Yeni Üyelik
23.
Bölüm

Geçmişimin Bağı

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz


Bölüm epey epey uzun. Ben yazarken çok keyif aldım. bunun şerefine yıldıza basmayı ve bir sürü bir sürü yorum yapıp coşmayı unutmayın.


🔥


'GEÇMİŞİMİN BAĞI'


🔥


İnsan bir kuru yaprak misali savurgan, kırılgan ve alıngandı.


En kırılgan, en savrulmuş olduğum zamanım çocukluğumdu. 'Ölüm' gerçeğiyle yüzleşmiş yetişkin bir çocuktum o zamanlar. Acıyı öğrenmiştim. Bağıra çağıra ağlamak değil de boğazımda bir yumru olduğunu öğrenmiştim. O zaman avludaki kapıdan yeşil örtüye sarılı tabutta götürüyorlardı abimi.


Küsmüştüm her şeye. Gülmeye, yemeye, içmeye, oyun oynamaya ve en çok da abime.


'Hep yanındayım' diye verdiği sözleri tutamamış beni koca bir boşlukta bırakmıştı.


O beni boşlukta bırakınca da ben çabucak ve eksik büyümüştüm.


Küskünlüğüm bitmemişti, kalbimdeki boşluk geçmemişti ve kimse onun bendeki yerini dolduramamıştı. Zaten doldurulamazdı da.


Katı, gülmeyi unutmuş, gözlerimden ışık çekilmiş birine dönüvermiştim. Nefes alıyordum, yemek yiyordum, her zamanki işlerimi yapıyordum, okula bile gidiyordum. Ama her yere abimin eksikliği de geliyordu benimle.


Gözlerim geçtiğim sokakları tarıyordu acaba köşe başından çıkar mı diye. Okulun önünde beni beklemesini umuyordum her zil çaldığında.


Ama yok gelmiyordu.


O gittiğinde altı yaşım bitmiş yediden günler alıyordum ve birinci sınıfa başlamıştım. Harfleri bana o öğretmiş, adımı nasıl yazacağımı göstermiş, okulda nasıl davranmam gerektiğini sıkı sıkı tembih etmişti. 'Kimseyi üzme' nasihatleri ben okula gidince son buluyordu ama.


Çünkü haşere bir çocuktum. Teneffüs zilini süt bekleyen yavru kediler gibi bekler, zil çalar çalmaz da soluğu bahçede alırdım. On dakikalık teneffüste bahçenin altını üstüne getirir, her oyundan bir parçacık da olsa oynamaya çalışırdım. Çığlıklarım ve neşeli kahkahalarım okulun bahçesinden taa dışarılara taşardı.


Abime verdiğim uslu çocuk sözlerini tutamıyorum o yaşlarda ama her sabah içimden bir tek şeyi tekrar ederek çıkıyordum evden.


Doktor olacağım...


Doktor olup abimin kalbine bakacağım...


Doktor olup insanları iyi edeceğim...


Abimin elini sıkı sıkı kavrayıp okul yolunda giderken aklımdan geçen tek şey bu olurdu.


Ama bu sözümü de tutamamıştım...


"1... Abi mandalinlen poltakal kaldeş mi?"


"Ne?" derdi şaşkınca. Sabahları okula beni bırakmaya giderken saçma sorular yağmuruna tutardım onu. Aklıma ne geliyorsa ama ne geliyorsa sorar dahasını da sormak isterdim.


"Bence kardeşler."


"Poltakal mandalinin abisi mi?"


"Abisi tabi. Ondan daha büyük ya."


"Senin gibi mi?"


"Evet ay parçam benim gibi." Gülünce dünyamı güzelleştiren gözleri kısılırdı ve ben onun yanaklarında hafifçe oluşan çukurlara gülerek bakardım.


"Kedilerlen köpekler amca oğlusu mu?"


"Öyledir herhalde."


"Aynı senlen Devran abim gibi mi?"


"Aynı benle Devran abin gibi." Sorduğum bu saçma sapan sorulara hiç kızmadan cevap vermesi beni daha da cesaretlendirir, soru sorma isteğimi arttırırdı.


"Okulun duvarları neden sarı?"


"Öğretmenler okulda mı uyuyor?"


"Pastırma sucuğun arkadaşı mı?


"Gündüzler nasıl çuvala girer?"


"Füzeler yolunu nasıl bulur?"


"Astronotlar tükürdüğü ya da ağladığı için mi yağmur yağar?"


"Bulutlar yuvuşak mı?


"Sümüklü böcekler çok dondurma yedi diye mi sümükleri akar?"


"Sen hiç köbek balığısı gördün mü?"


Daha neler neler. Yol boyunca aklıma gelen her türlü mantıklı mantıksız şeyi sorabildiğim kadar sorardım. Okulun yol tam on dakika sürerdi ve ben on dakikaya onlarca soru sığdırırdım.


Ama asla şikayet etmezdi abim. Bir kere olsun gıkını çıkarmaz, 'bunlar da nasıl soru' demezdi. Aksine özenle, tane tane cevap verir merakımı gidermeye uğraşırdı.


"Ben büyüyünce doktor olabilcek miyim?" okulun kapısına gelince iri iri açtığım gözlerimdeki meraklı ışıltılarla sorardım son sorumu. O da dizlerinin üzerine eğilir, gözlerini benim gözlerimin hizasına indirip sıkıca tutardı omzumu. Dudaklarında büyük ve gururlu bir tebessüm oluşurdu o anda.


"Olacaksın ay parçam. Dünyanın en güzel doktoru olacaksın."


"Peki ya olamazsam..." Bu soruyu da bu günlerimi bilmeden istemsizce soruyordum. İçime doğuyordu belki de o yaşımda. Çünkü o zaman yaşıtlarımdan geri kalmaktan korkuyordum. Yaşıtlarımdan geri kalmamıştım ama hayat beni geri plana savurmuştu bu yaşımda.


"Olacaksın. Hem sen söz vermedin mi bana? Tutmayacak mısın abine verdiğin sözü?"


"Tutacağım! Dünyanın en en en iyi doktoru olacağım! Senin de kalbine bakacağım!"


Her gün verdiğim sözler, her gün ettiğim duaydı o yaşımda bunlar. Hem abime verdiğim sözler için hem de gerçekten istediğim için doktor olmak istiyordum. O küçücük yaşıma rağmen o kadar işlemişti ki bu duygu benim içime doktor olma isteğiyle yatıp kalkıyordum.


Mahallede oynarken cebimde hep yara bandı taşır, 'açılın ben bakarım' derdim düşen birine. Şilan'la oynadığımız evcilik oyunlarında bebekler mutlaka hastalanır ve ben üzerime geçirdiğim beyaz çarşafla doktor rolünü üstlenirdim.


"Ohooo daha çok değişir senin kafanda istediğin." diyen yengeme kaşlarımı çatar tek istediğimin doktor olmak olduğunu söylerdim.


Kafamda istediğim değişmemişti ama yaşadığım koşullar çok ama çok değişmişti. Belki de içinde olduğum düzen böyleydi ve ben hiç bilememiştim. Ama bu mesleğe olan aşkım da saygım da zerre azalacak gibi değildi.


Abim, hayatımın altı yılından fazlasında ama ömrümün en çoğunda benimleydi. Bugünkü 'Kamer' olmamda çok büyük katkısı vardı.


Ama ölüm rüzgarı diye bir rüzgar vardı. Sert, acımasız, yakan, üşüten, titreten ve sayamadığım onlarca şeyi olan ölüm rüzgarı. İnsandan sevdiklerini götüren...


O rüzgar abimi katmıştı önce önüne. Onu bizden savurmuş bizi de geride perperişan bırakmıştı.


Yedi yaşına yeni basan bir çocuktum onun cansız bedeni yeşil örtülü tabutla evimizin avlusundan çıkarılırken. Parmağında asker kınası, yüreğinde sevdasıyla o rüzgara kapılıp gidivermişti. Geride ise toza toprağa bulanmış bizler kalmıştık.


Ölüm acısını o yaşımda tattığımdan çocuk gibi olamamıştım o saatten sonra. Teneffüslerdeki neşeli kahkahalarım kesilivermişti. Sokağa artık oyun oynamaya çıkmaz olmuştum. Gülen suratım solmuş ve ben ölüm acısını yaşayan yetişkin bir çocuğa dönüşüvermiştim.


Anneme babama, misketlerime, bisikletime, Şilan'a, Azad'a, mahallede top oynadığım, ip atladığım arkadaşlarıma ve en önemlisi de abime küsmüştüm o dakika. Beni bırakıp giden abimdi ama ben onun gidişiyle tüm dünyaya küsmeyi farz kılmıştım kendime.


Tek bir şeye küsmemiştim. Okula...


Duygusuz bir robot gibi gidip geliyordum okula. Derslerde asla konuşmuyor ama anlatılanları dikkatle dinliyordum. Kafamı defterden kitapta kaldırmıyor, kimseyle de muhatap olmuyordum. Her şeyi herkesten önce öğrenme telaşındaydım.


'Endişeleniyorum' demişti öğretmenim. Evimize gelip kapının önünde tedirgince söylemişti bunu annemle babama. Saklandığım yerden dinlemiştim onun dediklerini. 'Dersten başka bir şey yok hayatında. Asla kimseyle konuşmuyor, arkadaşlarıyla arasında kalın duvarlar var, kimseyle oynamıyor, çağıranların yanına gitmiyor. Ödevlerinden başka bir şey yapmıyor. Ağzını bıçak açmıyor. Çok endişeleniyorum.'


Sonrası psikologlar, uzmanlar ve niceleri. Hatta yengemin hakkımda 'çok iyi bildiğim bir hoca var' söylemlerine bile ılımlı bakılmış ama sonra babam kesinlikle reddetmişti bu saçma öneriyi.


Normalmiş. Yasımı böyle yaşıyormuşum. Bu yaşta olabilirmiş.


Benim yasım bitmemişti ama. Nasıl bitecekti ki. Daha acının birine alışamadan bir diğeri gelivermişti. Hem de doğum günümde. Hayatımın iki direği beni bırakıp gitmişlerdi.


🔥


"Kemal?"


İsmi dudaklarımdan şaşkınlıkla dökülmüştü. Ne kadar olmuştu onu görmeyeli? Altı yıl? Belki daha çok...


Peki bu içime giren sızı neydi? Halbuki onu eskiden gördüğümde kelebekler uçmaz mıydı o sızının yerinde?


Neden gelmişti?


🔥


Aralık-2013


"Bir şey yeseydin ya Elif. Kızım kime diyorum ben? Aç acına gidiyorsun yine okula..." Çantamın içine kitaplarımı düzgünce koyarken annemin sesi geliyordu mutfaktan. Her sabah evimizde yaşanan klasik konuşma... Göz devirdim.


"Elif kime diyorum ben!"


Her sabah mutfakta annem telaşla bana bir şeyler hazırlamaya çalışır ama bir türlü yetişemezdi bana. Israrla her Allah'ın günü kahvaltı ettirmek için uğraşırdı.


"İstemiyorum!" Kafamdaki kırmızı bereyi düzeltip sabahın köründe düşmüştüm yine yola. Birkaç saatlik uykuyla duruyordum. Yine. Geç saate kadar matematik sınavına çalışmış en son kitabın üzerinde uyuyakalmıştım. Gözümü açtığımda ise uyuduğum ve uyandığım vaktin arasında çok da bir şey olmadığını görüp alelacele giyinmiştim.


"Elif..." diye mırıldanmıştı alt kata koşar adım inerken Şilan. Üzerinde garip desenli pijaması, daha tam açılmamış gözleriyle saçlarının arasını kaşıyordu. "Yine mi erkenden gidiyorsun?"


"Hı hı..." Çantamı omzuma geçirip ona bakmadan kapının önünde ayakkabılarımı giymeye başladım.


"Bekleseydin kahvaltı edip beraber giderdik." O da annem gibi her sabah bıkmıyordu bunu bana demekten.


Oralı olmadan ayakkabıları ayağıma geçirip fırlamıştım dışarı.


Bu alışkanlık haline gelmişti artık benim için. Her Allah'ın günü okul başlamadan yaklaşık bir saat önce evden çıkıp gidiyordum. Durağım belliydi. Göletin orası...


Her sabah evden çıkıp telaşlı adımlarla göletin oraya varıyor, sırtımı kuru zeytin ağacına yaslayıp içimden abimle konuşuyordum. Bazen de en sevdiği türküleri mırıldanıyordum. Yağmur çamur demeden, kar kış, ayaz umursamadan her Allah'ın günü yapıyordum bunu.


Bu da benim yas tutma biçimdi. Yıllardır...


Abim vefat ettikten sonra annem günlerce odasına kapanmıştı. Evde kimseyle konuşmamış, bir süre de varlığı abim gibi silinmişti ortalardan. Babamın gözlerinden yaşlar akmıyordu ama bembeyaz olan teni ve çöken göz altlarıyla onun da iyi olmadığını görebiliyordum. Annem yaşayan bir ölüyken, hele de yeni doğum yapmışken babam dimdik durup bizi sarmalamak zorundaydı.


Geceleri abimin okuduğu masalları artık titreyen sesiyle o okuyor, yeni doğmuş kardeşim Emir'le o ilgileniyordu. Ben zaten dünyaya küsmüştüm, kimseyle konuşmuyordum. Yani onun yükü hepimizden çoktu. Yas tutmuyor gibiydi ama o yasını böyle tutmak zorunda kalmıştı. Çünkü geride bizler vardık. Birilerinin bizi de sarıp sarmalaması gerekiyordu.


O yaşımda nasıl yas tutulur, kim nasıl yas tutar bilmiyordum. Gittiğim psikologlardan yas tutmanın dünyaya küsmek olduğunu öğrenmiştim. Ama babam küsmemişti. Ne annem gibi ne de ben gibi kimseye küsmemişti. O yasını, uyumayarak tutmaya karar vermişti. Ne zaman baksam çalışma odasının altından ışığı sızardı geceleri. Bir de kömür karası olan saçlarında beyaz teller belirmişti.


Her zamanki gibi evin arka sokağından dönüp kimseye görünmeden gidecektim gölete. İçimden geçenleri ona anlatacak kendimi rahatlatacaktım. Gerçi çok farklı şeyler olmuyordu hayatımda, ödevlerim sınavlarım ve derslerimden başka. Şilan'dan başka konuştuğum kimse yoktu. Bu soğukluğumdan ötürü de kimse benimle arkadaş olmak da istemiyordu.


'Çağırsak gelmez ki' olmuştu adım. Ya da 'O kimseyle konuşmaz' diyorlardı fısıltıyla.


Abime yas tuttuğumu biliyorlardı. Ondan bu derin üzüntüme de bir şey diyemiyorlardı.


Bir de çekiniyorlardı. Töreden çekiniyorlardı. Abimi alan kan davasından çekiniyorlardı. Ondan da pek bir şey diyemiyorlardı.


"Hooop hooop hooop!" Tam evin arkasındaki köşeyi dönüyordum ki dalgın bakışlarım karşıdan bisikletle geleni fark etmemiş ve ben bisikletin bana çarpmasından kaçamamıştım. Boylu boyunca yere serilirken bisikletteki de sapandan fırlayan taş misali bisikletin üzerinden fırlayıp ileri düşüvermişti. O hengamede tek gördüğüm tam önüme düşen bisikletin dönüp duran ön tekeri olmuştu.


"İyi misin?" yerden doğrulmaya çalışırken çamura bulanmış bir el uzanmıştı önüme.


"İyiyim..." diye mırıldanırken bana uzattığı eli es geçip kendi çabmla kalkmıştım yerden.


"Görmedim seni. Bir de frenim tutmadı. İyi misin? Bir şey oldu mu?" Üstüm başım hep çamura bulanmıştı. Dizlerim çamurlu suyla sırılsıklam ıslanmıştı. Başımdaki kırmızı bere bile kaymıştı.


"Sorun değil." Dedim ona bakmadan. Ellerimdeki çamuru nasıl gideririm diye uğraşıyor, ellerimi birbirine sürtüyordum.


"Al. Mendille temizle." Cebinden çıkardığı mendili uzatmıştı bana. Çatık kaşlarımın altındaki bakışlar önce mendili sonra da onun yüzünü bulmuştu. İnce, zayıf bir yüzü vardı. Bedeni de yüzü gibi zayıftı. Ama uzun boyluydu. Saçları kıvır kıvır ve alnına dökülüyordu. Benden tahminimce üç dört yaş büyüktü. Bizim okuldan değildi. Gerçi ben bizim okuldan kimi tanıyordum ki...


"Temiz mendilim. Merak etme. Hiç kullanmadım."


"Gerek yok..." Mendili almadan omzumdaki çantayı düzeltip geri geldiğim yola dönmüştüm.


"Seni biliyorum ben." demişti peşimden gelirken. Yerden bisikletini bir hamlede havaya kaldırıp yürümeye devam etti. "Sen şu her sabah göletin oraya giden kız değil misin?"


"Sana ne?" oralı olmadan tek elimle beremi düzeltip yürümeye devam ediyordum.


"Görüyorum seni ben her sabah. Bu saatlerde çıkıyorsun hep. Sonra da bu yoldan eski evlerin arasından gidiyorsun oraya."


"Sen kimsin!" dedim zank diye durup. Yüzü şaşkınlıkla afallarken ifadesini bozmadan gülümsemeye çalıştı.


"Kemal ben." Çamur olan elini sıkmam için bana doğru uzatmıştı. Sinirle çamurlu eline bakınca acele bir şekilde elindeki çamuru ceketine silip tekrar uzattı.


Oralı olmadan tekrar yürümeye devam ediyordum ki peşime takılmıştı yine.


"Beni tanımaman normal. Yeni taşındım buraya." Sanki sormuşum gibi kendi kendine bir muhabbet açmıştı.


"Sordum mu?" ona bakmadan sinirle atıyordum her adımımı.


"Keşke sorsan dedim içimden. Sonra da kendimi onaylayıp anlatmaya karar verdim. İyi yapmışım değil mi?"


Yine ona bakmadan adımlarımı eski evlerin ara sokaklarında atarken o da gıcırdayan bisikletiyle geliyordu arkamdan.


"Sizin evin karşısına taşındık biliyor musun? Geçen ay." Biliyordum o taşınma gününü. Epey gürültülü geçmişti. İki saat yükü getiren kamyoncuyla kavga edilmişti de amcam fırlayıp gitmişti en son 'ne oluyor' diye. Ama onu bilmiyordum. Hiç görmemiştim de.


"Sen hiç konuşmaz mısın?" demişti adımlarını hızlandırıp önüme geçerken. Şimdi geri geri yürüyordu.


"Konuşmam." Demiştim dişlerimin arasından.


"Bak konuştun!" gülüyordu. Hem de otuz iki diş. "Ben buralarda kimseyi tanımıyorum. Aslında buralıyız ama ben küçükken gitmişiz buralardan."


"Bana ne!"


"Arkadaş olmaya çalışıyorum."


"İstemez!"


"E komşuyuz ama. Komşuysak arkadaş da olmalıyız."


"Böyle bir kural mı varmış?" Burnumdan solumaya başlamıştım. Şimdi toprak yolda gölete doğru gidiyordum.


"Bilmem. Olmasın mı?"


Keşke olmasın deseydim o sabah... Keşke gölete gitmek için o yolu değil de başka yolu kullansaydım. Nereden bilebilirdim... Yıllarca kimseyle arkadaş olmayan ben nasıl olmuştu da onunla arkadaş olabilirim diye düşünmüştüm?


🔥


'Ne yani gerçekten buna inandın mı Elif? Bunun olabileceğine inandın mı?'


Kafamın içinde altı yıl önceki sesi aynı netlikte yankılanırken irkilip gitmiştim. Altı yıldır duymuyor, ne yapıyor, nerede ve nasıl bilmiyordum. Öğrenmemek için çabalar vermiş, kendimle türlü savaşlara girmiştim.


İşinde iyi bir mimar olduğunu, kendi işini başarıyla yürüttüğünü, sık sık yurt dışına çıktığını ve artık İstanbul'da olduğunu biliyordum ama. Zaten iyi olmasa şaşardım da. O her konuda iyiydi.


Onu karşımda görmeyi beklemediğimden afallayıp gitmiştim o gün. Üç gün geçmişti onu görmemin üstünden ama şaşkınlığımı bir türlü atamıyordum.


'Yanlış görmüşsündür' diyordu beynim avaz avaz ama 'Gerçekten oydu' diye araya giriyordu içimdeki sesim.


Oydu.


Vallahi de billahi de oydu.


Kanlı canlı bir şekilde oydu.


Ama değişmişti. Bu konuda yalan söyleyemeyecektim. O olduğunu anlamak için gözlerimi sımsıkı kapatıp tekrar açmam gerekmişti. Tekrar açınca da o olduğuna emin olmuştu tüm duyularım.


Her zaman uzun olan saçları kısalmış hatta kıvır kıvır değildi. İnce yüz hatları keskinleşmiş, hep zayıf olan bedeni artık irileşmişti. Ama gözleri... Aynıydı... Altı yıl öncesine kadar nasıl aynı bakıyorsa öyle bakıyordu. İfadesiz... Sevgisiz... Ama Kemal gibi...


"Elif kızım iyisin?" demişti arkamdan Fatma abla. Sabahın serinliğinde avluda tek başıma dikilmeme anlam verememişti. Konakta herkes uyuyordu. Kimse ayakta değildi. Bir de beni bu denli erkenden avluda dikiliyor olarak görmek epey şaşırtmıştı onu.


"İyiyim..." dedim normal bir şekilde. Gerçi sesim asla normal çıkamıyordu. Üç gündür adam akıllı uyuyamıyordum. Ya geç saate kadar terasta öylece dışarıyı izliyor ya da tüm gece pencerenin önünde tünüyordum.


"Betin benzin de atmış senin." Telaşlı ve paytak adımlarla gelmişti yanıma. Kilosundan ötürü böyle yürüyordu. Elini alnıma yerleştirdi. "Hasta gibisin." Bakışları artık tamamen iyileşmiş yaramın üzerinde olan elime kaymıştı bir yandan.


"Midem..." deyiverdim. "Bulandı da biraz. Temiz hava almaya çıktım." Midemin bulandığı falan yoktu. Geçmişim bulanmıştı benim geçmişiiiimmm...


"Miden? E ben sana kekik suyu vereyim. Rahatlatır seni o."


'Yok gerek yok' diyemeden hızlı paytak adımlarıyla mutfağa gidip bana kekik suyu hazırlamaya başlamıştı. Onu da ayrı seviyordum. Pek bir düşkündü bana. Allah başını ağrıtmasındı.


Üç gündür onu gördüğümü kimseye diyemediğimden içim içimi yiyip yiyip bitiriyordu ama daha fazla dayanamamıştım. Mutfağa geçip Fatma ablanın hazırladığı kekik suyunu yudumlarken Şilan'a mesaj atmıştım bir yandan. Leyla'nın orada olduğunu bildiğimden az sonra ikisine de çok önemli bir şey söyleyeceğim diye yazıp acele bir şekilde göndermiştim.


Fatma abla kahvaltıyı hazırlamama kesinlikle karşı çıkıp 'sen hastasın' deyip her ayaklanışımda geri oturtmuştu.


"Bari kahvaltılıkları taşıyayım masaya." Dedim en sonunda. Ama kafasını geri doğru olabildiğince atıp ona da hayır demişti.


"Katiyen olmaz. Elleme sen sakın bir şeyi. Kaldırma sakın tepsi falan." Çay bardaklarını koyduğu tepsiyi alacak olmuştum ama hızla bıraktırmıştı geri. "Ruken'le ben ne güne duruyorum."


Dediğini de yapmıştı. Elimi bir şeye sürdürmeden tüm masayı Ruken'le birlikte hazırlamıştı.


"Ne yapıyorsun Elif?" demişti tüm sofrayı kurduğunda. Ne yapacağımı bilemediğimden masanın üzerinde bulduğum limonu doğruyordum küçük tabağa. Belki ekşi bir şeyler yersem içimdeki bu saçma endişenin bastırılacağını düşünmüştüm.


"Limon... Canım çekti de sabah sabah."


"Ee ben doğrayaydım. Sen bırak." Elimden alacak olmuştu ama izin vermemiştim buna.


"Aa!" dedi o sırada arkamda Berfin tülleri makinadan beyaz çıkmayan kadın misali. Elindeki büyük bir tepsi börekle girmişti içeri. "Ne yapıyorsun sen?"


"Limon?" dedim ona doğru dilimlediğim limonu kaldırıp. Sanki atom bombası yapıyormuşum gibi tepki vermesi de bir garipti.


"Onu sofraya koymayı düşünmüyorsun herhalde?"


"Niye?" dedim tek kaşımı kaldırıp. Limonlar sofraya konulamaz diye bir kural mı vardı?


"Niye mi? Baran limonun olduğu sofraya asla oturmaz!" Gözleri iri iri açılırken hesap sorar bir ifade takınmıştı. Peki bunlardan limonlara neydi?


"Yani?" dedim elimdeki dilimi sertçe tabağa bırakıp.


"Yani mi? Yani mi Elif? Nefret eder limondan! Kokusuna, görüntüsüne tahammül bile edemez! Olduğu sofraya oturmaz bile. Ne o yoksa bilmiyor musun?" Dudaklarına tuhaf ve sinir bozucu bir gülüş yerleşirken tabaktaki dilimlenmiş limonlarla bakışmıştım öylece. Limon nasıl sevilmezdi ya? Allah'ın yarattığı güzelim limon...


Sabırlarım sağolsun Berfin tarafından sınanarak başlamıştım güne. Ama benim derdim bambaşkaydı.


Bir an önce kahvaltı faslı bitsin de gidip kızlara anlatayım diye saniyeleri sayıyordum duvardaki büyük guguklu saate baka baka.


"Baran yine mi konakta değil?" Rojbin hanım yine kurulmuştu masadaki sandalyesine. Her sabah mutlaka maaile geliyorlardı. Zaten gelmediklerinde tuhaf geliyordu insana. Yokluğu varlığından daha kolay fark edilip dikkat çekiyordu. Radarı ise her daim açıktı.


"Garajda." diye kısaca geçiştirmişti onu yan tarafımda oturan Bircan abla.


"Ee niye gelmedi sofraya? Berfin o kadar börek yaptı ona." O öyle deyince masada oturan herkesin bakışları Berfin'in hemen önünde duran büyük börek tepsisine kayıvermişti. Dilan'ın imalı bakışları önce ablasını sonra beni bulurken dudakları hafifçe kıvrıldı.


"İşi varmış." dedi Bircan abla. "Ama Murat yer börekten. Bak sen seviyordun bu peynirlileri." Berfin'in somurtan yüzüne oralı olmadan büyük bir dilim çıkarıp kocasının tabağına koymuştu. Bense sadece ve sadece önümdeki limonu kemiriyordum.


"Gelmez tabi." Diye başlayan cümlelerini kimse cevap vermese bile 'Niye gelsin ki', 'Yazık oldu çocuğa' cümleleriyle sürdürmüştü.


Kahvaltı bitsin diye saniyeleri bile saydığımdan şişecek gibi olmuştum da nihayet herkes yemesini içmesini bitirmişti. Hiçbir şeye ve hiçbir kimseye bakmadan koşar adım çantamı ve ince ceketimi kapıp kapıya yöneldim.


"Gelin hanım?" diye durdurmuştu tam ben büyük kapıya hızlı hızlı adımlarken Tayyar abi. Evin her şeyinden sorumlu, kapıda bekleyen adamların başıydı. Orta yaşlı, biraz uzun ve kalıplı bir adamdı. Sert bakışları ve sert bir sesi vardı. Bana kalırsa az biraz da ürkütücü biriydi.


"Tayyar abi?" dedim ben de ona doğru. Sesim neden böyle cılız çıkıyordu ki?


"Bir yere mi gidiyorsunuz?"


"Evet. neden sordun?" Ben öyle deyince elini cebine atmış ve telefonunu çıkarmıştı.


"Ağama haber vermem lazım." Dedi bakışlarını telefona çevirip.


"Neden?" dedim anlamaz bir şekilde. Kim kime neden haber veriyordu ya...


"Ben öyle emir aldım." Dedi şaşkınlığımı biraz daha katlayıp.


"Öyle emir aldın?" dedim emin olmak ister gibi. Kafasını 'evet' der gibi sallayıp telefonu kulağına götürmüştü. Ama bu da hiç olmuyordu. Ben kimseden bir yere gitmek için izin alacak biri değildim. Bunu daha kaç kere anlatacaktım ona. Hem o kimdi be! O kimdi!


Sinirli adımlarım gerisin geri döndü. 'Garajda' demişti Bircan abla.


O kimdi de ben ondan izin alacaktım!


O kimdi de beni kısıtlıyordu!


O kimdi de ben gideceğim yeri ona söylemek zorundaydım!


Kır kafasını! dedi içimdeki öfkeli ses.


"Sorarım ben sana!" dedim kendi kendime garaja doğru büyük ve öfkeli adımlarla. "Neredesin!" dedim sinirle içeri dalıp. Ama öfkeden bakışlarım bulanık görüyordu. Hızlı hızlı ve nefes nefese bakıyordum etrafa.


"Ne o şimdi de kafamı mı yarmaya karar verdin?"


"Ne diyorsun sen be!" dedim ona doğru. İlerideki sadece gövdesi ayakta olan motorun altında eğilmiş bir vaziyette duruyordu.


"Onu diyorum. Elindekini."


Hışımla içeri daldığından ve tüm bedenimi titreten bir sinir bataklığında olduğumdan avcumun içinde sıkı sıkıya tuttuğum İngiliz anahtarını o demese fark etmeyecektim.


"Ne?" dedim şaşkınca. Avcumun kendini yeni belli eden İngiliz anahtarına çevirdim öfkeli bakışlarımı. Ben onu ne ara almıştım ya?


"Bu sefer ıskalama şansın olmasın dedin sanırım. Kafadan çözeyim mi dedin?" Eğildiği motorun altından kalkarken ellerini üzerindeki eski önü açık gömleğe sildi. Biraz şaşkınlık fazlaca sinirden dediğini yeni yeni idrak ederken elimdeki anahtarı hızlıca yan tarafımdaki masaya koymaya çalıştım ama elim masanın üzerindeki motor yağı kutusuna çarpmış yağ tüm masaya oradan da yere dökülüvermişti.


"Ay!" dedim korkuyla karışık. O an tüm öfkemi unutuvermiştim.Ve dünyanın en saçma hareketlerinden birini yapıp yere dökülen yağın altına avuçlarımı açıp dökülmesine engel olmaya çalıştım. "Tutamıyorum ben bunu!" dedim avuçlarımdan sızan yağa bakıp.


"E tutamazsın tabi. Bırak."


"Ne yapacağım ben bunu?" üzerim kollarım hep motor yağına bulanmıştı. Avcumun içindekini dökülmesin diye dikkatle tutuyordum.


"Koy kutusuna geri ziyan olmasın."


O böyle deyince devrilen kutuya çevirdim bakışlarımı.


"Düzeltir misin koyayım?" Hafifçe gülerek kafasını iki yana salladı. "Ne!" dedim sabırsızca. Parmaklarımın arasından sızıyordu hep yağ. "Dalga geçiyorsun!" Avcumdaki yağı sinirle üzerine doğru attım. "Niye dalga geçiyorsun! Nerede şu İngiliz anahtarı!" Sinirle masanın üzerine attığım İngiliz anahtarına uzanmıştım ki ayağımın kaymasıyla yalpalamam bir olmuştu. Yağlı ellerine aldırmadan beni kollarımın altından tuttu ve hızla masanın üzerine oturttu. Açık gömleğinin düğmesine takılan saçlarımı yavaşça çekip geri çekildi.


"Ha illa kararlısın kafamı kırmaya?"


"Evet!" dedim. "Eğer beni kısıtlandırırsan tek kırdığım şey kafan olmaz!"


"Kısıtlandırmak?" dedi tek kaşını havaya kaldırıp.


"Evet kısıtlandırmak! Sen kimsin de benim nereye gidip gidemeyeceğimin hesabını sana vermek zorunda kalıyorum!" Tüm sinirim yine hücum etmişti tepeme


"Hesap?" dedi bu sefer de. Tek kelimelik sorularla dediğimden ne anlamış olabilirdi acaba!


"Adamların çıkarmıyor beni dışarı! Ben sana hesap vermek zorunda mıyım!" yerler hep yağ olduğundan oturduğum masadan inemiyordum ama el kol yapıyordum anca. Sanki masadan insem yakasına yapışabilecektim ya... Göz devirdim içimdeki sese...


"Kime hesap veriyormuşsun sen?" dedi masanın üzerindeki bir kutudan eline beyaz tuza benzeyen bir şey döküp. Ellerindeki yağları ovalamaya başlamıştı.


"Dalga mı geçiyorsun sen! Dışarı çıkmam için senden izin almam lazımmış ya!"


"Kim dedi bunu sana?" dedi bana doğru dönmeden. Eline bir bez alıp lekeleri ovalamaya başladı.


"Kim diyecek! Kapıya diktiğin Tayyar abi! Ağama haber vermem lazım diye açmadı kapıyı!"


"Ben kimseye böyle bir şey demedim. Yanlış anlamışsın."


"Ben anlayacağımı anladım! Hem sen kimsin de ben senden izin alıyorum ki! Sen kim oluyorsun da beni kısıtlıyorsun! Kimsin yani!" Elimi sertçe üzeri yağ olmuş masaya vurdum.


"Bak kapıdaki kimseye ben bir şey demedim ama bence sen sataşacak yer arıyorsun." Yandan kısa bir bakış atıp tekrar ellerini silmeye dönmüştü.


"Hee evet! Ben sataşacak yer arıyorum! Sana daha önce de dedim! Beni kısıtlayamaz, bana karışamazsın!"


"Karışan falan yok sana." Elindeki bezleri masaya bırakıp geri motora doğru yürüdü. Ben burada kime bağırıyordum acaba!


Dikkatle masadan inip ona doğru yürüdüm ben de. Her yerim yağ olmuştu. Bu motor yağı nasıl çıkardı bilen var mıydı??


"Senden izin alacağımı kim söyledi ya!" dedim sinirle ama adımlarım onun pat diye arkasına dönmesiyle durmak zorunda kalmıştı.


"Bak kapıdaki adamlara böyle bir şey demedim. Kim dedi bilmiyorum. Ortalığın canına okuduğun yetmedi bir de bağırıyorsun avaz avaz." Sakince hem de epey sakince söylemesi sağolsun sinirimi epey katlamıştı.


"Kaç kere daha senden izin almayacağımı söyleyeceğim ben!" dedim sertçe omzuna vururken. Ama anında yakalamıştı bileğimi.


Kafa at dedi içimdeki ses. Şöyle tam suratının ortasına. Okkalı bir kafa at.


O nasıl olacaktı? Kafasıyla kafam arasında epey mesafe vardı.


"Elif? Baran?" dedi geriden Bircan abla. "Buradaymışsın. Ben de seni arıyordum da..." dedi biraz afallamış bir ifadeyle.


"Efendim abla." dedim bileğimi sertçe onun elinden çekerken.


"Gelin hanım!" dedi hemen onun arkasına nefes nefese gelen Tayyar abi. "Ağama sordum da gidebilir dedi."


"Hangi ağan?" dedim şaşkınca geri dönüp.


"Hüseyin ağam gelin hanım. Kimin nereye gittiğini, gidilen yerlerden haberinin olmasını tembih etti. Ondan çıkaramadım seni. Kusura bakma."


"Tamam..." diye mırıldanıp yiğitliğe bok sürdürmeden kapıya doğru yürüdüm. Sinirle ay kuyruğu yaptığım saçlarımı sıkıştırdım.


"Nereye gidiyorsun Elif? Ben de yanına geliyordum ama." Bircan ablanın şaşkın bakışları hepimizin arasında dolaşıyordu.


"Anneme..." Yanından geçip gidecekken sinirle arkaya bir bakış daha attım.


"Yalnız böyle gitme istersen." Dedi baştan aşağı beni süzüp. "Her yerin yağ olmuş." O böyle deyince bakışlarım siyah siyah motor yağı olan krem bluzuma çevrildi. Sinirle tekrar bir bakış attım arkaya. 'Tamam' der gibi kafamı salladım Bircan ablaya.


Evin her köşesinden bir şeylere karışan birileri çıkıyordu sağolsunlar ki.


"Eliiif." Dedi ben pat pat geri konağa doğru yönelmişken elinde börek tabağıyla Berfin. Böreksiz yapamıyordu bu da. Ortalarda yoksa bilin ki börek açmakla uğraşıyordu. Muazzam bir börek döngüsü içindeydi. Allah börek olan hamura sabır versindi. "Bu ne hal?" Beni görünce kaşları çatılıvermişti. Bakışları motor yağı olmuş üstümde dolaştı.


Bana sabırlar şarttı. Gökten sabır yağarken şemsiyemi ters açmak farzdı.


🔥


"Sen ciddi olamazsın!" dedi Leyla ağzındaki çayı püskürtmekten son anda kendini alıkoyup. Gözleri fal taşı misali açılıvermişti.


"Yanlış görmüş olmayasın?" diye günlerdir kafamda dönüp duran soruyu yineledi bu kez Şilan. Ah ben onu üç gündür soruyordum kendime.


"Eminim. Oydu." Dedim yıkık bir ifadeyle.


"Nasıl ya!" dedi şaşkınlığını zirveye taşıyan Leyla. "Ne işi var onun burada!"


"Adam buralı sonuçta Leyla. Memleketi..." diye mırıldandım oturduğum yerde büzüşüp.


"Ne bileyim kuzucuğum? Yıllardır bir kere bile gelmedi demediniz mi? Hani bu adamın ömrü yılın altı ayı yurt dışında kalan altı ayı da İstanbul'da geçiyordu. O kadar sene İstanbul'da bile karşılaşmadık kendisiyle."


Haklıydı Leyla. Aramız iyice sıkılaştıktan sonra bir gece beni onun fotoğraflarına bakmaya çalışırken yakalamıştı ve o dakikadan sonra bu sırrıma ortak olmuştu Şilan'la birlikte. Hakkındaki detaylı bilgileri de engin internet becerisiyle bulup çıkarmıştı. Nerede yaşıyor, ne iş yapıyor, ne zaman ülkeye gelip gidiyor. Hatta İstanbul'da iş yaptığı şirketleri bile bulmuştu.


"Ee ne konuştunuz başka? Ne dedi? Seni gördüğüne şaşırdı mı? Ne tepki verdi? Nasıl davrandı? Ne yaptı?" Milli sorularını nefessiz bir şekilde sıralayan Leyla'ya 'bir dur artık' bakışı attım.


"Ne konuşacağım onunla!" dedim ters ters. Onunla asla konuşmayacağımdan değildi. Gerçekten ne konuşacaktık? Konuşacak bir şeyimiz yoktu. Belki de konuşacak hiçbir şeyimiz olmamıştı o kadar sene.


"Yani kuzucum..." dedi hemen alttan alttan. "Ne bileyim bunca yıl sonra karşılaştınız. İnsan bir iki bir şey eder? Bunca zaman nasıl olduğunu sorar."


"Bırak! Yüzü mü var sormaya! Keşke orada suratının ortasına vursaydın bir tane!" dedi Şilan Leyla'nın aksine üstten üstten.


"Ama olur mu kuzucuğum..." dedi bu sefer de ona doğru. "Bunca zaman sonra..."


"Bunca yıl neredeymiş aklı!" diye çıkıştı Şilan. Elindeki çay bardağını çarparak koymuştu masanın üzerine. "Hiç bakmayın valla zaten haz etmiyordum kendisinden iyice nefret ettim."


"Şilan haklı." Dedim Leyla'ya dönüp. "Konuşmamak, hatta bir daha karşılaşmamak en iyisi. Bu konuyu da uzatmak istemiyorum daha."


"Kız Eliiiff!" Zaten konuyu kapatamasak bile yengem afili girişiyle kapattırmıştı sağolsun. "Hiç geliyorum gidiyorum diyor mu şuna bak."


"Hoş buldum yenge." Dedim yerimden kalkmadan. Ezo da arkasından girmişti aynı yengem gibi salınarak. Kısa bir 'hoş geldinle' geçiştirdi beni.


"Ne ara geldin? Hiç haber vermiyorsun gelip gittiğini."


"Yeni geldim." Annem de elindeki bana özel hazırladığı tabakla girip tam yengemin yanına oturmuştu.


"Al kızım. Hepsi bitsin bunların." Çeşit çeşit böreklerin, poğaçaların, kurabiyelerin olduğu büyükçe bir ttabak hazırlamıştı. "Size de var içeride kızlar. Getireyim istersiniz?"


"Yok Zehra teyzem. Vallahi Mardin'e ne zaman gelsem sayende on kilo alıp geri dönüyorum."


"Kaşık kadarsınız hepiniz. Hele Elif daha da bir zayıflamış."


"Anne..." dedim küçük bir serzenişle. Geldiğimden beri durup durup 'benim yavrum çok zayıflamış' diye gözlerindeki yaşları siliyordu. Ah canım anam... Ah bir de başıma gelenleri bir duysaydı. Aman duymasındı. Allah korusundu.


"Vallahi damadı hiç getiremedin soframıza. Ağırlayamadık doğru düzgün." Dedi yengem. Ağzına önündeki tabaktan bir kurabiye atmıştı. Kendine dik dik baktığımı görünce de "Hiç bakma öyle. Yalansa yalan deyin. Ne biz onlara ne de onlar bize geldi. Kaç oldu şunun şurasında. Millet ne diyecek sonra arkamızdan."


"Ne derlerse desinler." Dedi annem sertçe. Buz gibi bir rüzgar olup esmişti bakışları yengeme doğru.


"Aaa!" dedi Şilan acele bir şekilde araya girip. "Sen bilmiyorsun Elif. Hala oluyorum ben!" Bakışlarım şaşkınca Ezo'ya dönerken yanakları kızarmış mahcup bir gülüş oluşmuştu yüzünde.


"Yaa..." dedim sevinçle. "Tebrik ederim Ezo. Allah analı babalı büyütsün inşallah." Kollarımı ona dolayıp sıkı sıkı sarıldım.


"Sağol Elif. Darısı başına." Gülüşüm yüzümde eğretileşirken yerime oturdum geri.


"Ya ya darısı başına. Vallahi elini çabuk tut Elif." Dedi yengem tümüyle bana dönüp. "Ağa oğlunun kucağı boş konmaz."


"Ablaaa..." annem dişlerinin arasından küçük bir uyarı yapmıştı ama yengemi tutabilene aşkolsundu. Açmıştı bir kere ağzını. Sıkmalıydı iyice canımı.


"Ne ablası Zehra! Hiç bakma öyle. Yalansa yalan de. Koskoca ağa oğlunun kucağı boş mu kalırmış. Sonra bir bebek veremedi diye alıverirler üzerine kumayı görürsünüz."


"Ay ne diyor annen Şilan!" Dehşetle açılmıştı Leyla'nın bakışları.


"Ne diyecek boş konuşuyor." Dedim mırıltıyla.


"Valla benden demesi Elif. Koca aşiretin de gözü üzerinde bilesin. Zaten Baran'ın başa geçmesini dört gözle bekliyorlar valla bebeksiz bırakırsan Allah yardımcın olsun." Yüzündeki o fazla bilmiş ifade tam boğazıma bir yumru olup oturmuştu. Diyeceklerimin hepsi dilimin tam ucunda diziliydi. Derin bir nefes aldım. "Geçen seni köye de götürmüşler. İyice insanları beklentiye soktun. Ben elini çabuk tut derim."


"Yeter abla. Sırası mı şimdi bunun. Canını sıkabildiğin kadar sıktın." Annem sinirle çıkışmıştı.


"Ne dedim canım." Dedi yengem tüm rahat tavrıyla. Ne demişti canım aaa...


"Yarın..." dedi annem yengemi es geçip kendini toparlayarak. "Malum babanın ölüm seneyi devriyesi..." Sesi tizleşivermişti bir anda. Boğazındaki yumruyla konuşmasının ona ne kadar acı verdiğini tahmin edebiliyordum. Zira o yumrunun aynısından bende de vardı. "Kur'an okutalım diyorum ben."


"İyi düşünmüşsün." Dedim hafif bir tebessümle. "Çok iyi düşünmüşsün."


"Ben ayarladım her şeyi. Kızlar da sağ olsun yardım ettiler." Minnettar bakışlarım Şilan ve Leyla arasında gitti geldi. Zaten Leyla bu günü bekliyordu, biliyordum. İstifa edeli epey olmuştu. İstese dönebilirdi ama bu günde yanımızda olmak istiyordu. Her sene olduğu gibi.


Ellerini minnetle sıktım ikisin de.


"Ben yarın erkenden gelirim yardıma." Dedim oturduğum yerden ayaklanıp. Hazan mevsimi, ölüm mevsimiydi benim takvimimde. Kayıplarımın, benden gidenlerin mevsimi.


"Bak sen benim dediğimi dinle." Diyordu yine yengem arsız arsız. Sanki nasıl evlendiğimi bilmiyor gibi bir de akıl vermesi yok muydu ah o akıl vermesi.


🔥


Konakta akşam yemeği yenmiş, kahveler içilmiş, herkes kendi kabuğuna çekilmişken ben mutfakta Bircan ablayla hem çay demliyor hem de sohbet ediyordum. Dilan ve Seyhan da mutfak masasında hangi pastanın daha lezzetli olduğunu tartışıyorlardı.


"Yarın çarşıya çıkalım diyorum." Çayı benim bardağıma doldururken sorar bir bakış atmıştı.


"İyi olurdu da ben yarın anneme söz verdim. Oraya gideceğim." Dedim doldurduğu çayımı önüme çekerken.


"Ya..." dedi başını yana eğip. "Murat yarın Cihan'la şirkete gidecek de. Ben de seninle şöyle bir çarşıya çıkıp biraz dolanalım diyecektim."


"Bir dahaki sefere." Dedim.


"Biliyor musun?" Bakışlarında bu akşam başka bir parıltı vardı. Heyecanla dudaklarını dişliyordu. Bana doğru eğilip sesini kıstı iyice. "Murat buraya dönebilir."


"Nasıl?" dedim ben de onun gibi kıstığım sesimle. Gözlerim iri iri açılmıştı.


"Tam belli değil ama Baran onu sanırım bizim şirkete alacak. Sabah sana onu demeye geliyordum. Dün çalışma odasında konuşurlarken duydum."


"Gerçekten mi?" Benim de yüzümde geniş bir gülümseme oluşuvermişti.


"Evet. istersen burada bir pozisyon ayarlayalım diyordu Baran ona. Düşünsene Elif hiç gitmeyecek, hep burada olacak. Ayrılmayacağız bir daha." Heyecanla elimi kavramıştı.


"Bu çok iyi bir haber. Çok sevindim."


"Hişşş" dedi işaret parmağını dudaklarına bastırıp. "Kimse bilmiyor daha. Tam kesin değil. Ama Baran dediyse olur bu iş."


"E hadi hayırlısı olsun." Dedim ellerini sıkıp. Onun eşinden ayrı kaldığı her Allah'ın günü nasıl acı çektiğini, neler yaşadığını biliyordum.


"Sen söyle yenge çikolatalı mı yoksa meyveli mi?" diye daldı muhabbetimizin arasına Dilan.


"Ne?" diyebildim.


"Doğum günü pastası nasıl olmalı sizce? Hangisinin görüntüsü daha iyi olur? Çikolatalı mı meyveli mi?"


"Ne alaka ya?" diye hafifçe vurmuştu Seyhan kafasına. "Ya bu öyle bir şey mi ya!" Bezgin bir ifade vardı suratında.


"Ne var ya?" Elini kardeşinin saçına atıp hafifçe çekti. "Sorduk Allah Allah! Sence yenge? Hangisinin görüntüsü daha iyi?"


"Senin neyi sevdiğin önemli değil mi? Sonuçta sen neli seviyorsan onlu olmalı pasta? Haksız mıyım?" Bakışlarımı onay almak için Bircan ablaya çevirdim. O zaten bu saçma muhabbete burun kıvırarak bakıyordu.


"Öf size de sorulmuyor..." diye mırıldanıp geri elindeki telefona çevirmişti bakışlarını.


"Sen adam akıllı bir şey sorsan adam akıllı bir cevap alırsın. Ama senin mal soruların..." Seyhan muazzam şekilde göz devirdi kendisine. Ama oralı olmadı Dilan.


"Allah aşkına doğuum günümüze pasta seçiyoruz şunun şurasında..." tam oralı olmadı diyordum ki dirseğini sertçe geçirdi ikizine.


"Bak seni yolarım!" dedi Seyhan hiç de nazik olmayan bir tavırla. Az sonra büyük bir kavga çıkacaktı.


"Aman sizde..." diye hayıflandı Bircan abla. "İki ay var daha. Neyin kavgası bu Allah aşkına? Çocuk gibisiniz." Ama ikisi de oralı olmadı. Birbirlerini ite kaka telefondan pasta seçmeye devam ettiler.


"Yenge?" dedi Çayımdan son yudumu alırken Dilan. "Senin doğum günün ne zaman?" Meraklı bakışları bana dönmüştü. Sorduğu soru tam göğsümün ortasına bir taş olup otururken hafifçe yutkunmaya çalıştım.


"26..." diye mırıldandım.


"Hangi ayın yirmi altısı ama?"


"Eylül..." Altı yıl öncesine kadar eylülün yirmi altısıydı. Ama altı yıldan beridir takvimim hep yirmi beş eylülden yirmi yedi eylüle atlar olmuştu. Benim bir yılım üç yüz altmış dört gündü. Yirmi altı eylül yoktu benim takvimimde.


"Aa!" dedi yanı başımdan Bircan abla. "Yarın ya senin doğum günün."


Genzimde müthiş bir yanma vardı. Benim doğum günlerim on dokuz yaşımda, babama birlikte toprağın altına gömülmüştü. O yüzden doğum günü falan yoktu. Benim için de yarın eylülün yirmi altısı değildi.


Bir şey demeden hızlı adımlarla merdivenlere yöneldim. Ağlamayacaktım. Ağlarsam duramam biliyordum çünkü. Şimdi olmazdı. En azından kafamı yastığa koymadan, birinin görmeyeceğinden emin olmadan ağlamayacaktım. Hem babam da istemezdi ağlamamı.


Hızlıca odaya çıktım.


Banyodan takır tukur sesler geliyordu. Kapısı açıktı. Yavaş adımlarla banyoya doğru ilerledim.


"Sen benim eşyalarımı mı karıştırıyorsun?" Bakışlarım banyoda onu öyle görünce fal taşı gibi açılmış daha sonra kaşlarım hızla çatılmıştı.


"Ne alakası var?" dedi ters bir tonla. Ama buradan bakınca pek alakası yokmuş gibi görünmüyordu.


"O elindeki benim losyonum yalnız. Karıştırmıyorsan sende ne işi var?" Parmaklarının arasında duran açık mavi renkteki şişeyi burnunun önünde tutuyordu.


"Ortalığa atmışsın bunları. Senin dağınıklığın yüzünden kendi eşyalarımı bulamıyorum."


"Dağınıklığım?" dedim abartılı bir şaşkınlıkla. Bana her şeyi diyebilirdiniz ama dağınık asla. Hayatım boyunca dağınıklığın kenarından bile geçmemiştim ben. Muazzam bir düzenim, düzensizliğe mükemmel bir nefretim vardı. Obsesife yakın sınırda düzenin vücut bulmuş haliydim.


"Evet dağınıklığın. Her şeyin ortada. İstediğim şeyleri bulamıyorum bunlar yüzünden." Bunlar yüzünden diye bahsettiği aynanın önünde duran bir şişecik, küçük bir şişecik losyonumdu hepsi bu. Benim yasemin kokulu losyonum... Yıllardır değiştirmediğim ve asla değiştirmeyi düşünmediğim, kokusu benimle bir bütün olan losyon. Babamın beni 'yasemin kokulu kızım' diye sevdiği losyonum...Her sabah sürdüğümden sürekli elimin altında olması gerektiğini düşünüyordum. Yılların alışkanlığıydı. Ayrıca açık raflarda maşallah onun eşyaları doluydu. "Zıvırık zıvırık şeyler..." diye gevelendi ağzının içinde.


"Etrafına bir baksan aslında bu kadar şeyin benim değil de senin olduğunu görebilirsin. Ayrıca ben hiç dağınık değilimdir. Kendinle karıştırma beni!" Ben öyle deyince bakışlarını yavaşça yana çevirip bakmıştı. Ama oralı olmadı. Elindeki losyonumu da burnunun ucundan çekmedi. Kafa falan mı bulmaya çalışıyordu onunla ne yapıyordu Allah aşkına? Şu lipgloss koklayıp kafayı bulan küçük kız gibi duruyordu.


"Bıraksana şunu!" dedim sertçe. Almak için ona doğru hamle yapmıştım ama benden hızlı davranıp sertçe mermerin üzerine bıraktı. O öyle sertçe çarpınca da birazı mermere sıçrayıvermişti. "Çattık ya..." diye söylene söylene çıktım banyodan. Her fırsatta sinirimi bozacak bir şey illa yapabiliyordu. Yapamasa da sinirimi bozuyordu. Genel olarak bir sinir bozuculuğu vardı. Varlığı, sinir bozmaya yetiyordu. Sinirin ta kendisiydi. Sinirdi. Sinir!


"Asıl sen bırak şunu." dedi geriden sinir boza boza. Derin bir nefes alıp ona bakmadan yastığı düzeltmeye devam ettim. "Saçma sapan nevresimleri sermişsin yine."


"Saçma sapan?" Nevresimler bizim suçumuz nedir diye şaşkınca bakınırken ben de nevresimlerle aynı şaşkınlıkta olan bakışlarımı çevirdim ona. Sabah evden çıkmadan sermiştim şimdi mi diyordu bunu Allah aşkına?


"Çiçekli çiçekli ne bu? Ben kendi yatağımda böyle şeyler istemiyorum." dedi en ters tavrıyla. Pardon her zamanki tavrıyla. Sıradan halleri. Alıştık mı? Bu da soru mu?


"Bunun tartışmasını daha yakın bir zamanda yaptık seninle. Bu yatak sadece senin değil." İşaret parmağımı sertçe yatağa çevirdim. Sonra aynı sertlikle banyoyu işaret ettim. "Bu banyo da!" Kollarımı iki yana açtım. "Bu oda da! Ortak kullanıyoruz neyi anlamıyorsun!"


"Benim odam!" dedi aynı terslikte. Sanırım sesim önümdeki görünmez süzgeçten ona ulaşamıyordu. Ya da ben gerçekten görünmezdim. Başka açıklaması var mıydı. Noooo...


"Ortak kullanıyoruz!" diye düzeltme girişiminde bulundum.


"Benim yatağım! O yüzden serme şu çiçekli böcekli şeyleri! İstemiyorum!" Beş yaşında olabilir miydi? Belki birazdan 'paylaşmak istemiyorum' diye ağlayabilirdi. Belki de akşamları ağlayarak günlüğüne de yazıyor olabilirdi. Kafamda saçma düşünceler seli varken onun bu duvar gibi ifadesinden bir damla gözyaşı akmayacağından emindim. Belki de insan değil bir robottu. Dev bir robot. Geniş bir robot.


"Ne yapalım! Ya simsiyah ya da gri iç boğan o nevresimleri mi serelim!"


"Evet! nesi var!"


"Cehennem gibi! Kapkara! Iyyy... Tabutta mı yatıyoruz..." Burun kıvırdım ama ifademin değişmesi uzun sürmedi. Yatağın üzerindeki yastığı seri bir şekilde kapıp kılıfını çıkarmaya girişti.


"İstemiyorum!"


"Sana sormadım!" dedim elinden yastığı çekmeye çalışıp.


"Bırak!"


"Asıl sen bırak!"


"Bırak şunu!" Sertçe kendine doğru asıldı yastığı. Kılıfı sıyrılıyordu yastıktan. Neyini anlamıyordu! Burasını ortak kullanıyorduk! Zorla da olsa bu eve gelmiştim ve bu odada kalıyordum!


"Bırakmıyorum! Bir karışmadığın nevresimler kalmıştı zaten! Asıl sen bırak!"


"Allah Allah! Neye karışıyormuşum ben!" Yastığı kendine doğru biraz daha çekince adımlarım ona doğru yalpalamış, ayaklarımın altındaki halı da kaymıştı. Ama o inat mıydı, o zaman ben daha inattım. O bırakmıyor muydu? Ben asla bırakmazdım. inat benim göbek adımdı bir kere! Dişe diş kana kan! diye haykırdı iç sesim.


Ya Allah!


Ondan daha sert bir şekilde çekmeye çalıştım kendime doğru. "Soruyor musun! Godomozson, konokton doşoro çokomozson, komdon ozon oldon! Bonom odom!" Sesimi onun gibi kaba ve kalın çıkarmaya çalıştım.


"Öyle mi!" dediği anda yastığı daha sert çektiğinden zaten çıkmaya hazır olan ve özenle taktığım çiçekli kılıf sıyrılıvermiş, boş bulunmanın etkisiyle ben de onun göğsüne çarpıvermiştim. Ayağımızın altındaki halı kayınca ve ben de ona çarpınca o dengesini kaybetmiş ve sırt üstü yeri boylayıvermişti. Tabi ben de üzerine!


"Ayh!" diye bir çığlık kaçmıştı ağzımdan korkuyla karışık.


"Sen beni mi taklit ediyorsun!"


"Evet! becerebildim mi!" dedim sertçe. Düşmeyi falan değil de kendini taklit ettiğimi mi umursuyordu Allah aşkına. Bu nasıl egoydu yarabbim!


"Bi idiyi biribir killiniyiriz!" dedi suratını son derece buruşturup sesini tizleştirirken. Bu koca cüsseden böyle ses nasıl çıkıyor diye birkaç saniyeliğine afallamıştım ama kendimi toparlamam daha kısa sürdü. Sertçe omzuna vurdum.


"Hiç de öyle konuşmuyorum bir kere!"


"Ben sanki öyle konuşuyorum!"


"Konuşmuyor musun!" dedim en ters halimle. Ne o ne de ben kalkmak için bir hamle yapmıyorduk ama. Şu an içimden çok pis suratının ortasına kafa atmak geliyordu. 'Dur' dedim kendi kendime. Şimdi değil daha!


"Konuşmuyorum tabi! Ama sen saçma sapan eşyalarını ortada bırakıyorsun! Dağınıksın!"


"Değilim!" dedim sesimi daha da yükseltip. "Asıl sen dağınıksın!" Bu tarz konuşmalar yurda ya da eve çıkan birinci sınıf ev arkadaşları arasında cicim ayları bittikten sonra başlayan konuşmalardı. İlk bir iki ay birbirlerini çok iyi idare eden cicimsular bu cicim ayları bitince özlerine dönüverirlerdi. Gerçi o en baştan beri böyleydi. Hödük!


"Nerem dağınık benim be!" Çirkef modu da vardı. Mükemmel. Kafa atmak için harika sebepler...


"Asıl benim nerem dağınık!"


"Geçende ortada poşetin vardı! Yok muydu!" Gözlerim 'biz artık daha ne kadar iri açılırız' derken üzerinden epey zaman geçen poşeti de dağınıklık diye ortaya sürmesine diyecek bir şey bulamıyordum.


"Yuh!" dedim abartıyla. "Kaç gün önceydi o be! Ayrıca küçücük bir poşet!" Maran'ın ilacımı verdiği poşeti ne diye unutmamıştı o!


"Ortada mıydı! Ortadaydı! Dağınıksın! Kabul et!"


"Değilim!" dedim dişlerimin arasından. Kabul etmediğini belirtir bir şekilde başını iki yana salladı. "DEĞİLİM! NE LAFTAN ANLAMAZ ADAMSIN SEN YA!"


"Öylesin! Ayrıca burası benim odam! O da benim yatağım!"


"İstersen bir de ağla!" dedim daha fazla dayanamayıp. "Bu ne be! İkimiz ortak kullanıyoruz anlamıyor musun!"


"Cık!" dedi kaşlarını havaya kaldırıp. "İstersen bir de kullanım sırası yapalım!"


"Neden olmasın! En azından gelip hönkürmezsin böyle!"


"Hönkürmek! Ben mi hönkürüyorum!"


"Yapmadığın şey sanki! Ses tonunu kısamıyorsun bir kere! Bir de kapkalın sesin var!"


"Bana diyene bak! Allah'ın dağınığı!"


"Allah'ın hönkürüğü!"


"Dağınıksın kabul et!" dedi gıcık gıcık. Suratındaki her bir zerreyi zerre zerre ayırıp apayrı yerlere atasım geliyordu.


"Değilim!"


"Öylesin! Darmadağınıksın hem de!"


"Değilim dedim sana!"


"Dağınık! En dağınık! Dünyanın en dağınığı!" İçimdeki sinirden oraları buraları parçalayan Elif'i daha fazla da tutamadım artık. Ben de insandım. Bir yere kadardı sabrım. Kafamı hafifçe geri kaldırıp tam burnunun üzerine nişan aldım ve bammm!


Aynı dilden konuşamıyorsak susturarak çözmeliydik öyle değil mi?


Acıyla karışık inlerken iki elini birden burnuna atmıştı. Ben de üzerinden savrulup yere yuvarlandım. Acıyla karışık alnımı ovalamaya başladım. "MANYAK MISIN SEN!" dedi boğuk boğuk.


"Oh olsun sana!" dedim yerden toparlanmaya çalışıp. Dizlerimin üzerine oturmuştum. "Sinirimi bozmasaydın!"


"ALLAH AŞKINA! MANYAKSIN SEN MANYAK!"


"Bak sinirim daha geçmedi! Zorlama istersen!" zaten sabahtan kalma bir sinirim vardı ona...


"BURNUMU KIRDIN ŞU HALE BAK!"


"Abartma..." diye mırıldandım. Parkede sırtını bana doğru dönmüş kıvranıyordu. "Kırılmamıştır." O kadar sert vurmamıştım hem. Kırılamazdı yani. Kırılmış mıydı? O duvar kalınlığındaki kafanın ve burnun kırılması benim narin kafamla kırılması imkansızdı.


"Allah'ın manyağı!" Eli burnunda olduğundan sesi epey boğuk çıkıyordu.


"Ne tatlı canın var senin de..." dedim ona doğru dizlerimin üzerinde penguen gibi gidip. "Alt tarafı hafifçe kafa attık."


"Aynen! Alt tarafı hafifçe kafa attın! KIRDIN BE!"


"Keşke çeneni kırsaydım..." diye geveledim ağzımın içinde. "Bakayım." Dedim elimi omzuna koyup. Kendime döndürmek istedim. Sertçe elimi itelemişti. Oturduğu yerden doğruldu ama bana doğru dönmedi.


"Çekil istemez! Canıma kastın mı var senin! Her fırsatta illa bir şey yapmak zorunda mısın?"


"Dur bakacağım sadece."


"Neyine bakacaksın!" dedi elini burnundan çekmeden bana doğru dönerken.


"Gerçekten kırmış mıyım diye bakacağım!" dedim ters ters. "Ne olmuş ona bakacağım! Ahmet'i çağırırız belki!"


"Belki diyor hâlâ ya! Belki diyor!"


"Çek bir elini bakayım." Dedim onu ve ağlamalarını aldırmadan. Elini çektiğimde ince bir kan süzülüyordu burnundan dudağına doğru. Burnu hafifçe kızarmıştı. "Iyyy..." dedim suratım buruşurken.


Kanı her gördüğümde bu tepkiyi vermekten kendimi alamıyordum. Kan sevmiyordum. Kandan nefret ediyordum. Hatta fakültede birinci sınıftayken götümüzü yırta yırta bir ameliyat izleme şansı bulmuştuk Melike ile ama sadece üç dakika falan sürmüştü. Çünkü ben kıyıdan köşeden de olsa kan görünce kendimden geçivermiştim. Sözlü uyarıyla kurtulmuş, epey bir izlemeye girememiştim. Zaten sonrasında malum fakülteye bile girememiştim.


"Ne ıyyy! Bir de doktor olacaksın! Daha kana bakamıyorsun!" Dedikleri yüzümü iyice düşürmüştü. Hışımla yerimden kalkıp banyodan pamuk kutusunu getirdim. Söyleniyordu daha. "Doktormuş... Kanı görür görmez bayıldın be sen!"


"Olamadım zaten!" dedim sinirle. Parmaklarımla burnunun üzerini yoklarken acıyla kasılmıştı suratı. Ben pek anlayamıyordum tabi ama bence kırık değildi. Kırık olsa morarmaya başlaması gerekirdi. Ama hafifçe kızarıklık vardı o kadar. Ama Ahmet bir baksa iyi olurdu. Onun yanına gidene kadar da pamukları burun deliklerine tıkamak şarttı. "Al tak şunları burun deliklerine!" sinirle pamukları kucağına fırlattım füze misali.


"Amcan izin vermedi değil mi?" Sinirle yataktaki nevresimleri sökmeye başlamıştım. Burnuna pamukları tıkamış olacak ki sesi iyice boğuklaşmıştı. Ortam bir anda sessizleşti. Tek duyulan benim sinirli soluklarım ve yolup atmak pahasına sökmeye çalıştığım nevresimlerin sökülme sesiydi. "Ne yapıyorsun?" dedi yan tarafıma geçip.


"Nevresimleri söküyorum! İstediğin oldu mu!" dedim sinirle. Oradan halay çeker gibi bir halim yoktu en nihayetinde.


"Bırak kalsın. İstediğini ser."


Sanırım ona arada bir kafa atmak şarttı.


Hışımla nevresimleri bırakıp ona da bakmadan çıktım odadan.


"Yenge!" dedi merdivenlerin başından Dilan. Kollarını iki yana açmış koşa koşa geliyordu bana doğru.


"Dilan?" dedim şaşkınca. Sinirden yüzüme yapışan saçlarımı ittim geri doğru.


"Gelsene benimle!" dedi elime sıkıca yapışıp. Daha 'ne oluyor' diyemeden de beni geri merdivenlere doğru sürüklemeye başlamıştı.


"Dilan ne oluyor Allah aşkına?" dedim şaşkınca. Onun adımlarına ayak uydurmaya çalışıyordum.


"Ya gel işte sorma!"


"Nasıl sormayayım? Sürüklüyorsun resmen beni." Gerçekten de öyle yapıyordu. Sıkı sıkı tuttuğu bileğimden beni çekebildiği kadar çekiyordu.


Konağın tüm basamaklarını ikişer üçer inerken o yönünü mutfağa çevirmişti.


"Ay senin alnına ne oldu bu arada?" dedi koşmasına ara vermeden bir anlığına geri dönüp. Diyemedim ki bir öküze kafa attım...


"Ya sen ne yapıyorsun Allah aşkına?" dedim sorusuna oralı olmadan. Kolum onun çekiştirmeleriyle kopup gitmezse iyiydi.


Basamaklar bitince mutfağa girmişti. Fatma abla ve Ruken'in şaşkın bakışlarına aldırmadan bahçeye doğru sürüklemişti beni.


"Dilan!" dedim nefes nefese.


"Yenge bak!" Beni sürükleyerek çıkardığı bahçede neşeli bir kahkaha kaçtı dudaklarından. Bakışlarım şaşkınca çardakta yan yana dizilmiş Bircan abla, Seyhan, Cihan ve Maran'da dolaştı.


"Neler oluyor?" diye usulca mırıldandığımda serrin bir rüzgar sertçe dokunmuştu yüzüme. saçlarım gözümün önüne savruldu.


"Sürpriz!" dedi yan tarafımdan Dilan coşkulu bir sesle. Neyin sürpriziydi bu?


Maran'ın bedeni çardaktaki masanın önünden ağır çekimde çekilince gördüm sürprizi. Masanın üzerinde bir pasta, üzerinde iki mum...


Bakışlarım donuklaşmış, bedenim kaskatı kesilmişti bir anda.


"Doğum günün kutlu olsun!" dedi ağız dolusu gülerek.


Bakışlarım pastadaydı. Üzerinde mumlar yanan pastada. Rüzgarda alevi sağa sola kayan mumların olduğu pastada. Sonra donuk bakışlarım Dilan'a çevrildi yavaşça. Göz pınarlarımda bir yanma, boğazımda bir taş vardı.


"Yenge..." dedi gülümsemesini kesmeden. Halime şaşırmış gibiydi ama benim kadar olamazdı şaşkınlığı.


"Üflemeyecek misin Elif?" dedi Maran. Bana doğru bir adım atmıştı.


"Dilek tut ama..." diye ekledi Bircan abla.


Hafifçe yutkundum.


"Ben..." dedim zar zor. "Ben doğum günü kutlamam." Sesim olabildiğince sert çıkınca afallayıp gitmişti Dilan. Yüzündeki gülümsemesi ağır ağır solmuştu.


"Ama neden yenge?" dedi şaşkınca. "Bak o kadar pasta aldık. Yarınmış ama biz erkenden sürpriz şey ede-"


"Benim doğum günüm yok!" dedim sesimi yükseltip.


"Yenge..."


"Benim doğum günlerim altı yıl önce babamın öldüğü gün bitti!" dedim tane tane vurgulu bir biçimde. Gözleri şaşkınlıkla açılırken derin bir nefes aldım gerisin geri attım güçsüzleşen adımlarımı. Çenem titriyordu. Ağlamamak için bir savaş veriyordum içimde.


Ama daha fazla tutamadım. Gözümden bir damla yaş yuvarlanırken hızlıca döndüm geriye. Ona çarpmama bile oralı olmadan girdim içeri.


Benim doğum günüm yoktu.


Altı yıl önce bitmişti.


🔥


Takvimimde saymadığım o kara günde tabağımdaki bir dilim peyniri parça parça ederken ne karşımda oturan ikizlere ne de yan tarafımdaki Bircan ablaya çeviriyordum bakışlarımı. öfkeliydim ama öfkem onlara değildi.


Bilemezlerdi. Bilmek zorunda değillerdi. Zaten onlar da ben mutlu olayım diye yapmışlardı. Nereden bileceklerdi.


Sabah benimle hepsi de konuşmak istemişti ama bembeyaz olan suratım ve ifadesizliğimden çekinip geri durmuşlardı. Tabi davul gibi olmuş gözlerimin etkisi de büyüktü. Şimdi de aynı ifadesizlikle tabağımdaki peyniri parça pinçik ediyordum. Masadaki muhabbet Berfin'in nasıl börek açtığıydı. Yine bir tepsi börekle gelmişti kahvaltıya. Kimse de yemiyordu Murat abiden başka. Nereye gidiyordu bu börekler o zaman?


Gerçi geçen gün Fatma abla kapıdaki korumalara veriyordu tabaklarda.


"Al Baran oğlum bak sıcak sıcak." Yan tarafımdaki tabağa büyükçe bir dilim dumanı üstünde börek bırakmıştı Rojbin hanım. O anda masada duran telefonum titredi. Ekrana bir mesaj düşmüştü. Telefonu önüme çekerken yazan satırları üç belki de dördüncü kez okuduğumda idrak edebilmiştim.


'Sayın Elif Kamer İZOL...' diye başlıyordu. Devamında 'Üniversite hazırlık kursumuz için kaydınız oluşturulmuştur. Ders programınızın oluşturulması için sizi ofisimize bekliyoruz.' diyordu.


Kaşlarım şaşkınlıkla önce havalanmış sonra çatılmış bir de garip hallere girmişti. Kim neyin kaydını oluşturmuştu? Bu Elif Kamer İzol ben miydim? Bu mesaj bana yanlışlıkla mı gelmişti?


"Seni Tayyar abi bırakacak." dedi yan tarafımdan kısık tondaki ses sandalyesini çekip ayaklanırken. Şaşkın bakışlarım ona çevrilmişti.


"Beni mi?" dedim şaşkınca kendi kendime.


Bir ona bir de telefona bakıyordum şaşkınca. O başka bir şey demeden çıkıp gitmişti. Ben ise şaşkınca gözlerimi kırparak bakakalmıştım arkasından.


🔥


B Ö L Ü M S O N U


Ziya Paşanın çok sevdiğim sözlerini sizlerle de paylaşayım;


Nus ile uslanmayanı etmeli tektir


Yıldıza basıp yorum yapmayanın hakkı kötektir,


Canlarım nasıl buldunuz bölümü??


Sizce ne olacak bundan sonra?


Elif'in attığı kafaya kaç puan??


Baran??


Diğerleri??


B


Ehueheheu bölümün görseli budur şaaap öptüm sizi🥰


Beni buradan (seydnrgrsu), instagramdan ve Tiktok'tan takip etmeyi unutmayın.


Sizi seviyorum Allah'a emanet olun...


Loading...
0%