedi Bircan. "Hadi hadi çıkalım biz sonra bakar Ahmet." Dedi Berfin'i kolundan çekip. Ama Berfin'in bakışları yatakta kollarını sıkıca Elif'e dolamış mışıl mışıl uyuyan Baran'da kalmıştı.

 

 

 

 

🔥

 

Aydınlık bir gökyüzü vardı o gün Midyat'ın üzerinde. Sanki bir gün önce kara kıştan olan o gün yaşanmamış, soğuk rüzgarlar esmemiş ve yağmur hiç yağmamış gibiydi. Şimdi güneş en sarı tonunda gökyüzünün en tepesine doğru ilerlerken ışıkları konağın en üst katındaki odanın aralık perdeleri arasından Baran'ın gözlerine sızıyordu. Kızıl ışıklar göz kapaklarının üzerinde gezinirken kafasını yastığa gömüp ışıklardan saklanmak istedi ama yapamadı. Onun yerine yüzünü gıdıklayan saç telleri sürttü göz kapaklarına.

 

Bu sefer de yüzünü gıdıklayan şeyin ne olduğunu göremediğinden elini yüzüne atmak istedi ama saç telleri parmaklarına dolandı. Göz kapakları hafifçe aralandı ama durumu idrak edemiyordu. Derin bir nefes alıp diğer tarafına dönmek istedi. Ama aldığı nefesle gözleri hızlı bir şekilde açıldı. Çünkü ciğerlerine o karanlık geceyi hatırlatan, altı yıl önceki İstanbul gecesini hatırlatan bilindik koku dolmuştu.

 

Neydi bu koku? Neden bu denli taze hatırlayabiliyordu? Peki niye ondan yayılan bu koku hatırladığı kokunun aynısıydı?

 

Bakışlarını ağır ağır kollarını kendine sıkıca dolamış hafif bir mırıltıyla kafasını göğsüne gömen küçük bedene indirdi.

 

'Ne oluyor be' derken buldu kendini. Çünkü en son şu yatağa oturduğunda deliler gibi üşüyordu. Tek istediği üzerine bir parçacık kendini ısıtacak bir örtüydü ama durum ne ara bu hale gelmişti? Ve neden kendi kolları da ona bu kadar sıkı bir şekilde dolanmıştı?

 

Parmaklarına geçen saçları hafifçe çekiştirip onun kulağının ardına sıkıştırmaya çalıştı. O böyle yapınca Elif de çekiştirilen saç telleriyle kafasını kaldırdı ama uyanmadı. Burnunu hafifçe Baran'ın boyun girintisine koyup elini de onun sırtından ensesine doğru çıkarmıştı. Baran'ın gözleri eş zamanlı olarak kocaman açılırken sağına soluna bakınmaya çalıştı ama kıpırdayıp onu rahatsız etmekten de ölesiye korkmuştu o an. Zaten sol kolunu da hissetmeyecek kadar uyuşmuştu ama çekmedi. Nedense çekmek istemedi.

 

Bu sefer daha tedirgin ve parça parça çekti nefesini içine. Kımıldarsa gözleri aniden açılır 'Sen ne yapıyorsun ya' diye sinirle söylenirdi muhtemelen kendisine. Hatta yetmez daha ağır bile konuşabilirdi.

 

Sinirlendiğinde boynundaki bir damar belli oluyordu hep. Hatta sol gözü seğirebiliyordu da çoğu zaman. Parmaklarını hırsla saçlarının arasından geçirip ayaklarını pat pat vururdu yere. Bir de küçücük cüssesine bakmadan diklenmesi yok muydu? Hafifçe gülümserken yüzünün önüne düşen saçları geri iteledi. Öyle yapınca o da hafifçe gülümseyip mırıldandı.

 

"Abi" demişti. "Bilekliğim..." dedi hemen ardından ve iyice sokuldu kendisine.

 

"Bileklik mi?" diye mırıldandı Baran anlamsız bir şekilde. "Bileklik ne alaka ya? Ne görüyor olabilirsin ki rüyanda?"

 

"Of ben çözerim." Dedi bu sefer de Elif. "Fizik üçüncü soru..." diye ekledi.

 

"Sikeceğim fiziğini de fizikçisini de." Diye sinirle homurdandı bu sefer Baran. Gördüğü ilk andan beri o Yiğit denen herife kıl olmuştu. Laubali yapışak insanlardan oldu olası nefret ediyordu. O da tam yapışak bir herifti. Hatta yavşağın önde gideniydi.

 

"Emir ya bir uyutmadın..." diye söylendi bu sefer huysuz huysuz elif. Elini Baran'ın ensesinden çekerken dönmek istedi sırt üstü ama yatağın ucunda yattığından kaydı. Düşmekten son anda Baran'ın kendini aniden kavramasıyla kurtulurken korkuyla açılmıştı bakışları.

 

"Tuttum!" dedi Baran onu sıkı sıkı belinden yakalayıp. Elif de korkuyla ellerini onun çıplak omuzlarına atmıştı.

 

...............

 

"Tuttum!" dedi belimi sıkı sıkı kavrayan ellerin sahibi. Neye uğradığımı bilememiş korkuyla ellerimi onun omuzlarına atıvermiştim. Gözlerim iri iri açılırken hem düşecek olmanın korkusu hem de ne olduğunu anlayamadığım bu durumun şaşkınlığı vardı üzerimde.

 

"Ne oluyor be!" derken omuzlarındaki ellerimi çekip onu ittim sertçe. İtmemin etkisiyle belimdeki elleri kaydı ve ben kendimi sert bir şekilde zeminde buldum.

 

"İyi misin?" dedi yataktan uzanıp bana doğru. Şaşkın bir şekilde bakıyordu. Yüzüm acıyla buruşmuştu. Hatta ağlayasım bile vardı ama 'iyiyim' mırıltılarıyla geçiştirdim onu. Elimi acıyan kalçama koyup zorla doğruldum yerden.

 

"Kaydın bir anda öyle aniden ittirince. Tutamadım." Etrafıma bakındım şaşkın şaşkın. Ben dün gece en son sirkeler, sular ve bezlerle uğraşıyordum.

 

"Ben uyuyakalmışım..." diye dank etti kafam en sonunda. "Sen... Sen nasıl oldun?" Ben uyumadan önce ateşi düşmeye başlamıştı Allah'tan.

 

"İyiyim." Dedi pürüzlü çıkan sesiyle. Boğazları tahriş olmuş olacak ki sesi bir garip çıkıyordu. Yerdeki gelişigüzel çıkardığım terliklerimi ayağıma geçirip geri yatağa doğru adımladım ve uzanıp elimin tersini alnına koydum. Ben öyle yapınca bakışları alnımdaki eline çevrildi.

 

"Ne yapıyorsun?" dedi şaşkın ve fısıltılı bir tonda.

 

"Atomu parçalayacağım bekle." Dedim ciddi ciddi.

 

"Ne?" dedi o da saf saf.

 

"Ateşine bakıyorum. Düşmüş. Kendini nasıl hissediyorsun?" dedim elimi çekip. Hafifçe öksürürken sırtını yastığa dayadı.

 

"Çok yorgunum." Kafasını omuzlarına doğru çevirip burnunu sol omzuna yaklaştırdı. Yüzü buruştu hemen ardından. "Leş gibi de sirke kokuyorum."

 

"Ateşini o düşürdü ama." Dedim kapıya doğru yürüyüp. Kahvaltı etmesi lazımdı. En azından boğazından bir iki lokma geçmeliydi.

 

"Teşekkür ederim." Dedi ben kapının kolunu asıldığımda.

 

"Sirkeye mi? Ateş düşürme gibi bir yeteneği var işte." Dedim hafifçe omuz silkip. Kapıyı açtım.

 

"Hayır..." dedi hafifçe gülümseyip. En son ne zaman görmüştüm onun gülümsediğini. Sanırım hiç garip gelmişti. "Sana teşekkür ederim."

 

Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken toparladım hemen kendimi. Güldüm ve bir şey demedim. Çıktım kapıdan.

 

..........................

 

"Hasta olur tabi. Olmaz mı hiç? Kim bilir nerede kaldı?" tenceredeki çorba o gün inatla kaynamazken sağ olsun Berfin beynimi kaynatıyordu, sinirlerimi haşlıyordu. Derin bir nefes alıp tencerenin içindeki tarhana çorbasına baktım son bir umut. Kaynadın kaynadın yoksa seni ben kaynatacağım!

 

"Seni annenin evine bıraktıktan sonra kim bilir nereye gitti?"

 

"Limon var mı Berfin?" dedim umursamazca ona dönüp.

 

"Baran limon sevmez." Dedi dik dik.

 

"Onun için değil. Kendim için. Suya sıkıp çıkan tansiyonum insin diye içeceğim." Ama o da bana oralı olmadı. Yine aynı gazeli okumayı sürdürdü. Gitmemişti annesigille. Keşke gitseydi. İki gün onu görmeyince nasıl da rahattı kafam.

 

"Ben ilgileneyim artık Elif kızım istersen. Sen geç." Dedi kenarda benim Berfin'le ve kaynamayan çorbayla imtihanıma bakıp.

 

"Yok yok. Kaynadı zaten." Dedim nihayet keyfi yerine gelip de kaynamaya başlayan çorbaya bakıp.

 

"Ya kemik suyuna çorba mı yapsaydık acaba? Tarhanayla olacak iş değil bu." Gözlerimi devirirken dolaptan bir kase çıkarıp koydum tepsiye. "Ben ıhlamur kaynatayım en iyisi. Şöyle sıcak sıcak içsin de kendine gelsin."

 

"İçmez!" dedim sertçe. "Çorba yeter." Çorbayı kaseye boşaltıp tepsiyi hızla elime aldım ve çıktım mutfaktan.

 

"Dur ben de geleyim." Dedi o da arkamdan.

 

"İstemez!" dedim bu sefer de. Tahmini olarak ne zaman rahat nefes aldırırdı bu kız bana.

 

"Bakalım Baran senin elinden içmek isteyecek mi? Bence sen tepsiyi bana bırak." Elimdeki tepsiye uzandı almak için ama geri çektim sinirle. "Aranızın iyi olmadığını bilmeyen yok. Seni boşuna annenin evine bırakmadı. Bilmiyor muyuz?"

 

"Kendine gel Berfin. Yerini bil."

 

"Ben biliyorum yerimi. Sen de bilsen iyi olur."

 

"Öyle mi?" dedim yüzüme konan sahte gülümsemeyle. Yüzünde gram ifade değişikliği yoktu. Muazzam bir kibirle bakıyordu bana. Laftan anlayacak biri de değildi. O yüzden de kendimi yormaya gerek var mıydı asla.

 

Oralı olmadan geri dönüp çıktım basamakları. Peşimden geliyordu o da. Söylene söylene. Yüzsüz müydü biraz?

 

Odaya geldiğimde kapıyı açtım ve içeri girdim. Tam girecekti ki kapıyı sert diyebileceğim bir şekilde kapattım.

 

"Ne oldu?" dedi o da kapının çarpma sesine. Banyodan çıkıyordu. Elindeki havluyla saçlarını kuruluyordu.

 

"Bir şey yok. Cereyan yaptı." Dedim elimdeki tepsiyi sehpanın üzerine bırakıp. Elindeki havluyu komodine bırakıp yatağa oturdu. Duş almıştı. Nefret ettiği sirke kokusundan arınmıştı. Hatta odanın bir penceresini açmıştı. Muhtemelen odadaki koku çıksın istiyordu.

 

"Doğru düzgün bir şeyler yemedin. İlaç da alman lazım. O yüzden bir şeyle ryemelisin." Dedim tepsiyi sehpadan alıp onun önüne koyarken. Baktı öylece çorbaya. Yüzünde sanki önüne konanın ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bir ifade vardı. Sonra yavaşça kaşığı aldı ve çorbaya daldırdı. "Sıcak dikkat et."

 

Ben öyle deyince hafifçe üfleyip götürdü ağzına. Sonra bir kaşık ve bir kaşık daha aldı.

 

"Teşekkür ederim..." diye mırıldandı bana bakmadan.

 

"Bir çorba sadece. Önemli değil." Dedim elimle ensemi kaşırken.

 

"Yani..." diye mırıldanırken bakışlarını yüzüme kaldırdı. "Nefret ettiğin bir adama yardım ettiğin ve çorba hazırladığın için." Bakışlarımı çorbaya çevirdim. Sonra da ona. Halbuki o bana defalarca yardım etmişti. Bir çorba neydi ki?

 

Güldüm. Ben gülünce şaşkın bir ifade oluştu yüzünde. Sonra o da tereddütle gülümsedi. "Ne oldu? Niye güldün?"

 

"Hiç." Dedim omuz silkip. "Öyle içimden geldi."

 

"Zehir mi koydun yoksa içine?"

 

"Belki koydum. Sen de hiç sorgulamadan içtin." Çorbadan bir kaşık daha aldı ben öyle deyince. Sonra bir kaşık daha.

 

Ben de geri dönüp çıktım odadan. Dudaklarımdaki belli belirsiz gülümsemeyi bastırmaya çalıştım. Ama başaramadım.

 

 

🔥

 

Dinlenmeye alışık olmayan bir bedene yatak batar derdi eskiler. Baran o gün o söze iyice ve sonuna kadar hak vermişti. Sabahtan beri yapacak hiçbir şeyi olmadığından ve yatakta fazla vakit geçirdiğinden artık sıkıntıdan patlayıverme raddesine gelmişti.

 

Zaten uykusu da yoktu. Bedeni de iyiydi. Nedense o gece çektiği deliksiz uyku ona öyle iyi gelmişti ki hastalığı falan hızlıca geçip gitmişti. Halbuki geceleri uyuyabilen biri değildi. Kafasını yastığa koysa bile bir iki saat ya uyurdu ya uyumazdı ama o gün öğlene kadar hiç uyumadığı kadar derin uyumuştu.

 

Üzerindeki yorganı hızlıca yana attıktan sonra kalkıp gerindi iyice. Bedenindeki ağrı geçmişti. Kuş gibiydi. Giyinme odasına gidip üzerini değiştirdi. Saat gece on buçuğa geliyordu. Oda boştu. Sabah kendisine çorba verdikten sonra Elif bir daha odaya uğramamıştı. Ablası gelmişti, annesi gelmişti, halaları gelmişti hatta babası gelip kendisinden özür dilemişti. Peki o nereye kaybolmuştu?

 

Canı deli gibi sigara istemişti. Eline komodinde duran paketi alıp balkona çıktı. Bir dalı dudakları arasına yerleştirdi ama sonra vazgeçti. Nedense sigara kokmak, içmek istemedi. Ellerini trabzanlara yaslarken bakışları bahçede duran onu ve Maran'ı buldu. Kaşları kendinden bağımsız çatılırken elleriyle taş trabzanları sıkıca kavrayıp dikkatini oraya çevirdi.

 

Konuşuyorlardı. Maran bir şey anlatıyordu. Peki ne konuşuyorlardı? Biraz daha eğildi Baran. Odaları neden en üst kattaydı ki? Duyamıyordu hiçbir şey. Yüzlerindeki ifadeyi de göremiyordu. Peki bu denli uzun konuşacak neleri vardı? Peki Maran şimdi neden onun koluna elini koymuştu? Ya kendinin tuttuğu nefes neydi öyle?

 

'Bana ne ki' dedi kendini geri çekip. Elleriyle yüzünü sıvazladı hızlıca. "Beni ilgilendirmez' diye mırıldandı. Mırıldanmıştı mırıldanmasına ama içini kemiren şey neydi öyle? Hızla geri dönüp aşağı baktı. Ama ikisi de yoktu. Kaşla göz arası nereye kaybolmuşlardı?

 

Derin bir nefes aldı ve hızlı adımlarla balkondan içeri geçti. Sağa adımladı, sola adımladı. Oda daralmıştı birden. Yoksa hep mi böyle dardı?

 

Dayanamadı. Hızlıca odadan çıkıp merdivenlere yöneldi ve aşağı indi.

 

"Baran?" dedi tam alt basamağa geldiğinde Maran. Elindeki tabakta küçük bir dilim çikolatalı kek vardı. "İyi gördüm seni. Geçmiş olsun." Dedi.

 

"Sağ ol." Diye geçiştirmeye çalıştı Baran onu. Sağa sola bakındı başka kimse var mı diye.

 

"Ne oldu bir şey mi arıyorsun?" dedi Maran. Baran'ın garip hali gözünden kaçmamıştı.

 

"Yok." Dedi Baran ciddi bir şekilde ona dönüp. Bakışlarını onun elindeki tabağa çevirdiğinde Maran da elindeki tabağa bakıp gülümsedi.

 

"Elif yapmış bunu. İster misin? Son bir dilim kalmıştı. Bana ayırmış. Ama istiyorsan sen ye."

 

"Gerek yok. İyi geceler." Bozulmuştu anlamını bilmediği bir şekilde. İçini kemiren ve adını da koyamadığı bir şey vardı. Onun yanından geçip mutfağa girdi. Bir bardağa ardı ardına üç kere su doldurup içti ama içindeki o kor sönmedi. Hatta daha fazla rahatsız etti kendini. Derin bir nefes alırken bakışları lavabonun üzerinde duran boş kek kabına takıldı. İçinde ne var ne yoksa yenen, bir dilim bile kalmayan kek kabına.

 

'Bana ayırmış' demişti Maran. Bahçede ona mı teşekkür ediyordu yani?

 

Bir dilim kekti altı üstü. Peki bir dilim kek onu neden bu denli kızdırmış, içinde garip ve anlam veremediği şeylere yol açmıştı? Neden o tabağı Maran'ı ağzına sokası gelmişti?

 

Sinirle bardağa bir daha doldurup içti ve aynı sinirle bardağı geri koydu. Ellerini lavabodan çekip gerisin geri döndü. Basamakları anlam veremediği sinirle geri tırmanıp odanın önüne geldi. Eliyle cebini yokladı. Sigara paketini balkonda unutmuştu. Bir sigara içip rahatlaması gerekiyordu. Hızlıca odanın kapısını açtı ama aynı hızda kapatamadı. Çünkü Elif yatakta uyuyordu. Ne ara gelmişti? Ve deminden beri içini kavurup duran şey ne olmuştu da bir anda geçivermişti? Sinirini falan unutuvermişti.

 

Yavaş bir biçimde kapıyı kapatırken balkona doğru adımladı ama adımları kaldı olduğu yerde. Komodinin üzerinde üç büyük dilim çikolatalı kek vardı. Yavaş ve sessiz adımlarla komodine ilerleyip tabağa baktı. Sonra da bakışlarını kendi yastığına sıkı sıkı sarılmış uyuyan Elif'e çevirdi. Uzun uzun baktı. Uzanıp dikkatle yüzünün önüne gelen saçları iteledi ve işaret parmağıyla hafifçe onun yanağını okşadı. Sonra geri çekilip komodindeki kek tabağını aldı, ses çıkarmamaya çalışıp çıktı dışarı.

 

Sigarayı da sinirini de unuturken kendinden habersiz gülümsemesiyle elindeki kek tabağına baka baka çıktı odadan.

 

Ama bilmediği bir şey vardı. Elif uyumuyordu. O, odadan çıkınca yavaşça açmıştı gözlerini.

 

🔥

 

 

"Günaydın." Dedi Baran gayet enerji dolu bir sesle odasına girmeden hemen önce Bade ve yanında onunla konuşan insan kaynaklarından Rukiye hanıma.

 

"Hayırdır?" dedi hemen bir adım arkasında onu takip eden Salim. "Nereden geldi bu enerji?" Sabahtan beri Baran'ın üzerindeki o garip enerjik hal gözünden kaçmamıştı. Daha dün yatak döşek hastaydı halbuki.

 

"Bir şey mi olması lazım?" dedi koltuğunu es geçip pencereye yaslanan Baran. Ceketini de çıkarıp koltuğun üzerine fırlatmıştı.

 

"Bilmem." Diye omuz silkti Salim. "Hastalığın çabuk geçmiş."

 

"İyileştim." Dedi bir yandan çekmeceye uzanıp. Bir tanecik sigara içip daha da iyi hissedecekti. Çekmeceyi açar açmaz boş ahşap kutu takıldı gözüne. Sigarasından bir dalı dudaklarına yerleştirip ateşledikten sonra içine kaybettiği bilekliği koyduğu ahşap kutuyu aldı eline. Evirdi çevirdi.

 

"Bileklik?" diye sordu Salim. Üçlü deri koltuğa otururken sol bacağını sağ bacağının üzerine atmıştı. "Onun kutusu değil mi?" o zifiri karanlık geceden haberi vardı Salim'in.

 

"Hı hı..." diye mırıldandı Baran. Sigarasından derin bir nefes alırken kutuyu masasının altındaki çöp kutusuna attı hiç düşünmeden.

 

"Niye attın ki? Hani arıyordun kimin aldığını?"

 

"Artık aramıyorum." Diye hafifçe omuz silkip sigarasından bir nefes daha aldı Baran.

 

"Buldun yani?" diye heyecanla sordu Salim. Normalde bu konularla asla ilgilenmezdi ama Baran'ın o bilekliğin sahibini gece gündüz nasıl aradığına şahit olmuştu. Hele ki kaybettikten sonra...

 

"Bulamadım."

 

"Ee o zaman?" anlamamıştı Salim. Madem bulamamıştı o zaman ne diye aramaktan vazgeçmişti?

 

"O geceki kızın kim olduğuyla ilgilenmiyorum artık. Umurumda değil." Ses tonu da bu konudaki umursamazlığını vurgulara gibiydi.

 

"Gece gündüz aradın lan sen o geceki kızı. Unuttun herhalde."

 

"Unutmadım ama mantıksız olduğuna, artık o geceki kızın kim olduğunu merak etmediğime karar verdim. Tamam etkilendim ondan ama yüzünü dahi görmediğim kızı aramak da saçmalık değil mi?" Anlamsızca baktı Salim. Asla anlam veremedi Baran'ın bu konudaki umursamazlığına. Gece gündüz o kızı nasıl aradığını çok iyi biliyordu çünkü. Vazgeçmesinin başka bir sebebi vardı. Ya bulmuş olmalıydı ki bulmamıştı çünkü biliyordu ya da artık onu bulmanın kendisi için bir anlamı kalmamıştı. Çünkü artık o geceki kızla ilgilenmiyordu.

 

İkinci seçenek çok mantıklı geldi Salim'e. Zaten Baran'daki değişim de bunun kanıtıydı.

 

"Bu ne demek Baran!" diye bir ses yükseldi kapı çarptıktan hemen sonra. Salim apar topar koltuktan ayağa fırlarken bakışları kapıdan içeri giren Mehmet ağaya çevrildi.

 

"Ne ne demek baba?" dedi babasına hemen ardında duran Cihan ve Maran'a bakıp.

 

"Senin bu Dubaililere sunacağın dosya? Geçen gün bana detaylarını anlattığın! Dubai'de yapılacak yeni otel inşaatı hani!"

 

"Ee?" dedi anlam vermediğinden Baran.

 

"Demirkan Holding almış işi!"

 

"Anlamadım? Nasıl yani? Bir yanlışlık var. Olmaz öyle şey. Ben önümüzdeki hafta görüşecektim Dubaililerle."

 

"Sen görüşene kadar Demirkan Holding almış. Bir de ne var biliyor musun! Senin dosyan Baran! Onunla almışlar!"

 

"İmkansız!" dedi Baran ama başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Olamazdı. Gözü gibi koruyordu o dosyayı.

 

"Çöz bu işi Baran! ÇÖZ!" diye gürledi Mehmet ağa. Cihan'ı da yanına alıp geldiği gibi sert bir şekilde çıktı odadan.

 

"Olamaz..." diye mırıldandı Baran. Telefona sarıldı hemen.

 

"Baran tek sorun bu değil." Dedi Maran kısık bir sesle. "Para akışında da bir anormallik var."

 

"Uğraşamayacağım Maran!" Rehberden Muhsin beyi bulması gerekiyordu.

 

"İki gün önce senin hesabına yüklü bir para girişi olmuş Baran. Maliyeden rapor göndereceklerdi ama ben kendim söylemek istedim dayım duymasın diye. Ayrıca tırların çalışmasında da bir anormallik varmış."

 

"Ne demeye çalışıyorsun sen!" Sinirli bakışlarını hızla Maran'a çevirmişti.

 

"Dosyayı sattın mı rakip şirkete?"

 

 

 

 

🔥

 

 

 

 

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce yeni bölümde ne olacak??

 

Hemen tahminleri alayım??

 

Baran bilekliği aramaktan sizce neden vazgeçti?

 

Baran ne saklıyor ya da çeviriyor? bu başına ne açacak?

 

Gerçekten dosyayı Baran vermiş midir?

 

Elif??

 

Berfin??

 

Maran??

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın guzularım

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%