Yeni Üyelik
10.
Bölüm
@seydnrgrsu

BÖLÜM 8: ESMER


GÜNYÜZÜ- GELİNO


Çok zaman oldu derin uyku uyumayalı. Kafamı yastığa bıraktığımda nefesimi düzene sokamayalı çok uzun zaman oldu. Yıllar oldu.


Bu yaşıma kadar kolay kolay her şeyden korkmayan ben uyumaktan korkar olmuştum. Oysa insan uyumaktan niye korkardı ki?


Bize verilen bu bedenin dinlenmeye, uyumaya ihtiyacı vardı fakat ben bundan yıllardır mahrum bırakıyordum kendimi. Çünkü kirpiklerim birbirine değdiği anda kabuslarım başlıyordu.


Her insanın kabusu farklıydı bunu biliyordum. Ama bir iki seçenekle sınırlıydı bundan da emindim. Lakin benim kabuslarım ne birinden kaçtığım, ne kanlar içinde kaldığım ne de canavarlardan oluşuyordu. Benim kabuslarımda kimse yoktu. Hiç kimse.


Beni kovalayan insanlar, bana zarar verecek hayvanlar, beni öldürmek isteyen canavarlar yoktu. Benim kabuslarımda derin, zifiri karanlık bir boşluk vardı sadece. Beni nefessiz bırakan derin, koyu bir karanlık.


Yapayalnız bırakıldığım bir hiçlikten ibaretti.


İşte kirpiklerim birbirine değdiği anda başlıyordu her şey. Hiçlik, bedenimin en ihtiyaç duyduğu zamanda yakalıyordu beni.


Şimdi de yakalamıştı. Hiç olup giden bedenimi ele geçirmek üzereyken kirpiklerimi çekmiştim birbirinden. Derin derin nefesler almam gerekti kirpiklerim açılırken. Beni boğmaya çalışan hiçliğe derin nefesler çekmem gerekti.


Kor alev olup öfkemden daha cılız yanan odunlar sönmüştü. Kızıllığı duruyordu bir tek. Bense öfkem gibi yanamayan odunların tam karşısındaki kanepede ölü gibi yatıyordum. Üzerimde odunların kızıllığından daha kızıl olan güneş ışıkları vardı. Sabah olmuştu.


Ölmeyi becerememiştim ama ölü taklidi yapmaktan geri durmuyordum.


Üzerinde öylece sol tarafıma kıvrılıp yattığım kahverengi deri koltuk diken olup batıyordu etime. Acıyordu canım. Bileklerimde ince bir sızı vardı. Bileklerimden ruhuma yayılıyordu sızılar.


Bileklerimden hayatım sızamamıştı.


Doğrulmak için sağ elimi yavaşça koltuğun kenarına bastırdım fakat bileğimdeki sızı buna izin vermedi. Tüm gücüm belki de bileklerimden akıp gitmişti. Acıyla kendimi geri bırakırken dudaklarımdan küçük bir 'ah!' kaçtı.


Oralı olmadım. Tekrar elimi koltuğun kenarına bastırıp bileğimdeki derin zonklamaya aldırmadan doğruldum yattığım yerde. Yüzüme yapışan saçlarımı geri savurdum. Etek uçları yırtılmış kefenime takıldı bakışlarım. Yer yer kanıma boyanmış kefenime... Herkesin 'gelinlik' dediği ama benim için gelinlik olmayan kefenime.


"Günaydın." Durgun bakışlarımı üzerimden çekip kapıda dikilen adama çevirdim. Bahçeye açılan sürgülü cam kapıyı girdikten sonra kapattı. Elindeki çantayı sol taraftaki sehpaya bırakıp tam karşıma geçti. "Nasılsın?"


Sessiz kalışıma, bakışlarımdaki boşluğa baktı öylece. "Ahmet ben. Tanıtmadım sana kendimi. Baran'ın abisiyim." Çekingen bir biçimde gülümsedi donuk bakışlarım karşısında. Yan taraftaki üzerine çanta bıraktığı sehpaya adımladı ve çantayı alıp geri geldi. "Doktorum." Diye ekledi göz ucuyla bana kısa bir bakış atıp. "Bileklerine bakmak için geldim."


"Niye?" Sesimdeki durgunluk aslında 'İstemiyorum' diye bağırıyordu. Ama o bunu duymadı. Onun yerine koltukta boş kalan yerde çantasını açmaya başladı. Çantanın içinden çıkardığı her malzemede kalbim dağlanıyordu. Kaç yıl oldu unut artık Kamer...


'Benim kızım doktor olacak.'


'Benim kalbime de bakacaksın değil mi Elif?'


'Dünyanın en güzel doktoru olacak bu kız.'


"İzin verir misin?" Daldığım karanlıkta kalan geçmişimde beni sesi çekip çıkarırken bileklerimi saklamak istedim. "Bakmamız lazım. Yaralar mikrop kapabilir." Eline beyaz eldivenlerini geçirmiş bana bakıyordu.


"İstemiyorum." Sesimdeki cılızlık aslında içimde yanan alevlerin haykırışıydı ve ben her haykırışımda lime lime oluyordum. Her şeyi kenara bırakıp en hissiz halimle bakmaya çalıştım.


"Bak kumaştan bile yaralarının kanadığı belli oluyor. Bırak bakalım." Uzanıp sızlasa da umurumda olmayacak şekilde yanlarıma bastırdığım bileğimi çekmek istedi ama ben izin vermedim. "Elif lütfen."


"Beni kimsenin kurtarmasını istemiyorum." dedim net, kararlı ve ölüm haykıran sesimle.


"Elif bakmamız lazım. Yaralar ne durumda bilmiyoruz. Mikrop kapmasını istemeyiz. Lütfen." Yeşil cam gibi parlayan gözlerinde ciddiyet, sesinde küçük bir çocuğu ikna etmeye çalışan birinin şefkati vardı. Sessiz duruşumdan, karşılık vermeyişimden güç alıp uzandı ve sağ bileğimi elleri arasına aldı. Hissiz, donuk bakışlarıma aldırmadı.


"Kaç yıllık doktorsun?" Sesimde tuhaf bir çatallaşma vardı. Düz tutmaya çalıştım.


"Hastalarımı tedavi edebilecek kadar yıllık." Yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi. Benim sormak istediğimi çok farklı anlamıştı. "İnsan tanımayınca doktor olsa bile güvenemez tabi."


"Yok... O anlamda sormadım. Sadece mesleğinin kaçıncı yılında olduğunu merak ettim." Bileğimdeki daha kurumamış olan, sıkı sıkı sarılmış bez parçasını yavaşça çözmeye başladı. Açtığı her katta kırmızı leke çoğalırken dikkatle bakıyordu. Eğer ben tıp fakültesine devam edebilseydim bu sene mezun olmuş olacaktım.


Burnumun direği sızladı.


"Altı yıl oldu tıptan mezun olalı. Altı yıldır çalışıyorum."


"Ne güzel." Kursağımda kalan tüm heveslerimi güçlükle yutkunup bakışlarımı açılan bileğimden başka yöne çevirdim. Kan tutmazdı beni. Korkmazdım yaradan bereden. Sadece ölemeyişimi, beceriksizliğimi görmek istemiyordum. Kursağımda kalan heveslerimi yutkundum.


"Çok derin değil Allah'tan. Bir de zamanında müdahale." Çantasından aldığı pamuk ve pamuğa döktüğü sıvıyla yavaş yavaş bileğimi temizlemeye başladı. Bileğimdeki sızı daha da artarken çekmek istedim ama o buna izin vermedi. Hatta bileğimi daha sıkı tutup iyice temizledi ve dikkatle sardı. Aynı işlemi diğer bileğime de yapmaya başladı.


"Bitti. Geçmiş olsun."


"Sağol diyemeyeceğim." dedim cılız sesimle. Beni ölümün kıyısından çektikleri için kimseye teşekkür edemeyecektim. Aksine sinirliydim.


"Bak Elif... Çok zor bir zaman geçirdiğini görebiliyorum." Eldivenlerini seri bir şekilde çıkardı. Bana bakmıyordu. "Kendi kararlarının dışında bir şeye mecbur bırakıldığını da görebiliyorum fakat her ne olursa olsun, her ne yaşanırsa yaşansın hiçbir şey hayatından vazgeçmeni gerektiremez."


"Beni kimse anlayamaz. Karşıdan söylemesi çok kolay." Ellerimi acıyı hissedeyim diye sertçe koltuğa bastırdım ve ayağa kalktım. "Hiç kimse anlayamaz." Çıplak adımlarımı taş zeminde adeta sürüyerek cam kapıya ulaştım.


Açık camlardan içeri temiz hava doluyordu fakat bana yetmiyordu. Yetmesini de isteyen yoktu gerçi.


Araftaydım.


Yaşamak ve ölmek arasındaki o keskin çizgide dans etmiş fakat keskin kesikleri bileklerime atsam da başarılı olamamıştım.


Araftaydım.


Ve arafta olmak hepsinden daha zordu insana.


Ölmek istiyordum. Ruhum bedenimden kopmak istiyordu. Ama yapamıyordum. Yaşamanın acısını çekiyordum. Yaşamak zorunda kaldığım kaderin acısı...


Çıplak ayaklarımı soğuk çimlere değdirince daha da titredi içim. Aldırmadım. Göz pınarlarına biriken yaşları elimin tersiyle silip nereye yürüdüğümü bilmeden attım adımlarımı.


Yere çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamak, çöktüğüm yerin ise beni içine çekmesini istiyordum. Yaşamaktan hiç bu kadar nefret etmemiştim.


Abim gittiğinde kalbimin tam ortasına bir boşluk açılmış ve bir daha ısınamamıştı içim. O zaman beni hayata bağlayan tek şey ona verdiğim söze tutunmak olmuştu.


Babam gittiğinde ise tutunacak hiçbir şeyim kalmamıştı. Hem ona hem de abime verdiğim sözler yarım kalmıştı. Tıpkı ben gibi.


Şimdi ise hayatım bir hiç uğruna elimden alınmıştı. Bu yüzden nefes almamın bir anlamı kalmıyordu bende.


Ellerimle ahşap çitlere tutunup derin bir nefes aldım. Ciğerlerim sıkışıyordu. Bu sıkışma astım ataklarımın habercisiydi. Az sonra bedenim kasılacak ve ben o nefret edilesi boğulma hissiyle yere yığılacaktım. Bazen uzun sürerdi boğulmalarım. Acı çığlıklar da eklenirdi. Bunlar olmasın diye derin ve yavaş nefesler çektim içime.


"Sakin ol..." Bir yandan da telkin ediyordum kendimi. Tırnaklarımı kabuklanmasına fırsat vermediğim avuç içlerime batırdım. "Sakin ol..." Dikkatimi başka şeylere vermeliydim. Beynim alışkındı yaşadıklarıma ama bedenim bir türlü alışamamıştı. Doğduğundan beri seninle bu halbuki...


Bakışlarımı çitlerin ilerisine çevirdim. Dikkatimi verebileceğim bir nokta arıyordum.


Sabahın erken saatleriydi. Güneş karşıdaki tepelerde yeni yeni kızıllıklar saçarak yükselirken serin bir rüzgar çarpıyordu tenime. Yeni bir gün başlamıştı ama güneş zifiri karanlıkla kaplı ömrüme doğamamıştı henüz. Katran karası ruhumu kaplamıştı.


Çitlerin ilerisindeki boş arazide, güneşin kızıllıkları altında parlayan ata takıldı bakışlarım. Uzun yeleleri tenimi döven sert rüzgarda ahenkle savruluyordu. Hayran olunasıydı.


Mest oldum.


Sanki biri parmağını şıklatmış ve zaman durmuştu onu gördüğüm anda.


Daha net görebilmek için üç adım daha ileri attım. Koşuyordu, süzülüyordu ve yaşıyordu. Benden farklı olarak özgürdü. Sert rüzgara inat atıyordu adımlarını. Bense en ufak bir yelde yıkılmış, toprağımdan nefretle sökülmüş, taşların arasına atılmıştım.


Öylece baktım bir inci misali parlayan kahverengi, görkemli ata.


'Bu yaşında benden daha iyi mi süreceksin yoksa sen bu atı?' dedi altı yaşındaki kızına babası.


'Atları çok seviyorum baba! Ela'yı çok seviyorum!' diye şakıdı babasına altı yaşındaki Kamer.


Kamer o yaşında, kaybettiğim atımın üzerinde kaybettiğim babamın kolları arasında kaldı. Derin bir iç çektim gözümden kayan yaşla birlikte.


Derin bir nefes aldım ve ayağıma batan soğuk çimlere aldırmadan çitlerden ileri yürüdüm.


Sanki bu koca arazi onun için yapılmıştı ve ondan başka kimse giremezdi. Attığı her adımda bunu vurguluyordu. Savrulan yeleleri 'Benim alanım' diyordu adeta.


Mükemmeldi.


Çitlerin kenarına takılan elbisenin eteğini sertçe çekiştirdim ve onun alanına attım adımımı. Beni görmedi, koşmaya devam etti. Güneşin kızıllıkları koyu kahve derisinde dans etti, yelelerinin uçlarından savruldu adımlarının önüne.


Sonra beni gördü en uzak noktada. Öylece baktı parlayan gözleriyle. Kısık ve hoşnutsuz kişnemeler döküldü ağzından. Sağ ön ayağını sertçe vurdu yere. Bu 'Sen kimsin' demekti onun dilinde. Bana doğru hızlı adımlarla gelip tam önümde durdu.


Bana zarar verecek gibi bakıyordu. O yaşıma kadar ilk defa ürkmüştüm bir attan. Yaklaştı ve tam önümde durdu. Geri geri atmak istedim, kaçmak istedim ama olduğum yere mıhlanmış gibiydim. Nefesimi tutup öylece bakakaldım.


Ama o ne bana zarar verdi ne de buna teşebbüs etti. Keskin bakışlarını benden çekmeden başını hafifçe eğdi ve bana yaklaştırdı. Cesaret edip parmaklarımı usulca değdirdim burnunun üzerine. Bekledi.


"Çok güzelsin..." dedim fısıltıyla. Sanki beni anlıyormuş gibi kesik bir şekilde kişnediğinde hafifçe gülümsedim. "Ela'ya çok benziyorsun..."


Atım Ela... Bir sabah uyandığımda ahırda yerinde bulamayınca kararmıştı dünyam. Abimi kaybedeli tam otuz üç gün olmuştu. Gitmişti. Abim gibi o da beni bırakıp gitmişti. Ve yıllarca neden gittiğini bilmeden ona duyduğum özlemle yaşıyordum ben.


Hoşlanmıştı onu sevmemden. Yelelerini şefkatle sıvazlarken sakince duruyordu. Deminki sinirle soluyan sanki o değildi.


"Benim de aynı sana benzeyen bir atım vardı küçükken. Ela..." Hafifçe yutkundum ve özlemimi gidersin diye onun parlak yelelerine küçük bir öpücük bıraktım. "Babam gözlerim ela diye 'Ela' koymuştu adını. Acaba senin adın ne?" Gözümden bir damla yaş süzüldü ve onun yelelerinin arasına karıştı. "Çok severdim. Çok güzel bir attı. Sen de çok güzelsin." Elimi parlak, hayran olunası derisinde gezdirdim. "Çok özledim onu, ata binmeyi çok özledim."


Özlemiştim. Rüzgara karşı süzülmeyi özlemiştim. Ela gittikten sonra defalarca binmiştim ata, bir sürü atımız olmuştu başka başka. Ama Ela başkaydı, bambaşka.


Yan tarafa adımladım ve düşünmeden eyere asılıp bindim üzerine yırtık kefenim ayağıma dolana dolana. Ağzından hoşnutsuz kişnemeler döküldü ama boynunu sıvazladıkça sakinleşti. "Hişşş..." dedim üzerinde eğilip.


Koşmaya dünden hazırdı. O hızlandıkça ciğerlerime hava doluyordu. 'Nefes' alıyordum. Rüzgarın sertçe saçlarımı savurması da, göz pınarlarımda birikmiş yaşları serbest bırakması da yaşadığımı hissettiriyordu. Ben uzun zaman sonra ilk defa yaşadığımı hissediyordum.


O koştu ben nefes aldım.


O süzüldü ben yaşadım.


"Esmer!" dedi bir ses rüzgarla birlikte. Rüzgarı değil ama hızımızı bıçak gibi kesiverdi. "Esmer!"


Altımdaki at sanki durması gerekiyormuş gibi aniden yavaşlarken etrafında döndü iki kere. Elimin içindeki kayışı sertçe çektim durması için. "Hoo!" dedim yüksekçe.


"Esmer!" dedi aynı ses. Çitlerin hemen önünden geliyordu. O'nun sesi. Sert, kızgın ve katıydı. Altımdaki atı bile huysuzlandırmıştı. Öfkeli adımlarını bize doğru atarken altımdaki at geri geri yürüdü.


"Ho!" dedim ve hızla elimin içindeki kayışlara asıldım. Bu hamlem altımdaki atı daha da huysuzlandırmış hatta biraz da canını acıtmıştı. Aniden iki arka ayağının üzerinde şaha kalkınca ne yapacağımı bilemedim. Onun kişneme sesi kulaklarımı uğuldatan rüzgar sesini deldi geçti. Çitlerin önündeki bedenin bize doğru geldiğini gördüm fakat avuçlarımın içindeki kayış avuç içlerimin acısıyla kayıp gitti, tutamadım.


Çığlığım atın kişneme sesini bastırdığında sırtım sertçe toprak zemine çarptı.


🔥


"Bileklerin..." dedi yanımdaki mekanik, katı ses uyarıcı bir tonda. Yol boyunca sargıların uçlarını çekiştirip durmuştum. Bilerek yaptığım bir şey değildi. Bileklerimden kollarıma, kollarımdan ruhuma ince sızılar yayılıyordu ama umursamıyordum. Onun sesiyle de sargıları oynamayı bırakıp siyah blazer ceketimin kollarını çektim ve sargıları kapattım.


Çiftlik ve konak arasındaki yol tam tamına yirmi üç dakika yirmi bir saniye sürdü. Araba gereğinden hızlı . Amaç bu mecburiyetin hızlı bitmesiydi. Derin bir nefes aldım ve acıyan sırtımı düzelttim. Araba o sırada konağa uzanan geniş taşlı yolun başındaki büyük ahşap kapıdan giriş yapmıştı. Ahşap kapıda metal levha üzerinde büyük harflerle 'İZOL KONAĞI' yazıyordu.


Etrafta dizilmiş insanlar, arabayla birlikte hızlı adımlar atan korumalar görüş açıma girdi.


"Geldiler!" dedi araba yokuşu tırmanırken.


"Vallahi geldiler!" diye bağırdı bir başkası.


Araba büyük su fıskiyesinin önünde durduğunda etrafta sırayla dizilmiş insanlar girdi görüş açıma. Bir koruma yan tarafıma dolaşmış kapının önünde kapıyı açmamı bekliyordu. Elimi arabanın kapı kilidine uzattığımda yanımdaki ses durdurdu beni.


"Bekle." Parmaklarım kilidin üzerinde kalmıştı. Dışarıdaki herkes sabırsızlıkla bekliyordu. Bunu tüm meraklı bakışların üzerimizde olmasından görebiliyordum. "Bu konağa girdikten sonra her şey bambaşka olacak."


"Onu imzayı attığımda anladım." dedim dümdüz bir sesle.


"Bu sadece düşmanlık bitsin diye yapılan bir evlilik. Dahası yok, olmayacak." Nokta koyar gibi net bir sesle söyledi açtı kendi tarafındaki kapıyı.


"Dahası olacak diyen kim ki..." dedim dişlerimin arasından ve ben de indim arabadan. Bakışlarım iki tarafa sıralanmış büyüklü küçüklü insanlardan görkemli konağa çevrildi.


İzol Konağı... Yaşamak için Kamer'i feda ettikleri büyük konak...


Etrafımızdan 'Hoş geldin' kelimeleri yankılanırken yavaş adımlarla geçtim taş avluyu.


İçerisi dışarıya göre kalabalık değildi. Sadece İzol ailesinin kemik kadrosu sıralanmıştı yan yana. Kim kimdi bilmiyordum. En baştaki işlemeli yeşil kadife koltukta da ailenin en başı bulunuyordu. Hüseyin İzol... Onu tanımamak mümkün değildi.


Midem bulanıyordu. İçeri adım attığım anda tuhaf bir ağrı çakılmıştı başıma. Ama en büyük rahatsızlığı kaburgalarımın tam ortasındaki organ yaşıyordu. Kalbim...


Kalbim sıkışırken belli etmemek için dişlerimi sıkabildiğim kadar sıktım. İçerisi ölüm kokuyordu, abimin ölümü. İçerisi kan kokuyordu, abimin kanı...


Derin bir nefes aldım iki adım önümde yürüyen bedeni takip ettim.


Buram buram sümbül kokuyordu giriş. öylesine yoğundu ki.


"Hoş gelmişsin." dedi yaşına rağmen gür ve sert çıkan çevik ses. Dayandığı aslan figürlü bastonundan sağ elini çekip bana doğru uzattı. Bakışlarım bir müddet bana uzatılan el ve sahibi Hüseyin İzol arasında gidip gelirken içimden haykırmak geliyordu. Abimin kanı sıçrayan eli değil öpmek görmek bile istemiyordum.


Adam sert çehresiyle elini çekmeden bana bakarken uzandım ve öpüp alnıma koydum.


"Ailemize hoş geldin Elif İzol." dedi aynı sert ve gür sesiyle. Donuk bakışlarım onun ölüm yansıtan mavi irislerini buldu. Elif İzol değil Elif Kamer Bozan dedim içimden. Ve asla bu aileye ait değildim, olmayacaktım.


Sessizlik hakimdi koca salonda. Tek tek herkesin yüzünde dolaştı bakışlarım. Her yüzde bir maske her maskenin altında bir nefret görüyordum. Kimsenin bu evliliğe onaylayıcı bir şekilde bakmadığını biliyordum. En azından ben bakmıyordum, o yeterdi.


Tek tek öptüm ölüm koka elleri. Gülsüm hanımın elini öperken ölüm kokusunun yanında sümbül kokusunu da aldım. Kadın buram buram sümbül kokuyordu.


"Hep birlikte olduğumuza göre, gelinimiz evimize geldiğine göre hep beraber oturalım soframıza."


Ölüm kokan konakta, nefretle harmanlanmış sofraya otururken yaşayarak daha çok acı çekeceğimi fark ettim.


Ölmek kolaydı. Tek bir seferde acı çekecektim ve bitecekti. Ama ben yaşayarak daha da katlayacaktım acımı. Yaşadığım her dakikada, bu insanların arasında aldığım her nefeste yaşamak bana işkence olacaktı.


Hakkım helal değildi amcama ve bu evliliği kuran herkese.


"Sen gelin misin?" dedi önümdeki ses. Beni dalıp gittiğim karanlıktan çekmişti. Kocaman bal rengi gözleri, kıvır kıvır saçları ve kırmızı elma yanaklarıyla şaşkınca bakıyordu bana.


Yemekten sonra Bircan ablanın yol göstermesiyle küçük salondaki kadife koltuklarda oturuyordum. Etrafımdaki sayısız meraklı bakışların altında rahatsız oluyordum.


"Sen kimsin?" dedim sorduğu soruya cevap vermeden. Hafifçe gülümsememden güç alıp dişlerini göstere göstere güldü.


"Aker. Senin adın Elif mi? Sen Baran dayımın gelinisin değil mi? Dün gelinlik vardı sen de. Bizim sınıftaki Nazlı'nın bebeğine benziyordun." Meraklı sorularını ardı arkasınca sıralamıştı. Bana daha da yaklaşıp ellerini uzattı ve tereddütle ellerimin üzerine koydu. "Biliyor musun benim dışarıda oyuncaklarım var. Sana göstermemi ister misin?" İri bal rengi gözleri merakla ışıldıyordu. Sağ elimi tuttu ve çekiştirdi. O çekiştirince bileğimdeki kesik sızlayıp gitmiş, yüzüm acıyla kasıldı ama toparladım kendimi.


"Oğlum bıraksana kızı. Nereden çıktı oyuncak göstermek?" Uzun ince parmaklar küçük çocuğun omzundan tuttu ve geri çekti. İnce, beyaz yüzlü kadın mahcup bir şekilde baktı gözlerimin içine. Yemekten önce tanıtmıştı kendini ama oralı olmadığımdan hatırlayamıyordum. "Sen kusuruna bakma Elif kızım. Benim oğlan yaramazdır."


"Ama anne arkadaş olmak istiyorum ne var ki?" Dudaklarını büzen çocuk bakışlarını annesine çevirdi.


"Aker sen gidip Seyhan ablanla oynasana. Bahçeye çıkmıştı o." dedi diğer yanıma oturan Dilan. Seyhan diye bahsettiği ikiz kardeşiydi. Ben hayatımda bu denli benzeyen ikiz ilk defa görüyordum. Resmen birbirlerinin kopyasıydılar.


"Ama anne Elif..." Aker'in dudakları daha da büzüldü.


"Kız yorgundur belki." dedi oğlunun omuzlarından tutan kadın hafifçe gülerek. Sesinden ima akıyordu. Çocuk kaşlarını çatıp küçük ayaklarını pat pat vura vura çıktı dışarı. "Bakma sen benim oğlana. Pek meraklı pek haylaz. Düğün bittiğinden beri seni sayıklıyor. Pek merak etti seni. Bakma kusuruna."


"Olur mu öyle şey?" dedim geldiğimden beri belki de ilk defa samimi bir şekilde. "Çocuk bu."


"Beğendin mi bizim çiftlik evini?" dedi yan tarafımda oturan Dilan merakla. Gözleri ışıl ışıl bakıyordu. Hafif bir gülümsemeyle geçiştirdim. "Atlarımızı gördün mü? Hepimizin ayrı ayrı atları var yenge."


Ömrü hayatımda belki de adımın yanına yakışmayan tek kelime olabilirdi bu 'yenge' kelimesi. Hiç kabul edilesi değildi. Yüzümdeki gülümseme hafifçe solarken tırnaklarımı batırdım avcumdaki yaralara.


"Gezdirdi mi abim sana çiftliği? Gerçi zaman bulamamışsınızdır ya." Ablasının uzanıp dizini dürtmesiyle toparladı kendini. "Yani gördün mü atları?"


"Gördüm." dedim kafamı ondan diğer tarafa çevirip. Bunaldıkça bunalıyordum. "Abimin atını da gördün mü?" Merakında ve sorularında epey ısrarcıydı. Susacak gibi görünmüyordu.


"Baran'ın atı pek kıymetlidir." Dilan'ın meraklı ve tek kişilik sohbetine Ümmü hanım da dahil oldu. Adını nihayet hatırlamıştım. Hüseyin ağanın küçük kızı, evin halasıydı.


"Yengeme göstermiştir ama?" Meraklı iri gözleri beni buldu. Eğer bana biraz daha 'yenge' derse çığlık atıp kaçacaktım buradan. "Gördün mü abimin atını?"


Eğer sabah sert rüzgar ölü bedenime nefes aldırırken üzerinde oturduğum attan bahsediyorsa evet görmüştüm.


"Gerçi abim onun yanına kimseyi yaklaştırmaz ama."


"Neden?" dedim bakışlarımı ona çevirip.


"Öyledir eskiden beri. Kimse onun atı 'Esmer'e el süremez kendisinden başka. Kimse binemez. Esmer de bunu bildiğinden yaklaştırmaz zaten yanına kimseyi." Bu sefer de Bircan abla dahil oldu söze. Oysa ben 'Esmer'le rüzgarı yarmıştım daha güneş tepeleri yeni aydınlatırken.


"Hah!" dedi diğer yanımda heyecanla Dilan. "Rojbin halam nihayet geliyor."


"Hayret..." diye mırıldandı karşımda oturan Ümmü hanım. "Nasıl gelmiş..." Kaşları şaşkınlıkla kalkmıştı havaya.


"Gel Elif istersen ben seni yukarı çıkarayım. Hem konağı gezdiririm ben sana." Bircan abla elini usulca elimin üzerine koymuştu ve bu hamlesi bileğimi tekrar sızlatmıştı. Onu başımla onaylayıp beraber ayaklanırken kapıdan giren Gülsüm hanıma çevrildi bakışlarımız hep birden. onunla birlikte sümbül kokusu da doldu içeri. Arkasında Dilan'ın bahsettiği halası Rojbin ve ona kopyası kadar benzeyen genç bir kız duruyordu.


Gülsüm hanımın bakışları memnuniyetsizlik doluydu ve tek tek dolaştı üzerimizde. Eliyle önüne düşmüş işlemeli şalının ucunu geri savurdu ve yürümeye devam etti. soğuk ve mesafeli bir kadındı. "Herkes işine baksın." dedi ağır aksanlı sesiyle. Bircan abla elini koluma çıkarmıştı o sırada. Sonra Gülsüm hanımın bakışları beni buldu. "Herkes." Bastıra bastıra çıkardı kelimeyi ve dönüp oturdu kadife işlemeli koltuğa.


"Gel Elif sen." Bakışlarımı ondan çekip kapıya doğru attım adımlarımı. Ama beni durduran bu sefer Rojbin hanımın eli oldu. Kolumu sert sayılacak bir şekilde kavramış beni kendine çekmişti hızla.


"Nereden geldiğini unutma gelin hanım." Sesi kısık ama baskılı çıkıyordu. Bakışlarım hemen onun arkasında duran kızla kesişiyordu. "Nereden ve ne için geldiğini unutma sakın."


"Merak etmeyin." dedim kolumu elinden hızla çekip. "Bozanların kızı nasıl unutur geldiği yeri?"


Alenen göz dağıydı onunkisi. Bu evde yerin yok, diken üstünde dur diyordu bana. Ama asıl diken üstünde durması gereken kendileriydi.


      

🔥


B Ö L Ü M   S O N U


NASIL BULDUNUZ BÖLÜMÜ?


SİZCE NE OLACAK BUNDAN SONRA?


DAHA YOLUN EN BAŞINDAYIZ. HER ŞEYİ YAVAŞ YAVAŞ YAŞAYACAĞIZ.


*Sümbül kokusu: Osmanlı kültüründe kokuları gücü epeyce kullanılmıştır. Hatta insanların anlatmak istedikleri çoğu şeye tercüman olmuşlardır. Sümbül kokusu da bir kayınvalide ya da validenin gelini ya da kızını uyarmak için kullandığı kokudur. 'Kendine çeki düzen ver, yanlışsın, seni uyarıyorum, dikkatli ol' gibi anlamlara gelir.


ELİF'TE KOKULARIN VE TÜRKÜLERİN GÜCÜNÜ BOLCA GÖRECEKSİNİZ. MEDYAYA EKLEDİĞİM ŞARKILARI DİNLEMEYİ İHMAL ETMEYİN.


BENİ BURADAN (seydnrgrsu) iNSTAGRAM : seydnrgrsu, elifwattpad_offical HESAPLARIMDAN VE TİKTOKTAN TAKİP EDİP EDİTLERE, DUYURULARA VE BÖLÜM TARİHLERİNE ULAŞABİLİRSİN.


BEĞENMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN. BEN SATIR ARALARINDAYIM.


SİZİ SEVİYORUM ALLAH'A EMANET OLUN

Loading...
0%