Yeni Üyelik
43.
Bölüm

İkinci Çiçek

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz

 

nasılsınız guzularım iyi misiniz?

 

Bölüm çok ama çok uzun o yüzden en az 15(on beş) yorum yapıyoruz okkey valla yoksa Leyla gibi küseceğim size bilesiniiiiiz

 

beni buradan takip ederek bölüm bildirimlerine, duyurulara ulaşabilirsiniz. hadi guzularım el atın büyüyülim beraberce

 

 

 

 

🔥

 

 

"ÇÜNKÜ ELİF'İ SEVİYORUM OLDU MU!"

 

Beynimde ardı arkasınca çaktı şimşekler, ruhumda ardı arkasınca oldu depremler. Bedenimi saran tedirginlik ve korkudan dizlerimin bağı çözülürken o cümle yankılandı zihnimde ardı arkasınca.

 

"Ne?" dedi sakinliğini koruyarak. Mimik bile kıpırdamadı yüzünde.

 

"Duydun! Sen anca hor gör! Hırpala! Ama hak etmiyorsun Elif'i ve ben Elif'i-" ve bir anda bitirici o hamle geldi. Eliyle yakasını sertçe kavrarken kafasını tam burnunun üzerine gömdü.

 

"Karımın adını ağzına alma! Siker atarım! DUYDUN MU!"

 

Ellerimi şaşkınlığımı bastırması için hızla ağzıma örterken nefesimi tutmuştum. Etraftaki her ses bir uğultu gibi gelirken vücudum sanki elektrik akımına kapılmış gibiydi.

 

"DUYDUN MU!" dedi Baran tekrardan ve daha şiddetli bir ses tonuyla. Sesindeki o tını her yeri inletecek sertlikteydi. Ve gözlerinden fışkıran alevlerin sıcaklığı bana kadar ulaşmıştı.

 

Yere düşmüş olan Maran burnunu tutarken sarsakça doğruldu kendine doğru eğilen Baran'a. Elini burnundan çekerken sertçe ona doğru bir yumruk savurmak istedi ama Baran'ın aniden kavramasıyla bunu yapamadı. "DUYMADIM! DUYMAYACAĞIM DA!" dedi inatla.

 

"Gel duyurayım o zaman!" diğer eliyle sertçe onun ensesini kavrarken benim olduğum yere, kapıya doğru iki büyük adım attı.

 

"Bırak!" diye çırpınmak istedi Maran ama hareketleri onun tek bir tutuşuyla kısıtlanmış gibiydi. Burnundan dudağının üzerine ince bir şekilde kan sızıyordu.

 

"Baran..." diye mırıldanmıştım çakılı olduğum yerde.

 

"Çok az bir işim var. Sen beni burada bekle tamam mı?" Ses tonu benimle konuşurken ani bir şekilde normale dönmüştü. Ama bu hali hiç normal değildi. Hem de hiç. Burnundan soluması, boynunda ve alnında belirginleşen, yeşillenen damarları, hızla inip kalkan göğsü.

 

Ben cevap bile veremeden büyük hem de çok büyük adımlarla, Maran'ı da yanında adeta sürükleyerek gitti merdivenlere doğru.

 

Sanki ayak bileklerimden biri sıkı sıkıya tutmuş ve benim hareketlerimi engellemiş gibiydi. Zihnim donmuştu belki de. O yüzden hareket edemiyordum.

 

"Baran..." diye çaresizce mırıldanırken kafam dank etti ve onun Maran'ı sürükleyerek götürdüğü koridoru koşar adım geçtim. Asansörler bile aklıma gelmemişti. Merdivenleri ikişer üçer inerken dua ediyordum içimden. 'Lütfen bir şey olmasın' diye.

 

Şirketin kapısına ulaştığımda siyah Range Rover hızla akıp gitti gözümün önünden. Yetişememiştim. Olacaklara, Maran'a yapacaklarına yetişememiştim. Gözü dönmüş gibiydi hatta gibisi fazlaydı bile. Gözü dönmüştü. Hiç iyi şeyler olmayacaktı.

 

"Elif?" dedi ben çaresizce gözümün önünden akıp giden arabaya öylece bakarken bir ses. Ahmet'in sesi. "Baran mıydı o demin hızlıca giden?"

 

"Ahmet!" dedim telaşla. Onun basamakları çıkmasına fırsat vermeden ona doğru koştum. Allah göndermişti onu. "Seni Allah gönderdi!" dedim tam önünde durup. Nefes nefese kaldığımdan son anda düşecek gibi oldum ama toparladım hızla.

 

"Elif ne oluyor?" dedi yüzündeki o korkuyla harmanlanmış soru işaretiyle birlikte.

 

"Baran..." dedim nefes nefese. "Baran..."

 

"Ne oldu? Birine bir şey mi oldu?"

 

"Öldürecek..."

 

"Ne? Kim?" dedi şaşkınca. Etrafına bakındı. "Ne diyorsun sen?"

 

"Maran'ı öldürecek."

 

"Ne demek Maran'ı öldürecek? Elif o ne demek?" Kolumu tutmak istedi ama benim geri çekilmemle eli havada kaldı.

 

"Lütfen gidelim! Sorma! Hadi!"

 

"Tamam tamam." Dedi anında kabul edip. Hızla arabaya doğru koştuk. O kendi tarafına binerken ben çoktan diğer tarafa oturmuştum bile. Elimi göğsümün üzerine koyup derin derin soluklanmaya çalıştım ama pek işe yaramamıştı. "Nereye gitti?" dedi arabayı çalıştırmadan önce. Kahretsin ki bilmiyordum.

 

"Bilmiyorum..." diye mırıldanırken sanki görebilecekmişim gibi sağıma soluma bakındım. Kemerimi takarken tekrar nefes almaya çabaladım. "Maran'ı aldı gitti. Hadi sür..." diye mırıldanırken ellerimle saçlarımı çekiştirdim.

 

Araç şirketin önünden büyük bir hızla ayrılırken ben karıştığımız trafikte onun arabasını görmeyi temenni ediyordum.

 

"Ne oldu Elif? Baran niye bu kadar öfkelendi?" Yoldan gözünü ayırmadan gaza basıyordu Ahmet.

 

"Kavga ettiler." Dedim ağlamaklı bir sesle.

 

"İyi de 'öldürecek' kadar neyin kavgası bu?" Yüzü şaşkınlık ve korkuyla gerilmişti.

 

"Maran..." diye mırıldandım güçlükle. "Öldürecek..." Derin bir soluk almam gerekti.

 

"Elif?" dedi korku dolu sesiyle Ahmet.

 

"Elif'i seviyorum dedi." Kelimeler ağzımdan tiksinir gibi çıkarken gözlerimi kapattım sımsıkı.

 

"Ne dedi ne dedi! Sen ciddi misin!"

 

"Evet..." diye mırıldandım onun şaşkınlıkla haykırmasının karşısında.

 

"Öldürecek..." diye mırıldandı bu sefer Ahmet. "Öldürür yani. Maran'ı kimse alamaz onun elinden."

 

"Sağ ol ya..." dedim sitemle. "Gerçekten sağ ol! Baran öldürecek diyorum sen duymuyor musun!"

 

"Sen Baran'ın öfkesini bilmiyor musun?" Saniyelik bir şekilde başını bana çevirdi.

 

"Biliyorum..." diye mırıldandım en acı şekilde. Aslında bilmiyordum demek daha doğru olurdu. Çünkü ben bu kadar öfkeleneceğini, gözünün döneceğini bilmiyordum.

 

"İşte orada!" diye haykırdı ben kafamı önüme eğerken. "Toprak yola saptı! Çiftliğe gidiyor büyük ihtimalle!"

 

"Hani!" dedim arabanın ön camına yapışacak gibi. Gözlerim iri iri açılırken siyah arabanın toz içindeki ilerleyişine bakakaldım. Sahiden de çiftlik evine gidiyordu.

 

"Salim'i ara!" dedi telaşla Ahmet. "O gelsin. Ara hadi!" İkiletmedim dediğini. Titreyen elimle önümdeki ekrandan zar zor Salim'in adını bulup dokundum adının üzerine. Aracın içini telefonunun çaldığını belirten ses doldururken ikinci çalışta açtı hemen.

 

"Salim!" dedi benden önce Ahmet telaşla. "Salim neredesin!"

 

"Konakta. Ne oldu?"

 

"Baran'ı durdurmamız lazım! Çiftliğe gel hemen!" Araç taşlı topraklı yolda sallanmaya başladı hız yaptıkça.

 

"Sebep?" dedi dümdüz ve en sakin tondaki sesiyle Salim. Biz burada telaştan her an kalp krizi geçirebilirdik.

 

"Maran'a bir şey yapacak! Çabuk!"

 

"Yapmazsa adam değil." Dümdüz sesinden hafif bir keyif alır gibi tınılar döküldü.

 

"Ne diyorsun sen ya!" diye girdim araya. "Öldürecek Maran'ı!"

 

"Yenge? Sen ne alaka?"

 

"Baran Maran'ı çiftliğe götürüyor Salim! Çabuk çiftliğe gel! Öldürecek lan!" dedi Ahmet gazdan ayağını çekmeden.

 

"Sebep?" Hışırtılar duyuldu.

 

"Elif'i seviyorum demiş gerizekalı. Baran delirmiş durumda!"

 

"Hak etmiş pezevenk." Dedi yine ve yine keyif alır gibi. Ben burada her an kriz geçirecektim ama! "Pardon yenge." Demeyi de ihmal etmemişti.

 

"ÇİFTLİĞE GEL!" diye çemkirdim daha fazla kendimi tutamayıp. "Duydun mu!"

 

"Çıktım yola." Dedi ve arkasını beklemeden kapattı telefonu.

 

"Çabuk ol Ahmet!" dedim artık ağlamaya yakın bir sesle. "Bir şey yapmalıyız! Durdurmalıyız onu!" diye haykırdım.

 

"Manyak gibi kullanıyor arabayı! Basıyorum ama nasıl yetişebilirim ki!" dedi endişe dolu sesiyle Ahmet.

 

"Bir şey yapacak..." diye mırıldanırken elimle saçımı çekiştirdim. "Kesin bir şey yapacak!"

 

"Yalvarırım hızlı sür şunu!" diye bağırdım. Bir araç daha ne kadar hızlı sürülebilirdi bilmiyorum ama Ahmet gaza sonuna kadar bastığı yetmiyormuş gibi ardı arkasınca kornaya da basıyordu. "Ya Maran'a ya da kendine bir şey yapacak!" dedim tekrar. Yanaklarımdan aşağı bir damla yaş kayıp gitmişti.

 

"Basma artık şu gaza basma!" diye söylenirken kornaya bir daha bastı Ahmet.

 

Ama tam o anda sarsılmama neden olan şey Ahmet'in bir anda yaptığı ani fren oldu. Araç yolda sola doğru dönerken birden durmuş ve ben öne doğru savrulmuştum. Kulaklarımı acı fren sesi değil de büyük bir gümbürtü uğuldatırken kafamı zar zor kaldırdım.

 

Çiftlik evinin girişindeki o toprak yol birden toz bulutuna kaplanmıştı. Karşımdaki kahverengi sis dağılırken gözlerim daha da irileşti. Etraf derin bir sessizliğe büründü. Karşımda gördüğüm o manzaranın gerçek olmamasını dilerken kahverengi sis yerini büyük çınar ağacının gövdesine çarpmış siyah araca bıraktı.

 

"Baran..." diye mırıldanırken gözlerimden bir damla daha yaş süzüldü.

 

"Allah kahretsin..." diye mırıldanan Ahmet'in sesi beni içine çekildiğim o karanlık delikten çıkarırken elimi güç bela emniyet kemerime atıp tokayı zorlukla açtım ve arabadan indim. Dizlerimin bağı çözülüvermişti. Olduğum yere çökmem an meselesiydi ama zar zor arabanın kaputuna dayandım.

 

"Baran..." diye mırıldanırken içimden şiddetli bir ağlama isteği geliyordu. Bakışlarım kahverengi sis bulutunun içerisinde önü kağıt gibi ağaca yapışmış araçtaydı. Kulaklarımda o şiddetli çarpışmanın uğultusu, araçtan yükselen garip tısıltı vardı. Ellerimle saçlarımı çekiştirip nefes almaya çalıştım.

 

"Allah kahretsin!" dedi daha yüksek bir sesle Ahmet. O da en az ben gibi şaşkın bir şekilde karşımızdaki bu dehşet verici manzaraya bakıyordu. Ve artık dizlerim daha fazla beni taşıyamadığında olduğum yere çöküvermiştim. "Elif! Elif!" dedi benim yere çöktüğümü görünce telaşla. Beni kollarımdan yakalarken büyük bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan.

 

"Baran!" dedim zar zor sıkışan nefeslerimin arasından. "Hayır ya hayır!"

 

Sakin ol tamam mı! Elif! El-"

 

"İN LAN!" Ben olduğum yerde çökmüş bu dehşet manzaraya bakamazken o kulaklarımı uğuldatan sesi böldü onun sesi. "İN!"

 

"BIRAK!" Arabanın kapısı büyük bir gürültüyle açılırken önce Baran indi. Sonra da onun elleriyle sürükleyerek indirdiği Maran.

 

"Baran..." diye şaşkınca mırıldanırken ellerimi yere dayayıp kalkmaya çalıştım.

 

"YÜRÜ!" Elleriyle Maran'ı boğacak gibi sıkı sıkıya kavramış ve yerde adeta sürüyerek götürmeye başlamıştı.

 

"Oha!" diye mırıldandığını duydum beni kaldırmaya çalışan Ahmet'in. Şaşkınlığı resmen Everest Dağının zirvesine ulaşmıştı. Peki benim ondan bir farkım var mıydı? Elbette hayır.

 

Arabadan sağ salim çıktığına sevinsem mi yoksa daha kötü şeylerin olacağını kestiremediğimden üzülsem mi tam bir ikilemdeydim. Yani anlayacağınız o arabadan çıktı diye rahat nefes bile alamıyordum.

 

"Baran." Demeye çalıştım yerden sarsakça doğrulup.

 

"Beş dakikadan uzun sürmeyecek. Elif'le burada kalın tamam mı Ahmet? Elif'i getirme!" Maran'ı boğacak gibi tutarken bir anlığına bize döndü. Biz ise anın verdiği şaşkınlıkla donmuş gibi öylece bakıyorduk onlara. "DUYDUN MU!" Ahmet'ten bir cevap bekliyordu.

 

"Du-du Duydum..." diye korkuyla kekeledi Ahmet de.

 

Bakakalmıştık öylece onu çiftlik evine sürükleye sürükleye götürüşüne.

 

Sarsakça ileri doğru iki adım atarken Ahmet geçti önüme. "Nereye Elif?"

 

"Duracak mıyız böyle?" dedim epey şaşkın bir sesle. "Çekil." Elimle onu iteleyip gitmek istedim ama o tuttu kolumu.

 

"Elif duymadın mı Baran'ı?" Gözlerimi kısarken kafamı hafifçe yana eğdim. Bakışlarımda 'sen ciddi misin' ifadesi vardı.

 

"Ne yani?" dedim sinirle. "Maran'a yapacaklarına öylece göz mü yumacağız? Öldürebilir! Baran katil mi olsun istiyorsun sen!" iki elimle onu omuzlarından sertçe iterken önü ağaca resmen yapışmış gibi olan büyük arabanının yanından ilerledim içeri doğru sarsak adımlarla.

 

"Dur bekle ben de geliyorum." Dedi hızlı adımlarla bana ulaşıp.

 

"Elif kızım ne oluyor?" dedi biz taş döşeme yoldan yukarı hızlı adımlarla çıkarken bize karşı gelen Havva abla. Yüzü kireç gibi oluvermişti. Gözlerinden korku akıyordu kadının.

 

"Bilmiyoruz.." diye mırıldanırken hızlı adımlarla eve doğru yürüdüm. Ama bakışlarım evin en üst katındaki o büyük cam korkuluklu balkonda kalakalmıştı. "Ahmet!" dedim korkuyla. "Bir şey yap!"

 

"Ne yapıyor bunlar?" diye korkuyla kaldırdı o da başını yukarı.

 

Baran iki elini Maran'ın boğazına sarmış bir şeyler söylüyordu. Ne dedikleri tam anlaşılmazken arada bir 'Sen kimsin' sözlerini işitiyordum.

 

"Durdurun şunları..." dedim gözümden bir damla yaş kayarken. Korkudan şuracıkta kalp krizi geçirmeme saniyeler kalmıştı. "Baran!" Maran'ın onun elinden kurtulup onun yüzüne bir yumruk savurmasıyla kalbim yerimden oynamıştı. Ama o da sanki o yumruğu yanağına yememiş gibi Maran'ı yakasından tutup kafa atmıştı. Yine... Büyük bir kargaşa vardı yukarıda. İtiş kakış seslerine karışan küfürler duyuyorduk.

 

"Ben yukarı çıkıyorum." Dedi ne ara geldiğini anlamadığım Salim. Koşar adım yanımızdan geçip içeri girmişti.

 

Baran'ın vurduğunu gördüm sonra da Maran'ın yere düştüğünü. Yerden kalkıp balkon sandalyelerinden birini Baran'a fırlattığında ise bir çığlık kaçmıştı dudaklarımdan. Ama Baran sandalyeyi havada yakalayıp hızla fırlatmıştı aşağı. Kahverengi hasır sandalye bir kağıt parçası gibi savrulup havuzun hemen yanı başına sertçe düştü. Parçaları etrafa saçılırken Havva ablanın 'Allah'ım sen koru' diye korkuyla kalbini tuttuğunu görüyordum.

 

Baran vurdu.

 

Maran vurdu.

 

Hem de birbirlerine hiç acımadan. Sanki düşman gibi.

 

Sanki ezeli ve ebedi düşman gibi.

 

Sanki aynı masada bir dilim ekmeği bölüşmemiş gibi.

 

Sanki aynı avlunun içinde büyümemiş, aynı kandan değilmiş gibi.

 

"Ahmet bir şey yap!" dedim artık kendimi daha fazla tutamayıp. Göz yaşlarım gözlerime birer perde olmuştu. Hıçkırıklarımdan kelimeler seçilmiyordu.

 

"ELİF BENİM KARIM LAN!" diye Baran'ın şiddetli haykırışı doldurdu o an kulaklarımızı. "ELİF BENİM KARIM!"

 

Zaman yavaşlamıştı bir anda. Etraftaki tüm sesler susmuştu onun haykırışıyla. Hepimiz korkuyla yukarıya bakarken en son duyduğumuz bu oldu. Sonra Maran'ın o balkondan deminki sandalye gibi savrulması ve büyük bir gürültüyle havuza düşmesi...

 

Hepimiz şaşkınlıkla önümüzdeki içi dolu havuza büyük bir hızda düşen Maran'a ağzı açık bir şekilde bakarken hemen ardından Baran da atlamıştı suya. Hem de o yükseklikten. Ellerimle şaşkınlıktan açılan ağzımı kapatırken sudan çıkamayışlarına baktım. Donup kalmıştım.

 

Ama ne donmanın ne de şaşırmanın sırası değildi. Suyun içinden çıkmıyorlardı.

 

"Baran!" diye ilk atılan ben oldum havuza doğru. Kenarına çökerken sanki suyun altını görebilecekmişim gibi baktım korkuyla. "Baran!" masmavi suyun içinde iki siyah gölge olarak görünüyorlardı. "Baran!"

 

"DUYDUN MU LAN!" Korkuyla kısılan gözlerim şaşkınlıkla açılırken büyük bir gürültüyle çıktı sudan. Ve ensesinden sıkıca kavradığı Maran'ı da çıkardı. Sanki yıllardır nefes almıyormuş gibi derin bir nefes almaya çalışan Maran öksürdü kuvvetlice. Nefes almaya çalıştı. Yüzünden sular hızla kayarken burnundan akan kanı silmek için elini yüzüne atmaya çalıştı ama yapamadı. "DUYDUN MU!"

 

"Baran Baran!" dedim telaşla.

 

"BOĞARIM SENİ MARAN! BANA BAK! BOĞARIM!" Derin derin solurken halsizce gülümsedi Maran. Bu hamlesi de Baran'ı daha da çileden çıkardı. Diğer eliyle de boğazına sarılmıştı ki hemen yanı başımdan hızla suya girdi Ahmet.

 

"Dur dur yapma!" büyük kulaçlar atıp ikisinin arasına girmeye çalıştı buz gibi suyun içinde. Ardından Salim girdi. Baran'ı koltuk altlarından tutup geri çekmeye çalıştı suyun içinde.

 

"BIRAKIN! GEBERTECEĞİM LAN BU ŞEREFSİZİ!"

 

"Dur artık!" Ahmet onu iterken Maran'ı da diğer tarafa itmeye çalıştı. Kendini bırakacak gibi bir hali vardı Maran'ın. Epey yorgun görünüyordu.

 

Salim'in uzun uğraşları sonucunda çıktı Baran sudan. Ama alev püsküren gözlerine ve haline bakılırsa her an yeniden suya dalacakmış gibiydi. Salim ondan biraz daha uzun ve yapılı olmasına rağmen çok zor zapt ediyordu.

 

"DUR!" Diyordu onu sıkıca tutmaya çalışırken.

 

"Bırak! Geberteceğim şerefsizi! Bırak!" İleri doğru atıldı tekrar.

 

"Dur diyorum lan sana!" Salim onu geri doğru götürmeye çalışırken o derin soluklarıyla her an ona atılacakmış gibi bakıyordu.

 

"Bırak! Geberteceğim onu!"

 

"Baran!" diye telaşla önüne geçtim. Ellerimi ıslak gömleğinin üzerinden göğsüne koydum tedirgin bir şekilde. Sakinleşmesini istiyordum. "Dur lütfen! Baran bana bak!" Ama bana değil gözlerindeki o koyu öfkeyle Ahmet'in güç bela sudan çıkardığı Maran'a bakıyordu. "Baran!" dedim daha da yüksek bir sesle. "Bana bak!"

 

Bakışları yavaşça bana kaydı. Öfkeden koyu siyaha bürünen gözleri benim telaşlı, korku dolu yaşlarla çevrili gözlerimi buldu. İçinde tuttuğu o sinirli soluğu güçlükle dışarı verirken nefes almak için dudaklarını araladı.

 

"Elif..." dedi soluk soluğa. Sanki dakikalar sonra orada olduğumu yeni fark ediyormuş gibiydi.

 

"Baran..." dedim ben de titrek bir sesle. Sakin olmalıydı. Sakin olmak zorundaydı. Ellerimle ıslak gömleğinin yakalarını tutarken kafamı ıslak olmasına aldırmadan göğsüne yasladım. Deminden beri ilk defa nefes alıp veriyormuş gibi göğsü hızlı hızlı inip kalkmaya başlamıştı. Düzensiz ve hızlı ritimleri doldu kalbinin kulağıma. "Sakin ol lütfen..." diye mırıldanırken bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. "Sakin ol..."

 

Buz gibi sudan çıkmasına rağmen sıcak olan eli dolandı sırtıma. Saçlarımın arasında belli belirsiz dudaklarını hissettim sonra.

 

"Lütfen bir şey yapma! Lütfen! İçeri girelim lütfen!" dedim kafamı göğsünden kaldırırken. Elleriyle yüzümü kavradı yumuşak bir biçimde. Gözleri hâlâ öfkenin en koyu tonunda olsa da bana bakarken ki o ışıltılarını gördüm. Saçlarından, yüzünden sular kayıyordu yüzüme. "Lütfen!" dedim ağlamayla.

 

Kafasını ağır ağır salladı sadece.

 

🔥

 

Titreyen elime bakmayı kesip kafamı iki yana sallarken içeri girdim yavaşça. Ağır adımlarla yatağın yanına ilerleyip oturacak oldum ama son anda vazgeçtim. Adımlarım kararsızca bir ileri bir geri gitti. Sonra dayanamdım tabi, derin bir nefes alıp oturdum. Ben oturunca yerde olan bakışları bana doğru kalkmıştı. Birkaç saat önceki o bakışlarından eser yoktu. Dahası biraz yorgun bir haldeydi.

 

Elimi uyuşturan buz torbasını hafifçe kaldırıp onun sol elmacık kemiğindeki kırmızı şişliğe koydum. Ben öyle yapınca alnında anlık bir seğirme olmuştu ama o ifadesiz duruşunu hiç bozmadı. Derin, ışıltılı koyu kahve harelerini de çekmedi benim gözlerimden.

 

"Acıyor mu?" diye mırıldanırken buzu ağır ağır elmacık kemiğinde gezdirmeye başladım. Acıyor olmalıydı. Hatta zonkluyordu da belki. Şişmişti çünkü.

 

"Cık..." dedi bakışlarındaki o yoğun ifadeyle.

 

"Yalan söyleme." Dedim kızar gibi.

 

"Sen gelene kadar acıyordu." Dedi elini buz tuttuğum elimin üzerine koyup. "Ama sen gelince geçti." Sonra elimi yavaşça indirip dudaklarına götürdü.

 

"Başka bir yerine vurdu mu?" dedim elimi geri çekip. Boşluğa düşer gibi olmuştu gözlerindeki ifade. Ses tonumdaki o kızar tınıyı da fark etmişti.

 

"Vuramadı. Buna da vuramazdı ya. Boşluğuma geldi." Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu ama benim bakışlarımı görünce hızlıca toparladı.

 

"Çok kızdım sana..." diye mırıldanırken önüme dönmüş elimdeki buz torbasını yatağın üzerine bırakmıştım. "Çok da korktum. Ödüm koptu hatta."

 

"Sana şirkette kal demiştim." Derken dizlerimin üzerinde tuttuğum ve derisini koparmaya çalıştığım ellerimi kendi avuçlarının içine aldı.

 

"Şirkette kalsaydım öyle mi?" dedim öfkeyle. Derin bir nefes alıp ona döndüm. "Sen ne yapıyorsun Baran?" Bir soru değildi ona sorduğum. Ya da buna bir cevap istemiyordum. Tamamen korku dolu bir öfkeydi benimkisi. "Arabayı gözümüzün önünde gidip ağaca çarptın! Bir şey oldu sandım!"

 

"Olmadı ama."

 

"Olmamış..." sinirli bir gülüş belirirken suratımda gözlerim doldu hızlıca. "Koskoca arabayı alıp gidip ağaca çarptın!"

 

"Maran denen o itte de bir şey yok." Sesli bir soluk aldı. Ona karşı olan öfkesi halen dinmiş değildi. "Bırakmadı ki Salim gidip ağzıyla götünün yerini değiştireyim." Ağzının içinde mırıldanmıştı son cümlesini.

 

"Maran kimin umurunda ya!" diye patladım artık. "Maran kimin umurunda! Ya sen o arabadan çıkamasaydın-" Tamamlamaya gerek bile duymadım sözlerimi. Tuttum kendimi.

 

"Tamam bir şey yok." Dedi ellerimi daha da sıkıp. "Buradayım. Bir şey olmadı."

 

"Olabilirdi! Ben gerçekten bu yaşadıklarımıza inanamıyorum ya." Diye mırıldanırken ellerimi çekmek istedim ama yapamadım. Çünkü bırakmadı. Ama daha sert çekip bir elimle onu göğsünden sertçe ittim. "Bırak! Çok öfkeliyim sana!"

 

"Yapma Elif..." diye mırıldanırken ben sinirle kalktım ayağa. "Tamam kabul öfkemi kontrol edemedim ama ona hâlâ öfkem geçmiş değil. Kim olsa bunu yapardı."

 

"Kim olsa!" dedim sahte bir şaşkınlıkla. "Kim olsa gidip kendi kullandığı arabayı ağaca son sürat vururdu ha!"

 

"Dediklerini duymadın mı sen! Seni sevmeyi falan zırvaladı o it! Ne yapsaydım! Sakin sakin saçmalamasını mı dinleseydim!"

 

"Gidip arabayı ağaca vurman gerekmiyordu ama!" Hızla yerinden kalktı.

 

"Adam gözlerimin içine baka baka 'Elif'i seviyorum' dedi! Seni dedi seni! Benim olan seni! Karım olan seni!"

 

"O arabadan çıkamayabilirdin gerizekalı!" diye bağırırken iki elimle vurdum göğsüne.

 

"Çıktım ama! Dua etsin o da çıktı! Dua etsin nefes alıyor hâlâ!"

 

"Gerizekalı!" dedim sinirle arkamı dönüp. Ona bir şey oldu diye aklım çıkmıştı. Görmüyor muydu bu!

 

"Adam eve geldiğin ilk gün takmış kafayı sana! Neymiş keşke bu düğün hükmünü onun adına verselermiş! Ben hiç dönmeseymişim! Ne yapabilirdim ya! Sen baksana bana ben o böyle puşt puşt konuşurken ne yapabilirdim!"

 

Geri döndüm hızla. Ona doğru gidip işaret parmağımla göğsüne vurdum sertçe. "Ya sana bir şey olsaydı!" dolu dolu olan bakışlarımı her ne kadar sinirli olsa da bana karşı yumuşacık olan bakışlarına kaldırdım. "Aklım çıktı!"

 

"Bir şey olmadı." Dedi beni kollarıyla sarıp. "Olmadı."

 

"Ben... Ben çok korktum." Ona sarılmamakta direniyordum ama. Beni rahatlatan sıcaklığına, atan kalbine, beni saran kollarına direniyordum. Çünkü son derece kızgındım. İri elleri şefkatle gezindi saçlarımda. Başımın üzerine sıcak buseleri yerleşti. "Bırak." Dedim en son kolları arasından yavaşça çıkıp. "Sana öfkem epey geçmeyecek haberin olsun."

 

"Tamam." Dedi kabul edercesine başını sallayıp. "Ama ben de sana öfkeliyim haberin olsun."

 

"Pardon?" dedim 'senin ne haddine' tonlamasında. Bir kaşım kendimden bağımsız havalanırken kollarımı göğsümde birleştirdim.

 

"Baştan beri nişan gecesinde kaybettiğin 'bilekliğinin' onda olduğunu biliyormuşsun." Dedikleri bende soğuk duş etkisi yaratırken kollarımı yavaşça serbest bıraktım.

 

"Evet..." diye geveledim ağzımın içinde.

 

"Sakladın yani bunu benden?" Yüzünde hayal kırıklıklarıyla bezeli belli belirsiz bir gülümseme oluştu.

 

"Bir süreliğine evet. Ama ben o geceki atlının o olduğunu sanmıştım en başta."

 

"Sanmıştın?"

 

"Evet!" dedim sinirlenip.

 

"Ama bileklik sendeymiş şimdi. Öğrenmişsin Maran'ın 'o geceki' atlı olmadığını." 'O gece'yi bastıra bastıra söylemişti. "Ne zaman öğrendin peki?"

 

"Cihan'la Şirin'in nişanında." Diye mırıldanırken bakışlarımı sanki suçluymuşum gibi yere indirdim.

 

"Nişanda? Kaç gün geçti bunu öğrenmenin üzerinden?"

 

"Yaklaşık üç hafta galiba." Dedim sesim kısılırken. Sonra aklım başıma geldi. "Ne bu sorgu sual! İstersen kafamın üzerinde ampul yak 'cinayet gecesi neredeydin' de bari!"

 

"Gerekirse derim. Sen bilekliği buldun ama üç haftadır bana söylemedin öyle mi!" Kızgın değildi ses tonu. Aksine kırgınlık seziyordum inceden.

 

"Nasıl söyleyebilirdim?" dedim bakışlarımı ondan çevirip. "Ne diyebilirdim yani?" Sesim hafifçe tizleşmişti. Ben neler yaşamıştım o bileklik kaybolduğunda. Ama asıl yaşadıklarım gerçek bulanın kim olduğunu öğrenince başlamıştı.

 

"Peri kızı..." diye mırıldandı yanı baıma gelip. Sesinden yumuşacık, ılık rüzgarlar esti kulağıma. Ben o bileklikle her yerde seni aradım. Gece gündüz. Her yerde."

 

Yavaşça ona doğru döndüm. Titreyen dudaklarımı araladım. Söylemek istediklerimden vazgeçtim. Ama sonra bir cesaret konuştum. "Sen o bileklikle o geceki etkilendiğin kızı aradın. Yani ben bunu kendime çok zor kabul ettirdim tamam mı? İçimde sana karşı itiraf edemediğim, dile getiremediğim duygularla boğuşurken karşına çıkıp 'bileklik benim, o geceki kız benim' dediğimde sen de hayal kırıklığına uğrasaydın benim ne yaşayacağımı hiç düşündün mü? Korktum Baran. Kendi duygularımın altında ezilirken bir de senin 'hayır' demenden korktum."

 

"Keşke söyleseydin. Keşke söyleseydin de ben sana daha erken kavuşsaydım. İçimde yanan öfke bir senin yanına gelince diniyordu benim. Kaçtım Elif yalan değil. Ama senden değil, kendimden. Kaçarken de daha çok kapıldım ama sana. Kokunu duydukça o geceyi hatırladım, kollarıma düştüğün o geceyi. Anlamaya çalıştım, acaba mı dedim. Belki de o it bilekliği çalmasa daha önce bulacaktım seni. Niye söylemedin?" Sesi titremişti. Aynı benimki gibi.

 

Derin bir nefes aldım. Aramızdaki mesafe bitmişti. "Korktum işte. Başka bir şey değil. Hem artık bileklik bende. Zaten bilekliği onda ilk gördüğümde de ona hiç inanmadım ki. İnanmadım yani. Bariz bir şekilde yalan söylediğini hissediyordum hep. Yalan söylediğini de anladığım ilk an gidip aldım bilekliğimi ondan. Abimin yadigarını onda bırakamazdım sonuçta."

 

"Abinden mi kalmıştı o sana?" Ses tonunda meraklı tınılar vardı.

 

"Evet." Diye mırıldanırken gözlerimi kapattım. Çok da sıcak olmayan parmaklarının yüzüme düşen saçlarımı kulağımın ardına itelemesine ses etmedim. Buz gibi havuzdan çıktıktan sonra bu kadar ısınması bile yine iyiydi. "Vefat etmeden önce, ben küçükken hediye etmişti."

 

"Üç küçük mavi taş..." diye mırıldandı. "E... K... B..."

 

"Elif Kamer Bozan." Diye mırıldandım ben de. "Benim için özel yapılan, başka kimsede olmayan bir bileklik."

 

"Anlamalıydım." Dediğinde iki eliyle kavramıştı yüzümü. Gözlerimi hafifçe araladım. "Fotoğrafta da Kamer yazınca." Diye mırıldandı.

 

"Fotoğraf?" dedim bakışlarımı onun buğulu bakışlarına kaldırırken.

 

"Doğum gününde çekilen. Leyla ve diğer arkadaşlarının olduğu. Eylül 2016." Kaşlarım hafifçe çatıldı. Zihnimde 'son' kutladığım doğum günümden kareler belirdi belli belirsiz. Son kez mumlara üflediğim, son kez bir doğum günümde gülümsediğim, son kez 'Kamer' olduğum silik anılar...

 

"Sen nereden biliyorsun?"

 

"Biliyorum işte." Diye mırıldanırken bir kolunu sırtıma yerleştirip beni göğsüne yasladı.

 

"Araştırdın değil mi?" dedim kırık bir tebessümle. Mutlaka yapmıştı. Emindim.

 

"Etrafımızda bunca olan şeyden sonra elbette araştırdım. Amacım çevrendeki insanları bilmekti sadece."

 

Güldüm elimde olmadan. Sonra yanaklarımı ısırıp ona olan öfkemi hatırlayınca gülmeme son verdim.

 

"Sana öfkeliyim hâlâ. Gözümün önünde gidip o ağaca vurmanı bir süre daha affetmeyeceğim."

 

"Affetme peri kızı." Diye mırıldanırken dudaklarını bastırdı saçlarımın arasına. "Hakkındır."

 

"Delisin biliyorsun değil mi? Canını hiçe sayacak kadar delisin."

 

"Çünkü konu sensin. Konu sensen hiçbir şey umurumda değil." Dudaklarını saçlarımın arasına bastırdığından sesi hafif boğuk çıkıyordu.

 

"Canın umurunda olsun ama."

 

"Canım..." dedi yüzünü kendine doğru kaldırıp. Eh tabi biz de bu dakikadan sonra az biraz yelkenleri suya indirmiş olabilirdik. Tırnaklarımızı içeri çektik, tüm sinir stresimizi unutuverdik. Koyu kahve harelerindeki ışıltıların hipnoz etmesiyle transa geçmeye doğru yol aldık. "Hep umurumda."

 

Sonra ılık ve insana sarhoş edici bir etki bırakan nefesiyle de yağlanmış menteşe misali gevşedik. Ee öpsün diye de bekledik tabi. 'Canım' diye kastettiği bendim. Benimki de o.

 

"Şimdi ne olacak peki?" dedim gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıp silkelenirken. Bu kadar çabuk düşme kızımmmm. Öfkelisin sen!

 

"Hayatımızda Maran diye biri olmayacak." Kesin ve net bir şekilde hiç düşünmeden söyledi.

 

"Yani? Nasıl olacak?" diye mırıldandım. Unutuyordu sanırım ama iç içe yaşıyorlardı bir çatı altında.

 

"Basit." Dedi hafifçe omuz silkip. "Bir daha onu görmeyeceğiz hepsi bu. Bu yaptığı duyulsa ne olur az çok kendi biliyor. Zaten şirketin içini boşaltan, zarara uğratan ne varsa yapan birinin de öylece durmasını bekleyemeyiz öyle değil mi?"

 

"Nasıl yani? Şirketin içini mi boşaltmış?" Gözlerim şaşkınlıkla açılıvermişti.

 

"Küçük küçük bir şekilde uzun zamandır yapıyormuş. Ne tesadüf ki bunu yapmaya da ben buraya kesin dönüş sağladıktan sonra başlamış. Yine ne tesadüftür ki hepsini benim imzalarımın olduğu inşaatlar için alınan malzeme raporlarını oynayarak yapmış."

 

"Yani sen yaptın gibi gösterecekmiş öyle mi!" dedim daha büyük bir şaşkınlıkla. 'Aynen öyle' der gibi salladı başını. "İnanamıyorum..." diye mırıldandım.

 

"Son zamanlarda benim tesis için yaptığım harcamaları da fark edince hiç beklemeden babamı işlemeye de koyulmuş. 'Baran garip işler çeviriyor' diye. Babam da haklı olarak ilk elden beni sorumlu tuttu. Çünkü şirket son birkaç aydır sadece zararına iş yapıyordu. Biz de bu zararına yapılan işlerle uğraşırken aslında ufak tefek yapılan açıkların hiçbirinin farkına da varamadık. Oradaki hata bende. Ama o it altı yıldır yememiş içmemiş sadece benim üzerime oynamış. En ufak bir açığımda da 'şirketi Baran batırıyor' diye yaygara kopardı işte."

 

Şaşkınlıktan ağzım hafiften açılırken donup kalmış gibiydim. "İnanamıyorum..." diye mırıldandım tekrardan. "Gerçekten inanamıyorum. Ya sen onun dayısının oğlusun. Aynı evde büyümüşsünüz. Ve bu yaptıklarını aklım gerçekten almıyor."

 

"Kıskançlık." Dedi kısa ve öz.

 

"Kıskançlık..." diye mırıldandım kendi kendime. Neler yaptırıyordu şu kıskançlık insana işte. Kıskançlık değil miydi Kabil'e öz kardeşi Habil'i öldürten. Ürperip giderken kollarımı ona doladım sıkıca. Göğsüne sokuldum tüm öfkemi unutup.

 

Maran'ı kıskançlık yiyip bitirmişti işte. Aynı çatı altında büyüdüğü, aynı sofrada ekmek bölüştüğü insana duyduğu kıskançlık. Bilekliği çalması, bugün yaşananlar da aslında sırf onun kıskançlığı yüzünden oluvermişti.

 

"Ne olursa olsun sakın bir daha bana bunu yaşatma." Diye mırıldandım. Kulağımı tam kalbinin üzerine dayamıştım. "Düşüncesi bile çok kötü."

 

"Yaşatmam peri kızı." Diye mırıldanırken saçlarımı okşadı usul usul. "Seni asla bırakmam."

 

"Ben de seni. Ne olursa olsun asla bırakmam." Diye mırıldandım.

 

🔥

 

"İç şu suyu." Diye elindeki su bardağını sinirle koydu Ahmet cam sehpanın üzerine. O böyle yapınca bardaktan tok bir ses çıkmış, birkaç damla sehpanın üzerine sıçramıştı. Çok nadir sinirlenen, oldu olası, doğuştan sakin yapısını o gün bozmuştu Ahmet. Daha doğrusu bozmak zorunda kalmıştı. "İç!" diye üstelerken karşısında hareketsiz durması da bu sinirini katlıyordu. Onun suyu içmesini beklemeden de çantasına uzanıp beyaz plastik eldivenleri çıkardı. Epey gürültülü bir biçimde parmaklarına geçirirken ağzının içinde de küfürler geveliyordu. Uzanıp şırınga paketini açtı ve iğneyi sertçe ucuna taktı. Kahverengi ampullerden birini hızla kırıp içindeki sıvıyı şırıngaya çektirdi.

 

"Kaldır kafanı." Dedi aceleci bir şekilde. Aceleciliği sinirindendi. Tahammül edemiyordu Maran'la aynı odada olmaya. "Aslında sıfır anesteziyle yapmak lazım ama." Dedi iğneyi kaşındaki yaradan biraz yukarıya pek de yumuşak olmayan bir şekilde saplarken. O böyle yapınca Maran'ın ağzından küçük bir inleme dökülmüştü.

 

"Yavaş be!" diye sinirle söylendi Maran. Eliyle Ahmet'in iğne tutan elini itmek istemişti ama yapamadı.

 

"Göstereceğim ben sana yavaşı!" diye söylenirken geri çekildi Ahmet. "Geri zekalı!" dedi ağız dolusu bir biçimde. "Allah'ın geri zekalısı! Oğlum ne çeşit bir malsın lan sen!" Tutamıyordu kendini. Bakışları yüzü gözü dağılmış, mosmor olan Maran da dolanıyordu. "Hiç mi aklın yok senin! Bu kadar mı beyinsizsin! Bu kadar mı eceline susadın! Ölmek mi istiyorsun! Gerçekten soruyorum ya sana! Bu kadar mı nefret ediyorsun da yaşamaktan ölmek istiyorsun ha! Baran'ın seni geberteceğini hiç mi hesap edemedin lan!"

 

"Aşık oldum."

 

"İYİ BOK YEDİN AMINA KOYDUMUN GERİ ZEKALISI!" Sehpada duran boş su bardağını sinirle yere çarparken tiksinir gibi dökülmüştü kelimeler Ahmet'in ağzından. "İyi bok yedin!"

 

"Olamam mı! Ha! Sen Elif'in kuzeninin peşinde dolanıyorsun ya aval aval! Ben olunca mı suç!"

 

"Olamazsın geri zekalı olmazsın! Sen ne dediğinin farkında mısın lan! Elif Baran'ın karısı!"

 

"Düşmanlık bitsin diye yapılan kağıt üstü bir evlilik sadece." Ahmet'in yüzü tiksinir gibi bir hal alırken Maran'ın pişkince kurduğu cümleler daha da katladı sinirini.

 

"Ne diyorsun lan sen! Senin dediğini kulağın duyuyor mu!" zaten her yeri patlamış suratına bir yumruk da kendisi vurmamak için zor tutuyordu kendini.

 

"Duydun." Dedi Maran pişkinliğini sürdürerek.

 

"Ne olursa olsun Elif evli bir kadın! Hem de senin dayının oğluyla evli bir kadın! Nasıl evlenmiş ne evliliğiymiş kimin umurunda! Evli mi evli! Bitti!"

 

"Formaliteden, herkesin onaylamadığı, sırf dedem istedi diye yapılan bir evlilik. Başka bir şey değil." Patlamış dudağından zar zor dökülüyordu her kelime ama o inatla aynı şeyi zırvalayıp duruyordu. Daha fazla dayanamadı Ahmet. Sertçe omzuna geçirdi. Sonra da işaret parmağını sertçe onun şakağına bastırdı.

 

"Sikip atacağım şu olmayan beynini ha! Mal mısın lan sen!"

 

"Yalan mı?" diye diklendi inatla Maran. Ahmet o ana kadar gözlerinde koyu siyahtan bir perde olduğunu fark etmemişti ama edince baştan ayağa ürperdi. Baktığı gözler aynı çatı altında büyüdüğü Maran'ın gözleri olamazdı. Bu hırs dolu koku, bu kıskançlık dolu kelimelerden nefret etti.

 

"Elif'in parmağında yüzük var mı var! Adının yanında 'İzol' yazıyor mu! Yazıyor! Ne olursa olsun bu onun evli olduğunu ve senin de 'evli' bir kadına bunları diyemeyeceğini değiştirmez! Ama ne var biliyor musun!" şakağına bastırdığı parmağını demin iğne vurduğu kaşının üzerine çıkardı. Uyuşmuş olması lazımdı. Parmaklarıyla sert bir şekilde açık yarayı kontrol etti bir yandan.

 

"Ne var?" dedi Maran yarım ağız bir gülüşle.

 

"Senin derdin Elif falan değil. Senin tek derdin Baran!" Maran'ın bakışları donuklaşırken o yarım gülüşü de silindi. Gözlerine Ahmet'in daha önce görmediği-konduramadığı- o hırslı öfkesi yerleşti. "Elif hayatımızda olmasaydı da sen başka bir şeyi bahane edip yine bu kıskançlığı yapardın. Tüm bu yaptıkların hepsi Baran'a olan hırsından."

 

"Hak etmiyor çünkü." Diye mırıldandı Maran. Ahmet bir yandan yaranın etrafını temizleyip dikişe hazır hale getirmişti.

 

"Ne demek hak etmiyor lan! Sen kendi hırsını buna bağ-"

 

"Hak etmiyor da ondan!" öfke saçıldı gitti Maran'ın gözlerinden. "Hak ediyor mu sence! Ha! Sen söyle! Hak ediyor mu! Ne şirkette ne bu evlilikte asla payı yok! Hakkı yok! Soyadında olmadığı gibi!"

 

"Kes sesini!" diye kesin bir dille uyardı Ahmet onu.

 

"Yalan mı!" diye diklendi Maran. "Sen de biliyorsun! Hem de çok iyi biliyorsun!"

 

"Kes sesini Maran!"

 

"Kan tahlilini gör-"

 

"SANA KES SESİNİ DEDİM!" dayanamayıp sertçe kavramıştı onu çenesinden. Parmakları yanaklarını delecek gibi sıkarken acı bir inleme döküldü Maran'ın ağzından. Eliyle sertçe geri itti Ahmet'i. "Seni sikerim Maran! O sikik ağzını kapatacaksın duydun mu!"

 

"Sen kimsin lan!" diye fırladı ayağa Maran. "Oğlum kimsin lan sen! Ne hakla karışıyorsun bize!"

 

"Bak ben yıllardır Hipokrat yeminime bağlı yaşayan bir doktorum. Ama seni gebertmek için o yemini çiğnemem saniyelerimi almaz! Duydun mu! Damarına saplayacağım bir iğne yeter!"

 

"Öyle mi Hurdacı İzzet'in oğlu! Neydi soba zehirlenmesi miydi seninkilerin öldüğü!"

 

"Pisleşme..." diye dişlerinin arasından mırıldandı Ahmet.

 

"Dedem kol kanat germeseydi sana senin yerin neresiydi biliyor musun? Hurdaların arası." Pis ve sinir bozucu bir kahkaha atmaya çalıştı. "İzol konağının sığıntısı seni. Yardakçı."

 

Tutamadı kendini daha fazla Ahmet. İki büyük adımla aralarındaki mesafeyi kapatırken çantasından kaptığı makası onun boğazına yasladı. Hatta ucunu da hafifçe batırdı.

 

"Ne o?" diye ısrarla sürdürdü Maran tavrını. "Beni mi deşeceksin Hurdacı İzzet'in oğlu?"

 

"Sen var ya hayatımda gördüğüm en şerefsiz insansın! Hem de en!"

 

"Sen şerefsizlik görmemişsin." Dedi yarım ağız gülen Maran. "Ama görmen yakındır. Benden demesi o zaman o elindeki makası gidip benim gibi kimsenin boynuna da saplayamayacaksın. Neden biliyor musun? Fırsatınız olmayacak! Bu iyi günleriniz!" Ahmet vurmak için elini kaldırmıştı ama hızla açılan kapıyla tuttu kendini.

 

"Çık dışarı Ahmet." Diye hızlı ve sert rüzgarlar estirerek giriş yapmıştı içeri Baran. Ama Ahmet onu duymamış gibi elindeki makası Maran'ın boğazından çekmiyordu. Öfkeyle soluyarak bakıyordu Maran'ın gözlerine. "Çık!"

 

"Çıkmayacağım." Diye dişlerinin arasından tısladı. Bakışlarını ise hiç çekmedi.

 

"Ne o?" dedi gevşek gevşek Maran. Dudağındaki yara sızlasa da aldırmadı. Beni öldürüp bahçeye mi gömeceksiniz?"

 

"Sana o iyiliği yapmam." Baran ona sırtını dönüp bakışlarını pencereden dışarı çevirdi. "Senin o pis bedeninle toprağı kirletmem emin ol."

 

"Hadi ya?" diye keyif alır gibi sordu Maran. Sanki saatler önce Baran'ın elinden zor kurtulan kendi değilmiş gibi. "Fantezilerin büyük o zaman?"

 

"Her bir zerreni ayrı ayrı sikip atmak istiyorum biliyor musun?" diye mırıldandı Baran. Bu hali Maran'ı daha çok gülümsetti. "Pılını pırtını topla. Birkaç saate defolup gideceksin."

 

"Sorması ayıp nereye?"

 

"İsterdim ki cehennemin dibine. Ama şimdilik nefes alabileceğin bir yere."

 

"Adı var mı buranın?" diye daha da gülümsedi Maran. "Yani insan merak ediyor da." Daha da güldü.

 

"Halamın hatırı var. Olmasa ne yapacağımı ben iyi biliyorum da." Yumruklarını sıkarken tırnakları avcunun içine battı Baran'ın.

 

"Halanın? Vardır tabi." Kendini Ahmet'in elinden kurtarırken arkasındaki koltuğa geri oturdu. Baran da daha fazla yüzüne bakmamak, onunla aynı yerde nefes almamak için hızla kapıya doğru adımladı ama Maran'ın sesi durdurdu onu. "Biliyor musun abine çok benziyorsun."

 

Baran'ın öfke dolu bakışları ağır ağır çevrildi omzunun üzerinden. "Ahmet'e yani." Kafasıyla tepesinde dikilen Ahmet'i işaret etti Maran. Her kelimesi kendini daha da sinirlendirdiğinden hızla kapının koluna asıldı ama Maran yine durmadı.

 

"Dikkat et Baran." Dedi o kapıdan dışarı adımını attığı anda. "Özellikle Elif'e dikkat et."

 

Geri dönüp zaten dağılmış olan ağzını burnunu daha da dağıtmak istedi ama vazgeçti. Çünkü Elif'in adı onun ağzından her çıktığında zehirlendiği hissine kapılıyordu. Yumruklarını sıkıp kapıyı büyük bir gürültüyle çarparak çıktı dışarı.

 

🔥

 

İki hafta sonra

 

"Tabancamin sapuni gülle donatacağum gülle donatacağum

 

Tabancamin sapuni gülle donatacağum gülle donatacağum

 

Alacağum başka yar seveceğum başka yar

 

Seni çatlatacağum seni çatlatacağum..."

 

Gözlerimi kapatıp burnuma dolan kıymalı börek kokusuyla gülümsemem büyürken kulaklarıma dolan neşeli türküyle gözlerimi açtım gülerek girdim mutfaktan içeri.

 

"Tabancam doli mermi seven böyle eder mi sev-"

 

"Kim ne yapıyormuş Fatma sultan?" dedim yanına neşeyle varıp. Fırından yeni çıkardığı kıymalı böreğin kokusu ciğerlerime bayram ettirirken burnumu börek tepsisine daha çok yaklaştırıp kokusunu daha çok çektim içime. Hazırlıksız yakanmış olduğundan korkuyla sıçrarken baş parmağını da damağına bastırmayı ihmal etmedi.

 

"Allah iyiliğini versin Elif kızım." Dedi titreyen sesiyle.

 

"Korkuttum mu seni?" kollarımı ona dolayıp sarıldım. "Türküye öyle bir dalmışsın ki. Kusura bakma."

 

"Ne kusuru canım. Boş bulundum işte."

 

"Nasıl güzel sesin varmış. Karadeniz ağzın da pek iyiymiş."

 

"Eh." Dedi kırık bir tebessümle. Ellerini önlüğünün önündeki havlusuna sildi yavaş yavaş. "Az biraz Karadeniz dağlarında yaşayınca insan ister istemez kapıyor tabi."

 

"Ya?" dedim merak ve şaşkınlık karışımı bir tonda. "Karadeniz'de mi yaşadın?"

 

"Trabzon Sürmene." Dedi içli içli. Gözlerinden anlık bir hüzün geçerken omuzları düştü.

 

"Gerçekten mi?" dedim hayretim daha da artarken. "Leyla da oralı. Yani babası. Annesi Makedon göçmeni de. Selahattin amca ve Zeynep teyze orada yaşıyorlar şimdi. Leyla da orada doğup büyümüş."

 

"Deme." Dedi pembe yuvarlak yüzüne içten bir tebessüm yerleşen Fatma abla. "Ben on seneye yakın yaşadım orada. 'Yazıoba' Köyüydü. Gerçi köyün merkezine de uzak bir dağ eviydi ya." İç çekti hisli bir şekilde. Silkelendi sonra. "Demek Leyla kızım Trabzonlu ha. Belli zaten hırçınlığından. Karadeniz'in havası karışmış kanına. Belli."

 

"Öyle valla." Diye güldüm. "Sen ne yapıyorsun?" Bakışlarımı önümdeki kıymalı böreğe çevirdim.

 

"Akşama misafirlerimiz var. Gülsüm hanım dünden tembih ettiydi."

 

"Misafir mi? Kim?" Bakışlarım hâlâ böreklerdeydi. Artık şu son iki haftadır böreklere olan öfkem de mesafem de azalmıştı. Tabi bunda Berfin'in yapmayı bıraktığı böreklerin payı büyüktü. Gelmemesi daha büyük etkendi ya.

 

"Vallahi Halil Arnas ve ailesiymiş. Hüseyin ağamı ziyaret edelim demişler ama bana kalırsa işin ucunda Berfin var." Gözlerim kısılırken merakla kafamı salladım. Tanıyordum bu ismi. Bilmemem mümkün değildi zaten.

 

"Neden?"

 

Sesini kıstı hafiften. "Halil ağa büyük torunu Halil için düşünüyormuş Berfin'i. Gerçi mevzuyu tam açmamışlar ama belli ki onun için geliyorlar."

 

"Hayırlısı olsun." Dedim geri çekilip.

 

"Öyle tabi. Ama Rojbin hanımın pek gönlü yok bana kalırsa."

 

"Vardır onun da bir bildiği. Sonuçta her anne evladının iyiliğini ister. Neyse bize de hayırlısı olsun demekten başka bir şey düşmez." Hafifçe omuz silkerken çay bardaklarının olduğu tepsiyi kavradım sıkı sıkı.

 

"Kız Ruken." Dedi ben tepsiyi tutarken Fatma abla. O sırada Ruken de nefes nefese elindeki yumurta sepetiyle girdi içeri. Bir eliyle de başındaki kayan tülbentini düzeltmeye çalışıyordu. "Bir gittin kaç saat oldu kızım."

 

"Kümesi temizledim de. Her yer saman olmuş."

 

"Belli. Şu haline bak. Sanki samanda belenmiş tavuğa dönmüşsün sen de." Güldüm Fatma ablanın tatlı tatlı kızışına. Ben gülünce Ruken utançla kızarmıştı. Elindeki sepeti acele bir şekilde masaya bırakıp elimdeki tepsiyi almak için koştu.

 

"Sen zahmet etme Elif abla. Ben yaparım."

 

"Kümesten gelebilseydin yapardın." Diye sürdürdü tatlı azarını Fatma abla. Ben de elimdeki tepsiyi onun eline bırakmıştım.

 

"Düğmen." Dedim o hızlı adımlarla kapıdan çıkacakken. "Açık kalmış. İçeri geçmeden geçir istersen." Kahverengi elbisesinin yakası geri kıvrılmıştı. Ben uyarınca da telaşlı bakışları yakasına indi. Tepsiyi masaya bırakıp acele bir şekilde geçirdi.

 

"Ah bu gençlik. Gözünü seveyim." Diye söylendi Fatma abla. Ben de ona gülerken çıktım gerisin geri.

 

Kahvaltı masasına yerleşirken bakışlarım hangi konu üzerinde olduğunu anlamasam da didişen ikizlerdeydi. Seslerini çok çıkaramıyorlardı ama birbirlerinin kollarını durup durup çimdikliyorlardı.

 

"Kızlar!" diye uyaran ablalarıyla beraber ikisi de sinirli bakışlarını birbirlerinden çekip somurtarak önlerine döndüler. "Çok ayıp. Sabah sabah. Dedem görürse çok kızar."

 

"Hepsi Seyhan'ın suçu." Diye homurdandı Dilan. İkizine yandan bir bakış attı. Gözlerini deviren Seyhan ise susmayı seçti. Bakışları beni bulunca da hafifçe tebessüm etmişti.

 

Ve evet. Küçük sırrının ortağı olan ben de hafifçe tebessüm ona. İki hafta önce garajda buluşmayı sorunsuz bir şekilde gerçekleştirmişlerdi. Parmaklarıyla boynundan sarkan melek kolyesine dokunurken yanakları kızardı. Hediyesini de hiç çıkarmıyordu boynundan.

 

"Günaydın." Ona dalıp gidişimden ise yanı başıma oturan ve başıma küçük bir öpücük konduran Baran çıkardı. Yanaklarım ısınırken utangaç bakışlarla Bircan abla ve ikizlere baktım. Allah'tan masada bizden başka kimse yoktu.

 

"Ee bize de günaydı abi." Dedi Dilan imalı bir şekilde.

 

"Günaydın." Dedi gülerek onlara doğru.

 

"Bak iki sinir edeyim dedim de böyle gülünce de şey edemedim." Diye geri somurttu Dilan.

 

"Ne oldu?" dedi Baran. "Hevesin kursağında kalmış gibi oldun birden."

 

"Öyle oldu valla. Sirke satan ciddi suratınla dalga geçmek güzel oluyordu da şu sıralar bunu pek beceremiyorum. Hep bir neşelisin yani."

 

"Olmayayım mı?" Bakışlarını bana çevirirken hafifçe göz kırptı.

 

"Ol tabi canım." Dedi yılışık moda geçip. "Biz de yengemle dalga geçeriz artık."

 

"Ne? Neden?" dedim içime kaçan şaşkın sesimle.

 

"İşte tam da bu yüzden." Dedi kardeşinden o yılışık tavrı devralan Seyhan. "Yanakların kızarınca daha da eğlenceli oluyor." Sanki demin kedi köpek gibi didişen onlar değilmiş gibi birbirlerine bakıp kıkırdaştılar.

 

"Kızlar." Dedim uyarıcı ama kısık bir şekilde. İkisi de aynı anda omuz silkerken kıkırdaşmaları çoğaldı. Ben de sonsuza kadar bana bakıp kıkırdaşacaklar diye düşünürken Hüseyin İzol, Mehmet ağa ve Gülsüm hanımın masaya gelmeleriyle yutkunup sustular.

 

"Hayırlı sabahlar." Diye o masaya oturunca bekledik sadece. Hep beklediğimiz gibi. Eliyle başlamamızı işaret edince de çatalımı elime alıp beyaz peynirimi çatala takmıştım ki bacağıma değen bacağıyla duraksadım. Utanç dolu bakışlarım ona doğru kalkarken derin bir nefes almaya çalıştım.

 

"Akşama misafirlerimiz varmış dede." Diye söze girdi Bircan abla. Solgun yüzüne biraz allık sürüp canlılık getirmeye çalışmıştı. Açık bıraktığı saçlarına da koyu yeşil bir bandana takmıştı. Ve evet, bunu dökülen saçlarını gizlemek için yapıyordu.

 

"Öyle." Dedi ağır ağır başını sallayan Hüseyin İzol. "Halil Arnas ve ailesi gelecek. Epeydir ziyaret etmemişlerdi. Ta geçen sene bayramda köyde görmüştük birbirimizi."

 

"Uzun zaman olmuş." Dedi gülümseyen Bircan abla. Son günlerde iştahsızlığı gözümden kaçmıyordu. Doktoru hastane yatışı istiyordu ama direniyordu Bircan abla.

 

"Öyle öyle. Hem hayırlı bir şey konuşmak istiyorlarmış. Rojbin'le Mervan'a haber verdiniz mi? Akşama burada olsunlar." Kafasını Gülsüm hanıma doğru çevirdi.

 

"Verdik ağam. Gelecekler."

 

"İyi." Fatma ablanın bahsettiği şey tam olarak da buydu işte. Önümdeki bir dilim domatese tuz dökmek için tuzluğa uzandım ama elim onun eline değince duraksadım. İşaret parmağını hafifçe elimin üzerine sürtmüştü. Hızla geri çekerken kızaran yanaklarımı kimse görmesin diye kafamı daha da eğdim önüme.

 

"Maran nerede Baran?" Ama utançla eğdiğim bakışlarım korkuyla geri kalkarken Mehmet ağaya bakakalmıştım.

 

"İstanbul'a gitmişti." Dedi ses tonu tok bir hal alırken.

 

"Kimseye haber vermeden. İki haftadır yok. Mazeret de belirtmedi. Senin haberin var mıydı?"

 

"Oradaki işlerle ilgilenecek." Umursamazca yeşil zeytin attı ağzına.

 

Tabi kimsenin durumdan haberi yoktu. Masadaki herkesin bu konuda şaşkın olması da normaldi. İstanbul'da demişti ama gerçekten İstanbul'da mıydı o da bilinmiyordu. Benim tek bildiğim artık bir daha burada olmayacağıydı. Bir daha onu görmeyecek olduğumuzdu. Detaylarından bana bahsetmemişti ama yurt dışına çıkacağı, hatta çıktığı bir gerçekti. Yakın zamanda şirketle ilişiği de kesilecekti. 'Halam için susuyorum' demişti Baran geçen gün. Ne olursa olsun Rojbin hanım bir anneydi ve onu düşünüyordu.

 

Bu durumun beni rahatlatması gerekiyordu ama nedense ben pek rahat hissedemiyordum. İçim Maran konusunda hâlâ huzursuzdu. İki hafta önceki o günü unutamıyordum mesela. Yani normale dönmek pek kolay değildi benim için.

 

"Cihan nerede?" dedi bu kez Bircan abla. "Dün gelmedi değil mi o? Akşam yemekte yoktu."

 

"Şirkette. Çalışıyor."

 

"Bu ne iş aşkı böyle." Diye güldü Bircan abla. Tabi yadırganacak bir durumdu bu. Benim için bile. Çünkü eve en erken gelen Cihan, en geç giden yine Cihan'dı. Çalışkandı biliyordum ama Cihan Cihan'dı işte. Küçük bir çocuk gibi olabiliyordu çoğu zaman. Daha çok arkası toplanacak biri gibiydi.

 

"Nazar değmesin." Diye gülümsedi Baran.

 

Aslında iş ne iş aşkıydı ne de nazar değmesin denilebilecek bir çalışkanlık. Hepimiz az çok Şirin'le aralarında olan tartışmadan dolayı sığınacak bir yer aradığından olduğunu biliyorduk. Sevgi, aşk insanı değiştirirdi. Buna son derece inanırdım çünkü ben de değişmiştim. Artık bir şeyleri iki kişilik düşünmeye başladığımdan, yanımda olduğunu hatırlayınca karnımda uçan kelebekleri tutmak için ellerimi karnıma doladığımdan anlayabiliyordum bunu. Ama Cihan'daki değişim daha farklı geliyordu gözüme. Son iki haftadır solgunlaşan yüzü, kahkahalarının yerini alan kırık tebessümleri de bunu kanıtlıyordu. İlk baştaki o heyecandan yaratılma Cihan'dan yorgun bir Cihan'a dönüşmüştü.

 

Bana kalırsa yıpranıyordu.

 

Bu tezimi henüz kimseyle paylaşmamıştım ama Şirin Cihan'ı yıpratıyordu. Gerek uçarı istekleri, gerek dengesiz halleri, gerek incir çekirdeğini doldurmayan kavgalarıyla. İki haftadır ruh gibi gezinmesine neden olan kavgası ise Leyla yüzünden çıkmıştı. Leyla geçen gün bunu anlatırken sinirle kendi saçlarını çekiştirip durmuştu. Neymiş Şirin her şeyi yanlış anlamış, o kadar insanın içinde kendini olabildiğince aşağılamış. Eğer asansör korkusu olmasaydı Leyla'nın onu paralayacağından adım gibi emindim ama Leyla o korkuyla Leylalığını yapamamıştı.

 

Ama bana kalırsa bu bahaneydi. Çünkü Cihan Şirin'in istekleriyle baş etmekte zorlanmaya başlamıştı. Tabi ben dışarıdan gördüğüm kadarıyla yorumluyordum her şeyi. Bir de kendi içlerinde yaşadıkları vardı.

 

Cihan'ı seviyordum. Evdeki haylaz bir kardeşti benim için. Ve en önemlisi kalbinin o pırlantalığından da emindim. Neden bilmiyordum ama Şirin'i bu pırlanta kalbe layık bulmuyordum. Haddim değildi belki ama yakıştıramıyordum da yanına.

 

Eltilik ediyorsun diye mırıldandı içimdeki hain ses. O böyle der demez hafifçe silkelendim. Düşüncesi bile tüylerimi diken diken etmeye yetip artmıştı. Şirin'le aynı çatı altında yaşamak... Elti olmak... Her gün aynı sofraya oturmak... Sürekli saçma imalarına maruz kalmak...

 

İçim sıkılırken bacağıma koyduğu elimle daldığım düşüncelerden irkilerek çıktım.

 

"İyi misin?" diye fısıldadı. Saçmaydı ama ne olmuştu bir anda bana? kafamı sallarken bacağımı çekmeye çalıştım. "Kalkalım mı?" bakışlarını benden çekmemişti. Gülümsemeye çalışıp kafa salladım yine.

 

"Biz çıkıyoruz. Size afiyet olsun." Önce o ayaklanırken benim de sandalyemi çekmeme yardım edip kalktık masadan.

 

"Akşama misafirlerimiz var Baran. Unutma." Hüseyin İzol özellikle vurgulamıştı misafirleri.

 

Çantamı koluma asıp montumun önünü geçirmeye çalışırken yavaş adımlar atıyordum bir yandan arabaya.

 

"İyi misin?" uzanıp benden taraftaki kapıyı açtı ve binmem için bekledi. "Daldın gittin masada? Canını sıkan bir şey mi var?"

 

"Yok." Diye mırıldanırken o da kemerimi zorlanarak çekip taktı. Ve evet epeydir arabasının bu kemerine bir çözüm bulmuyordu. En sonunda sinirlenip ben bir çözüm bulacaktım buna. Sonra Cihan'ın 'arabam' dediği gibi ağlardım. Baran'ın ağaca hiç düşünmeden çarptığı Range Rover onundu çünkü. "Aslında var..." dedim o da yan tarafıma yerleşince.

 

"Nedir?" arabayı çalıştırmaktan vazgeçip bana doğru döndü.

 

"Aklım Cihan'da. Leyla'nın anlattığına göre yani asansörde kaldıktan sonra Şirin'le kavga etmişler ya."

 

"Eee?" dedi merakla.

 

"Sence evlendikten sonra nasıl olacaklar? Yani Şirin'le Cihan?"

 

"İkisi de yetişkin. Elbette kavgaları, anlaşamadıkları durumları olacak. Çözerler ama. Sen niye buna bu kadar takıldın?" yarım bir gülüş belirdi dudaklarında. "Yoksa Şirin'le 'elti' olma fikri mi çok hoşuna gitmedi.

 

Gözlerim iri iri açılırken hızla ona doğru döndüm. "Nereden anladın!"

 

Kahkaha attı. Hem de o kadar içtendi ki şaşıp kalmıştım.

 

"Ne ya?" diye homurdandım. "Ne gülüyorsun?"

 

"Eve elti gelecek diye girdiğin şu hallere bak. Cık cık cık." Yalandan 'cık'ladı. "Elif Kamer İzol. Sen neymişsin ya?" Sinirle koluna vurdum.

 

"Gülme! Komik değil. İki dakika ciddi ol. Hem bana ne. Ama Şirin'den de bahsediyoruz."

 

"Valla haklısın." Gülmesi solarken hafifçe soluklandı. Arabayı çalıştırdı bir yandan.

 

"Aşk böyle kör ediyor sanırım insanı." Diye 'yazık' modunda mırıldandım.

 

"Cihan sadece kör." Diye parantez açtı. "Umarım sonları iyi olur." Diye mırıldanırken çoktan yola doğrulmuştuk. Çok haklıydı. Hem de sonuna kadar.

 

Beni dershaneye bırakmış, içeri girene kadar da beklemişti kapıda. O beklerken Esma ve Betül'ün kem gözleri eşliğinde ben de sınıfa çıkmıştım. O gün çantam biraz ağırdı. Katılamadığım derslerin notlarını çıkarmak için Asmin'den ödünç aldığım defterleri de taşıyordum. Geçen iki gece boyunca bunlar için uğraşmış bir de üzerine tekrar etmeye çalışmıştım.

 

"Buyur yenge." Önümdeki sınıf kapısını açıp bana yol veren insan fazlası Furkan'a sinirle döndüm. Sabahtan beri sınıfa her girişim ya da çıkışımda kapıyı açıp 'buyur yenge' diyordu ciddi ciddi. Hepsini görmezden gelmeye çalışıyordum ama sabrım da taşmıştı.

 

"Ne yapıyorsun sen?" dedim son derse gelmenin verdiği sabır taşkınlığıyla. "Sabahtan beri hayırdır?"

 

"Bir kusurum olduysa kusura bakma yenge. Affedersin."

 

"Ne bu? Sürekli kapı açmaya çalışmalar falan? Kendi elim ayağım tutuyor çok sağol. Bir daha olmasın." Sinirle sınıfa adım atmıştım ki konuşmasıyla durdum.

 

"Baran abimizi çok severiz. Asıl sen bizim kusurumuza bakma. Karısı olduğunu bilseydim daha kibar olurdum yani."

 

"Ha öyle." Dedim tek kaşımı kaldırıp. Ellerini önünde bağlarken kafasını salladı. O sırada Asmşn de gelmişti yanıma. 'Ne oluyor' dercesine bakıyordu yüzüme. "Karşındakine bir 'kadın' olduğu için değil de soyadı için kibar olacaksın öyle mi? Yani adımın yanına eklenen bir kelime sana kibarlık yükledi? Eğer öyleyse kalsın. Zaten senden gelecek kibarlık da bu kadar olurdu." Asmin'i kolundan tutup içeri adımlamıştım ki hırsla geri döndüm. "Ayrıca bu kibarlığın soyadla da bir alakası olduğunu sanmıyorum. Burnuna yediğin darbeler." Diye mırıldandım. Ve bu konuda hiç konuşmamıştık ama burnuna yediği yumruk ya da kafa her neyse onun Baran'a ait olduğunu biliyordum.

 

"Seni rahatsız etmiyor değil mi bu?" diye fısıldadım sıraya yerleşirken.

 

"Yok." Dedi şaşkın bakışlarını omzunun üzerinden Geriye oturan Furkan'a çeviren Asmin. "Ne oldu ki? Sana yine bir şey mi dedi? Sabahtır çevrende."

 

"Bana da demedi de. Zaten diyemez ama katıksız öküzün teki. Hiç haz etmiyorum." Diye mırıldanıp önüme döndüm. Sıkı bir kimya dersi olacaktı. Faruk hoca öyle demişti. İnsan fazlasına olan sinirimi bir kenara bırakıp not defterimi çıkardım ve sıramın üzerinde açtım. Bakışlarım ise defterin arasında duran küçük, beyaz 'yasemin' çiçeğinde kaldı. Dudaklarıma tatlı bir tebessüm yerleşirken parmaklarımın arasına alıp okşadım çiçeği.

 

O ve onun bana özel hissettiren sürprizleri...

 

Tabi tebessümüm bir sğüre sonra büyük bir gülümsemeye dönüştüğünde ve elimdeki yasemin çiçeğine dalıp gittiğinden Asmin'in dürtmeleriyle çiçeği bırakıp derse döndüm ama buna dönmek denebilirse. Kalbimiz şimdi 'küt küt' atarken aklımızı da anlatılanlara pek veremiyorduk haliyle. Bileşiklermiş falan hepsi yalan olmuştu yani.

 

Eh bu 'Leyla' hallerimle dersi yarı hülyalı dinleyip çıktım dershaneden. Bir an önce eve gidip onu görmek geliyordu içimden. Bu hallerime epey yabancı ve yeni olduğumdan da evde ikizlerin burada Asmin'in dışarıda da Şilan ve Leyla'nın alay konusu olmuştum.

 

Kimin umurundaydı.

 

Ben öyle leyla leyla dışarı çıkarken kapının önünde onu görmemle gülümsemem daha da büyüdü. Büyük kapının eşiğine takılmaktan da son anda kurtulmuştum. Öyle bir el ayak dolaşması. Gören de beni on yedisinde liseli sanır. O derece bir heyecan yani.

 

"Elif." Dedi yüzündeki o düşülesi karizmatik gülümsemesiyle. Beni görünce yaslandığı arabadan çekilip ellerini de cebinden çıkarmıştı.

 

"Baran." Dedim heyecanlı bir solumayla. Uçarı adımlarla yanına ulaşıp durdum önünde. Ne yapacağımı bilemedim. Ama o benim yerime beni kendi kolları arasına alıp sıkıca sarıldıktan sonra şakağıma küçük bir öpücük bırakmıştı. "Sen gelmişsin."

 

"Gelmese miydim?" dedi kafasını geri atıp. Suratı bozulur gibi bir hal aldı.

 

"Yok." Dedim hızla. "Ne bileyim sen iştesin diye. Ben bilemedim."

 

"Çıkmanı dört gözle bekliyordum." Bir yandan da arabanın kapısını açtı ve binmeme yardım etti. Kemerimi taktı. Kendi tarafına dolaştı. "Ee dedi?" kendi tarafına oturup arabayı çalıştırırken. "Nasıl geçti benim zeki karımın günü?"

 

"İyi ve dolu dolu. Senin?" Dudaklarımdan ona dökülecek aşk sözcüklerini beklediğini biliyordum ama yapamıyordum işte. Benim tabirimdeki bu utangaçlık dışarıdan nasıl algılanıyordu bilmiyorum ama yapamıyordum. O bana 'Peri kızı, karım' dedikçe lügatım üç yaşına geriliyordu.

 

"Sıkıcı ama seni görünce çok iyi. Hatta birazdan daha iyi." Yüzünde çapkın bir gülüş belirdi.

 

"Niye ki?" dedim merakla.

 

"Eve gitmemeye ne dersin?"

 

"Bilmem." Diye mırıldandım.

 

"Bunu evet olarak kabul ediyorum. O zaman çiftliğe sürüyorum." Kucağımda tuttuğum çantama daha sıkı sarınırken gülümsemeye çalıştım.

 

"Ama misafirler?" dedim hızla. "Deden demişti hani? Kimdi o?" hatırlamaya çalıştım.

 

"Dedemin misafirleri. Bizim değil. Boşver kafa dinleyelim biraz. Ama istemezsen dönebiliriz." Bana doğru imalı bir bakış attı.

 

"Yooo." Diye mırıldandım. "Düşünmüşsün o kadar." Utançla kızarırken kafamı önüme eğmeye çalıştım. Derin bir nefes aldım.

 

Araba çiftlik evinin önüne geldiğinde tam kapının önünde durmuş benim inmemi beklemeden de kendi önce inip benim tarafıma dolaşmıştı. Akşamın karanlığı çökerken etrafta kimsenin olmayışına baktım. Onun elini tutarak da içeri girdim.

 

"Kimse yok mu?" dedim içerideki sessizliği kast edip. O da bu sırada omzumdan çıkarmaya çalıştığım montumu alıyordu.

 

"Yok."

 

"Havva abla? Çavuş dayı? Kimse mi?" şaşkınca bakındım.

 

"Kimse." Gülümserken kafasını iki yana salladı. "Baş başayız bugün."

 

"Ya." Dedim kaşlarımı kaldırıp. Derin bir nefes almam gerekmişti tabi. Şimdi niye diye soracak olursanız ilk baş başa kalışımız, ilk sadece ikimizin bir çatı altında bir arada oluşuydu da bu ondan. Düşüncesi bile dizlerimi titretirken onun elini tutarak ilerledim içeri. "Aaa!" dedim şaşkınca. Gözlerim şöminenin önüne hazırlanmış küçük masadaydı. İçerideki tek ses şöminede çıtırdayan odunlardı. Etraf loştu. İçeriyi bir tek şöminenin ateşi ve etraftaki küçük mumlar aydınlatıyordu.

 

"Beğendin mi?" Elini belime koyarken beni de yavaş yavaş içeri ilerletti.

 

"Çok güzel." Diye mırıldandım. İç çekerken hülyalı bakışlarımı ona kaldırdım. Ve daha güzel bir manzarayla karşılaştım. Gözleriyle.

 

"Geç hadi. Soğutmayalım."

 

"Yoksa bugün işe gitmeyerek bunlarla mı uğraştın?" dedim onun gösterdiği yere şöminenin çaprazında kalan mindere oturup.

 

"Kısmen. Aslında biraz Havva abladan yardım aldım." Başını öne eğerek güldü. "Beceriksizim biraz."

 

"Ona ne şüphe." Dedim ben de gülerek. Sonra dudaklarımı ısırıp susmaya çalıştım.

 

"Neyse ki şanslıyım ama."

 

"Ya." Diye güldüm bu sefer.

 

"Dünyanın en becerikli ve en güzel kızıyla evliyim." Bu sefer öyle gülemedim tabi. Utançtan yüzüm kızarırken dudaklarımı daha çok ısırdım. Önümdeki su dolu bardağa uzandım ve yanaklarımdaki ısınmayı bastırmaya çalıştım.

 

"Utanıyorsun sen de hemen." Dedi gülerek. "Tamam hadi soğutma yemeğini." Demesi kolaydı tabi. Köşeye sıkıştır, dünya kadar şey söyle sonra gel 'utanıyorsun' de. Arsızdı. Vallahi de billahi de arsızdı.

 

Triko elbisemin boynunu çekiştiriken önümdeki yemekten bir lokma almaya çlaıştım ama yut yutabilirsen. Onun derin ve koyu bakışları altında pek kolay da değildi. Biz ilk defa yemek yemiyorduk ki? Ne oluyordu bana böyle?

 

Dakikalar geçti yemek mi beni yedi ben mi yemeği bilemedim tabi. Bakışları da seni yemiş olabilir diyen iç sesim ise hiç yardımcı olmuyordu o gün bana.

 

Yerinden kalkıp yanı başıma dolanmasını da kalbimdeki o dengesiz ritimlerle izliyordum. Tam yanı başıma oturduğunda bir elini belime koymuştu. Diğer eliyle de omzuma dökülen saçlarımı geri iteledi.

 

"Bana huzur ne diye sorsalar 'işte bu' derim." Diye mırıldandı. Gözlerimi yavaşça kapattım sıcaklığıyla. "Varlığından bahsederim, saçlarından, kokundan, sesinden sonra. Kısaca Elif derim."

 

"Baran." Dedim heyecanlı bir solukla. Beni usulca kendine çekerken başımı göğsüne yasladı. Saçlarımın arasına dudaklarını bastırınca benim kalp şaha kalktı tabi.

 

"Yaslan göğsüme sevdiğim

 

Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir

 

Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir toprak gibidir

 

Sen ki bulut gibisin

 

Ay gibisin güneş gibi bazen..."

 

Erdem Beyazıt'ın dizeleri döküldü dilinden. Kalbimde erimiş bir şey aktı gitti onun sesiyle. Parmakları saçlarıma dolandı usulca. Elleri yavaşça okşadı yanağımı.

 

"Rüya gibi ama en hakiki gerçek." Diye fısıldadı. Sonra usulca çekildi geri. Ben mayışmış, kokusu, sesi ve sıcaklığıyla sarhoş olmuş bir biçimde izliyordum onu. Elini cebine atıp siyah kadife bir kutu çıkardı. Kapağını açınca gözlerim 'bilekliğimle' buluştu. "Abinin hatırası bileğinden bir daha hiç çıkmasın." Dedi bileğimi kendi eline alıp bilekliği geçirirken. Taktıktan sonra bileğimde tam nabzımın attığı yere uzun bir öpücük bıraktı. Gözlerim yaşla dolarken gülümsemeye çalıştım. Sonra elini tekrar cebine attı ve bu sefer kırmızı bir kutu çıkardı. "Bu da boynundan hiç çıkmasın." Kutunun içindeki zinciri usulca parmakları arasına aldı. Buğulu bakışlarım ise zincirin ucundan sarkan zarif 'ay' şeklindeydi.

 

"Elif Kamer İzol..." dedi şiir gibi diliyle. "Ay parçası, peri kızım. Bu sana hep beni hatırlatsın, hep aşkımızı vurgulasın." Zinciri boynumdan geçirip klipsini taktı dikkatle. Şimdi kalbim deli gibi atıyordu ve ben nasıl duracağından hiç emin değildim. Soluklanmaya çalışırken dudaklarını omzuma bastırması ise heyecanıma heyecan kattı.

 

"Baran." Diye fısıldarken ona doğru dönmeye çalıştım. Parmaklarımı uzamış sakallarının üzerine çıkardım. "Teşekkür ederim." Dedim zar zor heyecanla.

 

"Asıl ben teşekkür ederim. Varlığına, aşkına." Gülümsedim. O da gülümsedi sıcacık. Sonra hiç düşünmeden dudaklarına uzandım. Bana şiirler okuyan, aşkımızı haykıran dudaklarına. Hiç tereddüt etmeden onun da iri, güven veren elleri sardı başımı. Ben güçlükle ve acemi bir şekilde ona tutunmaya çalışırken o dikkatle tutuyordu bedenimi.

 

İçimde bir ateş vardı. kor kor yanan. Ve sanırım bir onda sönecek, bir onda bitecekti susuzluğum. Öyle de olmasını istiyordum.

 

Öptüm.

 

Öptü.

 

Büyülü bir anın içinde, camdan bir kürenin içine hapsetmiştik kendimizi.

 

Ama bu kürenin kırılması pek de uzun sürmedi. Hunharca çalan ve hemen ardından güm diye açılan kapı mahvetti her şeyi.

 

"Baran oğlum!" dedi Çavuş dayı soluk soluğa. "Yetiş! Yetiş!"

 

"Çavuş dayı?" dedi anın verdiği şaşkınlık ve soluk soluğa. "Ne oldu?"

 

"Yetiş! Berfin! Berfin!"

 

"Ne oldu Berfin'e?" yerden doğrulurken dağılan saçlarını sıvazladı.

 

"Atların ahırında! Yanında bir sürü hapla! İntihar etmiş! Yetiş!"

 

 

 

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce yeni bölümde ne olacak?

 

Bölümün en beğendiğiniz 'can alıcı' dediğiniz yeri neresiydi?

 

Elif?

 

Baran?

 

Maran?

 

Sizce Maran Ahmet'e neyi kastetti??

 

 

Ve malum soruu Berfin'e ne oldu? Ne yaptı kendine? Ne olacak ona?

 

Ve sizce kalan bir aylık süreyi kaç bölümde okuruz dersiniz?

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın e mi?

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%