@seydnrgrsu
|
yıldızı aydınlatan elleriniz dert görmesin 🔥 Ne diyordu türküde; 'Ervah-ı ezelden levhi kalemden, levhi kalemden, Bu benim bahtımı kara yazmışlar....' Ve sanırım kara yazılan bu bahtımı hiçbir şey değiştiremeyecekti. O gün attığım o imza değildi bunu başlatan, bence bu ana rahmine düştüğüm an alnıma yazılan kara bir yazıydı ve ne yaparsam yapayım asla beyaz olmayacaktı. Kabullenmek istemiyordum. Ruhumla, aklımla, mantığımla, kalbimle... Hiçbir şekilde içine hapsolduğum bu kara yazılı ömrü kabullenmek istemiyordum ama bir türlü de çıkış yolu bulamıyordum işte. Peki çıkış yolu bulamadığında ne yapmalıydı insan? Bir yerde okumuştum. 'Bir sorunu çözemiyorsan muhtemelen o çözülmesi gereken bir problem değil, kabul edilmesi gereken bir gerçektir.' Zihnim, kalbim, ruhum, duygularım, aklım ve mantığım asla kabul etmiyordu bunu. Ben savaşmayı, didişmeyi, gerçeklerle kavga etmeyi yeğliyordum ama bu zamana kadar ne yaparsam yapayım hepsi tek tek ayağıma dolanmıştı. Ben koştukça bileklerime daha sıkı geçmişler ve ben bu yüzden her seferinde bir öncekinden daha sert düşmüştüm yere. En sonunda en dibe çakılmıştım. Beceremiyordum ve sanırım pes etmek zorundaydım. Ne kaçmalarım ne ölmeye çalışmalarım sonuç vermişti. Her seferinde en başa en acı şekilde dönüyordum. Ve bana acı çektiren her şeyi yine yine yaşamak zorunda kalıyordum. Artık yedi yaşında abisinin kanatları altındaki Kamer değildim. Artık on dokuz yaşında babasının kolları arasındaki Kamer değildim. Bir enkazdım ve geriye yıkık bedenimden başka bir şey kalmamıştı. Karşımdaki aynada bana bakan gözler artık Kamer'in ışıltılı, hayat dolu ela gözleri değildi. Dümdüz, sıradan, yorgun ve tüm ışıltısı sönmüş bir çift bakış vardı karşımda. Gözlerinin altı çökmüş, tüm hayat yükü omuzlarındaydı. Derin bir nefes alırken uzun gür saçlarımı bileğimdeki tokayla gevşek bir şekilde toplayıp yüzüme soğuk su çarptım. Üzerime geçirdiğim siyah bluzun yakasını düzeltip geri odaya girdim. Bakışlarım komodinin üzerinde duran saate kaydı. 7.15... Pencerenin geniş taş pervazında bu saate kadar kirpiklerim birbirine değmeden oturmuş, beni yine hiçliğe çekecek kabuslarımdan kaçmıştım gece boyu. Yavaş adımlarla varıp gece serin serin esen rüzgardan sığındığım ince örtüyü katladım ve dolaba yerleştirdim. Odadaki diğer pencereyi de açıp sabahın serin ve temiz havasının odaya dolmasını sağladım. Yetmedi gri koltuğun üzerindeki kırlentleri düzelttim, perdeleri çekiştirdim. Gittim balkon kapısını zorlayarak açtım ve geniş balkona çıplak ayaklarımla bastım. Kenarda öylece duran boş saksılara, hiç kullanılmamış gibi duran bomboş taş trabzanlara baktım. O sırada kapı çalındı üç kez. Ben balkondan çıkıp kapıya varana kadar da tekrar vurmaya başlamıştı. "Ne o gelin hanım?" dedi sabahın tüm memnuniyetsizliğiyle kapıya dikilen Rojbin hanım. Evinin yolunu unutmuştu muhtemelen. "Uykundan ettik seni ama aşağı inmeyi düşünüyor musun acaba?" "Günaydın Rojbin hanım." dedim onun ses tonuna göre daha sakin bir tonda. "Ağustos ayında ekilen darıdan kocasından sonra kalkan kadından hayır gelmez derler bilir misin?" Bakışlarında tanıdık bir memnuniyetsizlik vardı. Ama yabancı olduğum ve anlam konduramadığım öfke de barındırıyordu gözleri. Kafasını omzumun üzerinden odaya doğru uzattı. "Gerçi kocan eve de uğramıyor ki ne hayrı bekleyeceğiz." Elimi geri doğru uzatıp kapıyı sertçe çektim ve kapattım. "Bir şey mi istiyorsunuz Rojbin hanım? Hayır sabahın bu saatinde insan bir şey mi oldu diyor da kendi kendine." "Sen dediklerimi anlamadın herhalde. Gelin dediğin benim bildiğim herkesten önce kalkar. Yeni gelinlik devri bitti Elif hanım. Gerçi kime ne diyorsam." Sesi sona doğru geveleme gibi çıkarken derin bir nefes aldım. Peki sabahın köründe ona kapıya dikilme hakkını kim veriyordu. Ayrıca onun bir evi yok muydu? Bu saatte burada ne işi vardı? 'Sen bu evin gelinisin artık Elif.' "Biz de gelin diye aldık seni ama keyfini bekliyoruz." 'Sen de artık bu evdensin. Ne olursa olsun sen de artık bir İzol'sun. Bu soyadı taşıyorsun.' Kafamda yankılanan Hüseyin ağanın sesini bastırmak için hafifçe yutkundum. Sabırlı olmam gerekiyordu bu kadına karşı. Dün beni odasına çağırdığında ben bana kızıyla aramda geçen tartışmadan ötürü beni azarlayacak diye beklerken o tam aksine beni karşısına oturtmuş gayet sakin bir dille nasihatlerini sıralamıştı. Ama beni en şaşırtan ise bir sıkıntı yaşadığımda evdekilerle uğraşmak yerine ilk kendi kapısını çalmam gerektiğiydi. Alttan alttan verdiği uyarıları saymıyordum ama. 'Ama unutma. Bu ailedeysen sen de artık herkese beklenen saygıyı göstereceksin. Unutma sen bu ailenin bir parçasısın.' 'Ee Elif hanım? Neyi beklersin? Kırmızı halı falan mı sereceğiz önüne? Konakta bir ton iş vardır. Bu kadar insan işe gidecek kahvaltı bekler. Devamlı ayağına mı gelecek sandın kahvaltıyı?" Kadının hararetli bakışlarını ve söylenmelerini es geçip merdivenlere yöneldim. Arkamdan gelirken söylenmeye devam ediyordu. Ona göre 'yeni gelin' dediğin konakta herkesten önce kalkar her işi hallederdi. Ama sonra 'ben kime diyorum' diye de hayıflanıyordu. Sonra yine hızını alamayıp 'yaktık çocuğun başını' demeye de başlıyordu. Ben önde o arkada mutfağa ulaştığımda kahvaltılık hazırlayan Fatma abla ve ona yardım eden Ruken bakakalmıştı bize. "Elif kızım? Hayırdır bir isteğin mi vardır?" "Yok yok Fatma ne isteği olacak onun. Sen bırak elindekileri hazırlasın kahvaltılıkları." Benden önce lafa girdi Rojbin hanım. O sabah mesaisine pek bir erken başlamıştı. "Ama Rojbin hanım-" diye itiraz edecek olan Fatma ablanın da ağzını kapatıvermişti. "Siz gidin diğer işlere bakın. Haydi sen de oyalanma! Kimse senin keyfini beklemeyecek!" "Ben yardım edeyim Elif hanım." diye atıldı Ruken. Fatma ablanın yeğeni, bu konağın çalışanıydı. Benden küçüktü. Her sabah odaya elinde kahvaltılıklar taşıyıp ısrarla bir şey isteyip istemediğimi sorardı. "Ne hanımı Ruken! Bir eteğini öp istersen! Herkes kendi işine baksın hayde!" "Bırak Ruken sen bırak." dedim elinde şaşkınlıkla çaydanlık tutan kızdan çaydanlığı alıp. "Ama Elif hanım..." gözlerine mahcup bir ifade çökmüştü. Çaresizce fısıldadı. "Rojbin hanımın huysuzluğu üzerinde ben yaparım siz bırakın." Hafifçe kulağıma doğru eğildi. "Size iş yaptıracak değilim ya." "Gerek yok Ruken." dedim kısık sesle, bir yandan çaydanlığa su koymaya devam ettim. "Sen gitmeden zehirlerin yerini göster bana yeter." "Zehir mi?" İri iri açılmıştı Ruken'in gözleri. "Evet. Rojbin hanımın kahvaltısına koyacağım." dedim yüzüme sinsi bir ifade kondurup. Yaptığım küçük şakayı ciddiye almış olacak ki rengi atmıştı birden Ruken'in. "Şaka yapıyorum. Sen bak işine." dedim hafifçe gülerek. "Hadi kız seni mi bekleyeceğiz! İki saatte de sofrayı kuramayacaksan artık!" Kendi kendine cıklayıp, biraz daha söylenip çıktı mutfaktan. Onun çıkmasıyla mutfakta tek başıma kalmış şimdi de elimdeki domatesleri doğruyordum. "Aaa yenge!" dedi Dilan şaşkın ve epey yüksek bir sesle içeri girerken. "Sen ne yaparsın burada!" "Kahvaltı?" "Ee Fatma ablayla Ruken nerede? Sen niye erkenden kalktın da hazırlıyorsun?" "Rojbin hanım benim elimden kahvaltı etmek istiyormuş da." dedim geri işime dönüp. Üzerindeki şaşkınlığı atan kız gelip kollarını sıvamış ve yardıma girişmişti. "Aa kızlar?" Sanırım mutfağa her giren şaşkınlıkla tepki verecekti önce çünkü Bircan abla da en az kardeşininki kadar şaşkın bir şekilde girmişti içeri. "Sabah sabah hayırdır böyle?" "Kahvaltı hazırlıyoruz abla, yengemle." Dilan sabahın erken saati olsa bile enerjisinden bir gram bir şey eksiltmeden nasıl bu kadar coşkulu olabiliyordu aklım almıyordu. Ama dediği kelime yüzümü de ekşitmişti şimdi. Adımın yanına yakışmıyordu. Dememeliydi. "Ee ben de yardım edeyim size." Kollarını sıvayıp o da girişti işe. Dilan fırındaki börekleri kontrol ederken Bircan abla tepsileri hazırlamış ben de yumurtaları kontrol ediyordum. "Halamlar niye kaldılar burada?" Sıcak böreğin bir parçasını koparıp ağzına atmıştı Dilan. Bir eliyle de sıcak geldi diye ağzına yelpaze yapmaya başladı. "Hişt Dilan. Duyar falan şimdi. Ne bileyim? Kalacağız dediler 'hayır' mı denecek. Babasının evi sonuçta." "Ne bileyim düğünden beri buradalar ya. Kaç gün oldu." "Dilan!" Bircan abla elindeki kaseleri tepsiye taşırken uyarıcı bir şekilde baktı kardeşine. Dilan omzunu silkip börekten bir parça daha attı ağzına. "Hem senin dershanen yok mu? Ne oyalanıyorsun burada?" "Var. Ama geç başlayacak. Hem abim bırakır." Umursamazca tekrar omzunu silkti, börekten bir parça daha attı ağzına. "Günaydın hanımlar." diye içeri girdi Berfin annesi gibi memnuniyetsiz olmayan bir sesle. "Oo kahvaltılar hazırlanmış." Tepside duran salatalıklardan bir dilim attı ağzına. Bakışları hepimizin üzerinde dolaştı. Dilan cevap vermezken Bircan abla kısa bir 'günaydınla' geçiştirdi onu. "Ayy!" dedi bir anda Berfin. "Yumurtaları çok mu pişirdin? Bari birini rafadan yapsaydın. Baran sevmez ki." Bakışlarım omzumun üzerinden önce Bircan ablaya sonra da sandalyede rahat bir şekilde oturan Berfin'e kaydı. "Bilmiyor muydun yoksa?" dedi sol bacağını sağ bacağının üzerine atarken. "Gerçi Baran yok yine değil mi?" Koyu renk saçlarını geri atarken o saatte yapmaya hiç üşenmedi mi acaba diye düşündürten koyu makyajlı bakışlarını üzerime sabitlemişti. O sabah ana kız benim sabrımı zorlamak için yeminleşmişler gibiydi. En iyisi oralı olmamaktı. Zaten oralı olacak bir şey de yoktu. Bircan ablanın 'aldırma ona' fısıltılarına bile tebessümle yanıt verip oralı olmadığımı vurgulamıştım. Aynı umursamazlıkla kahvaltı masasına oturup ne Berfin'le ne Rojbin hanımla ne de bir başkasıyla muhatap olmadan ufak ufak lokmalar alıyordum önümdekilerden. Ama Rojbin hanım iğneyi bana dokundurmadan geri durmayacaktı. O belliydi. Bazen acaba evdeki 'kaynanalık' görevini o mu üstlendi demekten kendimi alamıyordum da. Durup durup 'Yine gelmedi çocuk görüyor musunuz' diye hayıflanırken bir süre sonra kimse ona cevap de vermez olmuştu. "Elif bak!" dedi coşkuyla Aker tabağında zeytinlerle yaptığı kalp şeklini bana doğru çevirip. O sabah Ümmü hanım, eşi ve çocukları da dahil olmuştu kahvaltıya. "Nimetle oyun mu olurmuş!" diye memnuniyetsiz bir şekilde yine araya girmişti Rojbin hanım. Ama onun memnuniyetsizliği Aker'e pek tesir etmemişti. "Kalp yaptım teyze Elif'e. Beğendin mi Elif?" İri bal rengi gözlerinde dünyanın en güzel ışıltıları vardı. "Elif ne oğlum? Asker arkadaşın mı o senin? Yenge yenge..." Ümmü hala elindeki reçelli ekmeği kaşla göz arası Aker'in ağzına koyarken Aker omuz silkti ona. "Ben Elif diyeceğim. Bizim Nazlı'nın bebeğine benziyor çünkü. Aynı onun bebeği gibi." Yanakları reçelli ekmekle dolu doluyken konuştuğundan hepimizi güldürmüştü. "Aaa Baran dayı! Ahmet dayım da gelmiş!" dedi sonra coşkuyla. Yerinden kalkacak oldu ama çekingen bakışları masanın en başında oturan Hüseyin ağayı buldu. Ve sanırım küçücük çocuk bile ondan son derece çekiniyordu. Masadan kalkmak için sanırım ondan icazet alması gerekecekti. "Hoş geldiniz çocuklar!" Kısa ve düz bir 'günaydınla' yanımdaki sandalyeyi çekti ve oturdu. Yerimde rahatsızca kıpırdanırken hem ortama dolan sigara kokusundan hem de içime dolan tuhaf korkuyla karışık duygudan ötürü nefesimi tutmuştum. Bakışlarımı sol tarafıma çeviremiyordum. Beynimde sıktığım kurşunun sesi tekrar tekrar yankı buldu. Ahmet ise tam karşıma geçmiş bakışlarını bileklerime çevirmişti. Artık sızlamıyordu bileklerim. Kabuklarını bile atmış ama belli belirsiz kırmızı izleri duruyordu. O izleri de saklıyordum. Ya bileklerimi öretecek uzunlukta bir şey giyiyordum ya da fondötenlerle bu işi çözüyordum. Kapatmak için uğraştığım izlerin asıl kesikleri ise ruhumdaydı. "Bak oğlum bu börekleri Berfin açtı dün. Afiyetle ye." Rojbin hanım uzanıp onun tabağına büyük bir parça börek koyarken herkes onu izliyordu. "Ben çay doldurayım." diye ayaklandı o sırada Berfin de. Oysa kahvaltı hazırlanırken el bile sürmemişti. "Kalkmışken bana da çay koysana." Cihan bardağının yarısını bir yudumda bitirip ayaklanan Berfin'in eline tutuşturuverdi. Tabağıma aldığım bir dilim peynirin yarısını bile yiyememiş doldurduğum bir bardak çayın ise anca yarısını içebilmiştim. Ekmeklere el bile sürmemiştim. Bu insanların içinde aldığım her nefes bile ruhuma batarken boğazımdan lokma indiremiyordum. Üzerimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Üzerimde bir insanı vurduktan sonra burada oturmanın verdiği huzursuzluk vardı. "Yesene Baran. Bak Berfin yaptı onları. Sen seversin. Hem yüzün gözün de çökmüş. Kolay değil. Eve de uğr-" "Rojbin sen yediysen benim ilaçlarımı getir. Bir de kahve yap. Salonda içeceğim." "Ama baba Fatma'ya diyelim. Daha kahvaltı ediyoruz." "Senden istedim Rojbin. Mehmet sen de hayde işine." Herkes şaşkınca birbirine bakarken Hüseyin ağa ayaklanmış Mehmet ağa da babasının kendine yaptığı emrivakiyle apar topar gitmişti. Onun kalkması demek de kahvaltının bittiği anlamına geliyor olacak ki herkes ayaklanmak zorunda kalmıştı. 🔥 "Ee sen her şeyi halletmişsin yenge." Gülerek mutfağa giren Dilan elindeki tepsiyi masaya bırakırken etrafa bakış attı. "Yeni gelin pek bir maharetli çıktı." Sesini haber spikerlerininki gibi çıkarırken mikrofon görevini eline geçirdiği kepçeye vermişti. "Bu marifetinizi neye borçlusunuz acaba?" "Dilan seni mi bekleyeceğim ben. Hızlı olsana biraz. Şimdi Cihan abim gelecek hayıflanacak 'geç kaldınız' diye." "O sabah nedense ikiz kardeşim pek bir gergindi? Bu gerginliğinizi neye borçluyuz Seyhan hanım?" İkizi kendine sitemler düzedursun o spikerliğine devam edecekti. "Kendini üçüncü sayfada okumak istemiyorsan hızlı olursun Dilan hanım." "Gerginliğin boyutu büyüyordu. Şok şok şok! Yoksa Seyhan hanım beni tehdit mi ediyordu!" "Dilan gevşek gevşek davranma!" Eliyle kardeşine cimcik atarken Dilan küçük bir çığlık savurmuştu. "Hey hey!" Tam kedi ve köpek misali didişeceklerken Bircan abla girdi araya. İkisini de kollarından tutup birbirlerine uzak noktalara iteledi. "Sabah sabah arpanız fazla geldi sizin herhalde. Ay Elif sen bakma bunlara. Her sabah böyle bunlar." "Kendi kardeşimden bilirim." dedim gülerek. "Ben değil Seyhan böyle." diye düzeltecek oldu Dilan ama Seyhan ona kolunu savurunca cümlesini tam söyleyemedi. "Ben dışarıda ağaç oldum siz burada ne yapıyorsunuz acaba? Kızım benim işim gücüm var!" "Abi vallahi kurtar beni bu Seyhan'dan." "Asıl sen beni kurtar bu deliden!" Seyhan mutfak sandalyesine bıraktığı çantasını tek koluna asıp kardeşine kötü bakışlar atarak çıktı bahçeye açılan kapıdan. "Abilerin en yakışıklısı. Ya çatma kaşlarını. Alnın kırışır bak." Dilan abisinin alnına uzanmaya çalışmıştı ama Cihan'ın eline vurmasıyla geri çekmek zorunda kaldı. "Yağ çekme de yürü. İşim gücüm var. Şirketteki toplantıya geç kalacağım." "Kalmazsın kalmazsın. Abilerin bir tanesi, en küçüğü." Abisinin yanağından makas alıp koşar adım çıktı mutfaktan Dilan. Cihan da onun peşinden 'yaktım çıranı' diye atmıştı kendini. "Vallahi büyümüyor bunlar." Biz de Bircan abla ile yan yana geçip onların bu sevimli hallerini dudaklarımızdaki tebessümle izliyorduk. Aklıma her sabah Emir'le yaptığımız küçük tatlı didişmeler gelmişti. Önceleri olsa onu alt etmek çok kolaydı ama artık cüssesi beni geçmeye başladığından bu didişmeler benim canımın acımasıyla sonlanıyordu. Büyüyordu ve büyüdükçe abimin aynısı oluyordu. "Aaa!" dedi Bircan abla. "O hengamede Dilan hanım çantasını unutmuş. Dur vereyim." O mutfak kapısından çıkarken ben de adımlamıştım onunla birlikte. İçeride başladıkları küçük didişmeye dışarıda da devam ediyordu abi kardeş. Seyhan ise arabanın önüne geçmiş onlarla ilgilenmiyordu. Soğuk bakışları bir anlığına bana değmişti ama sonra hızla geri çekti. Bu eve geldiğimden beri onunla da kelimelerim sınırlıydı. Hatta onunla yüz yüze gelmelerim bile sınırlıydı. Dilan'ın aksine bana karşı oldukça mesafeli davranıyordu. Her ne kadar her noktaları tıpatıp aynı olsa da ateş ve buz gibi hissettiriyordu onlar bana. Dilan'ın coşkulu, çocuksu ve deli hallerinin yanı sıra daha dingin ve olgun duruyordu Seyhan. "İlkkan abim arıyor!" dedi saçlarını abisinin ellerinden kurtarıp kendini iki adım ileri atarken. "İlkkan abi!" Elindeki telefonu büyük bir coşkuyla cevapladı. "Ya versene kızım ben de konuşacağım!" Cihan kardeşinin eline uzanıp telefonu almak istedi ama Dilan çevik bir şekilde kaçıp üzerine gelen abisini savuşturdu boştaki eliyle. İki saniye önceki kavgalarını bu telefon sayesinde sonlandırmışlardı. "Çok özledim İlkkan abi! Vallahi belli mi!" "Ne belli mi kızım! Versene şu telefonu ben de konuşacağım ya!" Arayan her kimdi bilmiyorum ama onları epey heyecanlandırdığı kesindi. Hatta arabanın ön koltuğunda somurtan Seyhan bile arabadan inip Dilan'ı dinlemeye başlamıştı. "Tamam tamam! Ben aynen ileteceğim abi! Sen hiç merak etme!" "Ver şunu Dilan ya!" "Abla ne oluyor?" dedim yanımda meraklı bakışlarıyla onları izleyen Bircan ablaya dönüp. "İlkkan aradı sanırım. Ondan bu tantana." Pür dikkat onlara bakarken bana doğru döndü. "Ha şey. İlkkan bizim aileden. Görevdeydi. Epeydir görmemiştik onu." Anladığımı belirten küçük bir mırıltı döküldü dudaklarımdan. "Ne diye kapatıyorsun telefonu! Ben de konuşacaktım! Hemen sen konuş zaten!" "İşim var dedi. Konuşamadı!" "Bana versen konuşurdu belki!" Cihan tekrar kardeşinin saçlarına uzandığında Dilan çığlık atarak karşıdan gelen ona doğru koştu. "Abi kurtar beni!" Sol kolunu tutmasıyla yüzü bir anda acıyla kasılmış ama belli etmemek adına kardeşinden kolunu yavaşça çekmişti. Her ne kadar kurşun sıyırmış bile olsa yarası tazeydi ve en ufak dokunuş bile can yakıcı olurdu. "Ne oluyor?" dedi acı karışan sesiyle. "Öldürecek beni!" "Ne öldürmesi azıcık döveceğim sadece!" "Cihan! Kaç yaşındasın koçum sen?" Abisinin uyarı dolu sesi onu duraklatmıştı. Ben de bakışlarımı bizim yanımızda adımlarını durduran Ahmet'e çevirmiştim. "Yirmi beş. Ne yapayım dövmeyeyim mi? Yaşımın onu dövmeme engel olduğunu düşünmüyorum." "Dövme Cihan." "İlkkan abim aradı vermedi bu cadaloz telefonu bana!" Birinci sınıf çocukları misali ellerini önünde bağlayıp şikayet etmeye başlamıştı Cihan kardeşini. "Gel kız buraya!" Birbirlerine bir dil çıkarmaları eksikti. "İlkkan mı aradı?" diye atıldı yanı başımda dikilen Ahmet. Peki herkesi bu kadar heyecanlandıran bu kişi kimdi? "Evet. Dün de aramıştı. Ama çok konuşamadık." "Bana versen konuşurdum!" "İşi varmış." diye omzuna hafifçe vurdu Dilan abisinin. "Hem hepinize selamı var. Ama sana ayrıca selamı varmış Baran abi. Gelince küçük bir sorgu çekecekmiş sana." "Hayırdır niye?" diye atıldı Cihan abisinin yerine. "Düğünden haberi olmadı ya. Biraz kızmış. Haklı olarak." "Peki şimdi kimden haberi oldu? Dur tahmin edeyim... Senden mi?" "Dershaneye geç kalıyoruz Cihan abicim. Abilerin abisi. Hadi gidelim." Arkasına bakmadan hızlıca arabaya koşup binmişti Dilan. Dilan'ın ani kaçışıyla herkes kendi işine dönerken ben de Bircan ablanın arkasından adımlıyordum ki içeri hafifçe koluma dokunan Ahmet yüzünden durmak zorunda kaldım. "Bileklerin? Nasıl?" Sargısını geçen gün attığım ve sadece kırmızı çizgilerden ibaret olan kesikleri ona çevirdim. "İyi. İyileşiyorlar." dedim bileklerimi geri indirip. "Ne yazık ki..." diye ekledim. "Bunun bir çözüm olmadığının farkındasın değil mi Elif?" Sesi fısıltı gibi çıkıyordu. Bu durumun konaktaki herhangi birinin kulağına gitmesinin neler yaratacağını o da ben de biliyorduk. Peki umurumda mıydı? Hayır... "Biliyorum..." dedim beceriksizliğime hafifçe tebessüm etmeye çalışıp. "Maalesef bu yolla bile bu durumdan kaçamıyorum." "Kastettiğim o değil. Sen de biliyorsun. Hayatın ne kadar değerl-" "Ne kadar değerli olduğunu biliyorum evet." dedim sözünü sertçe kesip. "Ama bana ne kadar acı verdiğini siz bilmiyorsunuz." "Elif bak-" "Neymiş değerli olan?" Berfin ne zaman ve nereden çıkmıştı bilmiyorum ama tam burnumun dibindeydi ve içeri geçeceğim kapıyı kapamıştı. "Geçebilir miyim?" dedim ona oralı olmadan. "Ne oluyor? Ne bu değerli olan?" "Hayat, yaşam..." dedi Ahmet gerimizden. Demin bana sıraladıklarını normal bir muhabbet havasıyla sunmuştu ona. Ama Berfin bunu ne umursadı ne de Ahmet'in bu cevabı onu tatmin etti. ben de daha fazla dayanamayıp girdim içeri. 🔥 "İtiraz kabul etmiyorum Elif." Bircan ablanın sesindeki emrivakilik bana kaçış yolu bırakmıyordu. Defalarca dediğim 'hayırlar' onun kulağına ulaşmıyordu belki de. "Ama Elif konakta kimse kalmadı. Hem ben haftaya döneceğim. Gitmeden beraber vakit geçirelim istiyorum. Bir kahve içer döneriz." İri ışıltılı gözlerini gözlerime dikmiş ellerimi kendi elleri arasına sıkıca hapsetmişti. "Abla gerçekten hiç keyfim yok. Ben gelmeyeyim." "Baran'dan mı çekiniyorsun? Ondan çekiniyorsan yanında ben olduğum için hiçbir şey diyemez sana." Onu aklıma bile getirmemiştim. "Eğer annemlerden çekiniyorsan onlar halalarımla beraber çiftlik evine gittiler. Onlar gelmeden dönmüş oluruz." Bu da çekindiğim bir seçenek değildi. Sadece istemiyordum. Konaktan dışarı adım attığımda üzerime dönen bakışlardaki anlamları görmek istemiyordum. "Abla-" "İtiraz yok. Gidiyoruz. Azıcık hava alacağız." Ya o çok baskın bir karakterdi ya da ben bana yapılan her emrivakiye sadece boyun eğen biriydim. Bilemiyorum. Ama bu 'gidelim-gitmeyelim' tartışmasının kazananı Bircan abla olmuştu. Belki gerçekten ona kıyamadığımdan belki de bir anlık boşluğumdan yararlanmıştı. Şimdi de bir adım ilerimde elinde tuttuğu bordo elbiseyi bana gösterip güzel olup olmadığını soruyordu. Oysa biz evden sadece 'bir fincancık kahve' diyerek çıkmıştık. "Sence rengi nasıl?" "Güzel..." dedim küçük bir mırıltıyla. Kollarının üzerine yığdığı kıyafetlerin hiçbirinin rengine karar verememişti. Oysa evin içinde sessiz sakin ve oldukça olgun duran kadın şimdi karşımda bir alışveriş canavarı olarak duruyordu. Bana bu halleri tanıdık gelmişti. Çünkü onun gibi biriyle ben tam yirmi dört yılımı beraber devirmiştim. Şilan... Bircan ablanın başka bir versiyonuydu ve bir araya gelseler kesinlikle tüm dünyayı alt üst ederlerdi. O yüzden bir araya gelmemelerinde büyük bir hayır vardı. "Karar veremiyorum." İki elindeki iki elbiseyi havaya kaldırıp aynı Şilan gibi oflarken 'Ne yapacağım' der gibi bana bakıyordu. Ben bu konuda en berbat kişiydim. O yüzden bana sormaması onun için iyi olurdu. Uzun uğraşlar ve uzun incelemeler sonunda bir karara varamayıp kolunun üzerine yığdığı her şeyi almaya karar vermişti. Ben de mağazaya giren her farklı yüze sırtımı dönüp kendimi istemsizce kamufle etmeye çalışmıştım. Üzerime çevrilecek en ufak bir bakış, Allah korusun bir tanıdığın 'merhabası' o gün karşılaşmak isteyeceğim en son şeydi. "Burası bu şehrin hatta bu bölgenin en iyi kahvecisi olabilir." Elimizdeki poşetleri güç bela yere bırakıp onun çarşının içinde gösterdiği küçük ama bir hayli samimi kahve dükkanına atmıştık. Arkadan gelen küçük ezgiler, mis gibi taze kavrulmuş kahve kokuları ve badem şekerlerinin kokusu cezbetmişti ikimizi birden. "Kesinlikle buranın 'Menengiç' kahvesini içmeliyiz." Az sonra önüme konan fincandaki 'Menengiç' kahvesinde takılı kalmıştı bakışlarım. Her akşam babam yemekten sonra üçüncü kattaki küçük çalışma odasına çekilir şirketten getirdiği dosyaların arasına gömülürdü. Eğer dosya işleri olmazsa mutlaka eline bir kitap alır ve en az iki saatini sessizce kendi dünyasına kapanarak geçirirdi. Ben de onun artık ne zaman yorulduğunu bildiğimden bırakmasına yakın bir fincan 'Menengiç' kahvesi yapar yanına da kavrulmuş badem şekerlerinden koyardım. 'Benim ince düşünceli Kamerim' der ve gömüldüğü dünyasından o insanın içini ısıtan gülümsemesiyle çıkardı. Kahve sohbetlerimiz uzadıkça uzar hatta sohbetlerimizin sonunda babam içli içli türküler de mırıldanırdı. Eğer çok yorgun değilse duvara astığı baba yadigarı bağlamasını alır o çalar ben söylerdim. Bir kahve fincanın kokusundaydı babam. Bir badem şekerinin tadında... Bir türkünün ezgisinde, baba yadigarı bağlamanın telindeydi. Anılarımız kırk yıl hatır bırakan iki yudumluk kahve gibiydi, acı ve hatırda kalan. "Sevmez misin yoksa Elif menengiç kahvesini?" Babamla ilgili dalıp gittiğim düşüncelerden Bircan ablanın hafifçe elime dokunmasıyla sıyrılıp giderken gülümsemeye çalıştım. "Severim. Çok severim..." Dudaklarıma fincanı götürürken boğazımda bir yumru takılı kalmıştı. "Ne iyi ettik değil mi böyle? Değişiklik oldu bize de." Üzerimdeki durgunluk dağılsın diye uğraşıyordu farkındaydım. Hafif gülümsemelerim onu pek tatmin etmiyordu. "Elif... Ben biraz açılalım biraz değişiklik olsun diye dışarı çıkalım dedim ama sen pek memnun değil gibisin. Rojbin halam canını sıktı tabi. Halam zor bir kadındır. Biraz da dengesizdir." "Biraz mı?" dedim bakışlarımı önümde tuttuğum fincandan kaldırıp. "Tamam biraz değil epey. Hatta onun genel hali budur. Alışırsın diyemeyeceğim çünkü ben bile bu kadar zamandır halam olmasına rağmen alışamadım." "Zaten pek alışasım da yok kendisine." Aslında bu içimden kendi kendime dediğim bir şeydi fakat kendimi tutamayıp sesli olarak çıkıp gitmişti ağzımdan. Bircan abla ise küçük bir kahkahayla karşılamıştı bunu. Şimdi doğru söze ne denirdi öyle değil mi? "Haklısın. Halam diye demiyorum ben de öyleyim. Peki şey diyeceğim." Oturduğumuz küçük tahta masada bana doğru eğilirken yüzü ciddi bir hal almıştı. "Baran seni apar topar aldı götürdü halamın dedikleri üstüne. Senin canın ona mı sıkkın? Baran'a mı sıkıldı canın?" Sanırım bu dünyada canımı sıkabilecek en son kişilerden biri olurdu o. Hatta ben onun yüzünden canımı sıkmam ama o benim yüzünden canını sıkıyor olabilirdi. Hatta canı sıkılmakla kalmayıp yanıyordu da. Kurşun yarası çok acıtırdı. Kafamı iki yana sallarken ifademi normal tutmaya çalıştım. Konuşmak istemediğimi görünce de geri arkasına yaslanmıştı Bircan abla. "Aa Bircan!" dedi fazla coşkulu bir kadın sesi. Tepemize dikilirken kollarını da Bircan ablaya doğru açmıştı. "Nasılsın?" "Aa Gülümser abla. İyiyim sen nasılsın?" Bircan ablanın sesi ise onunki kadar coşkulu çıkamamıştı ne yazık ki. Hatta pek memnun olmamış gibi hafifçe sarılıp geri çekilmiş, yüzünü de ekşitmişti. "Bu da gelininiz mi Bircan?" Odak noktası birden ben olunca benim de yüzüm Bircan ablanınki gibi ekşimiş kadına başka da tepki verememiştim. "Evet Gülümser abla. Elif, gelinimiz." "Düğünde gördüydük en son. Tebriğe gelelim dedik konağa ama kısmet olmadı. E geliriz biz de bir gün ziyaretinize." İşlemeli mor şalını geri savururken bakışları tepemden tırnağa dolaşmıştı. Sonra bakışlarını Bircan ablaya çevirdi. "Ee Bircan daha burada mısın? Kocan gelmemiş düğüne. Öyle duyduk. Yine yalnız mı geldin buralara?" Ortam bir anda buz gibi olurken bunun asıl kaynağının kadının sorduğu soru değil bunu soruş şekli olmasıydı. "İşleri çok yoğun. Yoğun olmasa gelmez mi?" "Hep yalnız geliyorsun ya ondan dedim. Ne düğünde ne bayramda hiçbirinde yanında olmuyor." Bakışlarındaki ve sözlerindeki ima bariz bir şekilde ortadayken ortam bir anda buz gibi oluvermişti. "Aman genç tabi. Çalışsın canım." "Öyle." Sert çıkmıştı Bircan ablanın sesi ama kadın onun yüzünün aldığı hali görse de oralı olmamıştı. Hatta gitmeye de niyeti yok daha da konuşmaya istekli bir halde Bircan ablaya doğru eğildi. Önemli ve kimsenin duymaması gereken bir şey diyecekmiş gibi de elini ağzına siper etti. "Benden duymuş olma ama herkes senin baba evine döndüğünü düşünüyor." "O ne biçim söz öyle Gülümser abla! Nereden çıktı bu!" Yüzü birden duvar gibi beyazlamıştı Bircan ablanın. "Vallahi canım benim ben senin iyiliğin için diyorum. Millet öyle konuşuyor. 'Kaç sene oldu evleneli, bir bebeği yok' diyorlar. Konu komşu diyor canım." "Kimmiş o konu komşu dediklerin Gülümser abla! Bir laf edip 'öyle diyorlar' diye çekme kendini geri!" "Ben bir şey demiyorum canım. Kaç kişiden duydum vallahi. Acaba kocası baba ocağına geri mi yolladı diyorlar." İşte orada hiddetinin dozu artmıştı Bircan ablanın. Kadının kolunu kavrayacağı sırada engel oldum ona. "Gülümser abla! Bak sakin kalmaya çalışıyorum ama bunlar ne biçim sözler! Kim diyor bunları!" "Vallahi Bircancığım çok insandan duydum şimdi. 'İzol' konağındakiler kurak toprak galiba diyorlar." Rahatsız edici ve ima dolu bakışları üzerime çevrilmişti bir anda. "Malum aşiret bir bebek bekliyor ya. Hadi sen geri döndün ama yakında bir bebek gelmezse kumanın ayak sesleri yakındır. Benden demesi." Ne kadını ne de çirkin imasını yok sayabilirdim. Hatta benim de sinir katsayım istemsizce yukarılara tırmanmaya başlamıştı. Ağzımı açıp 'Kendinize gelin' diye uyaracak oldum fakat Bircan abla benden önce davranıp filmi koparmıştı. O dakikadan sonra ne yapsam da Bircan ablayı zapt edememiş, kadının saçlarının yolunmasına engel olamamıştım. 🔥 "Önce hanginiz konuşacak?" Karşımdaki adamın sakin ses tonu beni epey ürkütürken Bircan ablayla suçlu bakışlarımız birbirimizi bulmuş sonra tekrar yere çevrilmişti. Dakikalardır yerdeki el dokuması halının desenlerine bakıyordum ve ezberlemiştim artık. "Konuşsanıza!" "Ya baba-" "Kadın hastaneye gitmiş. Zar zor kendine gelmiş." "Beter olsun inşallah..." Bircan abla yan tarafımda dişlerinin arasından tıslarken ben de yanaklarımın içini kemiriyordum. "Çarşının ortasında kavga etmek ne demek kızım? Çarşının ortasında saç baş kavga etmek ne demek!" "Baba beni bir dinlesen-" Mehmet ağanın hışımla dönmesi sonucu cümlesini yutmak zorunda kalmıştı Bircan abla. "Dua edin babam duymadı. Kulağına gitse hoş mu olur? Ne olursa olsun yakışıyor mu size? Kızım kaç yaşındasınız siz?" Sanırım en son böyle bir sorguya ilkokul yıllarımda çekilmiştim. Lisede müdürün odasında yediğin azarları unuttun herhalde Elif... İç sesim araya girince hafifçe dudaklarımı dişledim. Müdürün odasına dört yılda yol kurmuş, o yolun her bir santimini ezberlemiştim de. "Ya neler dediler bize bir duysanız!" Mehmet ağanın sert bakışlarına aldırmadı bu sefer Bircan abla. Bir yandan sinirle solurken odada bizi izleyenlere baktı kısaca. "Tepemin tası attı kadının o saçma sapan laflarından sonra!" "Ne olursa olsun Bircan! Ne olursa olsun kızım! Yakışığı var mı bunun? Kaç yaşında insansın! Üstüne üstlük bir de demezler mi 'koca aşiretin kızı sokak ortasında saç baş kavga ediyor' diye arkandan!" "Milletin lafı yüzünden kavga ettim zaten baba ben! Milletin arkamızdan dedikleri yüzünden! Güya benim çocuğum olmuyor diye Murat beni baba evine yollamış! Bana bunu dedi! Ne yapsaydım! Kulak mı tıkasaydım!" Sinirle gerilen adamın suratı bir anlığına allak bullak olurken ses tonunu normal tutmuştu. "Ne dedi ne dedi?" "Bana bebeğim olmadığından geri eve döndüğümü, İzol konağındakilerin kurak toprak olduğunu söyledi!" "O ne biçim söz öyle kız!" diye atıldı kapının kenarında duran Rojbin hanım. Güya elindeki su bardağıyla Gülsüm hanımın başında bekliyordu. "Sen de çareyi kavga etmekte mi buldun kızım?" dedi Gülsüm hanım ayaklanıp. "Milletin boş laflarına kulak tıkayıp çekip gitmeyi bilemedin mi?" "Ne yapsaydım? Az bile yaptım ona!" Eliyle dudağının kenarında Gülümser hanımın bıraktığı tırnak yarasına dokundu. "Bak Cihan daha hıncımı almadım! Getirtme beni oraya!" Bakışları kapının gerisinde gülen kardeşine çevrilince siniri iyice kontrolünden çıkmıştı. Ama babasının öfkeli solumalarıyla pusmak zorunda kaldı. "Ne olursa olsun bu sana yakışmadı Bircan." "Yakışıp yakışmadığı umurumda değil anne! İleri geri konuşunca ne yapacağımı bilemedim tamam mı? Hem o kim de bana bunu gelip sorabiliyor ki! Hayır yetmedi bir de Elif'e diyor ki; kumanın ayak sesleri yakındır bu gidişle!" "Doğru söze ne denir..." Herkesin bakışları Rojbin hanımı bulurken o umursamazca omuz silkmekler kalmıştı. "Rojbin!" Mehmet ağanın sesi ilk defa bu denli uyarı doluydu. Deminden beri bizi karşısında paylarken bile böyle sert değildi. "Yalan mı abi? Aşiret bebek bekler. Olmazsa da törelerimizi bilirsiniz. Madem Baran en büyük evlat, havada bırakamayız hiçbir şeyi öyle değil mi?" "Neyi havada bırakamıyorsunuz?" "Hah Baran gel oğlum." Rojbin hanım kenara çekilirken elini de onun yaralı koluna atmıştı. Yüzü acıyla kasılırken kendini yavaşça çekti halasından. "Ablana olanları duydun mu?" "Ne olmuş ablama?" Bakışları hızla yanı başımda dikilen ablasına çevrilmişti. "Rojbin!" Bu sefer de uyaran Gülsüm hanım oldu kendisini. Hatta kolunu da çekiştirip susmasını işaret etmişti. "Ne var canım? Bilmesin mi çocuk? Nasılsa duyacak ablasıyla karısının çarşı ortasında kavga ettiğini." "Ne kavgası?" "Gülümser hanım var ya Reşat beyin karısı. Onunla dalaşmışlar." Bakışlarını halasından çekerken hızla ablasına çevirmiş saniyeliğine de bana değdirip geri çekmişti. "Tamam Rojbin yeter." Dedi Mehmet ağa kestirir atar gibi. Abisinin uyarısıyla hiç susmayacağını düşündüğüm kadın susmuştu nihayet. Çünkü o konuştukça ve yaşadıklarını tekrar tekrar anlatmak zorunda kaldıkça Bircan abla üzülüyordu. Onunki öfke falan değildi. Üzüntüsünü öfkesinin arkasına gizlemeye çalışıyordu. Anlamıştım. "Tamam siz de odalarınıza gidin. Bu konuyu daha da dillendirmeyin. Ben konuşacağım Gülümser hanımla." Bircan ablayla tekrar birbirimize bakıp kapıya doğru çevirmiştik adımlarımızı. "Ama kadın bir yerde haklı şimdi." dedi Rojbin hanım. Abisinin odadan çıkmasını fırsat bilmişti. "Törelerimiz ne derse o. Sonuçta koskoca aşiret bebeksiz kalamaz ya. Münasip bir kuma geliverir." "Rojbin kapat artık bu konuyu." Gülsüm hanımın uyarısıyla tekrar susmuştu ama bana kalırsa konuşmaya başlaması an meselesiydi. "Çay hazırladı Berfin terasa. Hadi taze taze iç de yorgunluğun geçsin." Dedi gülerek. "Yok hala. Biz odamıza çıkalım." Bakışları eğer bana dönmeseydi cümlede kullandığı 'biz' kelimesine beni kattığını anlamayacaktım. "Ee Berfin demledi, çayın yanına senin sevdiğin kurabiyelerden yaptı." "Gerek yok." 🔥 "Bırak ya kolumu!" dedim sertçe bileğimi çekmeye çalışıp. Odanın içine girip kapıyı pek yumuşak olmayan biçimde kapamış bileğimi de hızla bırakmıştı. "Ne yapıyorsun sen ya!" "Senin halamın gazabından kurtarıyorum." dedi umursamaz bir halde. Üzerindeki ceketi çıkarıp gri koltuğun üzerine rastgele attı. "Kahraman mısın yoksa?" dedim alayla. "Kim senden böyle bir şey istedi ki? Ben kendi işimi kendim de hallederdim." "Doğru, hallederdin. Bir silahın olsaydı ama değil mi?" Boynundaki kravatı çekiştirirken ben de pencerenin önüne gidip çekiştirerek pencereyi açmış, daralan nefesime bir çare aramaya başlamıştım. "Sana evden çıkma demiştim." "Sana soran mı oldu?" dedim ters bir şekilde. Kollarımı göğsümde bağlarken içimde kabaran siniri bastırmaya çalışıyordum bir yandan. "Kendine gel." dedi mırıltı halinde. Çattığı kaşlarının altındaki bakışları bir anlığına bana çevrildi. "Ben kendimdeyim! Asıl siz kendinize gelin! Günlerdir Rojbin hanım ve imalarına katlanıyorum ben!" Adımlarımı vura vura kapıya yönelmiştim ki kolumdan tutması yüzünden durmak zorunda kaldım. "Bak seni çiftlikte uyardım. Şu sıktığın kurşunu kimse duymadı. Duysalar ne olurdu biliyorsun değil mi?" Peki bu benim umurumda mıydı? Asla değildi. Evet ona sıktığım kurşundan ötürü içimi kemiren bir korku vardı ama bu korkularım tam da bu noktada buhar olup gitmişti. Ona sıktığım kurşun hele de kolunda açtığım yara duyulsa muhtemelen 'bu kan davası bitmedi' diye başıma geçerlerdi. "Yani? Korkmalı mıyım?" dedim kupkuru çıkan sesimle. "Yani. Korksan iyi edersin." "Ne senden ne de senin ailenden korkmuyorum tamam mı! Seni vurduğumu istediğin herkese söyleyebilirsin!" "Öyle mi?" sesinde öfkeyle karışık bir alay vardı. Beni ciddiye almıyordu ki bence almalıydı. Ne kadar gözümü karartabileceğimi görmüştü. Hatta kendi hayatımdan vazgeçecek kadar gözümü karartabileceğimi görmüştü. "Öyle!" dedim onu göğsünden sertçe itip. Kapıyı onun kapattığından daha sert kapatıp çıktım dışarı. 🔥 B Ö L Ü M S O N U Nasıl buldunuz bölümü? sizce ne olacak bundan sonra? Elif?? Baran?? Bircan?? Rojbin?? Berfin?? Geldiğin için teşekkür ederim. beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın. beni buradan seydnrgrsu, instagramdan ve TikTok'tan takip edip, editlere, duyurulara ulaşabilirsin. sizi seviyorum Allah'a emanet olun. |
0% |