Yeni Üyelik
42.
Bölüm

İlk Çiçek

@seydnrgrsu

Bölüm uzun hem de upuzuuuuuun. O yüzden en az 10 (On) yorum yapıyoruz okkeeyy

 

Beni buradan takip ederseniz bölüm duyurularına hemen ulaşmış olursunuz. Hadi bir destek büyütelim ailemizi!!!! (seydnrgrsu)

 

Bölüm medyaları çok tatlı ayyy içim bir hojjj

 

 

 

 

 

🔥

 

 

 

 

Soğuk havalar hep içini titretir hep üşütürdü insanı ama çoğu zaman sadece soğuk hava değildi insanı üşüten. Birinden ayrı kalış, yalnızlık da çok soğuk olabiliyordu.

 

O gün Bircan'ı üşüten ise esen soğuk hava, gökten damlayan yağmur değildi. O gün Bircan'ı üşüten garip bir yalnızlık vardı. Kalabalığın arasında kendisini sürekli rahatsız eden bir yalnızlık. Ve bu yalnızlık her geçen gün artıyordu.

 

Dün kemoterapiden geldikten sonra gözlerini hiç açamadan yatmıştı. Bedenindeki halsizlik gün geçtikçe artarken hayattan soyutlanmaya başlaması daha da canını sıkar olmuştu. Aslında yalnız değildi evdekiler sayesinde. Dakika başı kendini kontrol eden Fatma abla vardı. Şimdi kesin mutfak camından kendisini izliyordu. Biliyordu. Okuldan döner dönmez yanına uğrayan kardeşleri, başında sürekli oturan annesi vardı. Sonra Murat vardı. Hayat arkadaşı. Sabah çok ısrar etmişti yanında kalmak için ama işe gitmesini bizzat kendisi istemişti.

 

Ama yalnızdı işte.

 

Bu kadar insanın içinde hiç olmadığı kadar yalnızdı.

 

Aslında hayat dolu bir insandı. Her zaman her şeyde hep iyiyi arardı. Umut doluydu bir kere. Ama şimdi içinde o umudun kırıntısı bile yoktu.

 

Yalnızlık ve umutsuzluk çepeçevre sarmıştı kendini.

 

Yakalandığı bu hastalıktan zerre korkmuyordu. Sonuçta dert insanoğlu için vardı. İmtihan hep daimdi. Ama içinde garip bir his vardı ilk kez kendini 'Neden ben' derken buluvermişti. Herkes etrafındayken eskisi gibi gülüp güçlü olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ama insanlar gidip de böyle yalnız kaldığında gerçekler bir yük olup çöküyordu omuzlarına. 'Ya yapamazsam' diyordu.

 

Doktorlar umutluydu. Dört kardeşinden örnek alınmıştı. Ahmet, İlkkan da örnek verenler kervanına katılmıştı. Yani donör bulunma şansı fazlaydı. Ayrıca gerekli işlemlere başlanmış, uygun ilik her yerde aranır da olmuştu. Hem yolun en başında olduklarından kemoterapiden son derece umutluydu doktoru. Yani umutlar diriydi. 'Ama ya olmazsa' derken buluyordu son zamanlarda kendini.

 

Çünkü daha önce kaç kere hayal kırıklığına uğramıştı. Her ay bir heves yaptığı testler negatif çıkınca artık alışmıştı hayal kırıklığına uğramaya. Bir insan ömründe kaç kere hayal kırıklığına uğrardı ki? Daha kaç kere hevesleri kurağında kalırdı? Kaç kere bağladığı umutlarına ağlardı?

 

Üzerine aldığı şala sıkıca sarınırken yan taraftan duyduğu adım seslerine çevirdi yorgun bakışlarını.

 

"Kusura bakma." Demişti elindeki sigara paketini açmaya çalışan Salim. "Ben burası boş sanıyordum." Elindeki çayı dökmemeye çalışırken sigara paketini de hızlıca cebine atıp arkasını döndü. Genelde buraya gelip tek başına oturur, kafasındaki düşünceleri boşaltırdı Salim. Burası da yalnız kalabildiği yerlerden biriydi. Bircan'a bakmamaya çalışıp adımlamıştı ki Bircan'ın sesi durdurdu onu.

 

"Nereye?"

 

"Rahatsız ettim kusura bakma." Dedi. Salim. Sesi ise Bircan'a kalın duvarlar ardından ulaşmıştı. Hoşuna gitmiyordu bu durum.

 

"Niye rahatsız edeceksin ki? Gelsene." Oturduğu yerde biraz yana kayarken Salim'e de yer açmıştı.

 

"Gerek yok." Diye mırıldanmıştı Salim. Bir an önce uzaklaşmak istiyordu buradan. Gözlerine bakmamak, daha fazla sesini duymamak ve yok olup gitmek...

 

"Çay içesim gelmişti halbuki..." diye mırıldandı Bircan. Biraz olsun oyun arkadaşıyla oturmak, sohbet etmek istiyordu halbuki. Çocukken saatlerce konuşacak şey bulurlardı oysa kendilerine. Şimdi niye bir iki kelimeyle sınırlanmıştı bu?

 

Yavaşça yutkunurken acı kahve gözlerini elindeki yeni koyduğu demli çaya çevirdi Salim. Kahveyi, acı, çayı zift gibi demli, yemekleri bol isotlu severdi. Belki sevmek değildi bu, ağzının tadını kaçırmak gibiydi, kendine her gün acıyı yeniden hatırlatmak gibi...Ama Bircan ne kahveyi acı ne de çayı demli severdi. Açık çayın yanına iliştirilen tarçınlı küçük kurabiyeler favorisiydi ama. Annesi sırf Bircan seviyor diye gün aşırı yapardı o kurabiyelerden. Küçükken çok yemişti o kurabiyelerden. Tarçından nefret etse bile.

 

"Demli bu. Yenisini göndertirim ben sana." Dedi yine o kalın duvarların ardından Salim.

 

"Olsun." Diye gülümserken omuz silkmişti Bircan. Salim görmüyordu ama gülümseyerek omuz silktiğini hissetmişti. Çünkü hep öyle yapardı.

 

"Annem çay yapmış bize." Dokuz yaşındaki Salim mutfak masasında, beyaz yakası önünden sarkarken heyecanla bakardı annesinin hazırladığı çaya. Okuldan geldiğinde midesi zil çalardı acı acı. "Demli olmuş bu. Acı gelir sana."

 

"Olsun." Diye gülümseyip omuz silkerdi dokuz yaşındaki Bircan. Parmaklarıyla yandan sarkan uzun örgüleriyle oynardı hep. Salim o gülümsemeye dakikalarca hayran hayran bakardı. Mavi önlük okulda en çok Bircan'a yakışırdı. Beyaz kolalı yakası her daim tertipli olurdu. Uzun örgülerinin ucundan beyaz kurdeleler sarkardı. Parlak bakışları ise bu görüntüsünde daha da parlar, insana iç çektirirdi.

 

"Sevmezsin sen." Derdi dokuz yaşındaki Salim. Sonra bardağı hızlıca kapıp ocağın üstündeki demlikten açardı demli olan çayı. Tarçın kokan mutfakta, okulun yorgunluğunu gülümseyerek omuz silken kızın gözlerinde unuturdu Salim.

 

"Sevmezsin sen..." diye mırıldanırken buldu kendini. Sonra hızlıca kendini toparladı. Artık dokuz yaşındaki Salim değildi. Otuz dördüne günler kalmış yetişkin biriydi. Dokuz yaşındaki Salim mazideydi, üstüne kara topraklar örtülmüştü.

 

"Nereden biliyorsun? Seviyorumdur belki." Diye çıkışmıştı Bircan. "Hadi gel." Derin bir nefes alırken istemeye istemeye geri dönmüştü Salim. Bakışlarını ise hiç kaldırası yoktu. Çünkü eğer bakışlarını ona kaldırırsa iki metreye yakın bu dev cüssesinde istenmeyen ağrılar olabilirdi. Ama karşısındaki o titrek sesi kıramadı. Halbuki insan terslemek onun için işten bile değildi.

 

Salim yavaşça Bircan'ın yanına ilişirken elindeki bardağı önündeki masaya bıraktı. Sıcak duman serin havada kıvrak bir yol çizerken ince parmaklar uzandı ve demin kendi kalın parmakları arasında tuttuğu bardağı kavradı. Bircan sıcak çayı dudaklarına götürüp ufak bir yudum alırken yüzü ekşidikçe ekşidi. Dudaklarından beğenmediğine dair mırıltılar döküldü. Hemen ardından hızla bardağı masaya geri bıraktı.

 

"Demliymiş hakikaten. Sadece dem mi kattın sen buna?" Oldu olası demli severdi Salim ama gittikçe koyulaşmıştı çayın demi. Hayatın yüklerinin, acısının koyulaştığı gibi. Belki de olmayan ağız tadını bastırıyordu böyle. Hiç bilmiyordu

 

 

 

 

"Demiştim sana." Diye mırıldandı bakışları ayak uçlarında dolanan Salim. Bakışlarını ise kaldırmaya asla cesareti yoktu. Oysa insanın gözlerinin içine baktığında karşısındakine korku salan bir havası vardı. Peki bu neyin cesaretsizliğiydi?

 

"Zaten içecek halim yok biliyor musun?" dedi yine gülüp omuz silken Bircan. Kemoterapiden gelince hep böyle oluyordu. Resmen ağzının içindeki tat alma organı işlevini devre dışı bırakıyordu. Yediği her şey kendine yavan geliyordu. "Ee nasılsın?" dedi ona dönüp.

 

"İyi." Dedi kalın duvarların ardından Salim. Dümdüz bir iyi.

 

"Sevindim..." diye mırıldandı önüne dönen Bircan. "Ben de iyi." Çardağın önündeki büyük çınar ağacında bir kumru öttü uzun uzun. Bircan üzerlerine çöken sessizlikte edecek bir kelam bulamayınca bakışlarını kumruya çevirdi. Salim'in ise bakışları karşıdaki evin çatısında dönen kargadaydı. Kara kargada...

 

"Ne garip değil mi?" diye mırıldandı bu kez Bircan. Dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm yerleşmişti. "Hatırlıyor musun küçükken bu çardağın önüne bir kuş yuvası düşmüştü. İçinde iki küçük yumurta. Kurtaracağız diye nasıl uğraşmıştık. Sahi kaç yaşındaydık o zaman?"

 

"Dokuz..." diye mırıldandı Salim. Bakışları çardağın önüne kaydı. Kuş yuvasını kurtardıkları yere. Her şey o kadar berraktı ki zihninde. Dün gibi hatırlıyordu. İçinde Bircan'ın olduğu hangi zamanı unutmuştu ki?

 

Dokuz yaşındaki Bircan nefes nefese müştemilatın kapısına varıyor. Sıcak bir Temmuz ayı. Saçları örgülerinden dağılmış, terleyen alnına yapışmış hep. Yumruk yaptığı elleriyle vuruyor kapıya güm güm. "Salim!" diye bağırıyor bir yandan. "Aç kapıyı! Neredesin!"

 

O gün annesiyle birlikte erkenden uyanmış Salim. Onun yumurtaları toplayıp, etrafı düzenlemesine yardım etmiş. Bahçede Çavuş amcasıyla ağaçları sulamış, etrafı süpürmüş. Annesinin 'Yeter dinlen artık' sözlerine karşılık eline 'Guliver'in Gezileri' kitabını almış sedirde dikkatle okuyor. Öyle dalmış ki hikayeye kulakları her sese kapalı, Guliver'in dünyasına dalmış, cüceleri okuyor şimdi. En heyecanlı yerinde. Guliver kurtulacak mı diye kalbi güm güm atıyor. Sonra feryat dolu bir ses duyuluyor. Bircan'ın sesi. Her ses kulakları kapalı ama onun sesini duydu mu her şey duruyor. Daha dokuz yaşında. Elindeki kitabı bir kenara fırlatıp hızla koşuyor kapıya. Açtığında karşısında gözünden yaşlar süzülen, saçı başı dağılmış, yüzü kıpkırmızı Bircan. Korkuyor.

 

"Ne oldu!" diyor kollarından tutup. "Kim ne yaptı!" Kimse bir şey yapamaz biliyor, hem eğer bir tehlike varsa dokuz yaşındaki güçsüz kolları onları durduramaz onu da biliyor. Ama Bircan'ı korumaya kararlı, gözünden süzülen yaşların hesabını sormaya kararlı. Daha dokuz yaşında.

 

"Kuş..." diyor titreyen çenesiyle Bircan. Anlamıyor Salim. "Yuvası düşmüş..." Hıçkırık kaçıyor Bircan'ın dudaklarından. Kollarını Salim'in boynuna dolayıveriyor. Ağlıyor. "Kurtar onu Salim..." diyor. "Senden başkası yapamaz..."

 

Şefkatle sarıyor Salim onu, yüzündeki yaşları dikkatle siliyor tişörtünün eteğine. "Ağlama." Diyor. Ellerinden sıkı sıkı tutuyor. "Ben varım. Kurtarırız şimdi. Korkma." Ağlaması geçiyor Bircan'ın. Korkusu azalıyor. Salim onun elini bırakmadan gösterdiği yere gidiyor. Çardağın önü. Bir kuş yuvası var yerde. Düşmüş. İçinde iki küçük yumurta. Hayret edilesi çünkü o yükseklikten düşünce bile kırılmamış. Allah'ın işine bak. Yaşatmak istedi mi yaşatıyor. Yumurtaya can veren Rabbim.

 

"Ben koyarım şimdi yerine. Anne kuşla baba kuş gelince de yuvalarını yerinde görürler. Merak etme."

 

Hiç düşünmeden yuvayı alıyor Salim. Dikkatle tutuyor ellerinin arasında. Bir yandan da dikkatle tırmanıyor yukarı. Bircan bağırıyor aşağıdan. "Düşeceksin dikkat et!"

 

Gülümsüyor Salim. Bircan görmüyor ama gülümsüyor. "Düşmem!" diyor dallara sıkı sıkı tutunup. Avuçları acıyor, dallar kollarını çiziyor. Hem bu yavrular hem de Bircan için tırmanıyor yukarı.

 

"Korkuyorum!" diyor bu kez Bircan.

 

"Sen sakın korkma!" diyor Salim. Yuvayı dikkatle dalların arasına yerleştiriyor. Sonra gerisin geri iniyor. Kolları çizilmiş, avuçları acımış ama umurunda değil. Bir yuvayı kurtardı. Bir aileyi kurtardı.

 

"İyi ki varsın..." diye tekrar boynuna sarılıyor Bircan. Artık ağlamıyor. Gülüyor. Hep gülsün istiyor. "Sen hep yanımda ol tamam mı?" diyor kendini sıkı sıkı sararken.

 

"Olurum." Diyor utangaç bir şekilde Salim. Yorulmuş ağaca tırmanmaktan. Ama içi huzurlu. Kalbinde bir sıcaklık var.

 

Bakışlarını dokuz yaşında sarılan Bircan ve Salim'den çekerken derin bir nefes aldı. Ellerini dizlerine koyup kalkmaya niyetlendi.

 

"Kaç sene geçmiş görüyor musun? Ama bak biz yine buradayız. Dokuz yaşındaki Salim ve Bircan'ın kuşu kurtardığı çardaktayız." İçten bir şekilde gülümserken mimik bile oynamayan Salim'in yüzüne çevirdi bakışlarını.

 

"Dokuz yaşından çok uzaktayız." Diye acı bir şekilde mırıldandı Salim.

 

"Tabi otuz dördüne merdiven dayayınca öyle oluyor. Ama çocukluğumuzu çok özlüyorum biliyor musun? Sana sek sek oynamayı ben öğretmiştim."

 

"Her seferinde çizgiye basardım." Diye mırıldandı Salim.

 

"Ben de çok gülerdim sana. Ama iyi bir öğrenciydin. Çabuk öğrenmiştin." Küçük bir kahkaha kaçtı Bircan'ın dudaklarından. "Çok özledim o günleri. Derdin tasanın olmadığı, tek derdimizin oyun olduğu günleri çok özledim. Horoz şeker yerdik hatırlıyor musun?" Heyecanla dönmüştü Bircan Salim'e. "Böyle kırmızılı bir rengi olurdu. Havada tokuşturur horoz sesi çıkarırdık. Sonra şemsiye çikolatalar vardı. Acaba hâlâ satılıyor mudur?"

 

"Bilmem." Dedi bu sefer de Salim.

 

"Keşke o zamana geri dönsek değil mi? Keşke yine dokuz yaşında olsak. Hep gülsek öyle." Dudaklarındaki gülümseme silinirken acı bir ifade oluştu yüzünde. Ağrıyan kolunu sıvazlarken bileği açıldı. Salim'in bakışları ise bileğindeki morluklara takıldı.

 

"Bunlar ne?" dedi geldiğinden beri ilk defa Bircan'ın yüzüne bakıp.

 

"Ne? Neler ne?" Anlamadı Bircan. Kaşlarını son derece çatmış Salim'e çevirdi bakışlarını yavaşça.

 

"Morluklar? Nasıl oldu bunlar?"

 

"Ha bunlar mı?" kazağından açılan bileğine çevirdi bakışlarını bu kez de Bircan. "Bir şey değil ya." Acı, apacı bir gülümseme yerleşti dudaklarına. "Oluyor öyle."

 

"Ne demek oluyor? İnsanın durduk yere bir yeri mi morarır?"

 

"Benim morarıyor..." diye mırıldandı acı gülümsemesiyle Bircan. "Normalmiş yani bunlar." Dedi zoraki bir yutkunmayla. "Ama önemli değilmiş. Geçermiş yani. Vücudumun bazı yerlerinde ara ara çıkacakmış. İşte kemoterapi falan derken olurmuş. Amaaan boş ver. Ne olacak di mi?" Gülmeye çalıştı. "Geçer gider sonuçta. Takmıyorum ben. Üzülmüyorum yani. Çok önemli değil benim için. Morluk dediğin ne ki?" Tekrar gülmeye çalıştı. Salim'in bakışları onun acı içindeki gülmesinde, Bircan'ın bakışları ise kendine asla zarar veremeyeceğini düşündüğü bileğindeki morluklardaydı. "Ben hiçbir şey üze-"

 

Ellerini saçlarının arasından geçirdi gülerken. Ama kendini zorladığı gülmesi bıçak gibi kesildi o an. Gözleri korkuyla irileşti. "Salim..." diye mırıldandı titreyen dudakları. Yaşların biriktiği bakışları saçlarının arsından çektiği ellerine kaydı.

 

Saçlarının avuçlarına dolduğu ellerine.

 

"Sakin ol." Dedi Salim. Tek diyebildiği bu olmuştu.

 

"Saçlarım..." dedi gözünden bir damla yaş kayan Bircan. "Saçlarım Salim..." Avcunun içine dolan saçlarına baktı bulanık bakışlarıyla. "Saçlarım..."

 

"Tamam sakin ol. Bir şey yok." Ellerini uzatıp tutmak istemişti Salim onun titreyen ellerini ama yapamamıştı.

 

"Saçlarım dökülüyor. Saçlarım gidiyor." Büyük bir hıçkırık kaçmıştı dudaklarından. Kemoterapiye başladığında doktoru bunların yaşanacağını anlatmıştı ona. Ama hiç böyle beklemiyordu. Hiç hazır değildi. Avcuna dolan saçlar titreyen ellerinden kayıp Salim'in dizlerinin üzerine dökülüvermişti. "Salim..." dedi ağlamalarının arasından. Başı Salim'in omzuna düşerken hıçkırıkları çoğaldıkça çoğaldı.

 

"Yapma böyle..." diye mırıldandı Salim. Bakışları dizlerinin üzerine dökülen saçlarda kalmıştı. Havaya kaldırdığı elini Bircan'ın omzuna koyacak oldu, onu sarıp yaralarını hafifletmek isteyecek oldu ama yapamadı. Gerçekler bir hançer gibi saplandı tam kalbine. Her şey daha da ağır geldi koca bedenine.

 

Bir teline kıyamadığı saçların yok olup gidişine, dokunamadığı, bakamadığı bedenin ağlayışına kapadı gözlerini umutsuzca.

 

🔥

 

Alnından kayan ter yanağına oradan da çenesine doğru süzülmüştü Cihan'ın. Ama farkında bile değildi.

 

"Leyla hanım!" dedi yüksek sesle kollarının arasındaki bedeni sarsıp. "Leyla hanım kendinize gelin!" Bir eliyle kafası yana doğru düşmüş bedenin yanağını sarstı. "Heeyyy!"

 

"Ya Allah'ım..." diye ağlamaklı bir şekilde kaldırdı bakışlarını yukarı doğru. "Bugün Cihan'ın başına ne varsa gelecekler günü falan mı yüce Rabbim? Allah'ım ben ne yaptım da bunlar benim başıma geliyor? Ne tuvalette ekmek çiğnedim, ne başka bir şey? Offf... Leyla hanım." Son bir kez daha sarstı kolları arasındaki bedeni. "Leyla hanım... Kendinize gelin artık yaaaa!"

 

Sonra uzanıp asansörün yaklaşık on beş dakikadır açılmayan kapısına vurdu eliyle. "KİMSE YOK MU!" ama yoktu. Ne seslerini duyan ne de yardıma gelen bir Allah'ın kulu yoktu. Bu daracık kabinde kalakalmışlardı. "HEYYY SESİMİ DUYAN YOK MU!" uzanıp alarm tuşuna bir umut bir daha bastı ama yine çalışmadı.

 

"Hay ben böyle işe..." diye mırıldanırken kucağında yatan bedenden mırıltılar döküldü. Uzun kirpikler hareketlendi, suratı buruştu. Bakışlarını yavaşça aralarken elini güç bela başına attı. Kafası sağa sola sallandı ve bakışları iyice açıldı.

 

"Ay ne oldu bana..." diye peltekçe söylenirken mavi irisleri Cihan'ın şaşkın suratını buldu. "Höst!" derken tüm hanımefendiliği, kibarlığı, prensesliği bir kenara bıraktı ve bir hışım onun kucağından doğruldu.

 

"Nihayet kendinize gel-" derin bir nefes alıp rahatlayacaktı ki yüzünün sol tarafında patlayan tokatla nevri şaşıvermişti. Gözünün önünden kıvılcımlar saçılıp giderken sendeler gibi oldu. Bu yüzünü delecek gibi çarpan tokat nasıl olmuştu da çıkmıştı Allah aşkına bu bedenden?

 

"Allah'ın manyağı!" derken küçücük kabinde geri geri kaydı Leyla. Anlık şaşkınlıkla ne yapacağını bilemediğinden ve gözünü açar açmaz onu gördüğünden korkmuştu. "Ayy..." dedi sonra pişmanlıkla. "İyi misiniz?"

 

"İyi miyim sence!" dedi Cihan yanağını tutarken. "Asıl manyak sensin be!"

 

"Allah Allah! Yanlışlıkla oldu herhalde!"

 

"Yanlışlıkla? Şu suratıma bak şu suratıma!" Cihan kafasını ona doğru uzatırken Leyla korkuyla açılan mavi irislerini az önce tokat attığı Cihan'ın yanağına çevirdi. Beş parmağının izi itinayla resmen fotokopi gibi çıkmıştı sol yanağında. İçi acıdı bir anlığına ama sonra hemen topladı kendini.

 

"Neden açılmıyor bu kapı?" dedi yerden kalkıp kapıya vururken. "İmdat!" derken ellerini daha sert vurdu kapıya.

 

"Asıl bana imdat bana! Manyak! Güzelim suratım ne hale geldi!" kabindeki aynada kıpkırmızı, parmak şeklinde iz olan suratına baktı. Ağlayası geldi. "Ben şimdi Şirinimin yanına nasıl gideceğim!"

 

"Şirin diyor ya! Hâlâ Şirin diyor! Şu hale bak kısıldık kaldık burada! Ne Şirin'i! Nasıl çıkacağız buradan!" Şaşkın ve anlam veremediği kızgın bakışlarını Cihan'dan çekip tekrar kapalı kapıya çevirdi ve hızlı hızlı vurdu.

 

"Şu halime bak! Güzelim suratıma bak!" Cihan aynaya daha da yaklaşıp yanağında zonklayan o kırmızı izi incelerken sıçrayıp gitti. Sıçramasına da neden olan Leyla'nın acı çığlığıydı.

 

"AYYYHH!"

 

"Suratım için senin de canın yandı değil mi?" dedi Cihan ağlamaklı bir ifadeyle. Yanağından resmen alevler çıkıyordu. Bu surata ağlanmazdı da ne yapılırdı?

 

"Bana ne be senin yanağından!" diye çirkefleşti Leyla. "Tırnağım kırıldı!"

 

Sessizlik oluştu küçücük kabinde. Büyük ve derin bir sessizlik. Cihan'ın ağzı kendiliğinden açılırken acıyla tırnağına bakan Leyla'ya bakıyordu.

 

"Ciddi misin sen?" diye mırıldanırken yerden doğruldu yavaşça.

 

"Of ya! Şuna bak nasıl kırılmış! Daha yeni yaptırmıştım oysaki!"

 

"Tamam ya rahat ol yaptırırız. Ama şu surata bir bak! Eserine diyorum!"

 

"Bakayım." Dedi Leyla tırnağından vazgeçerken. Cihan yanağını ona doğru çevirdi. "Sanat eseri gibi mübarek. Ne güzel. Beş parmağımın izi çıkmış."

 

"Ha ha ha! Konuştu kapalı alandan korkup bayılan kız."

 

"Bak sana laf yetiştirmekle uğraşamayacağım! Nasıl açılıyor şu asansör!" Derin bir nefes almaya çalışırken boynundaki atkıyı çıkarıp yere attı. Daralıyordu yine.

 

Sevmezdi hiç kapalı ve loş yerleri. Bu onun için çocukluktan kalma bir travmaydı. Kendini on iki yaşındaki o talihsiz güne götürüyordu. Hatırlamamaya, o anlara gitmemeye çalışırken güçlükle yutkundu. Elini alarm düğmesine attı ama çalışmadı.

 

"Of..." derken titreyen dizlerine koydu ellerini. Yavaşça yere çöktü ve dizlerini çekti karnına. "Ne zamandır buradayız biz?" bulanık bakışlarını aynada suratına bakmaya çalışan Cihan'a kaldırdı. "Hey sana diyorum!" pantolonunu çekiştirdi bakmayınca.

 

"Yirmi-yirmi beş dakika oldu." Diye huysuzca mırıldandı Cihan. Parmaklarıyla acıyan yanağına dokunmaya çalışıyordu.

 

"Yuh ya... O kadar zamandır niye kimse gelmiyor bizi kurtarmaya? Niye fark etmediler?"

 

"Bu asansör ara sıra yapıyordu bunu. Ondan kimse kullanmıyordu. Fark etmemişlerdir o yüzden."

 

"Çok iyi ya! Kimse kullanmıyor diye siz de tamir ettirmiyorsunuz öyle mi! Al bak! Tamir ettirmediğiniz asansörde kaldık! Bir de koskoca İzollarız biz dersiniz!"

 

"Ne alakası var şimdi?" diye huysuzca çıkıştı Cihan.

 

"Çok alakası var..." diye mırıldanırken kollarını daha sıkı sardı dizlerine Leyla. İçinden sürekli tekrar ediyordu. 'Sen güçlü bir kızsın, korkmuyorsun'

 

Dakikalar geçti ama ne gelen oldu ne de seslerini bir duyan. Ara ara Cihan kapıyı yumruklayıp yardım istedi. Leyla sanki çok faydası olacakmış gibi alarm düğmesine bastı da bastı. Ama kimse duymadı.

 

"Of ya..." derken en son Cihan da pes etmişti. Leyla'nın tam karşısına onun gibi çöküp oturdu. "Tıkıldık kaldık şuraya. Resmen tüm günüm gitti. Karnım da acıktı zaten." Sinirle oflarken şarjı bitik telefonunu sertçe yanına attı. Ama bakışları önüne uzatılan gofretle yukarı kalktı.

 

"Al..." diye mırıldandı Leyla. "Cebimdeymiş, açlığını bastırır hiç değilse." Her zaman ya cebinde ya da çantasında çikolatalı gofret olurdu. Annesinden kalma bir alışkanlıktı bu. Çünkü ablası şeker hastasıydı ve mutlaka onun için yanlarında şekerli bir şeyler bulundururlardı.

 

Cihan gofreti kendi eline alırken hızlıca açtı paketini. Sonra bakışları umutsuzca yere bakan Leyla'ya kaydı. İki parçaya böldü ve büyük parçayı ona uzattı.

 

"Sen de acıkmışsındır." Diye mırıldanırken Leyla da yavaşça kendine uzattığı parçayı aldı ve ağzına götürdü. "Kapalı alanda kalmaktan çok mu korkuyorsun?" diye mırıldanırken elinde kalan parçayı bir lokma yaptı. Leyla ise anlamsız bakışlarını kaldırmıştı ona. "Bayıldın ya. Ondan dedim."

 

"Korkuyorum evet." Diye geçiştirmek istedi Leyla ama Cihan sormaya başlamıştı bir kere.

 

"Niye? Daha önce asansörde mahsur mu kalmıştın yine?"

 

"Çıkarın beni buradan! Yardım edin! Lütfen!"

 

Gözlerini sıkıca yumup geri açarken derin bir nefes alıp kafasındaki o sesleri uzaklaştırmaya çalıştı.

 

"Hayır..." diye mırıldandı. Elindeki gofretten küçük bir parça ısırdı ama zerre iştahı yoktu.

 

"Ee? Niye korkuyorsun ki? Yoksa daha önce-"

 

"Sana ne ya!" diye sinirle çıkıştı. Sevmiyordu bu konuyu ve bu konunun konuşulmasını. Cihan'ın gözleri şaşkınlıkla açılırken bakakalmıştı ona. "Ben sana saçma şeyler sorup duruyor muyum! Sorma sen de!"

 

"Tamam ya. Ne kızıyorsun? Vakit geçsin diye şey ettim ben."

 

"Etme. Vazifen olmayan şeyleri sorma! Ben soruyor muyum sana mesela!"

 

"Ee sor." Dedi rahat rahat Cihan. Bağdaş kurdu bir yandan. "Benim çekindiğim bir şey yok." Rahat ve gailesiz bir şekilde omuzlarını silkti. "Sor. Ben çekinmem." Diklenmekti niyeti. Ama Leyla burun kıvırarak bakıyordu bu haline. "Sormayacak mısın?" diye üsteledi Cihan.

 

"Cık..." derken devirebildiği kadar göz devirdi Leyla. Gıcıklığı yine zirveye doğru tırmanıyordu.

 

"Of ya..." diye huysuzlandı yine Cihan. Küçük, kapalı, loş kabinde gezdirdi bakışlarını. En az yarım saat olmuştu burada kalalı. Çoktan Şirin'in yanına varmış olması lazımdı. Kız kendini bekliyordu. "Ayıp oldu kıza ya..." diye mırıldandı.

 

"Niye?" diye huysuz bir tonda sordu Leyla. "Çantasının istediği rengini alamadın diye kızar mı yoksa?"

 

"Ne alaka Leyla hanım? Şirin onu mesele etmez. Beni merak etmiştir. Beş dakikaya geliyorum demiştim. Şarjım da bitti. Telaşlanmıştır. Hem ayrıca ona alacağım çantadan size ne ki?"

 

"Haklısın bana ne?" derken tekrar göz devirip omuz silkmişti Leyla.

 

"Sen sanki Şirin'e şey oluyormuşsun gibi geldi de." Dedi sahte bir gülümseme kondururken yüzüne Cihan.

 

"Ne oluyormuşum?"

 

"Gıcık."

 

"Birincisi senin nişanlın beni alakadar bile etmez. İkincisi gıcık olacak olsam Şirin'e mi gıcık olurum Allah aşkına?" 'Hah' temalı bir şekilde saçlarını savurdu Leyla.

 

"Niye soruyorsun o zaman çanta falan?"

 

"Sor diyen sendin. Aklıma geldi sordum. Ayrıca ister çanta al ister başka bir şey beni ilgilendirmez."

 

"Doğru seni ilgilendirmez." Dedi Cihan sinirle. Kollarını göğsünde bağlayıp kafasını diğer tarafa çevirdi. Ama afakanlar gelmişti, basmıştı Leyla'yı. Burada olmaktan korktuğu yetmiyormuş gibi bir de sinirlenmişti. Gözlerini kapatıp derin nefesler almaya çalıştı. Bir yandan da içinden annesinin öğrettiği o ninniyi söylüyordu. Tedirgin olduğu anlarda bunu söyleyip sakinleşmeye çalışırdı.

 

"Jas te tebe cekam, mori

 

Doma da midojdes

 

A ti ne dojdes duso

 

Srce moje Jovano..."

 

"Leyla hanım..." Sımsıkı kapattığı gözleri ve yumruk yaptığı elleriyle sakinleşmeye çalışıyordu Leyla. Transa geçmiş gibi sallanmaya da başlamıştı. "Leyla hanım?" Tedirgin olmuştu Cihan.

 

"Jovano, Jovanke

 

Tvojata majka, mori..." Dudakları titreyen Leyla zar zor çıkarıyordu ağzından kelimeleri. Yanağından aşağı bir yaş süzülürken devam etmeye çalıştı.

 

"Leyla hanım?" dedi tekrar tedirgin bir ifadeyle Cihan ama duymuyordu kendini Leyla. Dizlerinin üzerinde ona yaklaşıp dizini dürttü ama yine durmadı Leyla.

 

"Tebe nete pusta..."

 

"Leyla hanım?" kolunu sarstı hafifçe ama yine duymadı Leyla. "Leyla!" dedi kolunu sıkıca tutup. Gözleri aniden açılan Leyla korkuyla tutmuştu Cihan'ın elinden.

 

"Çok korkuyorum..." diye mırıldanırken bir hıçkırık kaçtı dudaklarından. "Çok korkuyorum."

 

"Tamam sakin ol. Çıkacağız elbette."

 

"Çıkamazsak. Ben kapalı yerde çok korkuyorum..." demin suratında alev topu patlatan, çirkefleşen kız bir anda beş yaşındaki birine dönüşünce şaşakalmıştı Cihan. Geri çekilmek istedi ama Leyla'nın elini kavraması yüzünden çekilemedi de.

 

"Fark ederler illa."

 

"Ya etmezlerse..." diye gözlerini geri sımsıkı yumup mırıldandı Leyla. Burnunu kabanının koluna silmeye çalıştı.

 

"Eninde sonunda fark ederler elbet. Sonsuza kadar burada kalacak değiliz ya." Diye söylendi Cihan. Yanağı sızlamıştı.

 

"Sonsuza kadar mı!" Hızla açıldı Leyla'nın gözleri. "Ben kalamam o kadar!"

 

"Ben kalırım zaten. Allah aşkına açılır. Korkma." Gülmeye çalıştı Cihan. O gülünce rahatlar gibi oldu Leyla ama hemen topladı kendini. Onun yüz ifadesinin rahatladığını görünce de geri çekilecek oldu Cihan ama asansörden çat diye bir ses gelince iki eliyle tuttu Leyla onun elini.

 

"Düşüyor mu!" kafasını hızla onun omzuna saklamaya çalışırken Cihan da tedirgince bakındı etrafına. "Düşüyoruz değil mi!" dedi Leyla ona tutunmaya çalışıp. Aklı çıkıyordu.

 

"Bilmiyorum..." diye mırıldanırken asansörden daha büyük bir ses geldi. Hafif sallanması da ikisini daha da korkuttu. "Korkma..." dedi Leyla'nın omzuna elini koyup. "Bir şey yok."

 

"Yav burada kalmışlar işte. Bakın!" o anda loş kabinin içi aydınlanırken uğultular çoğaldı. "Aha Cihan beyim buradadır!" diye bağırdı en öndeki Mahmut usta. "Yav kaç seattir seni arıyoruk biz. He vallah buradaymışsin!"

 

"Çekilin Cihanım! Nişanlım nerede!" diye ince bir ses bastırdı bütün sesleri. Önündeki bedenleri itip kabinin önünde durduğunda bakışları şaşkınlıkla açılmıştı.

 

"CİHAN! BU NE HAL!" Bir hışım gelmişti Şirin.

 

"Ceylan gözlüm! ŞİRİNİM! Dedi Cihan apar topar kalkıp. "Vallahi bak şim-" açıklamaya fırsatı olmadı ama. Çünkü sağ yanağından alevler saçılıverirken kafası savrulup gitti.

 

O gün okkalı bir şekilde yediği iki tokat feleğini şaşırtmıştı.

 

Hem sağdan hem soldan.

 

 

 

 

 

🔥

 

Etrafımda dolanan sert bir rüzgar vardı. Her hücreme sert sert çarpan. Ayaklarımın altında cam kırıkları vardı sonra. Canımı son derece acıtan. Gözlerimi açtığım bitecek bir rüya vardı sonra. Beni çepeçevre saran, boğan.

 

Ben ki oldu olası korkmuştum uyumaktan. Uyuyup beni daha da sarsan o gerçeklerden uyanmaktan. Kabuslardan sığındığım kabuslardan daha ağır bir gerçekti. Beni derinden sarsan.

 

Bir rüzgar vardı etrafımda dolanan. Sert bir rüzgar. Gerçekleri sanki yüzüme çarpmak ister gibi sert sert dolanan.

 

Bir rüyanın içinde olduğumu biliyorum. Gözlerimi açınca bu rüyanın gerçeğin içine düşeceğini de. Sanırım bu yüzden biraz da korkuyorum.

 

"Rüya değil..." diye fısıldadı. "Her şey olabildiğince gerçek." Kirpiklerimin uçlarına biriken yaşlarla göz kapaklarımı aralarken sıcak nefesi çarpmıştı usul usul yüzüme. Benimse nefeslerim olabildiğince düzensizdi. İçimde dört nala koşan bir kalp vardı.

 

"Bayılacağım..." diye mırıldandım. Nefes nefeseydim.

 

"Hişşşş..." derken dudağımın hemen altındaki parmağıyla usulca okşamıştı. Belimi tutan eliyle daha sıkı kavradı beni. "Bayılmak yok." Burnunu hafifçe yanağıma sürttü. Vallahi bayılacaktım.

 

"Ay..." dedim titrek bir sesle. İçimdeki o taşıp beni boğan heyecan yüzünden iki kelimeyi bir araya da getiremiyordum. Dizlerimde, tüm vücudumda bir titreme vardı ve ben düşmemek için sıkı sıkı ona tutunuyordum.

 

Her şey olabildiğince gerçekti.

 

Her şey olabildiğince berraktı.

 

Günlerdir kaçtığım, kendime bile itiraf edemediğim her şey bir gerçek olup sarmıştı bizi.

 

Gökyüzünden düşen her damla, bizi sırılsıklam eden o yağmur, her şeyin bittiğini sandığım bu yer artık şahitti buna. Kalbimdeki o ferahlığı anlatacak kelimelerim yoktu.

 

"Buldum seni peri kızı. Ömrüme kor alev olan, aklımı kül eden seni buldum." O konuştukça ağlayasım geliyordu. Göz yaşlarım gökyüzünden düşenlere karışsın istiyordum. Belki de ağlıyordum bilemiyorum. Çünkü heyecandan bunun farkında bile değildim.

 

"Ben..." diye mırıldandım zar zor. "Ne diyeceğimi bilmiyorum..."

 

"Deme... Sen bana geldin ya, beni kalbine kabul ettin ya hiçbir şey deme. Bundan sonrasını kader desin bizim için. Bırak yaşayalım bu gerçeği sonuna kadar."

 

"Yaşayalım..." dedim kafamı sallayıp. Güldü. İçimi sıcacık edecek bir şekilde güldü. Bakışları dudaklarıma kaydı sonra. Benim titreyen dudaklarıma.

 

Öpecek diye heyecanla mızıldandı içimdeki ses. O da benim gibi nefesini tuttu. Göz kapaklarım yavaşça ve utangaç bir şekilde kapanırken sıcak nefesleri daha da yaklaştı bana. Ama bu büyülü an bozuldu bir anda. At kişnemesi doldu kulaklarıma.

 

"Esmer..." diye mırıldanırken beni bırakmamıştı ama yanağımdaki elini çekmişti. "Oğlum ne yapıyorsun?" Esmer'in omzuna burnunu sürtmeye çalışmasını engellemek istedi.

 

Esmer sırası mı koçum? Diye somurttu içimdeki ses.

 

"Hişşş sakinleş. Tamam." Dedi burnunu sıvazlarken.

 

"Yağmurda rahatsız oldu." Dedim ben de elimi Esmer'in burnuna koyup. Bir anda başlayıp şimdi sakinleyen gökyüzüne kaldırdım bakışlarımı. Usul usul çiseleyen yağmura baktım. "Hasta olacağız." Diye mırıldanırken bakışlarımı ona çevirdim. Aslında ne üzerimize düşen damlalar ne de o damlaların bizi hasta etmesinden korkuyordum. Heyecanlıydım biraz. Tamam çok.

 

"Gidelim mi?" dedi sıcak gülümsemesiyle bana dönüp. Şöyle gülmese olur muydu acaba? Çünkü dizlerimin titreten şey artıyordu da.

 

Kafa salladım yavaşça. Bir adım daha geri çekilirken belimdeki elini elime doğru kaldırdı kendi avcunun içine aldı. Esmer'in de yularından çekip kuru ağacın oraya doğru adımlamaya başladı. Üzerimdeki elbise sırılsıklam olmuş, etekleri çamura bulanmıştı hep. Onun da ben de farkı yoktu.

 

"Esmer..." diye mırıldanırken sırtını, yelelerini okşadı usul usul. Sonra bir çırpıda üzerine bindi. Bu konudaki ustalığına şapka çıkartılabilirdi. "Gidelim mi?" dedi bana dönüp. Gidecektik de nasıl gidecektik? Gözlerimle etrafı tarayıp Gümüş'ü görmeye çalıştım. Sabahın köründe apar topar getirtmiştim çiftlik evinden. Sağolsun Çavuş dayı sorgu sual etmeden, beni ikiletmeden getirmişti onu. "Gel bakalım." Dedi ben şaşkın bakışlarla etrafı süzerken. Kollarımın altından tutup hızlıca yukarı çekmişti beni.

 

"Dur ne yapıyorsun?" demiştim heyecan ve korkuyla karışık ama o beni hızlıca önüne oturtuvermişti bile. Benim korkulu çırpınışlarıma kulak asmadan kollarını benim kollarımın altından geçirip dizginleri sıkıca kavramıştı. Gövdesi sırtıma hafifçe değerken başımı sol tarafa çevirip varlığını daha çok görmeye çalıştım. Deminden beri içime nefes çekmediğimi fark edip derin bir nefes alırken toprak kokusuyla karışık ondan yayılan ferah koku dolmuştu ciğerlerime.

 

Altımızdaki at usul usul adımlarken ben sopa yutmuş gibi dimdik duruyordum. Bakışlarımı yavaşça sol elinde tuttuğu, benim dün gece yaptığım karanfil bezeli elmaya çevirdim. Dudaklarıma ince bir tebessüm yerleşirken hafifçe o elmaya dokundum.

 

'Aşkın sessiz haykırışı, karanfil bezeli elma...'

 

"Aşkın sessiz dile getirilişi..." diye mırıldandı. Başını omzumun üzerinden hafifçe uzatırken sıcak nefesi çarpmıştı.

 

"Biliyorsun hikayesini..." diye mırıldandım parmaklarımı elmanın üzerinden çekmeyip.

 

"Biliyorum." Ben de biliyordum. Çok küçükken öğrenmiştim hem de. Beritan ablanın abim için yaptığı zaman öğrenmiştim. O, akını bu göletin yanında karanfil bezeli bir elma vererek dile getirmişti abime. Şimdi ise ben yapmıştım.

 

Yine aynı yerdeydim. Ama şimdi daha farklı bir halde, her şeyin bittiğini sandığım, her şeyin son bulduğunu sandığım bu yerde ömrümdeki ilk baharın başlangıcıydı bu.

 

Bizim baharımız...

 

"Baran..." diye mırıldandım gözlerimi kapatıp utangaç bir biçimde. İçimde kaçıp saklanmak isteyen bir çocuk vardı.

 

"Adımı daha önce hiç böylesine büyülü söyleyen biri olmamıştı." Hafifçe gülerken bir elimi ısınan yanaklarıma koydum.

 

"Çok tuhaf..." diye mırıldandım.

 

"Tuhaf olan ne?"

 

"İlk defa içimde engel olamadığım bir şey var. Günlerdir adını koyamıyordum. Dün sen..." derin bir nefes almaya çalıştım çünkü kalbim sıkışıyordu. "Dün sen dile getirdikçe ben içimde zapt etmeye çalıştığım şeylere ilk defa engel olamadım. Aslında ne yapacağımı hiç bilmiyorum."

 

"Yaşayacağız Elif. Yaşayıp beraber öğreneceğiz bunu." Kulağını burnuma sürterken elini belime sarmıştı sıkıca.

 

Yaşayacaktık...

 

Birbirimizin ömrüne kör düğüm olup sonuna kadar yaşayacaktık. Ve ilk defa bir konuda içim böylesine rahattı ki.

 

İlk defa bu denli özgür, ilk defa bu denli kendimdim. İlk defa tamamlanmış bir 'Elif Kamer'dim.

 

Önce sağanak olan yağmur sonra usul usul çiselemeye en son da dinip yerini bulutların ardından bütün ahengiyle süzülen güneşe dönmüştü. Bu soğuk kış gününde üstüm başım ıslakken hiç üşümemeyi de içimdeki o dolu dizgin heyecana bağlıyordum.

 

Konuşmaya mecalim yoktu beni yiyip bitiren bu heyecandan. Tek yaptığım onun varlığını hissedip defalarca ağlayarak geçtiğim yolda dudaklarımdaki ince tebessümle geçmekti.

 

Huzur doluydum.

 

Etraftan dönen şaşkın bakışlara, fısıltılara rağmen huzur doluydum. Elif'tim bir kere. Hiç olmadığım kadar kendimdim.

 

Konağın önüne geldiğimizde ben bakışlarımı etraftaki meraklı bakışlardan kaçırırken o benden önce atın üzerinden inip elini uzatmıştı bana doğru. Bakışlarım bana uzattığı eline kaydı. Her zaman tutmak isteyeceğim eline...

 

Bundan tam dört ay önce ağlayarak, ölümü göze alarak girmiştim bu konağa. Dört ay sonra ise elimin içindeki eli sımsıkı tutarak, dudaklarımda bir gülümseme ve 'Elif Kamer İzol' olarak giriyordum.

 

🔥

 

"Elif Kamer İzol..." diye mırıldandı. Dudaklarım gayriihtiyari yukarı kıvrılırken sırtıma belli belirsiz değen gövdesinin sıcaklığıyla gözlerimi kapattım. Yavaşça geri dönerken aramızdaki o bir santim boşluk heycanımı katladıkça katlıyordu. Gözlerimi yavaşça açarken koyu kahve harelerdeki yansımam karşıladı beni. Bir adım geri gitmeye çalıştım. "Rüya gibi ama değil. Son derece gerçek." Parmaklarıyla usulca yüzüme düşen saçlara dokundu.

 

"Çok garip..." diye mırıldandım.

 

"Aylarca burada, yanı başımdaymışsın. Nasıl göremedim bilmiyorum. Bu yüzden sanırım kendimi hiç affetmeyeceğim." Utangaçça gülümserken başımı eğmek istedim. Evet duygularımı dile getirmiştim eyvallah ama şimdi de liseli kızlar gibi kızaran yanaklarımla duruyordum karşısında. Çok değiştin kızım sen diye güldü içimdeki ses de bana.

 

Ama o işaret parmağıyla usulca çenemden tutup kaldırdı bakışlarımı yukarı, kendi bakışlarına.

 

"Hep bakayım istiyorum. Bakamadım zamanları telafi etmem lazım."

 

"Allah Allah..." diye mırıldanırken heyecanla yutkundum. Derin bir nefes almaya çalışırken geri manzaraya doğru döndüm. Ellerimi balkonun taş tırabzanlarına yasladım ki heyecandan titredikleri belli olmasın.

 

"Baran..." diye mırıldanırken başımı onun göğsüne yasladım. O da usulca bir elini belime dolamıştı.

 

"Baran qurbana te ye..." diye mırıldandığında gülümsemem büyüdü, kalbimin atışı hızlandı.

 

"Ya..." diye utangaçça mırıldandım. Şöyle bir yanım kaçıp üstüme kat kat yorgan örtüp saklanmak istiyordu. Bir yanım da şu huzurun tadını çıkarmak.

 

"Jina ku ez jê hez dikim..."

 

"Baran..." diye mırıldandım tekrar utangaçça. Ne istiyordu, bayılayım falan mı?

 

"Evîna min."

 

"Yapma ya..." diye mırıldanırken geri ona doğru döndüm ve eline vurdum hafifçe.

 

"Niye? Bak ne yapıyorum." Dedi kollarını iki yana açıp. "Ez ji te hez dikim!"

 

"Baran!" dedim utanarak. Elimle ağzını kapatmaya çalıştım. "Bir duyan olacak. Bir gören olacak. Ne yapıyorsun Allah aşkına!"

 

"Duysunlar." Elimi ağzından indirdi. "BEN PERİ KIZIMI BULDUM!"

 

"Yapma. Lütfen." Etraftan bir gören olacak diye aklımın çıkmasıyla içimdeki o çocuksu heyecan kapışırdı ama.

 

"Niye?" dedi gülerek. Telaşlı ellerimi kavradı sıkıca. "Herkes duysun Baran'ın peri kızını bulduğunu. Baran'ın Elif'ini herkes duysun." Beni kendine daha çok çekerken burnunu burnuma sürttü yavaşça.

 

Öpecek diye utangaçça ellerini yüzüne kapadı içimdeki ses.

 

Hızlı ve yumuşak nefesleri dudaklarıma çarparken gözlerimi kapattım yavaşça. Kaçmak istiyordum ama yapamıyordum. Tuttum nefesimi.

 

"Abi! Yenge!" Hani böyle bir anda etrafındaki o büyü bozulur, rahatsız edici gerçeklik akmaya başlar ya. Hah işte. Seyhan'ın sesiyle tam da bu olmuştu. "Neredesiniz! Ay burada mısınız?"

 

"Seyhan." Diye dişlerinin arasından mırıldanırken benden de uzaklaşmıştı. Ben de bir adım geri çekilirken saçlarımı geri itelemeye çalıştım.

 

"Ne yapıyorsunuz siz bu soğuk havada burada?"

 

"Ne oldu Seyhan?" yüzündeki ifade 'kısa kes' der gibiydi.

 

"Dedem çağırıyor da seni. Bir şey konuşacakmış."

 

"Neymiş konu?"

 

"Şirket galiba." Dedi hafifçe omuz silkip. O da 'İyi' gibisinden mırıldanıp bana göz kırptı ve içeri girdi geri. Yatağın üzerinde duran ceketini geçirdi üzerine. Siyah boğazlı kazağını düzeltip "Gelirim birazdan" deyip çıktı odadan.

 

"Yenge!" dedi abisi odadan çıkar çıkmaz Seyhan. "Ne oldu bil bakalım?" Heyecanla ellerini birbirine çarparken otuz iki diş döndü bana. yüzündeki, gözlerindeki parıldamaya bakılırsa konu bizim sarı civcivle ilgiliydi.

 

"Ne?" dedim ama bilmemezlikten gelip. Bir yandan da ellerimle alevler fışkıran yanaklarıma baskı uyguluyordum. Ee bu tatlı heyecana ayak uyduralım dedik demesine de bizdeki heyecandan kalp krizi geçirip gitmezsek iyiydi.

 

"Biz yarın akşam buluşacağız biliyor musun? Sana bir sürprizim var dedi." Sesinin tonunu iyice düşürmüştü kimse duymasın der gibi.

 

"Buluşacak mısınız?" dedim şaşkınca. "Nasıl olacak o?"

 

"Herkes yattıktan sonra garajda buluşacağız. Oraya çağırdı beni." Gözünden fışkıran kalplerin haddi hesabı yoktu.

 

"Süper." Dedim sahte bir gülümsemeyle. "Süper de. Nasıl olacak o? Kızım korkmuyor musunuz siz yakalanmaya? Konağın sınırları içindesin. Bir gören olsa Allah korusun."

 

"Ya bir şey olmaz yenge ya. Dikkat ederiz biz. Özellikle dedemle babamların yattığı saate dikkat ederiz."

 

"Edersiniz tabi de. Seyhan." Dedim içime sinmediğini belli eden bir ifadeyle. "Çok tehlikeli bu. Bu konak insan kaynıyor biliyorsun. Daha önce az daha abine yakalanıyordunuz hem."

 

"Allah'tan sen yetişmiştin." Dedi usulca koluma girip. "Sen olmasan biz ne yapardık." Bir yandan da beni kapıya doğru ilerletmeye başlamıştı.

 

"Allah'tan." Dedim o geceyi hatırlarken. Hiç mi korkmuyordu. Ama sonra dank etti kafam. "Hayır Seyhan!" dedim kapının önüne çıktığımızda zınk diye durup. "Bu sefer yardım edemem."

 

"Yenge ya..." Gözlerini ıslak yavru köpekler gibi kırpıştırırken yüzüne tatlı bir gülümseme de kondurdu. "Yengem benim. Yenge..." Mıyıklamaya da başladığına göre vazgeçmeyecekti. "Aslan yengem. Kaç kere idare ettin beni."

 

"Hayır Seyhan." Dedim kesin bir dille.

 

"Yenge sen yapmayacaksın kim yapacak?"

 

"Yapamam." Dedim kafamı geri atıp.

 

"Abimi gözünün önünden ayırmasan yeter."

 

"O nasıl olacak?" dedim itiraz dolu bir sesle.

 

"Onu da sen bilirsin artık." Yüzündeki ima dolu gülüşe göz devirirken kafamı iki yana sallayıp merdivenlerden aşağı inmeye başladım.

 

"Olmaz. Hadi ben abini oyaladım diyelim Cihan abin var."

 

"O yarın çok sevgili nişanlısıyla yemeğe gidecek."

 

"Dilan var."

 

"Of erkenden uyur. Uykusu da kış uykusuna yatan ayılar gibi ağırdır."

 

"Tamam. Ama çok dikkatli olacaksınız duydun mu?"

 

"Yengelerin bir tanesi ya! Canım yengem!"

 

"Tamam yılışma." Dedim yanağıma kondurduğu öpücükleri bertaraf etmeye çalışırken. Ama ahtapot gibi kollarını bana doladığından pek rahat hareket edemiyordum.

 

"Kız ne bu sevgi böyle?" dedi biz mutfağa sevgi topu halinde girdiğimizde Ümmü hala. Elindeki kahve fincanını masaya bırakırken.

 

"Canım yengeme ufak çaplı bir sevgi gösterisi yapıyorum halacım."

 

"Elif'e de yapılmayacak gibi değil ki. Baran bile nasıl gözünün içine bakıyor." Yanaklarım bugün kırmızıyı ya çok sevdiğinden ya da benim utanma hormonlarım fazla çalıştığından kızarıp ısınıyorlardı durup durup.

 

"Utandırma hala kızı." Dedi gülerek Bircan abla. Yüzü solgun olsa da gülümsemesi bir inci gibi duruyordu yüzünde.

 

"Öyle öyle. Valla tüm Midyat sizi konuşuyordu bugün."

 

"Na-nasıl yani?" dedim kekelemeyle karışık. Ses tonum da kaçtıkça kaçmıştı içime.

 

"O yağmurda artık bir geçişiniz olmuş şehir meydanından. Öyle duydum."

 

"Konağa gelişleri de bir ayrıydı." Diye parantez açar gibi araya girdi Seyhan. Demin Seyhan'ın yılışık hareketleri arasında oturduğum sandalyeden sarsak bir şekilde kalkıp pıtı pıtı lvabonun üstündeki sürahiye yürüdüm. Bir bardak yetmemiş ikinci bardağı da doldurmuştum döke saça.

 

"Allah muhabbetinizi arttırsın tabi." Diye gülmesini bastırmaya çalışan imalı Ümmü halaya da dönemiyordum asla. Ah ya ah ya diye ellerini kafasına vuruyordu içimdeki ses. Utandırmanın yeri miydi şimdi? Ben zaten kendimi lise ikide gibi hissediyordum sabahtır. En ufak bir şeyde ateş basıyor en ufak bir şeyde elim ayağım titriyordu.

 

"Amin amin..." diye destek oldu Seyhan. Gerçi onunki utandırma değilde yılışma çabasıydı ya. Neyse...

 

"Size bomba bir haberim var!" ben hem içimdeki hem de dışımdaki hararetle uğraşırken Dilan taşıdığı bomba haberin coşkusuyla giriş yapmıştı mutfağa. "Duydunuz mu olanları?"

 

"Hayırdır inşallah? Ne oldu kız?" dedi Ümmü hala. Müthiş evhamlı yapısı böyle girişleri pek hoş karşılamıyordu çünkü. Elini göğsüne atıp dualarla şerri savma moduna geçmişti.

 

"Annemi telefonda konuşurken duydum." Gözlerini sonuna kadar açıp bizim 'eee' dememizi bekledi.

 

"Çatlatma kız insanı! Ne olmuş?" dedi dayanamyıp. Az önceki rahat görüntüsü yerini diken üstünde bir hale gelivermişti.

 

"Annemin odasına Fatma ablanın yıkadığı çamaşırları koymak için çıktım. Giyinme odasında telefonla konuşuyordu. Kimdi bilmiyorum ama anladığım kadarıyla Berfin'e görücü varmış." Bir nefeste söyledikten sonra tepkimizi anlamak için pür dikkat sırayla yüzümüze bakmıştı.

 

"Ne diyorsun!" ve beklenen ilk tepki Seyhan'dan geldi.

 

"Yemin et kız!" diye olanca şekilde şaşırdı Ümmü hala da. "Kimmiş kimlerdenmiş neciymiş?"

 

"Valla halacım ben ucun kıyın duydum. Ama detayları sen öğrenirsin artık." Dilan hızlı adımlarla gelip ellerini halasının omuzlarına koydu ve yanağını yanağına yasladı. "Konuştur bakalım şu halalık marifetlerini. Kimmiş neciymiş öğren bakalım."

 

"Kız ben nasıl öğreneyim?" dedi şaşkınca Ümmü hala.

 

"Aa hala ya." Diye sitem etti Dilan. "Rojbin halam olsa ağzından girer burnundan çıkar öğrenirdi. Valla azıcık elinden su mu içsen." Tabi bu en son dediğine hepimizin bir yüzü buruşmadı değildi. "Neyse vazgeçtim." Diye toparladı hemen.

 

"Allah Allah bak şu işe. Kim acaba? Gizli saklı konuşulduğuna göre daha çok yeni."

 

"Sen bir gitsen şöyle." Diye diğer tarafına da Seyhan sokuldu. "Malum daha saat erken. Halamı bir yoklasan. Şöyle bir durum tespiti yapsan."

 

"Öyle mi dersin?" diye kendine sunulan öneriye 'olur mu acaba' edasıyla baktı Ümmü hala.

 

"Yani sen bilirsin tabi." Diye de gaza getirdi Dilan.

 

"Hem sen teyzesisin sonuçta. Sana mutlaka derler. Hem senin Rojbin halamdan ne eksiğin var?" ve Seyhan da bu gazı ateşe verdi.

 

"Gideyim ben. Hem Aker'i alacağım Nazlılardan. Hadi görüşürüz." Apar topar sandalyesinden kalkıp başından kayan şalını düzeltti. İkizlerin taktiği yaramıştı sonunda işe.

 

"Çok fenasınız." Dedim gülerek ikisine bakıp. "Gaza getirdiniz kadını."

 

"Sen merak etmiyor musun yenge kim o talihsiz adam diye." Dilan kıkırdayacak olmuştu ama Seyhan'ın dirseğini karnına yiyince gülemedi de. "Neyse." Dedi o da Seyhan'a vurup. "Benim işim var görüşürüz. Hadi yengem görüşürüz." Dedi yine had safhadaki yılışıklığıyla. Hiç mi korkmuyordu ya da hiç mi olacak ihtimalleri aklına getirmiyordu?

 

Belki de bu yaştaki saf aşk buydu.

 

Peki ya senin tam karnının altında kanat çırpan, seni uçuracak gibi olan?diye araya girdi içimdeki ses. O öyle deyince ellerimi karnıma sardım hızlıca. Beni bu kadar güçlü saran, bu kadar yoğun hissetiren şeye anlam vermeye çalışıyordum bir yandan da.

 

Adını koydun ya diye mırıldandı bu sefer de içimdeki ses. Kendi kendime hafifçe gülümserken onayladım içimdeki sesi.

 

"Peri kızım..." Sesini duyar duymaz içimdeki o kanat çırpan kelebekler hep birden atağa geçivermiş ve bir miktarda ürkmüştüm. "Korkuttum mu seni?" Elleri belimi sararken başını hafifçe arkadan bana doğru eğmişti.

 

"Yok." Gülümsemeye çalıştım. "Boş bulundum da bir an."

 

"Ben odadasın diye yukarı çıktım ama yoktun. Dedem de uzun tuttu."

 

"Seyhan indirdi de beni." Ona doğru dönmeye çalıştım.

 

"Uyuyacak mıydın yoksa?"

 

"Yooo." Dedim hafifçe omuz silkip. "Ders çalışırdım belki. Bakmadım ya bir iki gündür. Deden seni niye çağırmış?" elleriyle önüme düşen saçları narin bir biçimde sıvazlayıp kulaklarımın arkasına itti.

 

"Şirkete dönüyorum galiba."

 

"Ya!" dedim sevinçle. "Sahi mi?"

 

"Hıı..." ama o benim aksime buna pek sevinmiş gibi durmuyordu. Yani yüzündeki ifadeye bakılırsa bunu güzel bir haber olarak düşünmemişti bile.

 

"Ne oldu?" dedim yüzüne bakıp. "İyi haber değil mi bu?"

 

"Bilmem." Hafifçe omuz silkerken yan tarafıma geçti ve benim gibi tezgaha yaslandı. "Kafamda dönen soru işaretleri var."

 

"Ne gibi?"

 

Derin bir iç çekerken sol gözünün altını kaşıdı işaret parmağıyla. "İçimizde bir hain var." Gözlerim hafifçe irileşirken diyecek bir şeyler aradım. Haklı olabilirdi. Sonuçta yapmadığı şeyle suçlanırken onun yerine birileri bir şey yapmıştı.

 

"Emin misin?" dedim çekingence. "Kim sence?" yüzünü bana dönerken uzun uzun baktı gözlerime. Böyle anlık bir hüzün geçti ama toparladı hemen. Gülümsedi tatlı tatlı.

 

"Konduramadığım biri. Boşver tadımızı kaçırmaya değmez." Tekrar parmaklarını saçlarıma götürüp okşadı yavaşça. "Çay içelim mi?" dedi birden. Parmaklarını saçlarımdan çekip yan tarafa, ocağa doğru ilerledi. Bana bakıyordu bir yandan da ne diyeceğüim diye. Hafifçe başımı sallayınca tezgahın üzerinde duran kettleı alıp su doldurdu ve düğmesine bastı. Sonra dolapları açmaya başladı. Çay kavanozunu arıyordu zannımca. Üstteki raflı dolabı açıp gösterdim.

 

"Her dolaba bakmıştım halbuki." dedi elimden kavanozu alıp.

 

"Çay ve kahveler burada." Dedim elimle demin kavanozu aldığım dolabı gösterip. "Şeker, tuz ve baharatlar da burada." Alt dolabı da işaret ettim. O çayla ilgilenmeye başladığında ben de büyük dolaba adımlayıp Fatma ablanın her daim hazırda tuttuğu kurabiyelerden çıkardım. Kurabiyeleri tabağa koyarken onun çayı koyuşunu kontrol ediyordum ki iyi ki de etmişim deyip hızlıca elinden yakaladım kavanozu.

 

"Ne yapıyorsun çok o. Misafir olsa neyse. İki kişiyiz."

 

"Ne bileyim demli olsun dedim."

 

"Demli olsun diye de tüm kavanozu koymaya niyet ettin herhalde." Gülerek kavanozu aldım ve çok doldurmadığım iki kaşık çayı kaynamış suyun içine boşalttım.

 

"Neyse biz de demini ela gözlerinden alırız." Dedi şirin şirin. Ben gülünce o da güldü.

 

"Çardakta içelim mi?" dedim hazırladığım tepsiyi elime alıp.

 

"Üşürsen?"

 

"Üşümem." Dedim omuz silkerken. Üşümezdim. Varlığı ısıtırdı çünkü.

 

"Tamam geç sen ben geliyorum." Dedi göz kırpıp. Ben de tepsiyi alıp çardapğa doğru yürüdüm. Minderleri düzeltip otururken esen serin rüzgarla kollarımı doladım birbirine. Hadi dışarı oturalım demiştim de bu denli üşümeyi düşünmemiştim hiç.

 

Az sonra omuzlarıma bir şal örtülürken o da yan tarafıma geçmişti. Şalın diğer tarafını da kendi omuzlarına örterken çekti beni kendine. Sarıldı bir koluyla sıkı sıkı. Ben de başımı göğsüne yavaşça bırakınca derin bir nefes aldığını hissettim. Sonra da sıkılaşan kolunu.

 

"Baran..." dedim utangaç bir mırıltıyla.

 

"Peri kızım..." dedi usul usul. Kalbim hızlanırken yutkunmaya çalıştım.

 

"Bilmiyorum ama kendimi liseli kışlar gibi hissediyorum. Çok salakça." Kıkırdamaya çalıştım. "Konaktan bir gören olacak diye de ödüm kopuyor. Zaten demin Ümmü hala yeterince utandırdı."

 

"Valla herkes görebilir. Görsün de zaten. Baran'ın peri kızına aşkını izlesinler."

 

"Baran ya..." diye huysuzca mırıldanırken elimle hafifçe göğsüne vurdum.

 

"Ne dedi halam da utandırdı seni?"

 

"Bir şey demedi aslında da. Bizim sabah konağa gelişimizi falan şey etti öyle. Ne bileyim utandım." Yine ve yine yanaklarıma sıcak alev topları hücum ederken kafamı kaldırdım yukarı nefes alabilmek için. O da çenemi tutmuştu yavaşça. Sıcak nefesleri çarptı böyle yapınca. "Utanıyorum yapma..." diye mırıldandım. Dudakları kıvrıldı yavaşça. Güldü sonra. Böyle içimi sıcacık edecek şekilde güldü. Dudaklarıma değil ama alnıma uzun bir öpücük bıraktı. Ben de başımı göğsüne gömmeyi tercih ettim. Yüzüne baktıkça domatese dönüşebilirdim de.

 

"Baran..." diye mırıldandım bir süre sonra. Kulaklarımda kalbinin hızlı diyebileceğim sesi vardı. deminden beri bu ritmi dinliyordum.

 

"Peri kızım..." diye mırıldandı o da. Gülümsedim.

 

"Ben odada dün kırk iki tane ilaç buldum. Astım ilacı. Çoğu ceketlerinin cebinden çıktı." Nefes almamı sağlayan soluk yeşil kutular nefes aldığım adamın ceplerinden çıkmıştı. "Neden?"

 

"Bilmem. Ulaşabileceğim yerde olsunlar istedim sanırım."

 

"Ondan mı her ceketinin cebine koymuştun?"

 

"Düğünden birkaç gün sonra kriz geçirmiştin hatırlıyor musun? çiftlik evinde." Unutmam ne mümkündü. Onu vurduktan hemen sonra yığılıp kalmıştım. "O gün ne yapacağımı bilemedim. İlk defa başıma gelmişti. Arabaya koştum. Düşürdüğün ilaç geldi o an aklıma. Onu sıkınca toparladın. Ama en korktuğum köye Ruşa bibiye ziyarete gidince kriz geçirmendi. Kollarıma yığılıp kalınca bunun böyle zamansız bir şey olduğuna karar verdim. Sonra her an olabilecekmiş ve o ilaca yetişemeyecekmişsin gibi hissettim."

 

"Ve ondan ulaşabileceğin her yerde var."

 

Güldü usulca. "Evet." İşaret parmağıyla usulca okşadı yanağımı. Uzun uzun baktı gözlerime. "Çok kızıyorum..." diye mırıldandı. Yüzündeki o tebessüm solmuştu. "Kendime çok kızıyorum... Kendime itiraf edemediğim her gün için, dile getirmekte bu kadar geç kaldığım için çok kızıyorum."

 

"Kızma..." diye mırıldandım. Mırıldandım ama ben de içten içe içerliyordum ona. Bunu inkar edemeyecektim.

 

"Bundan sonra bu eli hiç bırakmayacağım. Ne olursa olsun ilk önceliğim şuramda çarpan seni dinlemek." Elini yavaşça göğsüne koydu. "Ne olursa olsun ilk hüküm bu koku... Bu ses..." burnunu usulca alnıma sürttü. "Bu huzur..." Gözlerim yavaşça kapanırken baş parmağıyla alt dudağımı okşadı usul usul. Kokusu tüm hücrelerime nüfuz ederken ben de bir elimi usulca tenime batan sakallarına çıkardım. "Yemin bitti, bozuldu. Baran'ın peri kızı var sadece. Tüm hüküm onun..."

 

"Baran..." diye mırıldanacak oldum ama uyuşmuş gibiydim. Bir kar küresinin içinde sadece ikimiz vardık ve etrafımızdaki her şey silinip gitmişti.

 

Ta ki o paldır küldür sese kadar.

 

"İyi akşamlar millet." Diye yıkık bir ses haşır huşur çöktü karşımıza. Cihan. Üstü başı mahvolmuş, saçı başı dağınık halde.

 

"Cihan?" dedi benim yerime abisi biraz şaşkın bol sinirli bir şekilde. Geri çekilmek zorunda kalması pek hoşuna da gitmemişti. "Bu ne hal?"

 

Cihan sırası mı koçum!

 

"Çayınız var mı?" dedi bizim zerre dokunmadığımız çay tepsisini önüne çekip. Sırf dem doldurduktan sonra yedi tane de şeker atıp haldır huldur karıştırmaya başladı. Benim şaşkın bakışlarım dağınık üstü başından ziyade yüzündeki kızarıklardı. Ama sol yanağında bariz bir beş parmak izi vardı. tokat yemişti!

 

"Ne oldu sana?" dedi onun safi dem çayı höpürdeterek içmesine aldırmadan. "Cihan!" dedi masada ona doğru eğilip. Omzundan dürttü pek hafif olmayacak bir şekilde.

 

"Şirin'le kavga ettik." Dedi ağlamaklı bir sesle.

 

"Kavga mı ettiniz?" dedim bakışlarımı bir Baran'a bir de ona çevirip. "Neden?"

 

"Sorma yenge sorma..." Ağlamaklı bir hal aldı yüzü. "Ah Şirin ah! Şirinim!" dedi elini masaya vurup. "Ah..." diye mırıldandı.

 

"Devreleri yakmış bu." Diye sinirle mırıldanırken kalktı yerinden. "Gel konuşalım seninle bir." Dedi onu kolundan tutup kaldırırken. "Sen de içeri geç artık istersen. Soğuk hava." O deyince hissetmiştim soğuk olduğunu. Çünkü demin saran kolları soğuğu hissetirmiyordu asla bana. kafa salladım hafifçe.

 

"Tamam..." dedim üzerimdeki şala sarınıp. Cihan çoktan garaja doğru yürüyordu.

 

"Ben misafir odasında kalırım. Sen yat odada." Dedi ben tam geri dönüp içeri girecekken. Elimi tutmuştu. "Rahatsız olmanı istemiyorum Elif. Bir şeylere mecbur gibi hissetmeni de istemiyorum."

 

"Teşekkür ederim..." diye mırıldanırken elini sıktım minnetle. Derin bir nefes alıp geri içeri döndüm.

 

Yavaşça odaya çıkarken etrafta tüm sesler kesilmişti. Konak kendini uyku moduna almıştı yavaştan. Ben de o sessizliğe dikkat edip yavaşça odaya çıktım. Önce üzerimi değiştirdim. Sonra da nevresimleri. Kendimi uykuya hazırlayacak ne varsa yaptım. Odayı havalandırdım, yastıkları pat patladım, yatakta bir o yana bir bu yana döndüm ama olmadı. Hatta kalktım biraz kimya notlarımı gözden geçirmeye çalıştım ama olmadı.

 

Kaç dakika uğraştım bilmiyorum ama uyuyamadım. Daha fazla dayanamayıp "Off!" diyerek attım üzerimden yorganı. Tavşanlı pijamalarımı çekiştirip terliklerimi geçirdim ayağıma ve kapıya doğru adımladım hızlı hızlı. Yönüm belliydi.

 

Dikkatli ve sessiz adımlarla alt kattaki en son odaya gittim ve yavaşça açtım kapısını. Yatıyordu. Uyumuştu belki de. Sırtı dönük olduğundan fark etmemişti beni. Yine dikkat ederek kapıyı kapattım ve ses çıkarmasınlar diye terliklerimi çıkardım ayağımdan. Parmak uçlarımdan basa basa yatağa ilerledim ve yorganı kaldırdım yavaşça.

 

"Elif?" dedi ben sırtından ona kollarımı dolarken şaşkınca.

 

"Yalnız uyuyamadım." Diye mırıldandım. Başımı da sırtına yaslarken o da beline doladığım ellerimi tutmuştu.

 

"Ben de uyuyamayacaktım sanırım."

 

"Hımmm..." dedim tatlı tatlı. "Peki şimdi?"

 

"Dünyanın en rahat uykusunu çekerim herhalde." Gülümsedim. Gülümserken de gözlerimi kapattım huzurla. Çünkü ben de dünyanın huzurlu uykusunu çekecektim.

 

🔥

 

İyi bir uyku iyi bir zihin, dinç bir vücut ve olumlu duygular demekti bence. Yani öyle oluyordu herhalde. Çünkü ben o sabah öyle uyanıp tüm dershane günümü öyle geçirmiştim. Hatta blok yapılan matematik dersinde bile iştahla not tutup her soruya cevap da vermiştim.

 

"Valla helal kızım sana." Dedi yorgun bir sesle yan tarafımda oturan Asmin. Pili bitmiş gibiydi. "Daha çözerim diyorsun valla pes sana."

 

"Yani ben de yoruldum ama ne bileyim havam yerinde daha." Bir yandan da masamın üzerindeki notları toplamaya başladım. Bir gözüm de telefondaydı. Çünkü beni almaya o gelecekti çıkışta.

 

"Hayırdır gözün ikide bir telefonda? Ne o kocanı mı bekliyorsun?" İmayla karışık tatlı tatlı çatmıştı Asmin.

 

"Evet." Dedim ben de gülerek.

 

"Kızım o kadar evli olduğunu söylemedin ya. Pes gerçekten."

 

"Ya duyulsun istemedim işte ne bileyim."

 

"İzolların gelini olman mı evli olman mı?" dedi gülerek. "Çünkü ikisi aynı değil de."

 

"İkisi de" dedim tüm dürüstlüğümle.

 

"Kolay değil şimdi koca aşiretin gelini olmak. Sen de haklısın." Diye mırıldanırken hafifçe koluma vurdu. "Kız yok mu şöyle başka aşiret gençleri falan. İğne yapma bahanesiyle gelip bir beğeneyim."

 

"Asmin çok fenasın." Dedim kalemlerimi çantaya atarken.

 

"Şaka yapıyorum şaka. Bakma sen bana. dersler ağır gelince 'acaba evlensem mi' moduna alıyorum kendimi." Güldü. Çantasını omzuna atarken yanağıma küçük bir öpücük bıraktı. "Hadi görüşürüz yarın. Elif Kamer İzol." İmasını da eksik etmeyecekti. Ben de güldüm onun ardından.

 

Masadaki açık defterimi de alırken içinden bir şey düştü ayaklarımın önüne. Uzanıp aldım. Bir tane 'yasemin çiçeği.' Gülüşüm büyürken taze denebilecek çiçeği burnuma götürdüm ve kokusunu çektim yavaşça.

 

"Baran ya..." diye mırıldandım. Demek sabah ben çıkmadan bırakmıştı defterimin arasına. Yasemin çiçeği aramızda özeldi. Çünkü ben onun 'yasemin kokulu peri kızıydım.'

 

"Peri kızı?" dedi ben çiçeği geri defterimin arasına iliştirirken.

 

"Aa?" dedim büyük bir şaşkınlıkla. "Sen nereden çıktın?"

 

"Seni almaya geldim. Gidelim mi?"

 

"Gidelim gidelim." Dedim gülerek. Ama heyecandan elim ayağım dolanmıştı birbirine. Çantam omzumdan düşüvermişti. "Ay..."

 

"Gel hadi gel." Dedi elimden kavrayıp. Düşen çantamı da aldı. Şakağıma tatlı bir öpücük bırakırken elimi bırakmadan ve meraklı bakışların altında çıktık dershaneden. Etrafımızda meraklı ve şaşkın bakışlar dönüyordu.

 

"Herkes bize mi bakıyor?" diye mırıldandım arabaya ilerlerken.

 

"Bilmem. Ben sadece sana bakıyorum." Ee düştük tabi. Arabanın kapısını açıp bozuk kemeri takmasına da düştük sonra.

 

"Önce şirkete uğrayalım olur mu? Birkaç evrak bakacağım. Çok sürmez. Hemen geçeriz eve."

 

"Olur." Dedim düşmenin verdiği o tatlı sarhoşlukla. Kendine gel kızım...

 

Babasıyla daha şu meseleyi halletmemişti. Babası her ne kadar ondan özür dilese de, yaptığı şeyin farkına vardsa da guru yapmıştı bir kere. Öyle diyordu. Ama gururdan çok kırılmıştı bana kalırsa. Ve kırıldığı için hemen dönemiyordu da geri. Bir de şu 'hain' meselesi vardı. Bundan emindi. Sanırım biraz da bu etkendi dönmemesinde. Ya da düşündüğü başka bir şey vardı.

 

'Çok sürmeyecek' deyip beni odanın önünde bıraktıktan sonra hızlıca girmişti odasına. Ben de bakışlarımı sade bir şekilde olan, ferah koridorda dolaştırıyordum. Şirketin en sakin, en sessiz ve en aydınlık katıydı.

 

Bekledim, bekledim ve bekledim. Hiç kimsenin olmadığı koridorda on dakikaya yakın bekledim. Asistanının masasındaki renkli ve tüylü kalemlere baktım, grili siyahlı duvar tablosunu inceledim. Ayakta dolanmaktan yorulup koltuklardan birine oturmaya niyetlenmiştim ki bakışlarım koridorun başında gördüğüm Maran'la donup kalmıştı. Tüm tüylerimi diken diken eden bir gıcıklığım vardı ona karşı.

 

Sanırım onun da artık bana karşı vardı ki selam bile vermeden Baran'ın olduğu odaya hızlıca girdi. Gerçi ona 'dalmak' demek daha doğru olurdu. Peki burnuma buram buram dolan bu gerginlik kokusu neyin habercisiydi?

 

Bu gergin hava yaklaşık üç dakika sonra daha da sertleşirken içeriden sesler yükseldi.

 

"Alamazsın sen beni!" diyordu son derece öfkeli ses. Maran'ın sesi. "Sen beni görevimden alamazsın!"

 

"Aldım bile!" diye yükseldi karşısından başka öfkeli ses. Baran'ın sesi. Gerginlik tırmandı. Çat diye bir ses duyuldu hemen sonra. Elim göğsümün üzerine giderken korkumu dizginlemeye çalıştım. Kapıya yaklaştım. Nefeslerimi tutup dinlemeye başladım. Bir yandan da aralıktan içeriyi görmeye çalışıyordum.

 

"Sen kafayı yedin Baran! Ne olsa benden buluyorsun! Başına ne gelirse beni sorumlu tutuyorsun!"

 

"Öyle mi?" dedi yine en sakin sesiyle.

 

"EVET! Asla hata yapmazsın, asla düşmezsin değil mi! Çünkü sen mükemmelsin! Varsa yoksa sen! Harikasın çünkü! İyi şeyler olunca Baran yaptı ama en ufak hata da Maran öyle mi!" Çat diye bir ses duyduğumda sıçramıştım yerimden. Yere çarpılan bir şeyin sesiydi.

 

"Kendine gel..." diye mırıldandı. Ben de kapıyı hafifçe iteleyip içerideki o dehşet manzaraya çevirdim bakışlarımı.

 

"Ne var biliyor musun! Kendini beğenmiş bencil herifin tekisin! Ama var ya zerre başarın yok! Sen var ya bu şirkette ben olmasam tek başına hiçbir şey yapamazsın!"

 

"Öyle mi?" Ses tonu tehlikeli sakinliğini korurken ben zorla yutkunmuştum. Hatta biraz alaya da alır gibiydi.

 

"ÖYLE! Hiçbir şeyi hak etmeyen, kendi çıkarların için yaşayan, kendinden başka kimseyi düşünmeyen birisin! Kafana göre yaptığın her işin bedelini ben ödüyorum haberin var mı senin! Tek kalemde sildiğin milyon dolarlık ihale, anlaşmalar! Hepsinin bedelini ben ödüyorum! Ama sen zerre çevrendeki insanları umursamıyorsun! Bıktım anladın mı Baran! Her şeyi yapıp zulmünü bana çektirmenden, sürekli önümde olmandan, benim hak ettiğim şeyleri almandan bıktım!" Tekrar yere bir şeyin çarpılma sesi geldi kulaklarıma. Görebildiğim kadarıyla da bu bir dosyaydı. Mavi kapaklı bir dosya.

 

"Senin önündeyim öyle mi! Hak ettiğin şeyleri alıyorum? Anlat neyini almışım bileyim!" Sesi o korku dolu sakinliğini yine koruyordu. Hatta delirmiş gibi olan Maran'ın karşısındaki duruşu da.

 

"Zerre bir şey hak etmiyorsun sen!" dedi tekrar Maran. "Tüm aile gözünün içine bakıyor ama sen zerre bir şey hak etmiyorsun?"

 

"Hak etmediğim kovulduğum bu şirket mi?" Yine ve yine sakince sordu.

 

"Sadece biri! Aşiretin göz bebeği, herkesin parmakla gösterdiği birisin ama hak etmiyorsun! Hak etmediklerin de sinirimi bozuyor! Dışarıda insanların seni imrenerek anlatmasından da nefret ediyorum! Çünkü hak etmiyorsun! İzolların biricik torunu diyorlar! Hak etmiyorsun! Sen yokken ben vardım ve sen hiçbir şey yapmadan hazıra kondun sadece! O yüzden hiçbir şeyi hak etmiyorsun! Bu şirketi, bu işleri, insanların sevgisini, ilgisini hatta var ya!" Parmağını Baran'a doğru sallarken cümlesini kendi kendine yarıda kesiverdi.

 

"Hatta ne?" dedi Baran da ona doğru bir adım atıp. Yine sakindi.

 

"Elif'i bile hak etmiyorsun!"

 

"Elif'i bile? Konumuz proje değil mi!" Gözlerim iri iri açılırken nefesimi tutmuştum. Çünkü değişen ses tonu ve alaycı bir gülümsemenin yerleştiği yüzü buradan bakınca oldukça ürpertici görünüyordu.

 

"Sen dedemin zorunla gidip o kızla evlendin ve cehennemden kötü bir hayat yaşatıyorsun ona! Kız senin yüzünden ölümden döndü! Ölüyordu!"

 

"Kendine gel..." diye mırıldanırken kafasını önüne eğip iki yana salladı.

 

"Gelmeyeceğim!" Maran'ın elleri sertçe omuzlarına çarpınca bile sesini çıkarmadı. "GELMEYECEĞİM!"

 

"Haddini bil. Sana ne Elif'ten...."

 

"Bana nesi yok! Duydun mu bana nesi yok! En çok onu hak etmiyorsun sen!"

 

"Sana ne? Kardeşim sana ne?" Beynimde şimşekler çakarken diğer elimle de ağzımı kapattım hızla.

 

"ÇÜNKÜ ELİF'İ SEVİYORUM! OLDU MU!"

 

Beynimde ardı arkasınca çaktı şimşekler, ruhumda ardı arkasınca oldu depremler. Bedenimi saran tedirginlik ve korkudan dizlerimin bağı çözülürken o cümle yankılandı zihnimde ardı arkasınca.

 

"Ne?" dedi sakinliğini koruyarak. Mimik bile kıpırdamadı yüzünde.

 

"Duydun! Sen anca hor gör! Hırpala! Ama hak etmiyorsun ve ben Elif'i-" Ve bir anda bitirici o hamle geldi. Eliyle yakasını sertçe kavrarken kafasını tam burnunu üzerine gömdü.

 

"Karımın adını ağzına alma! Siker atarım! DUYDUN MU!"

 

 

🔥

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Sizce ne olacak yeni bölümde?

 

Baran ne yapacak?

 

Elif ne yapacak?

 

Ve Maran'a ne olacak?

 

Peki ya Leyla?

 

Cihan?

 

Bircan ve Salim cephesi??

 

Yeni bölüm direkt bu bölümün devamı bilesiiiiniiiiz

 

Yeni bölüm tahminlerini alayım

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

 

Yıldıza bstınız demiii guzularım

Loading...
0%