@seydnrgrsu
|
'İlk cemre havaya düşer havayı ısıtırmış. İkinci cemre suya düşer suyu ısıtırmış. Üçüncü cemre ise toprağa düşer ve baharı getirirmiş. Ama dördüncü cemre ne suya ne havaya ne de toprağa düşermiş. Düştüğünü ise kimse bilmezmiş.'
'Dördüncü Cemre'
🎶Reyhanî
🔥
Mardin-2022 6 ay önce
"Ne bakarsınız öyle! Kız bunlar yerleştirilecek demedim mi ben size?"
Aylardan Haziran'ı uğurlayalı tam iki gün olmuştu. İki günde sıcak iki kat daha artarken alnımda biriken terleri elimin tersiyle silip sıcaktan daha beter olan kadına baktım. Yengeme.
"Daha bir işi bitiremediniz!"
Sakin ol Elif. İki dakikası var. İki dakika sonra zaten gidecek.
Gitmeyecekti. Gitse bile üzerimize yıktığı işler asla bitmeyecekti.
Hava olabildiğince sıcak, yengem konuştukça hararet daha da artıyordu. Sıcak artık kafamda dayanılmaz bir uğultuya da neden oluyordu. Yengemin yüksek tondaki sesi bu uğultuyu da katladıkça katlıyordu.
"Kız sabahtır daha bir kutu şeyi yerleştiremedin?" dedi bir elini beline yerleştirip. Hava ona sadece sıcaktı. Bize ise hem sıcak hem de onun bağırmaları yüzünden zulümdü. Her bağırdığında ciğerlerimi zaten yoran sıcak havayı daha da çekilmez hale getiriyordu.
Nasıl başarıyordu bunu aklım almıyordu sanırım bu gidişle de hiç almayacaktı.
Siyah sürmelerle çevrelediği yeşil gözleri hiddetle bana çevriliydi. Muhatabı bendim.
"Bitecek yenge az kaldı." dedim sakin bir tonda. Sakin sesim onu çıldırtmaya yetip artmıştı ama bir şey diyemeden alev püskürten gözlerini kızına çevirdi. İşlemeli şalının bile gizleyemediği gür siyah saçları tel teldi. Üzerine ağır işlemeli sayılan bordo bir elbise geçirmişti. Ama bu işlemeler onun gösterişinin yanında epey hafif kalıyordu. Kilolarından dolayı elbise biraz sıkmıştı onu.
Ama kimin umurundaydı.
"Sen de daha katlayamadın şu havluları? Ben sizin kadar uyuşuğunu ne gördüm ne tanıdım! Vallah evde kalmanızın tek nedeni budur diyeyim!" Belindeki elini hiddetle çekip başından kaymak üzere olan işlemeli şalına attı. Bileğinde dolu olan altın bileziklerin sesi geliyordu kulağıma. Gösterişe bayılırdı.
Evde kalmak her neyse artık...
"Ya anne yeter ha! Sanki misafirler gelip bakacak bu havlular nasıl katlanmış diye. Tabaktan çanaktan onlara ne!" Ben sessizce elimdeki bardağın tozunu alırken artık Şilan benim yerime de olan isyanını dile getirmişti. Bu saate kadar sustuğuna şaşırdım ben.
"Sus kız! Ben şimdi çiftliğe gidiyorum. Baban zaten dellendi geç kaldım diye. Arıyor zır zır. Siz de çabuk bitirin şu elinizdeki işleri. Yolmayayım ikinizi de." Ters bakışlarıma tosladı alev saçan bakışları. Başka bir şey de demedi. Hiddetle arkasına döndü ve taş basamakları eze eze indi aşağı. İnerken de evdeki diğer çalışanlara bağırdığını duyuyorduk. Gazabına şimdi Meryem uğruyordu taş avluda.
"Bıktım yemin ederim. Mahvoldu ellerim hep. Zaten güneş de geçti başıma." Oturduğu alçak ahşap tabureden adeta kendini yere attı Şilan. Elindeki pahalı havlulardan birine yandaki içi yarısına kadar dolu olan sürahiden su döküp başının üzerine koydu. "Hiç insaf yok bu annemde. Abim evleniyor ama olan bize oluyor. Şuna bak." Sinirle elindeki havlulardan birini yere fırlattı. İğne oyası işlemeli havlu taş terasın tozlarına bulanarak fırladı birkaç adım öteye. Ta Bursa'dan özel getirtilmişti.
"Görmesin yalnız annen." dedim onun gibi üzerinde oturduğum tabureden kendimi yere atarken. Taş zemin cayır cayır yakmıştı tenimi. Alaylı gülmeme somurtarak bakıyordu. Attığı o havlu gibi bizi atardı şu taş terastan aşağı yengem. Çünkü bu havlular öyle kıymetliydi onun için.
"Görümce olacağız bir de. Ama şu halimize bak."
"Aa!" dedim sahte bir kınamayla. "Görümceler iş yapamaz diye bir kural mı var?" Daha da bozuldu sinirleri. Başının üzerine koyduğu havluyu hırsla fırlattı bana. Ben de elimdeki toz bezini tam yüzünün ortasına atmıştım. Bence bu evde 'Elif boş duramaz' diye bir kural vardı ama.
"Abim evleniyor diye evde ne var yok değiştirdi. Yetmedi bir de Ezo hanımın hediyeliklerini de bize hazırlatıyor. Valla bıktım doydum canıma. Şu düğün bir bitse de kurtulsak artık."
"Ne o erken pes ettin?" Ellerimi sıcak olan taş zemine yaslayıp gözlerimi kapatarak güneşe çevirdim yüzümü. Zaten yanabildiğim kadar yandığımdan dahası da koymuyordu artık. Belki az sonra sıcaktan bayılırdım da iş yükünden kaçmış olurdum. Eliiiff...
"Güzel görümce..." dedim alayla.
"Ya şu halime bak. Ne kadar güzel bir görümceyim bir bilsen. Ama ne var biliyor musun?" Gözlerimi açmadan ona küçük bir mırıltıyla cevap verdim. "Senin de benden farkın yok. Resmen çöplük faresine döndük." Gülmeye başlamıştı. Ama sinirden gülüyordu. Ben de gülüyordum onun gibi. "Nefret ediyorum bu halimden. Yapmayacağım ben iş falan!"
Sinirle yerinden fırlayıp üstünü başını silkeledi.
"Hayır benim annemde de insaf yok ki. İçeride mobilyalar değişiyor diye bizi sıcağın tam ortasına attı."
Annesinde insaf olmadığı kesindi. Ona lafım yoktu. Yirmi üç yıllık hayatım bana bunu her Allah'ın günü uygulamalı olarak gösteriyordu zaten.
Gösteriş yengemin kesinlikle göbek adıydı. Eğer doğduğunda ona Rojda adını vermekten vazgeçmiş olsalardı muhtemelen 'gösteriş' ya da gösterişli bir şeyler koyarlardı.
Bir şeyleri abartmaya bayılıyordu. Hatta abartmaktan çıkıyordu onun yaptıkları. Resmen dozunu kaçırıyordu her şeyin. Tıpkı şimdi bize yaptığı bu işkencenin olduğu gibi.
Sıcak bir Temmuz ayında, kuru toprakların daha da kuruduğu ama bir cennet sayılan Mezapotamya'nın büyülü şehrinde sıcağın en yoğun yaşandığı vakitte ev için yeni aldığı eşyaları yerleştiriyorduk.
Büyülü Mezopotamya...
Tarihte insanların neden ilk buraya gelip yerleştiklerini şu kuru sıcağa rağmen anlıyordum.
Kuru toprakları tenimi cayır cayır kavururken her bir toz zerresinde dahi büyülüyordu insanı.
Bence yengem gelin almıyordu eve. Çünkü kendi gelin olacak gibi yeni baştan düzüyordu evi. Şilan siteminde haklıydı. Ama o her konuda da sitemkardı. Ruhu bence bir prensese aitti ama annesinin ellerinde harcanıyordu. Külkedisi değildi belki ama Külkedisi'nin Mardin şube başkanı olduğu kesindi. Her şeyiyle harcanıyordu. Tıpkı güneşte kupkuru olmuş saçlarının harcandığı gibi.
Uzun gür siyah saçları herkesi kıskandıracak güzellikteydi. Esmer teni günlerdir güneş altında çalışmaktan da daha da koyulaşmıştı. Kendi bu durumdan dert yanıyordu ama bence güzelleştiğinin farkında bile değildi.
Güzel kızdı. Bakanın bir daha değil defalarca baktığı bir kızdı. Hatta insanın içini titreten bir güzelliği de vardı.
"Bu hengame bitmeyecek." dedi elleriyle saçlarını havalandırıp. "Akşama kına gecesi var ama bizim şu halimize bak. Ne zaman hazırlanacağız biz ayrıca?" Sinirle ayağını taş zemine vurdu.
"Bana bakma." dedim yerimden yavaşça kalkarken. "Biliyorsun düğünleri sevmediğimi. Kalabalıktan nefret ediyorum."
"Seni de anlamıyorum ki. Ne var iki insan içine çıksan? Ayrıca bu abimizin düğünü. Diyar abim sadece benim abim değil. Senin de abin."
"Ben de onu diyorum ya. Daha sinir bozucu." Elimdeki toz bezini göğsüne çarpıp geçtim yanından. Terden yapış yapış olmuştum. Terastan aşağı inen basamakları ikişer üçer inerken az daha üst kattaki büyük salona koltuk taşıyan adamlara çarpıyordum. Homurtulara kulak asmadım.
"Elif abla!" dedi ben avludan kendi odama doğru ilerlerken. Azad'ın telaşlı sesine telaşlı el sallamaları da eklenmişti. "Hadi ben sizi almaya geldim!" daha odanın kapısını açamadan nefes nefese dibimde bitti.
Sesinde ve gözlerinde müthiş bir telaş vardı. Gözleri ablasının aksine yemyeşildi. Belki de yengeme benzediği tek özelliği buydu. Telaşlı elleri özenle fönlenmiş saçlarını buldu. Deyim yerindeyse jilet gibi giyinmişti. Akşam için fazla erken hazırlanmamış mı?
"Daha dur. Hiçbir şeyim hazır değil benim. Beklemen lazım."
"Abla ne hazırlığı zaten orada hazırlanmayacak mısınız siz? Hadi!" Günün yirmi dört saati telaşlı olabilme gibi bir özelliği vardı fakat bugün telaşta seviye atlamıştı.
"Azad." dedim sakin ama uyarır bir tonda. Hava zaten sıcaktı. Az öncesine kadar annesi yeterince darlamıştı ama o darlamasa olmaz mıydı? Ama onun telaşı ve acelesi ne düğüne ne de bizim geç kalacak oluşumuzaydı. Onun başka bir karın ağrısı vardı.
Tek kaşım fezaya doğru uzanmış bir halde bakarken tırnaklarını kemiriyordu. Telaşı tırnaklarını yiyeceği kadar çoktu.
"Berfin'i göreceğim." dedi eteğindeki taşları nihayet dökerken. "Ondan bu acelem."
"Belli zaten bir karın ağrın olduğu." Onu gerimde bırakırken ayağımdaki terlikleri çıkarıp salondan kendi odama doğru ilerlemeye başladım. Arkamdan o da girmişti ama acelesinden ayağındaki ayakkabıları bile çıkarmamıştı.
"Ne yapayım o da gelecekmiş çiftliğe. Sen demiştin ya." Uyarı dolu bakışlarımı görünce bir adım geri gidip çıkardı ayağındakileri. Evet ben demiştim belki gelir diye ama bu denli umut bağlamasa iyi olmaz mıydı. Ya gelmezse ne olacaktı?
Gülmemek için dişlerimle yanaklarımın içini ısırırken Berfin'e duyduğu aşkını yine ve yeniden anlatmaya başlamıştı.
Uzaktan uzağa gördüğü kıza gidip bir türlü açılma cesareti gösteremiyordu. Belki gidip konuşsa her şey daha kolay ilerleyecekti ama o şu an yerinde saymaktan başka bir şey yapmıyordu.
"Hadi git sen ablana bak. Ben gelirim hemen." dedim rahatlaması için gülümseyerek. Rahatlamayacaktı orasından emindim. Ama koşar adım gitti ablasını çağırmaya. Tabi Şilan hazırlanabilirse giderdik.
Öğle vakti geldiğinde ezan tam okunurken bitmişti işim. Islak saçlarımı havluyla hızlı hızlı kurulayıp rastgele toplamıştım nemliliğine aldırmadan. Zaten dışarıdaki kavurucu kuru hava sayesinde de çarçabuk kururdu.
Üzerime geçirdiğim elbisemin eteğini de düzeltip çıktım dışarı. Azad avluda ellerini arkasına vermiş büyük adımlarla yürürken kendi kendine söyleniyordu bir yandan. Söylenme sebebi ablasıydı, neden hızlı hazırlanamadığımızdı.
Acele etmeliydik. Ama acelemiz ne kına gecesi için ne de hazırlıklara yardım etmek içindi. Acelemiz Azad'ın BerFin'i görebilmesi içindi.
"Kız az daha unutuyordum bunlar gidecek çiftliğe." Gülnur abla elindeki büyük ipek örtüye sarılı bohçayla koşarak yakalamıştı bizi çıkmadan. Beyaz teni kavurucu sıcak altında bir aşağı bir yukarı koşmaktan daha da kızarmıştı. Beyaz bohçayı aceleci bir şekilde kollarımın arasında bıraktığında herkesin bu denli acelesinin yersiz olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Sabahın beşinde başlamıştı bugün mesaimiz. Ve beşten beri konakta kim varsa bir aşağı bir yukarı koşuyordu. Normal adımlarla yürüyen birini görmemiştim daha. Herkeste fazladan bir acele vardı. Ve bu acelenin arasında birbirlerine seslerini duyurmak için de bağırıyorlardı.
"Siz önden bunları götürün. Ben de kızları toplayıp geleceğim. Tabi şu mobilyalar yerleşebilirse." Nefes nefese arkada eşya çıkaran adamları kontrol ediyordu bir yandan.
Yaşına nazaran fazla çevik bir kadındı Gülnur abla. Kalbinin güzelliği kehribar gözlerinden yansıyordu dışarı. Konağımızın bel kemiğiydi adeta.
"Bugün bitmez o iş." dedim elimdeki bohçayı ablasına söylenen Azad'ın kolları arasına bırakıp. Homurdanıyordu geç kaldık diye.
"Vallah bunlar duymasın ama canımdan bezdim şu düğün işi yüzünden." Elini ağzına siper edip bana doğru eğilmişti. Haklıydı siteminde. Yengem ve amcama sitem etmekte kim haksızdı ki zaten.
"Sen mi ben mi acaba?" dedim hüzün dolu bir tebessümle. Bu halimiz içler acısıydı bana göre.
"Gelin mi alıyor kendi mi gelin oluyor belli değil. Oğlu evleniyor diye koca konağı yeni baştan düzdü. Olan bize oluyor ama." Ayak üstü yapılan dedikodumuza küçük bir şekilde kıkırdarken gözlerim Şilan ve Azad'ın üstündeydi. En nihayetinde anneleriydi.
Gülerek ve biraz daha halime acıyarak bindim arabaya.
Sonraki durağımız çiftlik evi olmuştu. Buradaki koşuşturma konaktakinden daha fazlaydı. Büyük bir hengame vardı çiftliğin büyük bahçesinde. Kimi elindeki tepsilerle bahçeye koşuyor kimi de o tepsileri yere upuzun bir şekilde serilmiş kırmızı kilimin üzerine yerleştiriyordu.
"Emir!" dedim elimdeki poşetlerin yürümeme fırsat verebildiği kadar. Kardeşim elindeki minderlerle bir o yana bir bu yana koşturuyordu. "Annem nerede?"
"Mutfaktaki işlerle ilgileniyor!" karşıdan karşıya aramızdaki az mesafeye rağmen kalabalığın sesini bastırabilmek adına bağırmak zorunda kalmıştık. Şilan çoktan gözden kaybolmuş, Azad ise az ileride mutfağa açılan kapıdan içeriyi görmeye çalışıyordu. Herkes kendi derdindeydi.
Elimdeki ağır poşetlerle zar zor içeri girip mutfağa geçtim.
Mutfak dışarıdan da kalabalıktı. Akşam burada ağırlanacak misafirler için büyük bir çalışma içine girmişlerdi. Hatta koca mutfak yetmemiş arka bahçeye de kurmuşlardı kazanları.
"Annem geldin mi güzel yavrum?" Elindeki kocaman tepsiye aldırmadan yanağıma ulaşmıştı annem.
"Gelebildim nihayet baksana." dedim gülerek. Elindeki tepsiyi alıp kapıdakilere verdim. Dikkati ocakta pişen tatlıdayken bana çevirmişti yeşil gözlerini.
"Bitti mi konaktaki işleriniz?"
"Biter mi sence? Bizim konakta işin bittiğini ne zaman gördün?" Tatlıların konacağı tabakları önüme çekip kurulamaya başladım. Yorgun bir tebessüm oluşmuştu annemin yüzünde.
"Haklısın. Benimki de soru."
"Yengem bir dünya iş çıkarttı başımıza. Son dakika da mobilyalara taktı kafayı. Yeniler geldi ya bugün. Konak da aynı burası gibi. Curcuna. Sanki kendi gelin oluyor."
"Hişşt. Bir duyan olacak. Kızım çok ayıp." Önündeki pişen tatlıdan kafasını kaldırıp bana çevirdi. Bakışları beni ayıplar bir haldeydi.
"Ne anne ya. Yalan mı? Öyle ama. Olan bize oluyor ama. Nasıl yorulmuşsun şu haline bak. Günlerdir koşturuyorsun."
"Kızım yorgun değilim, iyiyim." Değildi. Kaç yıldır iyi olmadığı gibi bugün de hiç iyi değildi. Ruhu epey yorgun olan birinin bedeni zaten dinlenmiş olmayacağından iyi olamıyordu.
Ne kadar 'iyiyim' dese de bu ben ve Emir üzülmesin diye dediği bir şeydi. Yorgun yeşil gözleri ele veriyordu kendini. Bakışlarını benden kaçırması da pek fayda etmiyordu.
"Keşke babam..." dedim ama der demez de pişman oldum. Mırıltı halinde ağzımdan çıkan yarım cümle annemin hüzünlü bakışlarını bana çevirmesine neden oldu. "Anne..." dedim elimdeki bezi bırakıp kollarımı onun beline sararken. "Bu kadar çok kendini yormana içim gidiyor."
"Elif'im. Güzel kızım..."
"Babam hayatta olsaydı eğer bu kadar çok yorulmana gerek kalmayacaktı. Belki burada bile olmazdık." Ve eğer altı yıl önce o kaza yaşanmamış olsaydı hepimiz çok farklı yerlerde olabilirdik.
Ben mesela burada olmazdım. Belki de sadece düğün için gelirdim buraya hepsi bu. Küçük bir misafirlikle bitip giderdi her şey. Annem ve Emir de bu denli koşturma arasında kendilerini heba etmiyor olurlardı.
Ama yazgı kanlı harflerle yazılmıştı benim ömrümde. Acı değişmeyecek kadar keskin bir çizgi çekmişti yıllar önce ve ben o çizginin bir adım dahi ötesine geçemiyordum. Ve ömrümüzde yaşanan iki kara gün bizi savurmuştu bu kader ağının ortasında.
Önce abim gitmişti sonra da babam. Biz ise onlardan sonra yokuş aşağı yuvarlanmaya başlamıştık.
'Töre' dedikleri şey benden iki parçayı söküp almıştı. Annemin ise canını.
Bakışları abim gittiğinden beri hüzün doluydu ama babam da gidince yorgunluğu daha da çıkmıştı gün yüzüne. Gün geçtikçe de daha iyi anlıyordum. Ben ve Emir için dik durmaya çabalıyordu.
Hayatında var olan iki evladına karşılık kendinden giden iki parçanın acısını bize hissettirmemeye çalışıyordu.
Çok sabırlı bir kadındı. Yaşadığı acıya, çektiği onca sıkıntıya rağmen bizim yanımızda bir kere bile düştüğünü görmemiştim.
"Hadi sen git hazırlan." dedi yorgun gülümsemesiyle. Babamdan ya da abimden konu açılınca yüzündeki çizgiler daha da belirginleşiyordu.
"Ben ne anlarım ya düğünden. Hiç istemiyorum. Konağa dönsem fark edilir miyim?"
"Diyar abin ne kadar üzülür. Hem sanırım Şilan seni arıyor." Kafasıyla pencereden dışarıyı işaret etti. Bakışlarım bir o yana bir bu yana telaşla koşturan Şilan'a kaydı. Tam bir deliydi. Benim tam zıttım bir karakterdi.
"Anne hiç canım istemiyor. Zaten düğün değil ki bu. Kına gecesi var kız evinde. Gitmesem kim fark edecek?" Sevmiyordum kalabalığı. Gürültüye hiç hiç tahammül edemiyordum.
"Yengeni unutuyorsun herhalde. Valla gitme derim ama dilinden kurtulamazsın."
Haklıydı. Düğünden sonra başımın etini yer dururdu artık. Sanki başka zaman yapmadığı şey Elif.
"Erken ayrılırım haberin olsun. Ayrıca sen de bırak bence. Çok yorulmuşsun sabahtan beri." Bakışlarımı tekrar pencereye çevirdiğimde bu sefer görüş açıma bağırarak koşan yengem girmişti. Herkese tek tek emirler yağdırmakla meşguldü. Yine...
Mutfağa bir sürü insan acele adımlarla girip çıkıyordu. Tepsiler elden ele taşınıyor, boşalan tabaklar çabuk bir şekilde yenileniyordu. Hengame büyüktü. Asıl hengame ise yarından sonraki gündü. Çünkü burada yapılacak düğün yarından sonraydı. Asıl kalabalık, acele ve iş o zamandı.
"Neredesin Elif? Seni arıyorum kaç saattir?" İnsanlara çarpa çarpa girdi içeri. Koca mutfak bile bu kalabalığa dar gelmişti.
"İşim var. Anneme yardım ediyorum."
"E bizim bu bohçaları götürmemiz lazımmış. Hadi gidelim."
"Anneme yardım ediyorum. Ben gelmeyeceğim." dedim önümdeki tabaklara dönüp.
"Ee yenge sen de gelmeyecek misin? Hep beraber gideceğiz." Telaşlı bir şekilde eli kolumu kavradı. "Daha hazırlanmadık bile Elif. Hadi ama."
"Siz önden gidin. Ben gelirim." Annem gülümseyerek elini omzuma vurdu. Zaten Şilan çoktan kavramıştı elimi. Çekiştirmeye başlamıştı. İnsan dinlemezdi o.
🔥
"E hani sadece kadınlar arasında olacaktı?" dedim karşımdaki kalabalığa bakıp. Bizim aile için ayrılan masaların arka tarafında somurtarak oturuyordum. "Ben bu kadar kalabalık beklemiyordum."
"Son anda Ezo'nun ailesi öyle istemiş. Bizde normalde az insan olacak sanıyorduk ama baksana." dedi aynı benim gibi somurtarak. Güzelce dalgalandırılmış gür saçlarını omuzlarından geri iteledi. Somurtarak yan tarafımda oturan anneme çevirdim bakışlarımı. Onun da benden pek farkı yoktu.
"Hadi gel!" dedi Şilan ayağa fırlayarak. Elimden hızlıca çekiştirmişti. "Şu tarafa kızların yanına gidelim." Elimi bırakmadan beni kalabalığın ortasından çekiştire çekiştire az ileride dikilen, mahalleden kızların yanına götürdü. İtiraz etmeme fırsat bile vermemişti.
"Ne güzel olmuşsun Şilan!" dedi Reyhan Şilan'ın ellerini kavrayıp. Beğeniyle süzüyordu onu. "Çok yakışmış kırmızı sana." Şilan şımarıkça gülümsemişti. Beğenilmeyi öylesine çok seviyordu ki. Saçlarını bir kez daha geri attı. Kırmızı, üzerinde altın sarısı işlemelerin olduğu yöresel kıyafetini düzeltti sanki bozukmuş gibi. Reyhan'ın iri ela bakışları parıl parıldı.
"Ezo'nun kınalığı nasıl acaba?" dedi yan tarafımdaki Berfu. Mavi gözleri çakmak çakmaktı. Kumral saçlarını özenle örmüştü o gece. Üzerine gözlerini belirginleştiren mavi kaftanlı bir elbise giymişti.
"Koyu yeşil bir kınalık giyecek. Görürsünüz birazdan."
"Bu kadar kalabalık olacağını beklemiyorduk biz bu kınanın. Bugün böyleyse düğün nasıl olur kim bilir?" Zilan bakışlarını meydandaki kalabalığın üzerinde dolaştırıyordu.
"E kızım tabi ailemiz geniş." Şımarık edasını o gece hiç bırakmayacaktı Şilan.
"Siz barıştınız mı şu aileyle?" dedi ablası Zilan'a ikizi kadar benzeyen Zişan. Koyu kahve saçlarının ucunu çekiştirirken bakışları önce Şilan'ı sonra beni buldu.
"Kimle?" dedi Şilan merakla. Hepimizin bakışları giriş tarafından gelen kalabalık ahaliye çevrilmişti. Ama sadece o tarafa bakan biz değildik. Bizim gibi herkesin bakışları oraya çevrilmişti. Ayaklanmıştı çoğu insan. Hatta amcam ve yengem büyük bir hürmetle en önden gelen yaşlı adamın yanına koşmuştu.
Büyük İzol aşiretinin ağası Hüseyin ağanın yanına varışlarını izledim kaskatı kesilen bedenimle.
İzol aşireti...
Yıllardan beri bitmeyen bir düşmanlığın, kinin, kavganın sürdüğü aşiret. Her iki ailenin kanlı ellerinin birbirine dolandığı zamanları geride bıraktıkları aşiret...
Uğruna abimi ve babamı toprağa koyduğum aşiret... Ve tüm bu yaşananların hayatımızı alt üst etmesi, hayallerimi de yıkması cabasıydı.
İzol aşireti...
Mardin'in en köklü aşireti.
"Ben su içeceğim." dedim sinirle. Kan beynime sıçramıştı.
"Elif dur!" dedi aceleyle Şilan. Kolumu tutmuştu. İri gözlerinde endişe ve korkunun cirit attığını görüyordum. O da benim gözlerimde öfkenin cirit attığını görüyordu. Hızla çektim kolumu.
Geçen gün konakta hep beraber otururken 'Bu düşmanlık bitiyor' dediğinde inanmamıştım amcama. Ta ki kendi gözlerimle görene kadar.
Böyle kolay bitmesi bir yana ya gidenler gelir miydi geri?
Mesela abim çıkar mıydı o kara toprağın altından? Ya da babam?
Gözümün önüne gerilen yaşları siyah işlemeli elbisemin koluna fütursuzca sildim.
Bu düşmanlık zaten saçmaydı. İki aile yıllardır birbirini kırıp geçirirken ya gidenlere ne olacaktı? Ya gözü yaşlı anneme ne olacaktı? Ya abisini hiç tanıyamayan kardeşim Emir'e ne olacaktı? Ya bana ne olacaktı?
Hayallerim alınmıştı benim elimden. Abime verdiğim sözü tutamamıştım ben en başta. Doktor olacak ve yardım edecektim herkese. Ama yarım kalmıştı bir 'Töre' uğruna.
Aileler barışırdı. Orası kesindi. Zaten bu zamana kadar bu kanlı davayı sürdürmeleri saçmaydı. Ama gidenler vardı bu yolda. Bir daha hiç geri dönmemek üzere gidenler.
Karanlık taşlı yoldan nereye gittiğimi bilmeden epey bir yürümüştüm. Arkada çalan davul sesleri de, kalabalığın sesleri de pek duyulmuyordu artık. Nereye gittiğimi bilmeden atarken adımlarımı tek derdim nefes alabilmekti. Ama pek beceremiyordum.
Gözümden süzülen bir damla yaşı tekrar sildim işlemeli siyah elbisemin koluna. Şilan kırmızı giyelim ikimiz aynı olalım diye tutturmuştu fakat dinlememiştim onu. Gönlü kırılmasın diye de gidip onun elbisesinin siyahını giymiştim. Her ne kadar birbirimize fazlaca zıt olsak da kıyamıyordum ona.
İnsanlara kıyamadığım bu yufka yüreğime de kızıyordum.
Gözümden yaşlar ardı arkasınca süzülürken yere çöküp ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Ellerimle ıslanan yüzümü silerken bir anda sertçe bir bedene çarptım. Karanlıkta zaten doğru düzgün göremezken bir de göz yaşlarım iyice engel olmuştu bana. Çarptığım kişinin ağzından anlamadığım bir homurtu döküldü.
"Özür dilerim." dedim aceleyle. Tek görebildiğim karanlıkta cılız bir şekilde titreyen küçük bir kızıllık olmuştu. Sigaranın yanan kızıllığı. Zaten dumanı da ulaşmıştı ciğerlerime. Rahatsız etmişti beni ve doğduğumdan beri benimle büyüyen astımımı.
Bir müddet tenha yolda tek başıma nefes aldıktan sonra geri geldiğim yoldan yürümeye başladım. Muhtemelen nerede olduğumu sorgulamaya başlamıştı herkes. Ellerimle Şilan'ın zoruyla açık bıraktığım saçlarımı geri iteledim. İri dalgalar yapılan belime uzanan saçlarım rüzgardan dolayı yüzüme geriliyordu.
"Neredesin sen Elif? Bir gittin gelmedin. Su mu bulamadın?" Kızlara belli etmemeye çalışıyordu ama anlamıştı halimi. Bakışları 'iyi' olup olmadığımı sorguluyordu.
"Geldim işte." dedim gözümü meydanda halaya başlayan insanlara çevirip. Ezo ve Diyar abim de çoktan gelmişlerdi. Sesim dümdüzdü.
"Eve geri gittin sandık." Eliyle kolumu kavramıştı. Göz ucuyla İzol aşiretinin oturduğu masaya bakıyordum. Amcam ve yengem hemen yanlarında oturuyorlardı. Amcamın haline bakılırsa onlara nasıl da yaranmaya çalıştığı buradan bile belli oluyordu. Annem kim bilir ne haldeydi.
Ve amcam çıkarı olmadığı bir işte kimsenin yanına oturmazdı. Zaten bu düşmanlık bitsin diye yıllardır kırk takla atıyordu. Hem can korkusu vardı hem de mal korkusu. Çünkü işleri yıllardır epey kesattı. Ve gittikçe de kötüleşiyordu. Çünkü karşısında 'düşman' diye anılan epey güçlü bir aşiret vardı.
"Çok yakışıklı var." dedi mavi gözleri çakmak çakmak olan Berfu. Her kimi süzüyorsa beğeniyle süzüyordu. Elleriyle saçlarının ucunu oynuyordu. Boynunu meydana doğru uzatabildiği kadar uzatmıştı. "Hele şuradaki kim? Daha önce hiç görmedim bizim buralarda. Maşallah boyuna posuna."
"Ben annemin yanına gidiyorum." dedim Berfu'ya göz devirip. O ve onun şıpsevdi hallerine katlanmak bana epey zor geliyordu. Aklım annemdeydi.
"E biz de girelim halaya?" Şilan tekrar kavradı elimi. 'Hayır' der gibi salladım kafamı. Zaten halay müziği de durmuştu. Meydandaki kalabalık insanlar bir o yana bir yana yürüyüp yerlerine geçmeye çalışıyorlardı. Çünkü Ezo ve Diyar abim 'Reyhani' oynayacaklardı. Böyle anons ediyordu orkestradaki orta yaşlı adam.
Kalabalığı yarıp karşıda amcamların arkasında oturan anneme ulaşmaya çalışırken elbisem bir kadının bileziklerine takılmıştı. Sanki gelen tüm misafirler halaya kalkmış gibilerdi. Bakışlarım amcamın üzerindeydi. Onun yalaka hallerine sinirle soluyarak bakıyordum bir yandan. O da hissetmiş gibi kafasını benden tarafa çevirmişti.
Orkestradaki adam bir kez daha anons etti gelin ve damadı. Tabi bu kalabalık yerine oturabilirse başlayacaklardı.
İnsanlar yerlerine yerleşirken kadının bileziklerine takılan elbisemin işlemeli kısmını hırsla çekiştirdim.
"Kız yırtacaksın!" dedi ellili yaşlardaki benim boylarımdaki kadın. Nasıl olmuştu da takılmıştı kelepçeli bileziğe anlayamamıştım. Meydan yavaşça boşalırken sabırsızca çektim elbiseyi. Küçük boncuklardan bir parça saçılıp gitmişti.
"Kusura bakmayın." dedim mahcup bir halde. Kadın oflayarak geçip giderken yanımdan yüksek sesle 'Reyhani' çalmaya başlamıştı. Meydan bomboş kalmış ortada tek dikilen ben kaldığımdan şaşkınca bakakalmıştım etrafa. Ezo kınalığıyla uğraşırken kenarda Diyar abim de bir yandan ona yardım ediyordu. Sonra bakışlarım benim gibi ortada dikilen genç adama kaydı. Meydanda tek şaşkınca dikilip kalan ben değildim.
Siyah takım elbise giyinmiş uzun boylu genç adamla kesişti bakışlarım. Kim olduğunu bilmediğim adamda en az benim kadar şaşkın bakıyordu bana. Sanırım onun da tek derdi benim gibi kalabalığın arasından geçip gitmekti.
Etraftan büyük bir alkış sesi duyulurken etrafımda gezindi bakışlarım.
Müzik çalmaya devam ediyordu. Acele adımlarım genç adamın yanından geçip anneme ulaştı. Ayakta telaşlı bir halde bekliyordu beni. Elleri korkuyla ellerimi kavradı.
"Anne?" dedim endişeli sesimi çalan müzikten ona duyurmaya çalışıp.
"Gidiyoruz Elif!" dedi o da bana sesini duyurmak için bağırarak. Daha ne olduğumu anlayamadan da elimi daha da sıkıp çekiştirmeye başlamıştı. Dizilmiş masaların arasından aceleyle geçiyorduk. Hatta ben çoğuna çarpıyordum.
"Anne ne oluyor?" dedim masalardan az biraz uzaklaştığımızda. Halen çekiştiriyordu beni.
"Amcan!" dedi hiddetle bir anda bana dönüp. "Görmüyor musun bitirdi bu düşmanlığı! Bunca şeyden sonra hem de!"
"Anne..." diyebildim cılız bir halde. Çünkü gözlerinden yaşlar süzülüyordu. İçinde kaybolduğum yeşil gözlerinden amcam yüzünden yine yaşlar süzülüyordu.
"O her şeyi sineye çekmiş! Zaten bitmeliydi de bu düşmanlık yıllar önce ama ya biz! Ya biz Elif! Bizim kayıplarımız ne olacak! Duramayız daha fazla bu düğünde. Eve gidiyoruz! O insanlarla aynı yerde kalamayız! Git Emir'i bul!"
Gözünden yaşlar ardı arkasınca süzülürken tek yapabildiğim ona kafa sallamak oldu. Diyecek, onu sakinleştirecek tek bir kelimem yoktu. Haklıydı... Hem de çok...
Geri geri gidip kardeşime bakacaktım.
Eğer onlar buradaysa bizim yerimiz yoktu. Kan kokan bedenlerin yanına hiçbir şey olmamış gibi oturamazdık. Ya senin amcalarının ellerine bulaşan kanlar?
Hiddetle kafamı sallayıp içimdeki sesi susturdum.
Daha doğmadan kan damlaları ruhuma sıçramıştı. Yazgı ve yazım kanlı satırların arasındaydı. Geçmiş ağacımın yapraklarından damlayan kanlar bana bir gölge değil zulümdü.
Ve gölge eylemeyen ağacım geleceğimi de karanlıkta bırakıyordu.
Bu topraklarda bedel asla bitmiyordu ve bitmeyecekti.
🔥
Bölüm sonu Nasıl buldunuz bölümü
Beni buradan, instagramdan ve TikTok'tan takip etmeyi unutmayın. Her satır bizim buluşalım hepsinde. Sizi seviyorum Allah'a emanet olun ❤️
|
0% |