Yeni Üyelik
50.
Bölüm

Birinci Kısım Finali

@seydnrgrsu

Merhaba guzularım hoşgeldiniz

 

 

 

 

Bu bölümün kitabımızın ilk kısmının FİNALİ olduğunu bildirmekten şeref duyarım(önce birkaç damla yaş gözlerimden süzüldü...)

 

 

 

 

Ben bölümle ilgili hislerimi, geçen size sorduğum karakterlerle ilgili düşüncelerimi, ikinci kısım ile ilgili merak edilen her şeyi en sonda söyleyeceğim. Lütfen satır arasına gelin

 

 

 

 

ÖNEMLİ UYARI!!

 

Hikayenin ve bölümün bütünlüğü açısından lütfen atlamadan baştan sona okuyunuz bu bölümü. Çünkü detaylar detaylarrrr

 

 

 

 

Size uzun bir dinleme listesi bırakıyorum. Ben bölümü yazmadan hepsini defalarca dinledim lütfen siz de dinleyin.

 

 

 

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Yorumlarda coşalım olur mu?????

 

 

 

 

Candan Erçetin -Bahar

 

Sezen Aksu-Yaz

 

Cem Adrian-Artık Bitti

 

Cem Adrian-Kül

 

Cem Adrian-Derinlerde

 

Cem Adrian-Viran

 

Mabel Matiz-Karakol

 

Hande Mehan-Beni Böyle Sevme

 

Zeynep Bastık-Emir Can İğrek-Dargın

 

Model-Değmesin Ellerimiz

 

Sena Şener-Sevmemeliyiz

 

 

🔥

 

'Ellerin elime niye kapı duvar?'

 

 

 

 

 

 

Soğuk ne kadar işlerdi insanın tenine? Ya sıcak? Ne kadar yakabilirdi? Bilirdi değil mi insanoğlu? Bilmeliydi yani. Hissetmeliydi.

 

Ya hissetmemek? O nasıldı? Neden olurdu? Neden hissetmezdi insan? Tenine dokunan soğuğu, içini yakan acıyı? Nedendi yani?

 

Hissizleşmek miydi bu? Böyle miydi? Böyle mi olmak gerekirdi?

 

Belki de hissizleşmişti Cihan. Çünkü odasının her penceresinden içeri hücum eden soğuk havayı hissetmiyordu mesela. Ya da üzerinde yattığı sert zemini hissedemiyordu. Batmıyordu mesela taş zemin. Ya da batsa bile farkında değildi. Uykusuzluğunun, açlığının ve susuzluğunun farkında olmadığı gibi. Belki de tüm algıları kapanmıştı.

 

Bir tek kafasında dönüp duran sorunun ağırlığını hissedebiliyordu. Hiçbir şey hayatında o kadar ağır gelmemişti kendisine. Hiç bu kadar ezilmemişti bir düşüncenin altında.

 

'Ben değersiz miyim?' diye soruyordu kendine aralıksız bir şekilde. Ama bir türlü cevap bulamıyordu.

 

Neydi değer? Nasıl ölçülürdü? Ya da nasıl sahip olurdu insan buna? Mesela sende ne kadar varsa 'değerli' olurdun? Ya da ne kadar yoksa 'değersizdin'? Nasıl bilecekti bunu? Bilinebilen bir şey miydi bu?

 

İşte kestiremiyordu bir türlü Cihan bunu. Belki bu sorusuna cevap verebilse her şey oturmuş olacaktı kafasında ama olmuyordu bir türlü. Yaşanan her şeyi bir kalemde geri atmıştı. Gözü görmemişti. Ama bir türlü o kelimelerin ağırlığını kaldıramıyordu. 'Değersizsin' demişti Şirin kendine, 'eziksin'.

 

Günler geçmişti ama bu kelimelerin ağırlığı geçmemişti bir türlü. Hatta her düşündüğünde katlanmıştı da.

 

Derin bir nefes aldığında kafasında günlerdir geçmeyen ağrı sol şakağında toplanıp bir ok gibi saplanmıştı o noktaya. Ama umursamadı canının acısını. Oralı olmadı. Tutulan omzunun, sırtının acısını umursamadığı gibi o ağrıya da oralı olmadan yavaşça doğruldu yattığı zeminden. Ayağa kalktıktan sonra kaç gün önce giydiğini hatırlamadığı kazağın toplanan kısmını düzeltti. Oysa giyimine kuşamına son derece dikkat eden biri olmuştu bu yaşına kadar.

 

Ama bu bile umurunda değildi.

 

Mesela en son ne zaman duşa girmişti bilmiyordu. Önceden günde iki kere girdiğini bilirdi. En son sakallarını ne zaman kestiğini de bilmiyordu. Oysa asker gibi her sabah sinek kaydı tıraşını yapardı.

 

Günlerdir kafasını kurcalayan soruyla birlikte dünden beri de bir düşünce gıdıklar olmuştu zihnini. İhtimale bile bağlamadan da kendi kafasında onaylamıştı az önce. Yatağın yanına gelişigüzel çıkardığı ayakkabılarını ayağına geçirdikten sonra karman çorman olmuş masasının üzerinden arabasının anahtarını aldı. Kapıya gitmeden önce de bakışları dağınık yatağının yanındaki komodine takıldı.

 

Bir fotoğraf çerçevesi duruyordu komodinin üzerinde. İçinde ise hemen yan taraftaki aynadan aksi yansıyan adamdan çok uzak, yüzünde renk olan, otuz iki diş gülen Cihan vardı. kim bilir neye gülüyordu? Çünkü o fotoğraf çerçevesinin içindeki Cihan yakın zamana kadar hep gülerdi. Şimdi ise kendi kahkahalarının sesini unutmuştu. Tüm konak halkının unuttuğu gibi.

 

Abisinin yanı başında gözlerinin içine kadar gülen Cihan'ın olduğu fotoğraf çerçevesine dokundu titreyen parmaklarıyla. Bir elini abisinin omzuna atmış Cihan'a ne kadar bakabilirse baktı. İçinde bir şeylerin burulduğunu hissederken titreyen elini çekip geri doğru attı adımını. Kendi renksizliğiyle dikildiği rengarenk odasından çıktı usulca.

 

Bir insanın sırtına yükler binince içinden de bir şeyler eksiliyordu galiba. İçindekilerin eksikliğiyle arabaya binmiş hızını arttıran damlaların altında gidiyordu yolu. Kafasında yine aynı soru dönüp durdu yol boyu.

 

Şundan bir hafta öncesine kadar nasıl da kıpır kıpırdı oysa içi. Ama ya şimdi. Taş kesilmiş gibiydi. İçi bomboş ve kurak bir topraktı sanki.

 

Sanırım böyle öyle oluyordu insan sevilmediğinde. Yakıp yıkmanın öfkesi değil de sevilmemenin verdiği bir şeydi bu. Hissizlik... Tarifi yoktu mesela. Ya da geçip geçmeyeceği belli değildi. Ölü bir sakinlikti.

 

İçindeki bu ölü sakinlikle kaç kırmızı ışığa kaç arabaya dikkat etmeden gitti bütün yolu. Bu Cihan her şeyi öyle bir salmıştı ki. Biri çıkıp 'dünya yanıyor' dese 'bana ne yansın' diyecek kıvamdaydı.

 

Bu şekilde de tüm yolu bitirip şirketin önünde durdurdu arabayı. Park etmekle bile uğraşmadan sarsak adımlarla inip üzerine düşen yağmur damlalarının altından geçti içeri. Önceden olsa saçının bozulmasından korktuğu için muhtemelen koşarak gitmiş olurdu. Umursamadı. Zaten hayatından daha karışıktı saçları.

 

Kendini görünce şaşkın bakışlar atan güvenliklere de girişte oturan görevliye de bakmadan ilerledi asansöre. Düğmeye ardı arkasınca basıp gelmesini bekledi yerden kaldırmadığı bakışlarıyla. Sonra da boş olan asansöre binip odasının olduğu kata çıktı.

 

Koridorun başına geldiğinde masanın arkasında oturan ve abisinin sekreteri olan Bade kalktı apar topar ayağa. Muhtemelen onu şirkette görmeyi beklemiyordu. Belki de bu pespaye hali korkutmuştu onu. Oralı olmadı. "Nereye Cihan bey?" sorularını es geçip odasının kapısını açtı ve girdi içeri.

 

Düzenli masasına ilerledikten sonra masasının ikinci çekmecesini açtı ve beyaz bir kağıt çıkardı. Sonra masadaki kalemlerden birini çekti aldı. Büyük harflerle yazmaya başladı ama kalem yazmadı. "Sikeyim böyle işi," diye mırıldandıktan sonra elindeki kalemi rastgele fırlattı ve başka bir kaleme uzandı. Sonra da kaldığı yerden devam etti.

 

'İZOL HOLDİNG YÖNETİM KURULUNA' diye başlıyordu yazacağı kelimeler. Alta döktüğü iki satırlık yazı ise hayatının dengesini tümden değiştirecek bir yazıydı. Bir istifa değildi. Buraları terk etmenin 'iş' adı altına sıkıştırılmış hüzünlü kelimeleriydi.

 

Dilekçesini yazmayı bitirdikten sonra kağıdı eline aldı ve çıktı odasından.

 

"Bunu abime verir misin? Hemen işleme koysun." Dedi Bade'ye bakmadan. Kız şaşkınlıkla eline tutuşturulan kağıda baktı.

 

"Cihan bey siz ciddi misiniz?" diye şaşkın kelimeler döküldü kızın ağzından. İnanamamıştı.

 

"Hiç olmadığım kadar," derken kararlı bir tonda çıkmıştı kelimeler Cihan'ın ağzından. Gerçekten de hiç olmadığı kadar kararlıydı o gün. Uzaklaşmak herkese iyi gelecekti. Belki bu şekilde unutması daha kolay olurdu.

 

Daha başka bir şey demeden ve Bade'nin demesine fırsat vermeden asansörle geldiği yeri merdivenlerle inerek terk etmeyi seçti. Şirketin giriş merdivenlerine geldiğinde ise sanki yıllardır yorgunmuş gibi çöktü ıslak basamaklara. Elini eşofmanının cebine atıp bir sigara paketi çıkardı. İçinden çektiği dalı dudaklarının arasına yerleştirdi. Sevmezdi sigarayı, kokusunun üzerine sinmesinden nefret ederdi hatta. Ama umursamadı. Üzerine düşen damlalarının altında ateşledi ve ömrü boyunca kendini rahatsız eden dumanı çekti derin bir şekilde ciğerlerine.

 

Hayatı bir kadın tarafından zehirlenmişti, sigara dumanı mı çoktu? Duyguları zehirlenmişti, sigara daha mı çok zehirleyebilirdi kendini?

 

Belki de haksız sayılmazdı Şirin? Eğer bu kadar saf olmasaydı bunların hiçbiri gelmeyecekti başına. Oysa kendi en ufak bir ilgiyle gaza gelmiş bunu aşk sanmıştı. Aşk bu değildi. Aşk, can yakamazdı. Yakmamalıydı bir kere. zehir ondaysa panzehir de onda olmalıydı. Ama Cihan safi zehirlenmişti. Hem de bir hiç uğruna. Cihan sarsılmıştı bir hiç uğruna. İçinden tüm güzel duyguların çekildiğini hissetti. Neşenin, sevincin, heyecanın... Sanırım hepsini kaybetmişti. Yitirmişti.

 

Sigarasından bir nefes daha çekerken ileride yola açılan duvarın kenarında elindeki paketten duvarın dibine sinmiş kediye mama vermeye çalışan Leyla'ya ilişti bakışları. Yağan yağmura aldırmadan, üzerindeki mavi kabanının çamur olmasını, üstünün başının ıslanmasını dert etmeden küçük kediye bakan kızda asılı kaldı bakışları. Kedinin onun ellerine kafasını sürtmesini, Leyla'nın ıslak saçlarını geri atıp kediyi sevmesini izledi.

 

Oturduğu ıslak basamaktan kalktı yavaşça Cihan. 'Ben gidiyorum' demek istedi. Kimseye dememişti ama bunu Leyla'ya demek istediğini fark etti o anda. Gitmeleri anlayan biriydi Leyla. Belki Cihan'ın da gitme nedenini en iyi o anlardı. Öyle hissetti. Bir de ona 'sen haklıymışsın' demek istedi.

 

İleri doğru adımlamıştı ki durdu. Durmak zorunda kaldı. Leyla gülerek kaldırmıştı kafasını. Yüzüne yapışan saç tellerini çekerken içten bir gülüş oturmuştu yüzüne. Sol yanağındaki çukur belliydi son derece. Küçük beyaz kediyi almıştı kolları arasına. Kabanının yakasıyla da korumaya çalışıyordu bir yandan.

 

"Bence kediler insanları seçiyor biliyor musun?" demişti Leyla gülerek. "Ben de onun tarafından seçildim işte. Bana çok iyi bir ev arkadaşı olacak."

 

"Eminim öyle," derken yanı başına yaklaşan adam elindeki şemsiyeyi açıp hem Leyla'yı hem de kediyi yağmurun altından koruma niyetindeydi. Elini Leyla'nın beline koyup hızlı adımlarla ilerideki arabaya yürütmüştü bir yandan onu.

 

Baktı sadece Cihan. Yağmurun altında hızlı adımlarla izleyen onlara baktı. Adamın şemsiyeyi dikkatle tutuşuna, elini Leyla'nın beline, Leyla'nın da başını adamın omzuna yaslayışına baktı.

 

Kalbinin kırıkları güçlü bir şekilde belli etti kendi o sırada. Dalga geçilen, yıkılan, ezilen duyguları sızladı.

 

Kalırsa canı daha çok yanacak, kafasındaki düşünceler hayatını bir çıkmaza sokacaktı.

 

🔥

 

Gökyüzündeki güneş hep mi böyle parlaktı? Peki ya kuşların cıvıltısı? Hep mi böyle neşeli ve hep mi böyle insanın ruhunu canlandırırdı?

 

Kış ortasında kalbimdeki bu bahar neydi?

 

Sahi neydi bu içimdeki deli kan? Damarlarımda dolaşıp beni yaşadığıma inandıran şey neydi? Peki ya göğsümün tam ortasındaki bu organ? Hep mi böyle hızlı atardı? Bence son zamanlarda bu hızlı atma işini bir tık abartmıştı. Hele de dünden sonra...

 

İçimdeki ses yüzünden dudaklarımı ısırırken patatesleri karıştırdım yavaşça. Dünden sonra benim kalp modifiye arabacıların bas sistemine dönmüştü mübarek. Bangır bangır.

 

Ama ellerimizi bile titreten bu heyecanımıza rağmen dudaklarımda Candan Erçetin'le beraber kahvaltı hazırlıyordum.

 

'Benim yorgun gönlümde aşkının telaşı var' diyordu Candan abla. Ben de eşlik ediyordum yavaşça. Sonra devam etti Candan abla ben de eşliğimi sürdürdüm tabi. 'Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum? Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?' Tahta kaşığı mikrofon yaptım dudaklarımın önüne. 'Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var? Tabi ki ben böyle olduğum için bahar. Çünkü sana değdiğinden beri ellerim, bütün kış dallarında tomurcuklar var.'

 

"Behna dilemin*..." Sıcak nefesi boynumdan yanağıma değmeden önce kolları dolandı bedenime. Sonra da sıcak dudakları değdi kulağımın tam alt noktasına. Boş bulunduğumdan irkilip giderken bedeninin verdiği sıcaklıkla gevşemem de çok sürmemişti. "Şeva min, roja min, bihara min, her tiştê min*..."

 

Güldüm. Sıcacık varlığına, dilinden dökülenlere, boynuma bıraktığı öpücüklere güldüm. Burnunu boyun girintime yaslayıp içli bir nefes aldı.

 

"...Doğadaki her bir rengin

 

Onlarca tonu arasında sevdim seni

 

Renklerin kokusu varmış

 

Sen karışınca bedenime anladım..." Daha derin bir nefes aldıktan sonra güçlü bir öpücük daha bıraktı boynuma. Ama çekilmedi. "Bu koku..." diye mırıldandı.

 

"Baran..." diye mırıldandım içimi gıdıklayan nefesiyle birlikte. Bedenindeki korlar bulaşıyordu haberi olmalıydı. Kollarında her an yanıp kül olabilirdim. Bunu bilmeliydi. Eh içimdeki modifiyeli arabadan hallice kalbin gümbürtüsünü diyemiyordum bile. Sormayın gitsin.

 

Candan abla bitirmişti 'Bahar' demeyi. Sıra Sezen ablaya geçmişti. 'Yaz Bitmeden Gel' diyordu sevdiğine. Ben de benimkine kışın ortasında bana yaşattığı baharın çiçeklerini veriyordum sabah sabah. Belki de biz de yaza yürüyorduk kim bilir.

 

"İnsan bu kokuyu içine çekerken daha nasıl fazlasını ister aklım almıyor? Peki her saniye harlanan özlemim? Kollarımın arasındayken daha fazla özlemek niye? Aklım almıyor peri kızı. Aklım böylesini alamıyor. Sen ne yapıyorsun böyle?"

 

"Bir şey yapmıyorum..." diye mırıldandım utangaç bir biçimde. Evet sayın seyirciler ben, utangaç Elifiniz. Rengim kırmızıdan koyu, dilim peltek sevdiğimi görünce.

 

"Ama içimdeki bu har ateş ne öyleyse?" Beni kolları arasında kendine çevirdi yavaşça. Kolları sıkı sıkı belimi sararken ben de omuzlarına attım ellerimi. "Tam göğsümün ortasında yanan, aklımı kül eden bu ateş neyin nesi?" Uzanıp dudaklarıma göğsündeki korların bulaştığı bir öpücük bıraktı usulca.

 

"Sen ateşin ta kendisisin peri kızı. Yakan, kül eden hatta yok eden. Zehir sensin." Tekrar öptü dudaklarımı. "Panzehir de." Deminkilerden daha uzun ve güçlü bir öpücük bıraktı sonra. "Gecem de sensin gündüzüm de." Bir daha öptü. "Baharım da yazım da." Öptü tekrar. "Aklım, kalbim ve ruhum da." Öptü. "Niye böylesin sen peri kızı? Aklıma zarar, kalbime şifasın?"

 

"Peki ya sen..." diye mırıldanırken ben öptüm bu sefer. Eh cesaretimiz de maşallah göz kamaştırıyordu. "Sen de yapıyorsun bunları bana."

 

"Peri kızı..." diye mırıldanırken belimdeki elleriyle beni kaldırıp yandaki mutfak tezgahının üzerine oturttu. "Peri kızım..." Burnunu burnuma sürtünce içime dolan heyecan ve biraz gıdıklanmayla kıkırdadım. "Bitiyorum, geberiyorum sana." Dudaklarını boynuma indirirken sol bacağımı okşamaya başlamıştı usul usul. Eh tabi içimizdeki mehter takımı vurdu hızlıca davullara.

 

"Baran," diye kıvrandım dudaklarının kor yakıcılığı altında. Kafamı geri çevirip pencereden dışarıyı görmeye çalıştım telaşlı bakışlarımla. "Vallahi biri görecek."

 

"Görmezler. Göremezler." Diğer eli de usulca üzerimdeki gömlekten içeri süzülmüştü. Ve evet koca çiftlik evinde eşyalar yerleşmediğinden, diğerlerinin yerleşse bile benim eşyalarım olmadığından kalmıştık onun gömleğine. O ise belinden ha düştü ha düşecek bol bir gri eşofmanla duruyordu sadece.

 

"Baran..." dedim güç bela. Allah'ım aklım her an uçabilir yani bunu hesaba katalım lütfen yani olur mu?? "Baran," dedim niye ama dudakları zaten zor olan durumumu daha da zorlaştırıyor hassas olan bedenimin daha da kıvranmasına neden oluyordu.

 

Allah'ım ne oluyor acaba bana böyle?

 

Eh baktık kurtulamıyoruz, zaten kurtulmayı zerre istemiyoruz bıraktık akışına.

 

Parmaklarım yumuşak, mis gibi kokan saçlarının arasına dalarken onun eller hehey yukarılarda beni kendimden geçirmekle meşguldü.

 

Ama mis gibi ondan yayılan kokunun yanında ufaktan bir yanık patates kokusu çalındı burnuma. "Baran," diye güç bela mırıldanırken kafamı geri çekip anlamaya çalıştım. Dank etti tabi o anda kafam. Patatesler gidiyordu ey ahali!

 

Yanıyorlardı!

 

Yanıyorduk!

 

Bu neyin yangınıydı!

 

"Baran." Derken omuzlarından itelemeye çalıştım onu. Tabi hamlemiz başarılı mıydı? Hayır tabi ki. "Yanıyoruz," derken bir daha iteledim ama çekilmedi.

 

"Yanıyoruz," dedi öpücüklerinin arasından. "Yanalım," diye de ekledi.

 

"Vallahi yanıyoruz Baran!"

 

"Yanıyoruz peri kızı. Cayır cayır."

 

"Ya öyle değil gerçekten yanıyoruz! Patatesler yanıyor!" kafasını boynumdan çekerken şaşkınlıkla kırpıştırdı kirpiklerini. Sonra da anlamsızca yan tarafa çevirdi bakışlarını.

 

"Yanıyoruz." Dedi jetonu dank ederken. Hızlıca çekilip ocağı kapattı ve tavayı geri aldı.

 

"Ay!" dedim tezgahın üzerinden inip. "Yanmış mı?"

 

"Yani yanmak üzereymiş." Güldü.

 

"Gülme. Vallahi yanıyorduk sabah sabah. Yangın çıksa Allah korusun." Elimle kulak mememi çekiştirip kenara vurdum. Düşüncesi bile kötüydü.

 

"Yani yangın üstüne yangın çok iyi olur muydu bilemem." Hınzır bakışlarını çevirdi bana. Gözlerimizi kaçırsak da elimiz ayağımız dolaştı tabi. "Şimdi burayı," derken kolumu tutup kendine çekti beni. "Cennetten bir parçaya çevirmişken yangın falan olmazdı yani." Güldü böyle. En sinsisinden. Beni en utandıranından. Elimi ayağıma dolaştıranından.

 

"Acıktım." Dedim geri çekilmeye çalışıp. Ama bırakmadı.

 

"Ben daha çok acıktım." Diğer elimi de tutarken beni kendine daha çok çekmişti.

 

"Çay da olmuştur." Dedim yutkunarak ama tükürüğüm boğazımda oyalanınca hafifçe öksürmek zorunda kaldım. Ama bırakmadı. Daha çok çekti kendine doğru. "Hadi masaya geçelim."

 

"Kahvaltı..." diye mırıldanırken sıcak nefesi yalayıp geçmişti tenimi.

 

"Evet kahvaltı. Dünden beri bir şey yemedik."

 

"Ya," derken 'a' harfini uzatabildiği kadar uzatmıştı. Yapmasındı. Yanıp tutuşabilirdik. Her an.

 

"Acıktım," diye mırıldandım belli belirsiz.

 

"Ben daha çok," derken eliyle üzerimde elbise gibi duran gömleğini yukarı çekiştirdi yavaşça. "Ve doyabileceğimi de hiç sanmıyorum."

 

"Baran bak şimdi," diyordum ki benim mide isyanı saldı gitti. Muazzam bir guruldama sesi mutfağı doldururken durdu elleri. Kafası geri çekerken dudaklarında bir gülüş vardı. Gülmesindi. Utançtan yerin dibine girebilirdim. Yapmasındı.

 

Ama midem tekrar vurdu davullara zurnalara. Vay babam vay. Bu nasıl bir acıkmadır??

 

Güldü. Gülmesi kahkahaya da dönüştü hatta.

 

"Gülmesene ya." Diye mızıldanırken hafifçe kollarına vurdum. "Engel olamıyorum." Ellerimi karnıma sarmaya çalıştım. Hatta midemin üzerine bastırdım ki sussun. Ama o daha çok guruldadı. "Ay bir dur sen de." Dedim mideme doğru bakıp.

 

"Gel doyuralım seni." Boynumu öptükten sonra belimden kaldırıp beni mutfak sandalyesine oturttu. "Sen otur ben getiriyorum bunları." Kızarttığım patatesleri tabağa koydu önce. Sonra dilimlediğim domateslerin ve peynirlerin olduğu tabağı yerleştirdi masaya. Çaylarımızı doldurup bıraktı. Kahvaltılıkların hepsini tek tek taşıdı. Ben de put gibi oturmuş, dudaklarımdaki gülümseme ile onun yaptıklarını izliyordum.

 

Her şeyi taşıdıktan sonra sandalyesini yanıma çekip oturdu.

 

"Valla güzel hazırladın. Eline sağlık." Dedim ona bakıp.

 

"Sen yaptın zaten. Ben sadece masaya yerleştirdim." Sonra uzanıp şakağıma bir öpücük bıraktı. "Ah yumurtaları unuttum." Dedi apar topar kalkmadan önce. Sonra unuttuğu haşlanmış yumurtaları alıp geri oturdu. "Şimdi," derken benim tabağımı kendi önüne çekti. "Güzel bir tabak hazırlıyorum sana," Yedi tane yeşil zeytin döktü önce tabağıma. Sonra beyaz peynirden bir dilim alıp kızarmış ekmeğin üzerine koydu ve çatalıyla ekmeğin üzerine yaydı. "Bir güzel doyuruyorsun karnını. Benim karım aç kalamaz."

 

"Allah Allah." Dedim yanağımı avcumun içine yaslayıp onun bana hazırladığı kahvaltı tabağına otuz iki diş bakarken. "Sen de çok seviyorsun bana kahvaltı tabağı hazırlamayı bakıyorum da."

 

"Aç kalamazsın çünkü." Hemen sonra peynir koyduğu ekmeğimin üzerine böğürtlen reçeli de koydu. Sonra bana doğru uzatıp ısırmamı bekledi. Küçük bir lokma aldım ama bu onu tatmin etmemiş olacak ki "Daha büyük ısır," diye uyardı. Yanaklarımı reçelli peynirli ekmekle doldururken güldüm. "Geçen hazırladığımı yememiştin ama bundan kaçma şansın yok."

 

"Nasıl yiyecektim o zaman onu?" dedim ağzım dolu dolu. "Herkesin içinde nasıl şaşırdım biliyor musun sen? Hem niye hazırlamıştın ki zaten o zaman?"

 

"Çok az yiyorsun çünkü. Farkında değilsin ama zayıfladın. Bir de aç aç sabahları dershaneye gidiyordun. O yüzden bundan sonra tüm kahvaltılarını ben yaptıracağım sana. Hatta diğer tüm öğünlerini de."

 

"Ya sen?" dedim tekrar ağzıma ekmek tıkıştırmasının arasından.

 

"Ben her türlü doyarım." Dedi dudaklarındaki çarpık gülümsemeyle. "Gerçi doyulur mu orası muamma." Gözlerim fal taşı gibi açılırken ağzımdaki lokmayı yutmaya çalıştım zar zor. Hoşuna gitmişti tabi bu halim. Güldü bıyık altından. "Helal helal."

 

"Yumurta tokuşturalım mı?" deyiverdim bir anda. Heyecanla masadaki yumurtalardan birini alıp ona doğru salladım. Daha çok güldü. Ne yapalım odağımızı değiştirmeliydik. Yoksa ben domatesten daha kırmızı olacaktım.

 

"Yumurta mı?" dedi gülmelerinin arasından.

 

"Evet. Babamla her kahvaltı zamanında çok yapardık. Yumurta yemeyi çok sevmeyen ben babamın bu tatlı oyunuyla yumurta yer olmuştum. Tabi hâlâ daha beyazlarını yemiyorum orası ayrı ama. Babamla çok yapardık işte. Biz de yapalım mı?" Bendeki bakışlarını yavaşça elimde tutup salladığım yumurtaya çevirdi. Dudaklarındaki gülüş solarken hafifçe yutkunduğunu gördüm. Ama uzanıp tabaktaki kendi yumurtasını almadı. Elimdeki yumurtaya baktı öylece.

 

"Benim sana bir şey göstermem lazım." Dedi bakışlarını tekrar bana çevirirken.

 

"Ne?" dedim ben de elimdeki yumurtadan bakışlarımı çekip. Sandalyesini geri itip kalktı yavaşça.

 

"Bekle geliyorum." Dedi mutfaktan çıkarken. Merakla arkasından bakarken ben de ayaklandım. Ama hemen sonra geri geldi. Elinde de tableti vardı. "Gel," dedi elimden tutup. Sandalyesine geri otururken beni de dizinin üzerine oturttu.

 

"Ne oluyor Baran?" dedim omzumun üzerinden ona bakmaya çalışıp. Ama cevap vermek yerine tabletini açtı. Ekranda beliren şeye anlamsızca baktım. "Bu ne?"

 

"Neye benziyor?" dedi kafasını omzuma yaslarken. Ekrandaki taslak gibi duran şeye baktım.

 

"Çizim?" dedim tereddütle.

 

"Evet çizim. Ama neyin çizim?" Sabah sabah soru sorası mı gelmişti anlamıyordum ki? Ben anlamazdım inşaat işlerinden. Bu konuda benden fikir alacaksa iyi yapmıyordu yani. Bilmesi lazımdı.

 

"Bilmem." Dedim tekrar omzumun üzerinden ona dönerken.

 

"Evimizin çizimi." Dedi yumuşacık bir sesle. Bir dakika bir dakika! Ne demişti o! Evimiz mi demişti! Evimizin çizimi mi demişti! Ne demişti!

 

"Evimiz mi?" dedim tonunu kontrol edemediğim sesimle. "Ne demek evimiz?"

 

"Evimiz peri kızı. İkimize ait bir yuva. İçinde senin ve benim olduğum, bize ait bir yuva." Kucağında geri dönmeye çalıştım.

 

"Şaka mı yapıyorsun sen?" dedim gözlerine bakarken.

 

"Asla. Uzun zamandır aklımda olan bir şeydi bu. Tam taslağı bitirmeden de sana göstermek istemiyordum. Gerçi bitiremedim ama dayanamadım da. Günlerdir sana bunu göstermek için can atıyordum."

 

"Yaa..." derken sesim erimiş peynir gibi çıkıvermişti. "Baran." Dedim dolan gözlerimle. Ellerimi sakallarının arasına daldırıp yüzüne bakmaya çalıştım. "Baran sen ne yaptın?"

 

"İkimize ait olsun istiyorum her şey. Bize ait olan dünyayı bizim için şekillendirmek istiyorum."

 

"Baran ya," derken burnumu çektim. O da gözümden düşmek üzere olan yaşı sildi usulca.

 

"Ağlaman için yapmadım bunu." Güldü. Beni kendine çekip sarıldı sıkıca. "Her şeye en baştan, en güzeliyle başlayalım istiyorum."

 

"Ben ne diyeceğimi bilmiyorum valla. Çok teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim sevgilim." Dudaklarıma uzun bir öpücük bıraktı.

 

"Sen en iyisine layıksın. Bahar getirdin sen benim bu bunca yıllık bu buz gibi kalbime." Güldüm utangaçça. O da güldü.

 

"Bakayım nasılmış evimiz." Dedim ona daha da sokulup. Eh daha çok güldü hoşuna gittiğinden.

 

"Bak göstereyim." Dedi heyecanla tabletine geri uzanıp. Çocukların bayramlıklarını gösterdiği gibi şakıdı. "Tabi bu daha taslak. Eğer içine sinmeyen bir yer olursa değiştiririz hemen. Sonra da iç mimarla mobilyaların olduğu üç boyutlu bir taslak yapılacak. Bak o zaman daha net anlayacaksın." Heyecanla anlatmaya başladı. "Bak burası giriş. Geniş ve ferah bir alan olsun istedim. Evimizin her noktası ışık almalı."

 

"Ya..." dedim onun gibi heyecanla ben de.

 

"Burası salon." Parmaklarıyla çizimi tek tek büyütüp küçülttü. "Burası oturma odası."

 

"Mutfak nerede? Hani ona bakayım."

 

"Bak salonla birleşik."

 

"Ay en ferah yer orası galiba." Dedim heyecanla. Mutfağın ferah, aydınlık ve geniş olması mühimdi. "En ferah yer olmalı bence."

 

"Yok en ferah yer orası değil. Yani orası da ferah da." Dedi gülerken. "En ferah yer yatak odamız."

 

"Hııı." Dedim içime kaçan sesimle.

 

"En üst kat tamamen bize ait." Sayfayı değiştirmişti. Şimdi ekranda başka bir çizim vardı. "Emin ol burası için daha titiz çalışacağım." Dedi hınzır bir gülüşle.

 

"Baran ya." Dedim alaycı tavrına. Hafifçe omuzlarına vurdum.

 

"Şimdi buranın asıl işi mobilyalarda. Rahat, kullanışlı bir de dayanıklı olması lazım."

 

"Baran!" dedim utangaç bir sitemle.

 

"Gerçi ben evin her mobilyasını en dayanıklısından seçmeye çalışacağım ama yatak odası daha mühim."

 

"Baran ya!" Gülmelerimin arasından sitem etmeye de çalışıyordum. "Ne fenasın ya."

 

"Aşığım. Fena değil. Ölüyorum sana. Deliriyorum." Elindeki tableti bırakıp yanağımı avcunun içine aldı usulca. "Ah peri kızı, peri kızım... Bana yaptıklarını bir bilsen. Ben sana rastlayan kadar dümdüz bir insanmışım sadece. Ne içimdeki o organ atabiliyormuş ne de ruhum varmış. Ben ömrüm boyunca seni beklemişim meğerse Elif. Ben eksikmişim. Sen tamam etmişsin beni. Sen en güzel düğümsün ömrüme." Uzanıp öptü usulca. Nefesimi nefesi eyledi, nefesini de nefesim.

 

"Sen Ateşten Düğümsün."

 

🔥

 

1 hafta sonra

 

'Ben bugün yine doludizgin, tasnifsiz ve çerçevesiz aşığım. Ne mutlu bana.'

 

Nazım Hikmet Ran

 

 

Nazım Hikmet'in dediği gibi yine doludizgin bir sevdaydı damarlarımda dolaşan. Yanlış anlaşılmasın yeniden değil yine ve artarak. Her yeni güne yeniden ve daha aşık uyanmak. Her yeni günde yeniden ve daha aşık dolaşmak. Yağan yağmurun her tanesinde, esen rüzgarın sesinde sevmekti belki. Yediğim ekmekte, içtiğim suda ve içime çektiğim her nefeste. Yine ve daha çok.

 

Katlanarak.

 

Her sabah daha dinç açıyordum mesela gözlerimi. Uykularım hiç bu kadar tatlı, hiç bu kadar huzurlu olmamıştı ömrümde. Ben ki yakın geçmişe kadar uyumaktan korkan, gözlerini her kapattığında karanlık bir boşluğa hapsolan Elif'tim. Meğer eksikmişim. Yaralarımın ilacı, dermanım şimdi kollarının arasında sıcak nefeslerini hissettiğim adammış.

 

Baran'mış.

 

Güneşin kızıl ışıkları tam üzerimizde oyalanırken gözlerim kendiliğinden aralanmıştı. Ama ne kıpırdıyor ne de uyandığımı belli eden bir şey yapıyordum. Çıplak omuzlarımda dolaşan parmakların sıcaklığı altında huzurun kokusunu çekiyordum içime derin derin. O da beni hâlâ uyuyor sanıyor olacak ki başka bir şey yapmıyordu. Ben de sanırım bunu fırsat bildiğimden belli etmiyordum uyandığımı.

 

Bakışlarım üzerimize doğan güneşteydi. Uzun zamandır güneşin ışıklarının böyle güzel olduğunu düşünmüyordum. Fark etmiyordum desem daha yeri. Gülümsedim. Bu kış ortasında böyle güzel parlayan güneşe gülümsedim. Sonra bir kuş kondu camın ardına. Bir serçe. Öttü neşeli neşeli. Ona da gülümsedim. Yanına başka bir serçe geldi hemen. Döndü etrafında. Kondu yanı başına. Ona da gülümsedim. Hatta kıkırdadım.

 

"Peri kızım." Kıkırtım uyandığımı ele verince belime sarılan eli biraz sıkılaşmış, başını omzumun üzerinden yüzüme doğru indirmişti. "Uyandın mı sen?" Şöyle boynuma doğru içli bir öpücük de bıraktı. Ohhh. Sabah öpücüğümüzü aldık böylece.

 

"Oldu biraz uyanalı," derken ona döndüm bedenimi. Parmaklarımla iyice uzamış sakallarının arasında belli belirsiz yollar çizdim. "Günaydın," dedim cilveli cilveli. Eh kaptı cilveyi kondurdu dudaklarıma öpücüğünü.

 

"Günün her saati güzelsin, akla zarar bir şekilde ama sabahları bunu abartmayı nasıl başarıyorsun?"

 

"Uydurma. O kadar paspal bir haldeyim ki." Güldüm. Yüzümün gözümün şiş olduğu, saçlarımın dağınık olduğu sabahlardan bahsediyorduk. Yalana gerek yoktu.

 

"Yok yok." Derken belimdeki eliyle daha çok çekti kendine. "Dudakların daha bir öpülesi mesela." Kavradı alt dudağımı gülmelerimin arasından. "Sonra şu boynun daha içine çekilesi." Burnunu boynuma dayayıp gıdıklanmama sebep oldu. Tabi benim gülmeler kahkahaya dönüştü. "Böyle," derken üzerime çıktı. Bileklerimi kendi elleri arasına aldı. "Daha delirtiyorsun insanı, daha kaynatıyorsun kanımı mesela."

 

"Ya Baran..." demeye çalıştım zar zor. Nefesim kesiliverecekti valla gülmekten. "Yapma."

 

"Valla dün gece yetmedi bana."

 

"Baran hayır." Dedim hem gıdıklanmanın hem utanmanın verdiği gülmeyle karışık. Kollarının altından sıyrılıp kalktım. Daha doğrusu kaçtım. "Hadi kahvaltı edelim ben öğlen dershaneye gideceğim. Öncesinde konağa uğramamız lazım."

 

"Gitme bugün. Bak ben de gitmem şirkete."

 

"Baran." Dedim sahte bir uyarıyla. "Bir haftadır gitmiyorum zaten. Sen de bir haftadır gitmiyorsun hem. Olmaz." Omuzumdan askısı düşen siyah geceliğimi düzelttim.

 

"Hadi ben neyse de senin gitmen de lazım." Yatakta otururken karışmış saçlarını kaşıdı ağır ağır. "Dersler önemli. Daha fazla aksatamazsın da." Gönülsüz gönülsüz kendi kafasında onaylamak zorunda kalırken yatakta ona doğru eğilip dudaklarına küçük bir buse bıraktım.

 

"Bununla idare et artık." Dedim gülerek. "Benim kıymetlim," derken patlattım kahkahayı. "Zincire vurulmuş aslanım," Kaşları anlamsızca çatıldı. "Benim nefesim," daha çok güldüm. Gönlü olsun diyeydi yaptığım. Azıcık da şımarmıştım yalan yok. "Ormanımın kralı,"

 

"Elif..." dedi dudaklarını sarkıtırken.

 

"Benim sol yanım. Hadi aslan yelesi saçlım. Gitmemiz lazım. Hadi canımın içi." Dudaklarını sarkıttı ama 'hayır' da diyemedi. "Aşağıda bekliyorum seni." Derken giyinme odasına koştum. Nihayet şu bir haftada çiftlik evine de giyebileceğim şeyler getirtilmişti. Hatta daha fazlası vardı.

 

Ettiğimiz kahvaltının hemen ardından vaktimiz olduğunu fırsat bilerek soluğu çitlerin orada almıştım. Havanın güzelliğinden fırsat bir haftadır burada olduğumuz için sürekli atların yanında olmaya çalışıyordum. Olmaya çalışıyordum değil de kendimi burada buluyordum demek daha doğru. Belki de içimdeki doludizgin atlar bir burada rahat ediyordu.

 

"Esmer..." derken koyu kahverengi derisini okşadığım ata küçük de bir öpücük bıraktım. "O kadar güzelsin ki." Yanağımı onun yüzüne yaslarken kapattım gözlerimi. "Bana nereye gittiğini bilmediğim atını hatırlatıyorsun biliyor musun?" Kesik kesik kişnedi. "Ela'ydı adı. Babamla neredeyse her sabah binerdik. Küçük yaşta o öğretmişti bana at binmeyi. Diğer her şeyi öğrettiği gibi. Bisiklet sürmeyi, araba sürmeyi, silah kullanmayı," Kıkırdadım. "Hatta ok atmayı bile. Hepsini babam öğretti. Ama en önemlisi bana sevmeyi ve direnmeyi öğretti. Bir de güçlü olup dimdik durmayı. 'Kızı erkeği yoktur hiçbir işin, yeter ki iste' derdi hep bana." Yelesini okşadım usul usul. Göz pınarlarıma yaşların dolduğunu hissedebiliyordum.

 

"Hayattaki en güzel şeyleri o öğretti bana. Ama en acı şeyi de o öğretti. Hem o hem de abim. Ölüm acısını öğrettiler bana. Acı üstüne acı çekmeyi bir de bu acıların ortasında sağ kalmayı öğrettiler. Ama şimdi tek başıma değilim. Tek başıma taşımıyorum bu acıları, yükleri. Yeniden ve her zamankinden daha umutlu bakıyorum artık. Korkmuyorum mesela. Ah Esmer ah. Kelimelerim yetmiyor biliyor musun? Hatta o kadar yetmiyor ki ne yapacağımı şaşırıyorum. Bazen beş yaşında gibi oluyorum onun yanında. İçime sığmıyor, taşıyor. Bu kara kışın ortasında dallarımda çiçeklerle dolanıyorum."

 

"Bu Esmer bey çok değişti." Sesiyle irkilip giderken yaşların biriktiği gözlerimi açtım hızla. "Yaklaştırmazdı kimseyi yanına bu. Bakıyorum da sana iltimas geçiliyor."

 

"Torpilliyizdir belki." dedim gülerek. Bir yandan da Esmer'in yelelerini sıvazladım. O da yavaş adımlarla girdi ahıra ve geldi yanımıza.

 

"Esmer." Derken elini benim elimin yanına uzatmak istedi ama huysuzlukla kafasını salladı Esmer. Hatta kişnedi. "Oğlum hayırdır? Sabah sabah huysuzluk mu edesin tuttu?"

 

"Ay hiç huysuz değildi aslında."

 

"Bak bakayım bana." derken yüzünü tutmak istedi ama engel oldu Esmer. "Hey ne bu huysuzluk. Benim lan." Ama Esmer sanki bu temastan hiç hoşnut olmamış gibi geri bir adım atıp kişnerken ben de bu manzaraya gülsem mi ağlasam mı bilememiştim. Çünkü Baran bu duruma bozulmuş gibi duruyordu. "Sabah sabah bana huysuzlanacağı tuttu." Dedi onu sevemeye çalışmaktan vazgeçerken. Benim yanıma geldi ve elini belime koyup kendine çekti beni.

 

"Olabilir. Ama sen de alındın sanki ha?" dedim gülmemeye çalışıp.

 

"Alınmak değil de," derken alındığı apaçık belliydi. "Ne bileyim hiç yapmazdı."

 

"Hadi hadi alındın." Dedim gülerek. Ben gülünce o da güldü hafifçe. Sonra şakağıma küçük bir öpücük bırakmak istedi ama Esmer'in yüksek sesli kişnemesi yüzünden yapamadı. Şaşkın bakışlarım Esmer'e döndü. Demin geri geri giden at şimdi tam önümüzde burnunu Baran'a sürtmeye çalışıyordu. "Aa demin huysuzlanıyordu sana. Naz yapıyormuş meğer." Dedim gülerek.

 

"Naz değil," diye mırıldandı Baran. Bir yandan da ona burnunu sürten Esmer'i iteledi yavaşça. Ama at çekilmedi. "Kıskanıyor."

 

"Ne? Seni mi kıskanıyor? Aşk olsun Esmer." Dedim yine gülerek.

 

"Beni değil. Seni kıskanıyor. Hem de benden." Beni geri çekerken omzunun üzerinden Esmer'e bakıyordu dönüp dönüp.

 

"Niye kıskansın ki?" dedim şaşkınca onun adımlarına uymaya çalışırken.

 

"Ulan..." diye mırıldandı. İfadesi gülüp gülmemek arasında gidip geliyordu. "Karımızı bir attan sakınmadığımız kalmıştı o da oldu. Şuna bak ya. Kaç yıllık atım seni benden kıskanıyor."

 

"Ne?" dedim artık tutamadığım kahkahalarımın arasından. "Ne diyorsun sen?"

 

"Bu nedir ya? Atım ya atım. Kaç yıllık atım? Atla rakip olabileceğimi hiç düşünmemiştim biliyor musun? At at!"

 

"Esmer alır," diye mırıldandığımda arabaya doğru yürüdüğümüz o taş yolda durdu çat diye.

 

"Ne?" diye sorarken kaşları çatılmıştı hafifçe. "Esmer alır derken?" Bozuntuya vermedim tabi. Kolunun altından sıyrılırken arabanın yanına gelmiştim.

 

"Alır tabi." Kapıyı açtım. "Yakışıklı bir kere. Çok yakışıklı. Heybetli. Sonra aurası var mesela. Bambaşka bir aura." Bindim arabaya.

 

"Yakışıklı? Heybetli?" Ciddiye almıştı benim saf aslan yelelim. Hızlı adımlarla arabanının diğer tarafına dolaşırken kenarda çitlerle uğraşan Çavuş Dayı gülüyordu halimize. El salladım ona da.

 

"Evet." Dedim omuz silkip. Uzanıp kemerimi takmaya çalıştım ama bana mısın demedi zıvırık şey. Çektim çektim yapamadım. Neredeydi bu Range Rover mühendisleri! Soruyordum neredeydi! Milyonluk araba değil miydi bu! Hadi onu geçtim peki ağa değil miydi o! Değiştirseydi ya bu arabayı! Zıvanamdan mı çıksaydım ben illa! "Aura önemli." Dedim zorlanırken.

 

"Ben bilmem öyle aura maura." Kendi koltuğuna bindikten sonra bana doğru uzanıp kemeri sertçe çekti. "Cart curt işler bana göre değil." Alnındaki damar belirginleşmişti hafifçe. Ciddi miydi o? Kıskançlık yapası mı tutmuştu?

 

"Sen ciddi misin?" dedim o kemerle uğraşırken elini durdurup.

 

"Ne?" dedi kontrol edemediği sesiyle.

 

"Atı kıskanıyorsun şu anda farkında mısın? At? Senin atın?"

 

"Ne var!" diye yükseldi. Sertçe takmıştı kemeri. "Kıskandım!" Baktım öyle bön bön. Sonra bastım kahkahayı. "

 

"İnanamıyorum," derken attığım kahkahalar gözlerimden bile yaşlar gelmesine neden olmuştu.

 

"Gülme," dedi sesi bozulduğunu ayan beyan belli ederken. "Gülmesene kızım."

 

"Ay Baran," derken kahkahalarımın arasından vurdum hafifçe koluna. "Sana cidden inanamıyorum."

 

"Ben kıskanırım Elif. Tenine değen rüzgardan bile kıskanan adamım ben. Ayrıca o da kendi çapında biriyle ilgilense iyi eder. At lan o. Karımı benden kıskanmak nedir ya!"

 

Güldüm.

 

Hiç gülmediğim, bir daha hiç gülemeyeceğim kadar güldüm.

 

Dallarımdaki çiçeklerle, kalbimdeki baharla güldüm.

 

🔥

 

İnsanın keyfi yerinde olunca gün de su gibi geçip gidiyordu. En sıkıcı ders bile dünyanın en eğlenceli dersi olabiliyordu.

 

Mesela matematik. Ben çok aradaydım o ders için. Bana bunu geçen gün sorsanız en nefret ettiğim ders diyebilirdim ama bugün en sevdiğim en yapabildiğim dersti. Kafa açan hoca bile çok tatlı geliyordu o gün. Çünkü keyfim yerindeydi. Keyfim yerinde olunca zihnim de duru ve dinç oluyordu.

 

"Patlamak üzereyim..." diye mırıldandı yan tarafımdan Asmin. o benim aksime nefretin nefretini yaşıyordu. Haklı gibi de görünüyordu çünkü kıvırcık saçları kabarabildiği kadar kabarmış ve suratı da kararmıştı. Yorgundu. Dediğine göre dün bütün gece bir hastasıyla ilgilenmek zorunda kalmıştı. Çok az uyumuştu. Hatta gördüğü kabuslar yüzünden de ona uyku demiyordu. Bir de üstüne iki saat fizik, iki saat kimya ve iki saat matematik dersine girmiştik.

 

Hoca tahtadaki problemleri çözerken sıranın altında titreyen telefonumu aldım elime. Mesajlar Leyla'dandı. Şilan ve onunla olduğumuz gruba yazmıştı. Benim bir haftadır ortalarda görünmeyişime bir paragraf dolusu kızmış en sonuna da 'yarın akşam bendesiniz, yoksa sizi on dörtlüyle vururum' yazmıştı.

 

Kıkırdamamak için bir elimi ağzıma kapatırken Leyla'nın elinde tüfekle karşımıza dikildiğini hayal ettim istemsizce. Yapabilirdi. Karadeniz damarı tuttu mu gözü hiçbir şeyi görmeyebilirdi. 'On dörtlüyle vururum' sözü de nenesine aitti. Deli damarının ona çektiğini söylerdi hep.

 

'Tamam' gibisinden bir şeyler yazıp gönderdikten sonra telefonu geri sıramın altına bıraktım.

 

"Evet bence biraz daha örnek çözebiliriz." Diyen hocanın önerisinden sonra sınıfta bir uğultu almış başını gitmişti. Herkesin pestili çıkmıştı. Kimsenin bir soru çözecek hali dermanı kalmamıştı.

 

"Ay kusarım." Diye mırıldandı Asmin. "Örnek diyor, örnekler diyor."

 

"Tamam tamam." Dedi sınıfın pestil haline acıyan hoca. Herkes derin bir oh çekerken sınıftan kaçarcasına çıkmaya başlamıştı.

 

"Gidip güzelce uykunu al bence. Her an bayılacak gibi bir halin var." Dedim yerimden ayaklanırken.

 

"Gidene kadar yolda bayılıp kalmazsam iyi. İnanır mısın gelirken bir ara kaldırım taşları o kadar rahat göründü ki gözüme." Kıkırdadım.

 

"Hadi gel biz bırakalım seni." Dedim ona doğru.

 

"İnan hayır demezdim ama önce bir hastama uğramam lazım. Oradan da nineme geçeceğim. Ters yani size."

 

"Ee olsun." Diye ısrar ettim. Bu halde gerçekten bayılacak gibi duruyordu.

 

"Yok yok. İyiyim. Gidebilirim. Teşekkür ederim." Kısaca sarıldıktan sonra çantasını rastgele omzuna atıp ayaklarını sürüyerek çıktı dışarı. Ben de onun arkasından sıranın kenarında asılı çantamı aldım ve eşyalarımı toparlamak istedim. Ama telaşımdan ağzı açık çantam saçılıp gitti. Defterlerim, not kağıtlarım, kalemlerim hızla yeri boylarken bakışlarım bir demet yasemin çiçeğinin savrulmasının arasından ayaklarımın önüne kayan sarı zarfa takıldı.

 

Sarı zarf...

 

Kalbimde tuhaf bir çarpıntı baş gösterirken yutkunmaya çalıştım zar zor. Daha önce iki kere karşılaştığım ve ikisinde de bana felaket getiren zarfların aynısıydı bu.

 

Ne yapacağımı bilemedim. Nereye adımlayacağımı, ne tepki vermem gerekeceğini. Bilemedim yani. Put kesildim, taş kesildim, buz kesildim. Neden sonra nefes almak aklıma geldiğinde titreyen ellerimi uzatıp tam ayağımın önünde bir demet saçılmış yasemin çiçeğinin arasında duran zarfı aldım. O an buz kesen bedenim ateşe el sokmuşum gibi titreyip gitti.

 

Baktım öylece. Parmaklarımın arasında zangır zangır titreyen zarfa baktım. Ne açabildim ne de buna teşebbüs ettim. Ne işi vardı bunun benim çantamda? Kim bırakmıştı? Nereden gelmişti?

 

Göğüs kafesimi acıtan bir nefes alırken zarfın kenarını titreyen ellerimle yırttım. O ses var ya o ses, dünyanın en rahatsız edici sesiymiş gibi çınlattı o an kulaklarımı. Anında pişman oldum. Bakmak istemedim. 'Keşke yırtmasaydım' dedim. Ama kendimi zarfın içindeki kağıtları çıkarırken buldum.

 

Katlanmış kağıdı açmadan önce arasından bir fotoğraf düştü yere. Tam çiçeklerin üstüne. Babam vardı küçük resmin içinde. Biraz bulanık suratı nereden baksam da tanıyacağım netlikteydi.

 

Yavaşlamış hareketlerimin aksine hızla eğilip kavradım küçük fotoğrafı. Bakmaya çalıştım. O fotoğrafta ne olduğuna, kim olduğuna bakmaya çalıştım. Ama göremedim. Bakıyordum ama göremiyordum. Bakıyordum ama kördüm.

 

Zorla yutkunurken babamın silüetinin karşısındaki yüzü daha net seçilen adama baktım. İşte orada bir şeyler bir balyoz darbesi gibi indi zihnime.

 

"Ne?" diye mırıldanırken buldum kendimi. Babamın tam karşısında Hüseyin İzol'un kardeşinin oğlu duruyordu. Gürbüz İzol...

 

Yıllar önce, iki ailenin düşmanlığını en kanlı şekilde yaşadığı zaman kardeşi Genco İzol abimi sırtından üç kurşunla öldürmüştü gecenin en karanlık vaktinde. Daha yedi yaşına yeni bastığım zamanlardı. Abimin vatan borcunu ödemeye gideceği zamanlar.

 

Sevdiğini son kez görmek istemişti vatan borcunu ödemeye gitmeden önce. Bizden sonra çok sevdiği Beritan'ına koşmuştu.

 

Ama dönememişti.

 

Üç kör kurşunla karartmışlardı hayatımızı. Üç kör kurşunla söküp almışlardı onu bizden.

 

İşte o zamanlar kan davası en kızıştığı anını yaşarken kaçmıştı Gürbüz İzol. Kardeşi Genco'ya bu kanlı görevi onun verdiğini söylemişlerdi. Genco kendini abimin hemen yanında öldürünce de tek hesap sorulacak kişi Gürbüz kalmıştı. Ama kaçmıştı Gürbüz. O gece yer yarılıp içine girmişti adeta. Suriye'de demişlerdi önce. Peşine düşülmüştü. Sonra Orta Doğu'ya kaçtı denilmişti. Ama yoktu. En son Avrupa'ya kaçtı dendiğinde ben on dört yaşında ya vardım ya yoktum. Orada da bir trafik kazasına karıştı ve öldü denmişti.

 

Ama elimde tuttuğum fotoğrafta tam da babamın karşısında bir eli onun yakasında duruyordu. Ölmemişti. Her nerede saklandıysa en son da babamla birlikteydi.

 

Peki nedendi?

 

Nefes almaya çalıştım. Sonra elimdeki fotoğrafı yandaki sıranın üzerine yavaşça bırakıp katlanmış kağıdı açtım.

 

Ama işte o anda ciğerim sökülmeye başladı. Okuduğum her kelime bir hançer olup battı kalbime. Okuduğum her satır paslı bir bıçak olup sokuldu göğsüme.

 

Bir rapordu bu. Ölüm raporu. Babamın ölüm raporu. Bize yıllar önce verdikleri rapordan çok farklı bir rapor.

 

Mıh gibi aklımdaydı altı yıl önce elimize verilen raporun her bir satırı. Kaza şekli, ölüm şekli her biri aklımdaydı.

 

Ama elimdeki rapor bambaşka söylüyordu.

 

Babam önüne çıkan köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırınca kaybetmişti hakimiyetini. Araç savrulup bariyerlere çarpmıştı. Çarpmaya bağlı vücutta ezikler, ciğerde patlama, kafa tasında kırıklar vardı. Buna bağlı geçirdiği iç kanama yüzünden de vefat etmişti. Ben yetişememiştim ölümüne. Uçaktan inip hastaneye vardığım an vermişti son nefesini. Görememiştim yani.

 

Ama elimdeki rapor bundan çok farklıydı. Hemen arkasındaki kaza yeri raporu, ölüm raporu farklıydı. 'Frenlerinin tutmaması' diyordu. Freni tutmayan arabanın içinde yaptığı kazayla can vermişti babam. Ve rapor 'el freni telinin de kopuk olduğu ile' devam ediyordu.

 

Kaza değildi. Resmen cinayetti.

 

Derin bir nefes almaya çalışırken ciğerime saplanan acıyla küçük ve acı bir inilti döküldü dudaklarımdan. Zarfın içinde başka bir şey var mı diye titreyen ellerimle salladım zarfı. Bir kağıt daha düştü yere. Eğilip hızlıca aldım ve bulanık bakışlarımın arasından yazıyı okumaya çalıştım.

 

 

 

Her kaza aslında basit bir kaza değildir. Bu elinde tuttukların asıl raporlar. Bundan yıllar önce verilenler ise konakta, çalışma odasındaki masanın en alt çekmecesinde. Kafana takılan yerleri sana konak halkı eksiksiz anlatacaktır. Baran da dahil.

 

Gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.

 

 

 

 

Gözlerim kararmıştı. Derin bir nefes almaya çalışırken sıranın üzerine bıraktığım babamın fotoğrafını kaptım ve diğer hiçbir şeye bakmadan attım adımlarımı dışarı.

 

Attığım o acı adımlarım yasemin çiçeklerinin tam üstüne gelmişti. Ezilmişti yasemin çiçekleri her adımımda. Tıpkı inandığım her şey gibi.

 

Kendimi sarsakça dışarı atarken kaç insana çarptım kaç insanı iteledim bilmiyorum. Kaç şaşkın bakış dönüp bana deliye bakarmış gibi baktı onu da bilmiyorum. Şu an tek bildiğim bu yazanların gerçek mi değil mi olduğunu öğrenmeye çalışmaktı hepsi bu.

 

Koştum var gücümle. Attım kendimi dışarı. İnsanların arasından sıyrılıp geçerken kenarda dikilen Salim'in yüzüne bakmadan arabanın kapısını açtım ve sürücü koltuğuna oturdum.

 

"Yenge?" diye cama vurup durdurmak istemişti, ne olduğunu anlamak istemişti ama oralı bile olmadım. Gaz pedalına ne kadar yüklenilirse o kadar yüklendim. Ama yol akmadı bir türlü. Trafik sanki bilerek tıkadı önümü. Bilerek yol vermedi sanki arabalar.

 

Ama bitmeliydi.

 

Gözümde biriken yaşlar, göğüs kafesime hançer olup batan soluklarla bitirdim yolu. Konağa çıkan o yokuşu bile hiç hız kesmeden çıkıp durduğumda fırlarcasına indim aşağı. Elimdeki kağıtları sıkı sıkı tutarken ok gibi fırladım içeri. Hedefim üst kattaki çalışma odasıydı. Çalışanların şaşkın bakışlarına aldırmadan da üst kata çıkıp kapıyı kırarcasına açtım girdim içeri.

 

Ama beynim donmuş gibiydi. Bir an ben ne yapıyorum diye sorgularken buldum kendimi. Niye buradayım, ne arıyorum...

 

Mantık aradım bu halime. Ama bulamadım. 'Olmaz' dedim kendi kendime. 'Yalan bu'.

 

Yaşadığım gerçeğin içindeki bu yalana inanamazdım.

 

"Lütfen..." diye mırıldanırken taştan daha ağır adımlarımı çalışma masasına doğru sürüdüm. Burada olmam ve bunu sorgulamam birinin benimle dalga geçme ihtimalinden daha düşük olmalıydı oysa. Ama ben diğer ihtimali de sorgulamak istedim ve tam masanın önünde durdum.

 

"Lütfen böyle bir şey olmasın..." diye mırıldanırken buldum kendimi. 'Eğer böyle bir şey olursa' diye başlayan cümlelerimi acı nefeslerimle keserken eğilip üç çekmecenin en altındaki çekmecenin sapına koydum elimi. Çekmek, açmak istedim ama yapamadım. Vazgeçmek istedim. Bu anı silmek. Hiç yaşanmamış saymak.

 

Ama sonra bir cesaret asıldım çekmecenin ahşap işlemeli sapına. Açılmadı. Kilitliydi. O an bunun bir oyun olduğuna inanmak üzereydim ama yerimden doğrulup o çekmecenin anahtarını ararken buldum kendimi.

 

Masanın üzerine göz gezdirdim, dosyaların altına baktım ama bulamadım. Sonra titreyen ellerimi uzatıp deri kalemliğe bakmak istedim. Kalemliğe parmaklarım uzanırken bakışlarım hemen onun yanı başında duran siyah çerçevenin içindeki fotoğrafa takıldı.

 

'Kamer ve Dora'nın çiftlik evinde gülerek birbirlerine kollarını doladıkları' fotoğraf...

 

Bakışlarımı fotoğraftan çekerken kalemliği kendime çekmek istedim ama elim fotoğrafa çarpınca çerçeve büyük bir hızla yere düştü. Parçalanan cam kırıkları ayaklarımın önüne kadar gelse bile umursamadım. Kalemliği masaya devirip içinden düşen anahtarı aldım elime. Sonra da geri eğilip zar zor çekmecenin kilidine yerleştirdim.

 

'Tık'...

 

Büyük bir sesle anahtar delikte döndükten sonra açıldı. Derin ve can acıtan bir nefes alıp çekmeceyi çektim. Tek bir zarf duruyordu koca çekmecede. Soluk kahverengi tek bir zarf.

 

Vazgeçip kalkacak, gidecek oldum ama yapamadım. Zarfı elime alıp içimi kemiren merak duygusuyla yırtık olan zarfın içindeki kağıtları aldım elime.

 

İşte tam o anda hayatımın en büyük sızısı gelip yerleşti göğsümün ortasına. Tüm bedenim zangır zangır titrerken çöküverdim yere.

 

"Hayır..." diye mırıldandım güç bela. Okuduğum her kelimeye, her satıra 'hayır' dedim. Elimdeki raporlardan çok farklı olan, yıllar önce bize verilen raporların aynısına baktım. Sonra Gürbüz İzol için alınan uçak biletleri, para transferlerinin makbuzları, doktorlara verilen makbuzlar...

 

Her birinde bin parçaya bölündüm.

 

Babam önüne fırlayan bir köpeğe çarpmamak için ölmemişti. Öldürülmüştü.

 

Ve uğruna hayallerimi, abimi, babamı kaybettiğim kan davası hiç bitmemişti.

 

Zar zor aldığım nefeslerin arasından elimi cebime attım ve telefonumu çıkarmaya çalıştım. Yaşlardan göremediğim bakışlarla ekranda onun ismini bulup bastım. Çaldı çaldı. Üçüncü çalışta telefon açıldı. Ama ben de 'alo' diyecek güç bile kalmamıştı. Yorgun bir soluk uçup gitti dudaklarımdan.

 

"Elif? Güzelim?"

 

"Nerdesin?" dedim kendimi toparlayıp. Sesimi düz tutmaya çalıştım.

 

"Şirketteyim. Dershaneye uğrayıp seni alacaktım ben de. Çiftliğe geçmek için. Ama çıkmışsın. Salim aradı." Sesi endişe dolmuştu şu kısacık anda. Canım yandı.

 

"Konağa gelir misin?" dedim ağlamamak için alt dudağımı ısırırken.

 

"Elif sen iyi misin? Nefes alabiliyor musun? Ne oldu?" Korkusunu hissettim ama inanmak istemezken buldum bir anda kendimi.

 

"İyiyim. Ama konağa gel. Çalışma odasındayım." Cevabını beklemeden, bekleyemeden telefonu kapatırken göğsümü son derece ağrıtan göz yaşlarımı salıverdim artık. Hıçkırıklarımı bastırdım ama. Beni her şeyden mahrum bırakan bu taş duvarlardan hıçkırıklarımı bile saklamam gerektiğine inandım çünkü.

 

Benden abimi çalan, babamı çalan, çocukluğumu, hayallerimi çalan duvarlardan hıçkırıklarımı bile esirgedim.

 

Dakikalar geçerken çöktüğüm yerden zar zor doğrulup önümdeki raporları tekrar ve tekrar okudum. Her bir satırı her bir kelimeyi hatim ettim.

 

"Elif? Elif iyi misin?" Ben masaya koyduğum raporları tekrar tekrar okurken kapı hızla açılmıştı. Telaşlı sesi ve adımları odayı doldururken bakışlarımı ağır aksak bir biçimde kaldırdım önümden.

 

"İyi misin ne oldu?" dedi bana doğru büyük adımlar atarken. Yerdeki demin düşen çerçeveye bakınca gözlerindeki korku daha da büyüdü. Ya gerçekten çok korkmuştu ya da çok iyi oynuyordu. "Elif?" dedi tam bana doğru geldiğinde. Ama durmak zorunda kaldı. Ellerimi havaya kaldırıp engel olunca olduğu yerde durmak zorunda kaldı. Kalakaldı.

 

"Elif..." dedi titrek bir sesle. "Korkutuyorsun beni. Ne oldu? Apar topar fırlamışsın dershaneden. Arabayı alıp gelmişsin. Beni de öyle arayınca-"

 

"Bana hiç yalan söyledin mi?" dedim güçlü çıkarmaya çalıştığım sesimle.

 

"Ne?" dedi küçük bir afallamayla. Beklemiyordu bunu.

 

"Öyle basit gündelik şeyler değil. Bana gerçekten hiç yalan söyledin mi?"

 

"Ne yalanı Elif? Ben sana neden yalan söyleyeyim? Ne oluyor?"

 

"Benden hiçbir şey sakladın mı peki?" dedim bu sefer tınısındaki kontrol edemediğim titremeyle.

 

"Anlamıyorum Elif? Senden bir şey mi saklamam gerekiyor? Ne demek istiyorsun?"

 

"Sana ölümden döndükten sonra bir şey daha sormuştum hatırlıyor musun?" Yüzündeki anlamsız ifadeler öyle can yakıcıydı ki. "Babam ölmemiş..." dedim artık tutamadığım göz yaşımla. Sol gözümden hızlıca kayan yaş bir kor gibi yuvarlanmıştı çenemden aşağı. "Öldürülmüş..."

 

Aldığı nefesi tuttuğunu hissettim. Yüzündeki o dehşete düşen ifade artarken elimle göğsüme baskı uygulamaya çalıştım.

 

"Kaza değilmiş..." dedim güç bela. "Cinayetmiş..."

 

"Elif..."

 

"Biliyor muydun? Bu raporlarda yazanları biliyor muydun? Haberin var mıydı?" Sustu. Dehşet dolu bakışları yavaşça masanın üzerindeki kağıtlara çevrildi. "Arabasının fren teli kopukmuş. Tutmamış frenleri. Basmış belki durmak için ama duramamış. Uğraşmış belki ama yapamamış." Derin bir nefes almaya çalıştım. Ciğerlerimdeki tüm hava bitiyor gibiydi. Ama konuşmak zorundaydım. Anlatmak, anlamak zorundaydım. Gözümden düşen yaşları ellerimin tersiyle sildim hızlıca.

 

Ben de bakışlarımı önümdeki kağıtlara çevirdim. Sonra iki farklı raporu aldım elime.

 

"Hangisi gerçek bilmiyorum. Hangisine inanırsam inanayım ikisinde de babamı kaybetmiş oluyorum."

 

Tutamadım gözyaşlarımı. Canımın acısı gözlerimden süzülürken engel olamadım.

 

"Şimdi söyler misin ben bunlardan hangisine inanayım? Hangisine inanırsam babam geri gelir? Söyle. Hangisi gerçek?"

 

"Elif bak..."

 

"Bir de ne var biliyor musun?" kağıtların altındaki fotoğrafı aldım elime. Onun önüne doğru ittim. "Hangisi yaşıyor bu fotoğraftaki adamlardan? Ben diyeyim. Bak şu benim babam. Öldü. Yüzünü bile göstermediler ama toprağa konulduğunu gördüm. Ya diğeri? Senin dayın. Annenin kardeşi, dedenin kardeşinin oğlu. Gürbüz İzol? Ölmüştü ya. Öyle demişlerdi. Bak," derken para makbuzlarını aldım elime. "Daha geçen haftaya kadar para gönderilmiş ona. Altına bak. Altında da 'İzol Holding' yazıyor. Yaşıyormuş yani. Bu fotoğraftaki adamlardan biri benim babam. Öldü. Ama diğeri hayatta. Ve inanır mısın katili de o!"

 

Bir şey desin diye baktım yüzüne. Bir şey desin, benim gibi isyan etsin diye baktım ama o demedi.

 

"Biliyor muydun?" dedim aniden. "Bu raporları, o adamın ölmediğini, para akışını, doktorlara verilen rüşvetleri biliyor muydun!"

 

Sustu.

 

"Babamın öldürüldüğünü biliyor muydun!" Sustu. Tek bir şey demedi. O an yıkıldı içimde inşa olan her şey. Güç bela ördüğüm tüm evim barkım yıkıldı. "Biliyordun..." diye mırıldandım. "Hepsini biliyordun."

 

"Elif bak." Nefes almaya çalıştı.

 

"Ne zamandır biliyordun peki? En başından beri biliyor muydun? Evlilik kararı verilirken, o nikah masasına otururken? Ne zamandan beri?"

 

"Yeni öğrendim ben de." Kelimeler güçlükle çıktı ağzından.

 

"Yeni öğrendin?" dedim şaşkınlıkla. "Ne kadar yeni? Ne kadar yeni Baran!" Masanın yanından geçip önünde durdum.

 

"Bir ay..." Bir bıçak daha sokuldu sırtıma. Hepsinden daha sert, hepsinden daha acı veren. Diğerlerinin acısını bastıran, diğerlerinden daha derine inen.

 

"Bir ay?" dedim fısıltı gibi. Anlamlandırmaya çalıştım. 'Bir ay' dediği zamanı kafamda oturtmaya, takvimde kaç gün ettiğini hesaplamaya çalıştım. Yeni miydi yani 'bir ay', bunu anlamaya çalıştım.

 

"Elif bak ben ne yapacağımı bilmiyordum. Öğrendiğimde neye uğradığımı şa-"

 

"Bir ay? Sen bir ay önce öğrendin bu işin aslını öyle mi?" Nefes almaya çalıştım. "Bir ay?"

 

"Elif-"

 

"Babamın kaza yapmadığını, yaptırıldığını, raporların değiştirildiğini bir ay önce öğrendin öyle mi?"

 

"Evet ama ben de gerçek mi değil mi öğrenmeye çalışıyordum." Bana doğru bir adım attı ama ben geri adım atıp aramızdaki mesafeyi korudum.

 

"Sen bir ay önce öğrendin? Yalan mıydı?" Yaşların kaydığı bakışlarımı ona kaldırdım. "Bir aydır bana yalan mı söyledin yani? Beraber yemek yerken, beraber uyurken, ellerimi tutarken, beni kollarınla sararken yalan mı söyledin? Beni öperken, sevdiğini söylerken, benimle birlikte olurken bana yalan mı söyledin yani?"

 

"Elif hayır." Dedi hızlıca. "Hayır hayır hayır. Asla yalan söylemedim."

 

"Söylemişsin bak." Diye mırıldandım bakışlarımı tekrar masadaki kağıtlara çevirip. "Bir ay önce benim babamın öldürüldüğünü öğrenip bunu bile bile gelip bana dokunmuşsun." Çenemi sıkmaya, dudaklarımı sıkıca birbirine bastırmaya çalıştım ama yapamadım. İçimde çağlayan bir şey vardı. ruhuma batan bir şey vardı.

 

Ve ömrüm boyunca canım sanırım hiç bu denli yanmamıştı.

 

"Evdekiler," diye mırıldandım onun sessizliğine. "Biliyorlardı değil mi? Herkes biliyordu." Dudaklarıma zehirden de acı bir tebessüm oturdu. "Gözümün içine baka baka sakladınız bu gerçeği. Benimle konuşurken, kahvaltı ederken, yemek yerken hep sakladınız." Kaldırdım bakışlarımı ona. Her şeyi geçtiğim tek bir şeyi sormak istedim.

 

"Neden yaptınız bunu bana, bize? Abimi aldınız zaten. Abimle birlikte çocukluğumu çaldınız. Ben bir ölümle büyüdüm. Bir gecede. Yedi yaşında bitti benim çocukluğum. Oysa yeni başlamıştı daha. Hayallerimi de çaldınız. Uğruna her şeyi feda ettiğim hayallerim... Şimdi de babam öyle mi? Hani bitmişti? Hani benim canımla ödenmişti bu düşmanlık? Yıllarca bize ayak bastırmadığınız sokaklara ayak basmamız karşılığı, alışveriş yapamadığımız çarşı karşılığı, selam vermediğimiz insanlar karşılığı ben bir aileye feda edilince bitmişti? Neden? Ne istediniz bizden? Annemin ömründen, abisini zaten hiç tanımamış, babasıyla da büyüyememiş kardeşimden ne istediniz?"

 

Nefes almaya, göğsümdeki acıyı bastırmaya çalıştım güç bela. Ama olmadı. Ruhum sökülür gibiydi. Belki de parça parça sökülüyordu. Sessizlik ise kara bir çarşaf gibi örtülmüştü üzerimize.

 

"Yargılanacaksınız..." diye mırıldandım. "Hepiniz adalete hesap vereceksiniz. Saklamaya çalıştığınız babamın katilini ortaya çıkarıp üzerini kapattığınız bu kirli oyunun hesabını vereceksiniz. Hepiniz." Göz kapaklarını kapatırken titreyen çenesini sıkmaya çalıştığını görüyordum.

 

"Niye gelip bana söylemedin?" dedim artık içimde tutamadıklarımdan ötürü.

 

"Demeye çalıştım," diye mırıldandı zor çıkan sesiyle. "Diyemedim."

 

"Niye sakladın? Neden? Sebebin neydi? Beni bu kadar yaralayacağını bilemedin mi? Babam ya babam..." Sustu. Demedi bir şey. "Neden? Neden? Bir şey söyle..." diye mırıldandım. Yaşların gerildiği bakışlarım onun bana çevrilmesini istediğim bakışlarındaydı. Tek bir şey söylemesine ihtiyacım vardı. Tek bir şey. Bir kelime bile olsa yeterdi. "Bir şey söyle. Söyle çünkü inanacağım," dedim titreyen dudaklarımdan zorla dökülen kelimelerle.

 

Söylemedi. Bir an dudaklarını araladı. Ama hemen sonra vazgeçti.

 

İnandığım, güvendiğim her şey çöp oldu o anda. Yaşadığım, hissettiğim her şey savrulup gitti onun sessizliğinde.

 

"Nasıl yaptın bunu Baran?" diye mırıldandım. İçimde bir şeyler çatırdıyordu. "Nasıl yapabildin?"

 

"Ben..." dedi sadece. Ama devamını getirmedi. 'Yapmadım' demedi. 'O öyle değil' demedi. Kabul eder gibi sustu.

 

Akmak üzere olan göz yaşımı sertçe sildim. Titreyen dudaklarımı sıkıca bastırdım birbirine. O an emin oldum bir şey demeyeceğine. İnkar etmeyeceğine.

 

 

 

 

 

"Boşanalım," dedim net bir sesle. Yerde dolaşan bakışları hızlıca çevrildi bana. Göz bebekleri iri iri açıldı.

 

"Ne?" dedi şaşkınca.

 

"Bitsin. Boşanalım bitsin." Hızla sol elimdeki alyansı çekip yan tarafımdaki masanın üzerine koydum. Ama oraya koyduğum sadece alyansım değildi. Aramızdaki bağı, duyguları, hayalleri ve olacakları koymuştum.

 

Geri döndüm sarsak bir şekilde. Hızlı adımlarla çıkarken odadan tutmaya çalıştığım göz yaşlarımı serbest bıraktım. Az önce o odada sadece alyansımı bırakmamıştım. Girdiğim odada kapıyı kilitleyip yere çökerken parmağımdan söktüğüm alyansa değildi akan göz yaşlarım. Kaybettiğim her şeye, olamayacak her şeye aktılar birer birer. Kollarımı sıkıca karnıma sarıp daha çok ağladım.

 

Bitmişti.

 

Bir kelimeyle bitirmiştim.

 

Ben yapmıştım.

 

"Elif." Dedi arkamdaki kapıda varlığını hissettiğimde. Elleriyle vurmaya başladı. "Aç lütfen. Konuşalım." Konuşacak tek bir kelimemiz dahi kalmamıştı. "Elif lütfen aç! Elif!"

 

Yerden güç bela doğrulduktan sonra onun seslenmelerini es geçip giyinme odasına doğru yürüdüm. Tabi buna yürümek denebilirse. Dolapların en altında duran küçük el çantasını aldım, içine bir hırka bir de kazak koydum. Zaten bunları da annemin evinden getirmiştim. Diğer hiçbir şey bana ait değildi.

 

Odadan çıkmak için hızlı hızlı yürüdüm ama boynumdaki kolyeyle durmak zorunda kaldım. Koparır gibi çıkardıktan sonra onu da makyaj masasına koydum ve ardıma bile bakmadan kapıya adımladım.

 

"Elif? Elif dur!"

 

"Çekil." Dedim bana dokunmasına müsaade etmeden.

 

"Nereye gidiyorsun? Elif ne yapıyorsun?" kolumu tutmak için uzandı ama elimi sertçe havaya kaldırıp kendimi geri çekince durmak zorunda kaldı. Öylece baktı ellerime. Onu ilk defa engelleyişime, dokundurtmak istemeyişime öylece baktı. Oysa kendi de biliyordu bir tek onun ellerinde, onun kollarında sakinleşebildiğimi.

 

"Engel olursan iyi hatırlayamayacağım."

 

"Ne? Ne diyorsun sen! Gidiyorsun? Elif hayır!"

 

"En hızlı şekilde bitsin tamam mı? Daha da can yakmasın. Uzamasın." Peki daha ne kadar can yakabilirdi? Daha ne kadar öldürücü olabilirdi.

 

"Hayır hayır! İzin vermem!" dedi önüme geçmeye çalışıp. Yaklaşamıyordu da. "Gidemezsin. Bırakamazsın beni. Yapma." Bir yaş kaydı sol gözünden. Hemen ardından biri daha. Dokunmaya doyamadığım sakallarının arasına karıştı her ikisi de.

 

Çektim bakışlarımı hızla. Hem onun hem de benim canım daha fazla yanmasın diye.

 

"En hızlı hangi yoldan oluyorsa bitsin," diye mırıldandım.

 

"Hayır. Bitmeyecek. Bitemez. Bitemez Elif hayır bitemez. Bak her şeyi anlatabilirim. Yeni öğrendim. Gerçek mi değil mi araştırıyordum. Yapma. Beni bırakma."

 

"Çekil önümden," dedim ona bakmamaya çalışıp.

 

"Çekilmem. Olmaz. Gidemezsin. İzin vermem. Bırakmam." Çekilmedi. Engel olmak istedi. "Seni bu kadar seviyorken asla bırakmam."

 

"Eğer çekilmezsen sevmediğini düşünürüm. Eğer engel olup boşanmayı kabul etmezsen beni sevmediğine inanırım."

 

"Elif..." Yalvarır gibi döküldü adım dilinden. "Hayır..."

 

"Babamın katillerinin olduğu bu konakta kalamam. Ve sen de eğer bana gerçekten aşıksan çekilirsin."

 

"Elif hayır..." Eli kolu bağlandı dediğim karşısında. Engel olmak için yaptığı hamleleri durdurdu her seferinde.

 

"İçimdeki acı ateşini bastırıyor. İçimdeki kandırılmışlık hissi sana olan sevgimi gölgede bırakıyor. Lütfen içimdekiler tamamen bitmeden çekil." Tutmaya çalıştım kendimi. Göğsümü sıkıştıran acıya, ayakta durmamı zorlaştıran bu ihanete karşın dimdik durmaya çalıştım.

 

Babam da hayatta olsaydı eminim ki dimdik durmamı isterdi.

 

"Elif..." diye mırıldandı olduğu yerde öylece kalırken. Elimdeki çantayı sıkı sıkı kavrayıp indim merdivenlerden aşağı. Her baktığımda renklerinin daha canlı olduğunu düşündüğüm duvarlarda gezdirdim bakışlarımı. Oysa griden farklı bir renk yoktu bu evde. Hiçbir zaman bana renkler sunmamıştı. Ben kendimi kandırmıştım sadece. Nasıl buraya geldiğimde soluk ve cansızsa her yer hiç değişmeden durmuştu öylece.

 

Ben yanılmıştım sadece.

 

Bozanlar ve İzollar arasındaki düşmanlık asla bitmemişti. Aksine gözünü kan bürüyen bu aile beni de yaşarken öldürmüşlerdi.

 

Ben bundan sonra nasıl yaşardım bilmiyorum. Aldığım nefeslere yaşamak denir mi onu da bilmiyorum. Sırtımda ihanetin hançeri, göğsümün içinde delik deşik olmuş bir organla çıkıyorum bu konaktan.

 

Hiçbir zaman 'Elif Kamer İzol' olmamıştım. Ama bundan sonra 'Elif' bile olacak hal de bırakmamışlardı. Her şeyimi 'çaldıkları' yetmediği gibi benliğimi bile bırakmamışlardı ortada.

 

Attığım her adımda dallarımda açılan çiçekler döküldü birer birer. Zaten kara kışın ortasında çiçek açan ben de yoktu akıl.

 

Kalbimdeki bir bahar değildi. Olamazdı. Çiçeklerim bu yalancı bahara aldanmıştı. Dallarım sert rüzgarlarda kırılmıştı.

 

Kara kıştı ortasında durduğum. Her mevsimden soğuk her mevsimden kurak.

 

Bahar yoktu, hiç olmamıştı, hiç gelmemişti. Ben aldanmıştım sadece. İşte bu daha çok koydu kendime.

 

O gün çiçekleri döküldü kalbimin, dalları kırıldı. Yetmedi ayaz vurdu her yerine. Elif öldü, Kamer öldü. Babası ölen bir kız kaldı sadece geriye. O da yaşamayı hiç beceremedi.

 

🔥

 

'Bir hoşça kala sığdırdı beni, yere göğe sığdıramadığım.'

 

Necip Fazıl Kısakürek

 

🔥

 

 

 

Demir kazıklarla çakılıydı ayaklarım yere. Ruhum dört duvara hapisti. Ama üfleseler düşüverecek gibiydim. İçi çürümüş bir ağaçtan halliceydim.

 

Acı vardı ruhumda. Adı koyamadığım, anlamlandıramadığım bir acı. Bir de garip bir his. Yarım kalmışlık gibi...

 

Sanki bu halimi biliyor gibi gökyüzü de bir alemdi o gün. Koyu gri bulutlardan düşen damlalar neden acıtırdı insanın canını? Ne zamandan beri yağmur bu kadar hüzünlendirmişti beni?

 

"Geçelim mi artık Elif Hanım?" dendiğini duyduğumda içimdeki o garip hisse boğuşuyordum. Derilerini çekiştirdiğim ellerimi hızla yana saklayıp bana burukça gülümseyen yüze onay verip soğuk koridorda attım tonlarca ağırlığa ulaşan adımlarımı. "Bu taraftan." Dediğinde bakışlarımı her şeyin arkasında son bulacağı kapıya çevirdim. Karnımın üzerine sıkıca bastırdığım elimle siyah blazer ceketimin önünü kapatmaya çalıştım.

 

"Davacı Elif Kamer İzol, Davalı Baran Dora İzol." Demişti kapıdaki görevli. İşte o an son kez değdi bakışlarımız. İşte o an son kez kavuştu tüm duygularımız. İşte o an nefeslerim bir kez daha sıkıştı.

 

Hiç izleri kalır mıydı birinin bakışlarının? Hiç yaralar mıydı son bakış insanı?

 

Yaralanmıştım...

 

İyileşmemek üzere yaralanmıştım...

 

Koca koridor öyle dardı ki nefeslerimi sıkıştırıyordu. Çevredeki iki üç insan da öylesine kalabalıktı. Ama ben bu kalabalığın içinde derin bir yalnızlığın ve karanlığın içindeydim adeta.

 

Önümde yürüyen avukat hanımı takip edip girdim içeri. Bana gösterdikleri yere otururken bakışlarımı asla kaldırmadım yukarı. Bakarsam daha çok kanayacağımı biliyordum çünkü. O da tam karşımdaki onun için ayrılan yere geçti avukatıyla birlikte.

 

Az sonra kapı tekrar açıldı ve içeri önde bir kadın arkasında bir erkek girdi. Onların girmesiyle ve avukat hanımın yönlendirmesiyle kalktım yerimden. Ger otururken derin bir sessizlik çöktü içeri. Birkaç dakika sonra soluk yüzlü ellili yaşlara yakın hakime hanım konuşmaya başladı.

 

"Elif Kamer İzol?" dedi gözlüğünün üzerinden çevirdiği bakışlarıyla. Yerimden doğrulup onayladım onu. "Baran Dora İzol?" dedi hemen sonra. Bakışlarımı önüne çevirirken göz kapaklarımı bastırdım sıkıca birbirine. "Dava çekişmeli açılmış. Davacı Elif Kamer kendisine müdahil olduğunu, eğitimini sürekli eleştirdiğini, evlilik kurumunun devam etmesinin mümkün olmadığını iddia ediyor. Ne diyorsunuz Baran bey?" Sessizlik kara çarşaf misali çöktü üzerimize. Cevap vermeyecek dedim içimden, konuşmayacak.

 

"Doğrudur hakime hanım..." dedi az sonra pürüzlü sesi. Göz pınarlarıma kor gibi doldu göz yaşlarım.

 

"Taraflar birbirinden bir talepte bulunmuyor, paylaşılacak mal yok, çocuk da yok. Bitirmekte kararlısınız?"

 

"Evet..." dedim ondan önce. Dedim ama içim hiç acımamıştı bu denli. Benim ardımda o da belli belirsiz dedi 'Evet' diye.

 

Sessizlik çığ oldu aramızda.

 

"Ayrıntısı grekçeli kararda açıklanmak üzere, davacının davasının kabulüne, Türk Medeni Kanununun 106/1 maddesi gereğince boşanmalarına karar verilmiştir."

 

Yankılandı arı arkasınca bu cümle beynimin içinde. Defalarca döndü durdu.

 

Bitti.

 

Salonu herkesten önce terk ederken bakamadım bir daha geriye. Dönemedim. Dönecek de bir şeyim kalmadı zaten.

 

Bitti.

 

Altı ayda zor inşa ettiğim her şey on dakikada bitti.

 

 

 

 

 

 

🔥

 

BARAN DORA İZOL

 

 

 

 

"...boşanmalarına karar verilmiştir."

 

Bir cümle. Tek bir cümle oldu beni ondan ayıran. Bir cümle oldu hayatlarımızı birbirinden koparan.

 

Bitti.

 

Gözüm gibi baktığım, sakındığım, koruduğum her şey bitti. Ailem uğruna, kendi şanları şerefleri uğruna.

 

Ben bittim...

 

Ve o haklıydı. Hem de sonuna kadar. Her konuda, her zaman haklı olduğu gibi bunda da haklıydı. Ben ise sonuna kadar suçluydum. Ve bedelini ondan mahrum kalarak ödeyecektim.

 

Ardına bakmadan çekti gitti.

 

O salondan nasıl çıktım, kendimi bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altına nasıl attım bilmiyorum. Zar zor nefes almaya çalışırken kendimi arabaya attım. Yol aktı ben bittim. Yol aktı ben tükendim.

 

Her şeyin bittiği yere, benden beni alanların olduğu 'İzol Konağına' sürdüm son sürat. Kendimi arabadan atıp konağa yürürken etraftaki o garip bakışları bile umursamıyordum. Görecek halde de dğildim ya.

 

Büyük ahşap kapıyı var gücümle itip girdim içeri. Duvara geri çarpma sesi tüm konakta yankılanıp gidivermişti. Aldığım yüksek sesli nefeslerle etrafıma bakındım.

 

"Oğlum?" diye çıktı içeriden annem. Önde o hemen arasında da diğerleri vardı. Benim bu darmadağın halime dehşet içinde bakakalmışlardı.

 

"Oldu bak..."Gözümden bir damla yaş kaydı. Titreyen hareleriyle, yüzümdeki dehşet ifadesiyle izliyordu annem beni. "İstediğiniz oldu..."

 

"Ne oldu oğlum ne diyorsun?" Titreyen elleriyle beni tutmak istedi ama izin vermedim. Sertçe çektim kendimi geri. Bakışlarım aynı annem gibi beni izleyen halalarım, kardeşlerim, Berfin ve diğer herkesin üzerinde dolaştı yavaş yavaş. Hepsinin yüzünde bu içler acısı halime anlam kondurmaya çalışan bir ifade vardı.

 

"Bıraktı beni..." Nefes almaya çalıştım.

 

"Kim bıraktı oğlum?" Sesi titriyordu annemin. Benim ruhumu yakan alevlerin titremesinin yanında bir hiçti ama.

 

"BIRAKTI BENİ! Dedim avazım çıktığı kadar. "Bıraktı! Boşandık! Elif..." Acı bir hıçkırık koptu ciğerlerimden. "Boşandık..."

 

"Ne!"

 

"BOŞANDIK!" dedim avazım çıktığı kadar. Elimle gömleğimin yakalarını çekiştirdim. "Bitti! Boşandık! Bıraktı beni!"

 

"Ne demek boşandık Baran!" ablam atıldı koluma doğru ama kendimi geri çekmemle sendeledi. "Ne diyorsun sen!"

 

"Boşandık...İstediğiniz oldu." Adımlarımı tam annem ve hemen yanında duran Rojbin halamın önünde durdurdum. "Bu evden gitsin diye uğraşıyordunuz ya. Gerek kalmadı. O beni kendi bıraktı. Sadece on dakika sürdü. On dakikada bitti. Bitti."

 

"Ne diyorsun sen Baran?" dedi halam . Endişeli gözleriyle bakıyordu bana. "Ne demek boşandık oğlum? Ne demek bitti?"

 

"Hani diyordun ya devamlı. Hatırlatıyordun ya her fırsatta. 'Bozanlar düşmanımızdan başka bir şey olamaz' diyordun ya. Sizin bu yere göğe sığdıramadığınız aileniz, soyadınız, şerefiniz yüzünden ben bittim anlıyor musun? sizin o Gürbüz denen adamı koruma çabanız, gizli kapaklı yapmaya çalıştıklarınız var ya benim sonum oldu. Ama merak etmeyin Bozanlar bu sefer sizin sonunuzu getirecek."

 

"Ne? Ne demek o?" dedi dediğim diğer bütün her şeyi duymazdan gelen halam.

 

"Elif senin ve kocanın sakladığı belgeleri polise verdi. Ben de itirafçı olacağım. Gürbüz denen adamı nasıl kaçırdığınız, Hasan Bozan'ın ölümündeki sakladığınız tüm belgeler hepsi. Hepsini anlatacağım. Daha duramayacaksınız bu topraklarda. Siz beni bitirdiniz ya. Ben de sizi bitireceğim."

 

Geri dönerken arkamda bıraktım tüm uğultuları. İçimde yanan öyle bir ateş vardı ki. Ama ne kül ediyordu beni ne yok. Aldığım her nefeste daha çok harlanıyordu. Daha çok acıtıyordu canımı.

 

Kendimi üst kata zar zor atarken arkamdan geldiklerini hissediyordum. Kapıyı kilitlerken boynumdan sarkan kravatı çektim sertçe. Evet ben. Mutsuz olduğum her an kravat takmaya yemin eden ben. Oldum olası nefret ettiğim iki yakamı kavuşturan kumaş parçasını aylar sonra ilk defa geçirmiştim boynuma.

 

Kapıya vurmalarının arasından attım kendimi banyoya. Aynadaki yıkık dökük adama baktım. Kanlı gözleri, darmadağın olmuş saçları ile bir insandan daha çok bir ölüyü andırıyordu. Ama hepsinden daha çok yarım kalmış biriydi. Eksik...

 

Ömrü birini aramakla geçen bir adamdım ben. Doğdu doğalı yarımdım, eksiktim. O gelince tam olmuştum. Şimdi ne kalmıştı geriye. Ne kalmıştı benden geriye?

 

Kafamı tekrar karşımdaki aynaya kaldırırken yarım olan bana yakışan bir görüntü karşıladı beni. Eksikliğimi, terk edilmişliğimi vurgulayan bir görüntü. Parmaklarım usulca dolaştı sakalsız yanaklarımda. Yer yer kanayan yüzüm daha eksik hissettirdi o anda.

 

Döndüm geri. Beni eksilten, beni yarım bırakan yerden çekip gitmek için döndüm.

 

"Baran?" dedi dışarı çıktığımda kalabalıkların sesi olarak ablam. Bakakalmıştı hepsi, sus pus olmuşlardı.

 

"Ben yokum artık..." diye mırıldandım güçlükle. Çıplak ayaklarımla indim gerisin geri. Ne engellemeye çalışmalarına aldırdım ne de yalvarışlara.

 

Yoktum artık. Beni bitirdikleri gibi olmayacaktım hayatlarında.

 

Nereye giderdim onu da bilmiyorum. Evim barkım yıkılmış, yuvam bildiğin kadın beni bırakmıştı. Kimsesiz biriydim bundan sonra. Kimsesiz.

 

Neden bilmiyorum ama bir süre sonra kendimi çiftlik evinde bulmuştum. Buraya nasıl ve neden geldiğime dair hiçbir fikrim yoktu. Düşünemiyordum. Algılarım tamamen bitmişti. Tek bildiğim canım çıkarcasına ağlıyordum işte.

 

Kendimi arabadan dışarı atarken gökten süzülen damlalar ok gibi işlemişti derime. Yalpalayıp çamur olan zemine çöküvermiştim. Belki de yağmur damlaları bedenimi tüketsin istiyordum, karıştırsın beni toprağa. Bilmiyorum.

 

Yerden doğrulurken çamura bulanan üstümü başımı, ellerimi umursamadım. Yalpalaya yalpalaya ahırlara yürüdüm. Koyunların ağılının kapılarını açtım önce. Ne kadar hayvan varsa kovaladım dışarı. Hepsinin korku dolu sesi etrafı inletirken durmadım. Gidip atların ahırına vardım. Çalışanların garip bakışları altında ahırdaki her bir atı çözdüm tek tek. Dışarı kovaladım hepsini. Korku dolu sesler yağmurun sesini bastırırken durmadım.

 

Ama en son Esmer'in ahırına geldiğimde kalakaldım. Daha bir iki gün önceki haliyle duruyordu karşımda Elif. Gerçek gibi olan hayaline uzattım elimi. Parmaklarım boşluğa düşerken hayali de bir toz bulutu gibi savrulup gitti gözlerimin önünden. Ömrümden gittiği gibi gözlerimin önünden de gitti. Hayali bile.

 

Titreyen ellerimle Esmer'in ipini çözdüm. Gitmesi için iteledim. Ama bana mısın demedi. Hatta iki ayağının üzerine şahlanıp engel olmak istedi bana.

 

"Git!" dedim kalan son gücümle. "Sen de git!" Ama gitmedi. Acı bir kişneme döküldü dudaklarından. "Peri kızı bıraktı bizi! Sen de git! GİT!"

 

Bana direnen hayvanı iteleye iteleye çıkardım dışarı. Çiftliğin bahçesi mahşer yerine dönmüştü. Çalışanlar etrafa kaçışan hayvanları zapt etmeye çalışıyordu bağıra çağıra. Yağmur daha da şiddetlenmişti. Gök yarılmıştı sanki.

 

Belki de gökyüzü bile ağlıyordu bize. Bizi ayıran bu kadere inat gök ve yer yer değiştirsin istiyordu belki. Belki böyle kopmamış olacaktık birbirimizden.

 

Olduğum yere çökerken ellerimle sertçe kavradım yerdeki çamurları.

 

Ben yarımdan daha az kalmıştım şimdi.

 

Ve bedelini yaşayarak ödeyecektim...

 

Bitmişti hikayemiz.

 

Yazgının mürekkebi bu satıra kadar yetmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B İ R D E V R İ N S O N U

 

 

 

 

'Umut belki gelecek sayfadadır, kapatma kitabı...'

 

 

Cemal Süreya

 

 

 

 

Göz yaşım pıt...

 

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Akıllardaki sorulara cevaben birkaç bir şey karalamak istiyorum buraya.

 

 

Hikaye ara vermeden, yine bu kitabın içinden kaldığı yerden devam edecek. İkinci kısım ilk kısım kadar uzun sürmeyecek. İlk kısmı 41 bölümde tamamladık ama ikinci kısmın ben otuz civarı anca süreceğini düşünüyorum. O konuda henüz net değilim. Kitap ismi değişmeyecek, biz yine ATEŞTEN DÜĞÜM olarak okuyacağız hikayemizi. Ama ikinci kısmın da kendine özgü bir ismi var;

 

'KÖRDÜĞÜM'

 

Belki hikayelerin birbirine belki de kaderlerin birbirine kördüğüm olmasını okuyacağız ikinci kısımda.

 

İkinci kısımda yeni karakterlerin yeni hikayelerine dahil olacağız. Belki bu kısımda okuyamadığımız birçok hikayeyi de ikinci de okuyacağız.

 

Ben bu kurguyu ilk yazmaya başladığımda önünün bu denli açılacğını, merak uyandıracağını hesap edememiştim. İlk başta kalemim o kadar acemiydi ki anlatamam. Gerçi şimdi de prof değiliz asdfsfdg ama ilk halinden daha kabul edilebilir bir yerde olduğunu söyleyebilirim.

 

Ben düzenlenmiş halini yazmaya karar verdiğimde aslında ilk halinden farklı olmayacağını düşünüyordum. Yani sadece yazım dilinde iyileştirmeler yaparım diyordum ama aniden aklıma gelen bu boşanma sahnesini yazarken buldum kendimi. 'Bir ayrılık' dedim kendi kendime. Bir ayrılığa gelene kadar ne sığdırabilirim ki geçen zamana? Çünkü en başta altı ay demiştim. Bir baktım uzun bir baktım çok kısa bir süre. Ama doldurdum bir şekilde.

 

İlk başladığımızda her şeyden herkesten ümidini kesmiş, her şeyi elinden alınmış bir Elif vardı. İlk bölümler acısını, yaşadığı o derin depresyonu, psikolojisini anlatmak istedim sizlere(mesleki deformasyonum ağır bastı asdfgg) Tabi biz o kısımları okurken bana gelen yorumlar, mesajlar hep 'Ne zaman aşık olacaklar, ne zaman gerçek bir evli gibi yaşayacaklar, ne zaman yakınlaşacaklar' tarzındaydı. Gerçekçi bakmak gerekirse kimseye güvenemeyen bir kızı üstüne bir de zorla evlendikten sonra çok da normal okumayı bekleyemezdik öyle değil mi? Çünkü sağlam bir psikolojide değildi Elif. Güven sorunu vardı en başta. Keza Baran'ın da öyle. Yol boyunca öğrendik ki aslında Baran da aile tarafından hep zorba bir şekilde büyütülmüş, keskin sınırların arasında bırakılmış. O yüzden de aslında yavaş yavaş öğrendiler güvenmeyi, sevmeyi.

 

Elif güvendikçe bir gül tomurcuğu gibi yavaş yavaş açıldı. Aslında özündeki o cıvıl cıvıl hallerini bize üstüne kata kata hissettirdi. Hatta bazen içindeki o deli dolu çocuk olgun karakterinin önüne geçti. Ama sonda öğrendikleri ise onu yıkan nokta oldu. Güç bela inşa ettiği her şeyin altında kalmayı değil oradan uzaklaşmayı, ardında bırakmayı seçti. Fark ettiyseniz Baran'la konuşurken Baran'a 'siz' dedi. Kendinde ayrı yeri olan adamı konaktakilerle aynı yere koydu. Bundan sonra nasıl toparlanır bakalım...

 

Baran'a gelecek olursam...Ah benim çikolatalı kekim. Başta yorumları mesajları okurken hep herkesin ondan nefret edeceğini düşünmüştüm. Çünkü ilk bölümlerin yorumlarında Maran'la kıyasıya rekabetlerini dile getirip 'umarım esas erkek Maran'dır' diyordu birçok kişi. İşte o noktada dedim kendi kendime 'Ya ben Baran'ı kafamda çizdiğim adam gibi yazamazsam'. Ama yazarken de asla sevdirme çabasına girmedim. Yani o konuda hakkımı yemeyin asdfg.

 

Baran'ın kalın duvarları vardı. Kendisine küçüklüğünden itibaren çizilen keskin sınırların arasında inatçı kişiliği yüzünden kalın duvarlar örmeyi seçmişti. İşte bu yüzden de hep kapalı kutu gibi hissettirdi bize. Bazen yazarken beni bile sinir etti. Başlardaki katı halleri de aslında kendi dediği gibi Elif'in onu sürekli afallatmasından kaynaklandı.

 

Ama Elif'e olan hassasiyetine ben bile bir şey diyemedim. Çünkü hangi konu olursa olsun önce Elif'in sağlığını düşündü. Buna aşk itirafı yaptığı gün de dahil. Kendi hislerinden önce Elif'in iyi olup olmadığından emin olmak istedi.

 

Şimdi yalan yok ben Şilan ve Ahmet cephesini merak ediyorum bundan sonra. Bakalım iki ailenin tekrar karşı karşıya gelmesi onları nasıl etkileyecek?

 

Cihan kısmına şimdilik girmiyorum bile. Gitti benim hüzünlü kekim. Ne zaman döner, döner mi Allah kerim...

 

Yolumuz uzun yoldaşlarım. Biraz da yokuş. Olduğunuz ve olacağınız için teşekkür ederim.

 

 

 

 

Size yarın yeni kısmın kapağını ve tanıtımı salarım.

 

Beğenmeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%