Yeni Üyelik
41.
Bölüm

İnsanın Evi

@seydnrgrsu

Bölümümüz çooooooookkk uuuzzuuun. Yani artık ne yapacağınızı biliyorsunuz ve en az hepiniz 10 (ON) yorum yapıyorsunuz okkkeeeyyyy! Yoksa bu sefer Şilan gibi kızarım size.

 

ha bir de yeni bölüm bildirimlerini almak için beni buradan (seydnrgrsu) mutlaka takip edin e mi??

 

Bölümdeki şarkıları, türküleri dinlemeyi sakın unutmayın. Biliyorsunuz işin büyüsü orada.

 

Hadi o zaman parmaklar yıldıza, aklımız burayaaaaa

 

 

 

 

Aytekin Ataş-Nasıl Yar Diyeyim?

 

Olgun Şimşek-Üflediler Söndüm

 

Ez Kevok Im

 

 

 

 

 

 

 

🔥

 

 

 

 

 

"Bir şey söyle..." diye mırıldandım. Yaşların gerildiği bakışlarım onun bana çevrilmesini istediğim bakışlarındaydı. Tek bir şey söylemesine ihtiyacım vardı. Tek bir şey. Bir kelime bile olsa yeterdi. "Bir şey söyle. Söyle çünkü inanacağım." Dedim titreyen dudaklarımdan zorla dökülen kelimelerle.

 

Söylemedi. Bir an dudaklarını araladı. Ama hemen sonra vazgeçti.

 

İnandığım, güvendiğim her şey çöp oldu o anda. Yaşadığım, hissettiğim her şey savrulup gitti onun sessizliğinde.

 

"Nasıl yaptın bunu Baran..." diye mırıldandım. İçimde bir şeyler çatırdıyordu. "Nasıl yapabildin?"

 

"Ben..." dedi sadece. Ama devamını getirmedi. 'Yapmadım' demedi. 'O öyle değil' demedi. Kabul eder gibi sustu.

 

Akmak üzere olan göz yaşımı sertçe sildim. Titreyen dudaklarımı sıkıca bastırdım birbirine. O an emin oldum bir şey demeyeceğine. İnkar etmeyeceğine.

 

"Boşanalım." Dedim net bir sesle. Yerde dolaşan bakışları hızlıca çevrildi bana. Göz bebekleri iri iri açıldı.

 

"Ne?" dedi şaşkınca.

 

"Bitsin. Boşanalım bitsin." Hızla sol elimdeki alyansı çekip yan tarafımdaki masanın üzerine koydum. Ama oraya koyduğum sadece alyansım değildi. Aramızdaki bağı, duyguları, hayalleri ve olacakları koymuştum.

 

Hızlı adımlarla çıkarken odadan tutmaya çalıştığım göz yaşlarımı serbest bıraktım. Az önce o odada sadece alyansımı bırakmamıştım. Girdiğim odada kapıyı kilitleyip yere çökerken parmağımdan söktüğüm alyansa değildi akan yaşlarım. Kaybettiğim her şeye, olamayacak her şeye aktılar birer birer. Kollarımı sıkıca karnıma sarıp daha da çok ağladım.

 

Bitmişti.

 

Bir kelimeyle bitirmiştim.

 

Ben yapmıştım.

 

🔥

 

Toz olduğunu düşündüğü gri uzun kabanını silkelerken boynundan kayan büyük atkısını düzeltmişti Leyla. Hava o gün her ne kadar güzel olsa da havadaki kasvetli bulutlar her an insanın üzerine boşalacakmış gibi duruyordu. Allah'tan şemsiyesini almıştı.

 

Elindeki şemsiyeyi almanın verdiği gururla gülümserken önce soluna sonra da sağına baktı dikkatle. Yerdeki çamurlu su birikintisine basmamaya özen gösterip dikkatle attı adımlarını. Botlarını yeni almıştı. Epey de bir para saymıştı bu siyah 'Guess'lere. Soldan gelen siyah araba yüzünden adımlarını daha da hızlandırıp büyük binanın önünde durdu. Omzundaki çantayı sabitledikten sonra derin bir nefes alırken uzun, dalgalandırdığı saçlarını hızla geri savurdu.

 

Adımlarını büyük basamaklara atarken cebinde titreyen telefonunu aldı eline. Annesinden mesaj gelmişti.

 

'добро утро бебе ( günaydın bebeğim)'

 

Hemen altına ise yağmurlu Karadeniz manzarasını gören mutfak penceresinden bir fotoğraf göndermişti.

 

'добро утро најубави мајки (günaydın annelerin en güzeli) yazıp envai çeşit kalp göndermişti o da karşılık olarak. mesajın devamında annesi 'günün güzel geçsin' temasının altında Trabzon'a ne zaman döneceğini soruyordu kaçamak kaçamak. Muhtemelen babasının parmağı vardı bunda. Anlamıştı Leyla. Çünkü babası her konuşup görüşmelerinde alttan alttan Trabzon'a, kendi şirketlerine dönmesini söylüyordu.

 

Ama istemiyordu Leyla. Babasının gölgesi altında çalışmak ona göre değildi. Hem İstanbul'da işi iyiydi ama ta ki geçen haftaya kadar. Kovulmuştu çünkü. Şantiye şefi ve kendi üssü Neriman hanımla yaptığı küçük tartışma işinin sonunu getirmişti.

 

Aslında işine de gelmişti Leyla'nın. Çünkü son bir yıldır ağır bir mobbinge uğruyordu iş yerinde. Omuzlarına tonla yüklenen sorumluluğun asla mükafatını alamamıştı. Yani kovulmak onun için bir fırsat olmuştu aslında.

 

Ama bundan sonrası zordu. Galiba eninde sonunda Trabzon'a, babasının şirketine dönecekti. Çünkü aldığı tazminat ve az miktar birikmişi onu fazla idare etmeyecekti. Tabi parası bitene kadar iş bulursa işler değişirdi.

 

Telefonunu cebine atarken tekrar saçlarını savurdu ve basamakları hızla çıktı. Şimdiki istikameti Elif'i bulmaktı. Çünkü kendisine dünden beri asla ulaşamamıştı. Dershanede değildi, mesajlarına dönmemişti. Sorulabilecek tek bir yer kalıyordu; o da Baran'ın ta kendisiydi.

 

Şirketten içeri girerken geçen geldiğinde kendine pek kibar davranmayan güvenliğe alelade burun kıvırıp geçmişti. Sevmemişti o kel iri yarı adamı.

 

"Merhaba ben Baran beye bakmıştım ama." Dedi girişte oturan kıza. Ama kız kulağındaki telefona hararetli bir şey anlatmakla meşgul olduğundan duymamıştı onu. "Merhaba." Dedi Leyla tekrar. Ona doğru eğildi. "Baran bey müsait mi?"

 

"Tatlım bir dakika." Dedi kız telefondan dikkatini çekmeden. Bu durum Leyla'nın sinirini son derece bozarken kaşlarını çatıp kollarını kavuşturmuştu göğsünde. Bekledi bekledi ve dakikalarca bekledi.

 

"Pardon Selma hanım ne zaman müsait olursunuz!" dedi daha fazla dayanamayıp. Yaka kartındaki ismini ise kusarcasına dillendirmişti.

 

"Ne vardı?" dedi ama oralı olmayan kız. Telefonu ise indirmemişti kulağından.

 

"Baran bey nerede?"

 

"Yok kendisi." Kız tekrar telefondaki muhabbete dönerken geri doğru gidecek olan Leyla son anda vazgeçip hızlı adımlarla girmişti içeri.

 

"Şirkete bak ya. Köy yanıyor deli taranıyor şu hale bak..." söylene söylene asansörlere ilerlemiş, o günkü şansı yaver gittiğinden olsa gerek asansör hemen gelmiş ve boş bir şekilde çıkmıştı üst kata. "Şansa hep inanırım." Diye mırıldanırken aşağıdaki tatsızlığı da unutuvermişti.

 

Boş koridora adım atarken meraklı mavi irislerini dolaştırıyordu etrafta. Belki de şirketin en sessiz katıydı burası. Gelmeleri sonucu bu kanıya varmıştı.

 

"Buyrun." Demişti Baran'ın odasının hemen önünde oturan asistanı Bade. Aşağıdaki Selma'ya göre daha derli toplu bir haldeydi.

 

"Baran beye baktım ama."

 

"Kendisi yok."

 

"Ne zaman gelir?"

 

"Gelmeyecek. Tüm programlarını iptal etti. Konu nedir?" Sıkıntıyla dudaklarını büzerken hem Elif'in hem de onun ortadan kayboluşu hiç hoşuna gitmemişti.

 

"Yok. Sonra uğrarım." Dedi ellerini kabanının cebine atarken.

 

"Bade şu en son dediğim raporları göndersene bana! Bir de çok acil bu ayın girdileri. Ha bir de öğleden sonraki toplantımı iptal et Şirin'imin yanına gideceğim. Bunları da al." Yan odadan hışımla çıkan Cihan'ın elleri kolları kağıt doluydu. "Aaa Leyla hanım?" dedi şaşkınca Leyla'yı görünce. "Sizin ne işiniz var burada?" elindeki kağıtları Bade'nin masasına rastgele bırakmıştı.

 

"Yok bir işim. Gidiyordum ben de." Gözlerini son derece devirirken hafifçe burnunu kırıştırıp adımlarını geri, geldiği yöne çevirmişti. Tuhaf bir gıcıklığı vardı ona ve denk gelişleri bile bu gıcıklığı katlıyordu. Asansöre yürürken bir yandan da cebinden telefonunu çıkardı. Şarjı ha bitti ha bitecekti. Telefonu kapanmadan önce instagrama girip son attığı storyi kimler görmüş diye bakmak istedi. Üç bin beş yüz altmış sekiz rakamı yüzünü daha da düşürürken beğenenlerin arasındaki isimle sinirleri katlandı bu sefer.

 

Neriman!

 

Kavga edip işten kovulmasına neden olan Neriman!

 

Hemen profiline girip engellemeye çalıştı ama son kez o da ne paylaşmış diye bakayım dedi. Ama cinleri daha da fırladı tepesine. Çünkü Neriman onun odasında yani artık eski odasında elindeki kahvesiyle Shrek'in eşeği gibi gülüp 'Sarmaşıklarımızdan arındık' yazmıştı.

 

Ne yani sarmaşık kendisi miydi! Daha neler! Hemen storyi yanıtlayacak oldu ama telefonu kendinden daha hızlı davranıp kapanıverdi. Siniriyle kalakalmıştı ortada. O da öfkesini kapansın diye ardı arkasınca bastığı asansör tuşundan aldı.

 

"Tamam tamam güzel gözlüm! Alırım dediğin çantayı." Asansör tam kapanırken bir el kapının arasından uzanmış ve kapanmasına engel olmuştu. Cihan... "Ettim tabi iptal. Tüm günüm senin. Alo? Alo? Şirin? Alo? Şu işe bak ya! Şarjımın tam da biteceği andı yani!"

 

"Tlefon bile isyan ettiyse artık..." diye mırıldandı Leyla.

 

"Bir şey mi dedin Leyla hanım?" diye ters ters söylendi Cihan.

 

"Hangi katta ineceksiniz dedim." Diye duvar gibi suratıyla söylendi Leyla.

 

"Ah be! Ulan kıza ne diyeceğim şimdi! Suratına kapatır gibi olduk!"

 

"Şarjım bitti dersiniz." Diye mırıldandı Leyla. Bundan basit bir şey yoktu sonuçta.

 

"Oldu. Denir mi öyle!"

 

"Şarjın bitmedi mi sonuçta! Bitebilir. Ne var yani? O da bunu anlayamıyorsa. Neyse..."

 

"Sen hayırdır Leyla hanım ya! Bir terslemeler bir tavırlar?"

 

"Nereden çıkardınız Cihan bey? Çözü yolu sunuyorum size."

 

"Konuşmanın ortasında senin de suratına telefon kapatılsa hoş mu olur?"

 

"Şarjın bittiyse bu senin elinde değildir. Ben öyle küçük meselelere takılmam. Açıklarsın olur biter. İnsanlık hali. Her insanın şarjı bitebilir. Ama karşındaki bunu mesele edecek biriyse o senin sorunun." Gözlerini devirip kafasını diğer yöne çevirmişti Leyla.

 

"Ha Şirin öyle biri, küçük şeyleri mesele eden biri?"

 

"Ben öyle bir şey demedim..." diye söylendi Leyla. Saçlarını sinirle geri iteledi.

 

"Yok yok. Sen gayet de benim nişanlıma gayet de her şeyi büyüten biri dedin."

 

"Al nişanlını başına çal..." diye ağzının içinde geveledi Leyla demek istediklerini.

 

"Söyle söyle. İçinden konuşma." Diye üsteledi Cihan.

 

"Çok tuhaf biliyor musun. Atalarımız çok da iyi demiş. Esaslı adamlarmış yani. Biliyorlarmış. Gerçekten tencere yuvarlanıp kapağını buluyormuş."

 

"Allah Allah..." diye sinirle çıkışmıştı Cihan. "Tencere benim kapak da Şirin yani?"

 

"İstersen kapak sen tencere de çok sevgili nişanlın olabilir."

 

"Derdin ne kızım senin!" diye yükselmişti Cihan. En baştan beri kendine böyle ters gitmesinin sebebini asla anlayamıyordu. Sürekli bir terslemeler, sürekli bir laf sokmalar.

 

"Ne derdim olacak seninle! Allah versin!" diye Leyla da yükselmişti ama yükselmesi asansörün 'çat' diye bir ses çıkarıp sallanması ve hemen ardından durmasıyla yarıda kesilmişti. "Ne oluyor?" diye iri iri açtı mavi irislerini. Küçük kabindeki ışıklar ardı arkasınca yanıp söndükten sonra tekrar 'çat' diye bir ses duyulmuş ve tümden kararmıştı.

 

"Asansör..." diye mırıldanmıştı Cihan. "Kaldık..." Elini hızla alarm düğmesine atmıştı ama çalışmamıştı. "Hay ben böyle işe! Geç kaldım ya!" dedi büyük bir oflamayla. Elini alnına vururken bakışları Leyla'ya kaydı.

 

"Ben..." diye mırıldanmıştı Leyla. Eliyle boynundaki atkıyı çekiştiriyordu. "Kapalı alanda, karanlıkta kalmaktan çok korkarım." Bu ise onun son dedikleri olmuştu. Çünkü mavi bakışları hızla kayarken önüne doğru devrilmişti. Eğer Cihan hızla onu kavramasaydı asansörün zeminine çarpardı büyük ihtimalle.

 

 

 

 

 

🔥

 

Yirmi beş yıllık ömrümde aldığım çoğu nefes az gelmişti bana. Belki de insanın nefesleri gerçekten sayılıydı ve ben bu sayılı nefesleri idareli kullanmak zorunda kalıyordum diğerlerinden bir tık daha fazla. Çünkü en olmadık zamanlarda tıkanıp beni nefessizliğin eşiğine getiriyorlardı.

 

Ama o gün nefeslerim tıkanmaktan daha farklı bir şekildeydi. Belki de bu farklılık göğsümün tam da üzerindeki o garip ve adını koyamadığım ağırlıktan ötürüydü.

 

Akşam olmuştu karanlığa kalmıştım. Ama sabah olduğunda neden benim gökyüzüm hâlâ aydınlanmamıştı? Dışarıdaki sakin hava yerine neden kalbimin, aklımın üzerinde gri kasvetli bulutlar vardı.

 

Derin bir nefes alırken gece boyunca önünde oturduğum pencereden kalktım bakışlarımı asla ama asla dokunmadığım, uyumak için tenezzül bile etmediğim yatağa çevirdim.

 

Abim gittikten sonra bozulmuştu uyku düzenim. Babam gittikten sonra ise tamamen gitmişti. 'Travma Sonrası Stres Bozukluğu' demişti doktor. Yaşadığım yasın etkisiydi. Bir yıla yakın bir sürede ise kendimi toparlamamı beklemişlerdi ama altı yıl geçip gitmişti. Altı koca yılda ne travmam ne yasım ne de kafamı yastığa koyduğumda bitmesini istediğim kabuslarım geçip gitmişti.

 

İnsan hiç uyumaktan kaçar mıydı?

 

Ben kaçıyordum. Ama o gece ne kabuslarım yüzünden ne de başka bir şeyden ötürü kaçmıştım uykudan. İçimi kemiren o garip duygu kirpiklerimin bile birbirine değmemesine neden oluvermişti. Kendimi hiç hissetmediğim kadar huzursuz hissediyordum.

 

Gelmemesi huzurunu kaçırdı değil mi? Diye soruverdi içimdeki o çekingen ses. Dün akşam onun için toplananların yanına gelmemişti işte. Niye gelmemişti? Peki geldikten sonra aniden ortadan kaybolması neydi? Ya tüm gece hiç gelmeyişi?

 

Peki bu benim niye bu kadar umurumda olmuştu? Kirpiklerimi birbirine değirmeyecek kadar neden rahatsız etmişti beni?

 

Düşünmekten hatta içine düştüğüm kısır döngüden kurtulabilmek için pencerenin iki kanadını hızlıca ittirip soğuk bir rüzgar çarpsın istedim yüzüme. Belki kendime gelirdim. Ama biliyorsunuz ki hayat bana hep bir şeyleri ters veriyordu. O yüzden sabahın erken saati olmasına rağmen sert değil de yumuşacık bir rüzgar doldu içeri. Hem de bu kış gününde.

 

Hayal kırıklığına uğradı... diye cılızca söylendi içimdeki ses. Sesini tanıyınca hayal kırıklığına uğradı...

 

"Saçmalama Elif kendine gel..." diye mırıldandım ben de. Ne yani sesimi duyup tanımış ve hayal kırklığına mı uğramıştı? Daha neler...

 

'O gecede seni de büyüledi değil mi sesiyle' Sesimi biliyordu. Yani Esmer'e anlattığına göre biliyordu. Unutmamıştı. O zaman dün gece sesimi duyunca ben olduğumu anlamıştı. Yani bence anlaması gerekiyordu. Anlamış mıydı?

 

Hayal kırıklığına uğradı...diye ağlamaklı bir tonda mırıldandı içimdeki ses. Niye ağlamaklı tonda mırıldanmıştı? Neden yani? Neden?

 

O peri kızını arıyor çünkü... diye mırıldandı bu sefer.

 

Peki ben bunu düşününce niye bu denli canımın yandığını hissediyordum? Ne oluyordu bana?

 

'Ondan hoşlanıyor olmayasın' Şilan'ın sesi yankılandı kafamın içinde gözlerimi kapatıp göğsümün üzerindeki ağırlıkla uğraşırken. Gözlerim hızla açılırken derin bir nefes almaya çalıştım. Pencerenin önünden geri geri adımlarken bir elim hâlâ göğsümün üzerindeydi. Tedirgin bakışlarım büyük boy aynasındaki yorgun, çökkün, bitik ve karmakarışık görünen aksimle kesişti.

 

'Yok artık' diyemedim. 'Saçmalama Şilan' da diyemedim. Onun yerine cılız bir biçimde "Olabilir mi?" dedim. Göğsümün ortasındaki sızıya karnımın altındaki garip his eklenirken ellerimi karnıma sarmaya çalıştım o his dursun diye. Derin bir nefes almaya çalışırken gözlerimi kapattım tekrar karşımdaki benden farklı, bana yabancı görüntüye.

 

"O beni değil..." diye mırıldanırken zorla yutkundum. "O gece kolların arasına düşen peri kızını arıyor." Ve sol yanağımdan aşağı usulca bir gözyaşı süzüldü.

 

Gözlerimi açmadan geri döndüm ve gri koltuğun üzerine öylece attığım hırkamı geçirdim üzerime. Üzerime değiştirmeye dermanım bile yoktu. Tek istediğim kendimi konaktan dışarı atıp biraz olsun nefes alabilmekti. Darmadağın olan saçlarımı geri itelerken makyaj masasının üzerinde duran fularla rastgele toplamaya çalıştım onları. Ayağıma beyaz spor ayakkabılarımı geçirip yavaşça çıktım odadan.

 

Sabahın erken saatleri olduğundan etrafta görünen kimse yoktu. Muhtemelen herkes daha uyuyordu. Bundan dolayı yavaş adımlarla yönümü mutfağa çevirdim. Tezgahın üzerinde duran sürahiden kendime üç bardak su doldurup içerken bile içimdeki o tuhaf his geçmemişti. Elimi karnıma bastırdım geçsin diye.

 

"Elif kızım. Hayırdır sabah sabah?"

 

"Günaydın Fatma abla." Dedim bardağı bırakıp. Şaşkın gözlerle bakıyordu bana. Elindeki hasır sepeti masaya bıraktı. Yumurta toplamaya gitmişti.

 

"Bir yere mi gidiyorsun? İyi misin?"

 

"İyiyim. Hava alacağım biraz." Tedirgin bakışlarla küçük küçük yanıma yaklaşıp koluma koydu elini. Şaşkınlık ve tedirgin olmakta o kadar haklıydı ki. Sabahın köründe kargalar bile kahvaltı etmeden 'hava alacağım' diyen birini görünce bu hale gelmesi gayet doğaldı.

 

"Bir şey olmadı inşallah?"

 

"Yok abla gerçekten. İyiyim. Gece uyku tutmadı da biraz hava alsam iyi olacak."

 

"Nereye gideceksin?" kolumdaki elini okşuyordum yavaş yavaş.

 

"Gölete yürürüm herhalde." Çıkıverdi ağzımdan. Normalde kimseye oraya gittiğimden bahsetmeyen ben deyivermiştim bir anlık boşlukla. "Sana kolay gelsin." Dedim mırıldanıp hızlı adımlarla mutfak kapısından bahçeye doğru.

 

Hızlı adımlarım konağın büyük işlemeli kapsından geçerken de yavaşlamamıştı. O saatte bile uyanık olup ciddiyetle duran korumalara bakmamaya çalışıp konaktan yola uzanan yokuşu indim hızımı hiç azaltmadan. Cadde tarafına hiç çıkmadan ara sokaklardan yürümeye başladım. Eski taş evlerin arasından, dar taş basamaklı sokaklardan geçtim. Hatta kestirme olsun diye eski bir evin bahçesini yol olarak kullandım. Adımlarım her seferinde daha da hızlanırken bir an önce oraya varıp nefes alabilmek istiyordum. Belki beni bu denli rahatsız edenleri abime anlatırsam rahatlardım.

 

Belki...

 

Göletin oraya çıkan dar patikayı nefes nefese tırmandıktan sonra etrafıma bakındım. Yumuşacık esen, tenimi tatlı tatlı okşayan bir rüzgar vardı. Soğuk kış günlerini sonuna kadar yaşadığımız günlerden biri değildi o gün. Havadaki sakinlik, rüzgardaki o durgunluk bile şaşılasıydı. Hem de sabahın bu saati olmasına rağmen. Güneş karşı tepelerde yeni kızıllıklar oluşturuyordu. Göz kapaklarımı birbirine değirmediğim gecenin sabahında güneşin o kızıl ışıklarının altında nefes nefese atmıştım kendimi buraya.

 

Patikayı tırmanıp düzlüğe çıktığımda ayağımdaki ayakkabıları çıkarttım hiç düşünmeden ve çalılığın dibine bıraktım. Saçımdaki fuları da bir hamlede çekip çalılıkların üzerine fırlattım. Derin bir nefes aldım. Sanki tüm bu yaptıklarım ruhumu sıkan ve karnımda oluşan o tuhaf hissi bastırmak ister gibiydi. İşe yarar mıydı orası bilinmez ama deniyordum.

 

Nemli toprakta yavaş adımlar atıp durgun göletin yanına ulaştım. Eğilip parmaklarımla buz gibi olan suya dokundum. Parmaklarım uyuşana kadar da elimi çıkarmadım sudan. Yerdeki taşın üzerine oturup hafif hafif tenimi okşayan rüzgara gözlerimi kapattım.

 

Kaçmak mıydı çare? Bilmiyordum. Yoksa çıkıp haykırmak mı? Ondan da emin olamıyordum. Neyden korkuyordum peki ben bu denli? Peki niye karmakarışıktım her zamankinden farklı olarak?

 

Gözlerimi açtığımda karşımdaki kuru kütükte oturan abimi buldu bakışlarım. Elindeki kuru çubuk parçasıyla durgun suyun üzerinde belli belirsiz şekiller çiziyordu. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı. İncecik, bu havada onu üşütecek bir gömlek. Ayakları benimkiler gibi çıplaktı. Bakışları ise etrafında neşeyle koşan 'Kamer'in üzerindeydi. Dudaklarında ise çok özlediğim gülümsemesiyle. Kardeşinin her hareketine 'aman düşer' korkusuyla biraz tedirgin ama bir o kadar da mutlu bakıyordu. Yüzü yine silik silikti. Ama varlığından son derece emindim.

 

Kamer'in üzerinde kırmızı kadife bir mont vardı. Ayaklarında ise siyah çizmeler. Saçları iki yandan örgülü. Çizmelerinde, kadife montunun kollarında hatta burnunun ucunda çamur lekeleri vardı. Üstü başı kirli ama gülümsemesi bir hayli temiz ve berraktı. Bir kere abisinin orada olmasına güveniyordu. Onun varlığını bilmesi yetiyordu.

 

Gözlerime gerilen yaşlar akmasın diye ellerimle silip sımsıkı kapattım. Bu abimle burada geçirdiğim en son zamandı. Buraya son gelişimiz, burada son oturuşumuz ve onunla son kez vakit geçirişim.

 

Burası belki de hep bir şeylerin bittiği, son bulduğu yer olacaktı benim için. Son mutlu anılar, ömrümden geçip giden sonlar.

 

Gözlerimi yavaşça açarken demin abim ve Kamer'in hayalini gördüğüm kütüğe doğru attım adımlarımı. Bir elim ise karnımda dolaşan o garip hissin üzerindeydi. Zihnimde kalan silik anıların el verdiğince abimin oturduğu sol tarafın yanına oturdum.

 

"Çok garip hissediyorum abi..." diye mırıldandım. Bakışlarım rüzgarın hafif hafif dalgalandırdığı suyun yüzeyindeydi. "Adını koyamıyorum. Eğer koyarsam kabul etmek zorunda kalırım." Derin bir nefes alıp gözlerimi açıp kapattım ağır ağır. "Kabul edersem..." Sesim cılızlaşmıştı. Belki de ağlayacaktım. "Eğer kabul edersem bana kızacaksın diye korkuyorum. Sanki yaşanan her şeyi yutup, seni unutacakmışım gibi. Her şey silik abi, tüm her şey silik. Ama senin kara haberinin bizim avluya düştüğü an o kadar berrak ki. Ve ben eğer içimdeki bu garip hisse bir isim koyarsam sana ihanet edecekmişim gibi hissediyorum. Ben ne yapacağım abi?" dedim çaresizce. Zeytin ağacının dallarında bir serçe öttü uzun uzun.

 

Yanağımdan aşağı hızla bir yaş süzülecekken elimin tersiyle sildim.

 

Günlerdir içimde verdiğim savaş buydu aslında. Tüm o dengesizliklerim, sessizliklerim, çığlıklarım... Hepsi bu yüzdendi. Kabul etmek ve etmemek arasındaki o ince çizgide dolaşıyordum. Kabul edersem yüzleşmem gereken bir geçmişim vardı. Altı yaşında bir kızın yaşadığı ölüm acısıyla yüzleşmem gerekecekti. Onun dayısının benden aldığı abimle yüzleşmem gerekecekti.

 

Ama kabul etmezsem bugünüm ve geleceğimle yüzleşmem gerekecekti. Ruhumla, aklımla ve en önemlisi kalbimle yüzleşmem gerekecekti.

 

Derin bir nefes daha alırken yerimden doğruldum ve kütüğün üzerine çıktım. Bakışlarımı güneşin usulca göründüğü tepelere çevirdim. Karnımda büyüyen o garip his geçsin diye kollarımı karnıma sardım tekrar.

 

"Nasıl yâr diyeyim ben böyle yâre

 

Mecnun edip çöle saldıktan sonra

 

Alemin bağına bülbüller öter

 

Nidem benim gülüm solduktan sonra

 

Dilimden dökülenler içimdekini anlatır mıydı bilmiyorum ama kendimden bihaber dökülüyordu işte.

 

"Coşkun su-"

 

"Kamer!" dedi arkamdan bir ses. Tınısını artık ezbere bildiğim, sesinden ne halde olduğunu hayal edebildiğim adam... Baran... Peki o benim diğer adımla niye seslenmişti? Bunca zamandır 'Elif'i bile kere demişti.

 

Beklemediğimden hızla arkamı dönmeye çalıştım. Korkmuştum belki. Adımlarım birbirine dolandı. 'Ne oluyor' diyemeden kütüğün üzerindeki dolanan adımlarım kaydı ve savruldum. Tam 'düşeceğim' dediğim anda ise onun kolları yakaladı beni. Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşmişti. Kolları beni var gücüyle sarmalarken ben de can havliyle tutundum omuzlarına.

 

"Buldum seni..." dedi fısıldar gibi. "Nihayet buldum."

 

"Ne?" dedim şaşkınca. Koyu kahverengi harelerinde ışıltılar vardı. Yüzünde ise kocaman bir gülümseme.

 

"Peri kızı..." diye fısıldadı bu sefer. "Peri kızım..."

 

Nefesim şaşkınlığımdan mı aniden onun kollarına düşmemden mi yoksa yaşadığım her şeyin uyandığımda bitecek olmasından mı bilmem ama kesilivermişti.

 

Bundan tam dört ay önce onunla yapılacak nişanımdan kaçarken kaderim beni buraya getirmişti. Ama o zaman da ayaklarım birbirine dolanmış ondan kaçarken onun kolları arasına düşürmüştü beni. Dört ay sonra, şimdi yine ondan kaçmak için gelmiştim buraya. Ondan, ona olan içimdeki bu garip duygulardan kaçmak için...

 

Ondan kaçarken yine onu bulmuştum. Ondan kaçarken yine onun kolları arasına düşmüştüm.

 

Kaçtım sanmıştım.

 

Sanki bir kar küresinin içinde, onun gözlerine baktığımda duran zamana hapistim. Ama ben o kar küresinin camları kırılacak ve canımı acıtacak korkusu içindeydim çünkü her şeyin bir rüya olduğundan emindim.

 

"Peri kızı..." diye fısıldadı tekrardan. Esen rüzgar dağınık uzun saçlarımı ona doğru savurdu. Tek işittiğim onun hızlı nefesleri, tenime değen teninden duyulan kalbinin sesiydi. Bir de benim göğsümün ortasındakinin gümbürtüsü. "Kam-"

 

Gerçekler bir anda yüzüme tokat gibi çarparken ellerimi göğsüne koyup hızla ittim onu. Bizi çepeçevre saran kar küresi tuzla buz oldu o anda. "Bırak..." diye mırıldanırken kucağından indim. "N-ne yapı-yapıyorsun sen bırak..."

 

O peri kızını arıyor... diye fısıldadı içimdeki cam kırıkları arasındaki ses.

 

"Kamer-"

 

"Yaklaşma!" derken durması için elimi kaldırdım hızla. Bana doğru atacağı adımları öylece kalırken ben geri bir adım attım.

 

"Kamer..."

 

"Söyleme! Yaklaşma bana sakın!" Çıplak ayaklarım soğuk suya girmişti. Ama yaşadığım şaşkınlık yüzünden farkında bile değildim. O 'Kamer' dedikçe içimdeki o garip his büyüyordu. Hatta bana acı çektirecek boyuta bile gelmişti. Nefesimi tıkıyordu.

 

"Elif. Dur. Tamam sakin ol." O da sakin olmam için ellerini kaldırmıştı. Bana doğru tedirgin bir adım atmaya kalktı. Dehşete düşmüş bakışlarım onun benimkiler gibi çıplak olan ayaklarına kaydı.

 

"GELME!" dedim var gücümle. İçimde çığlık çığlığa koşturan birileri vardı. Koştukça ayakları kanayan biri... Arkasına bakmadan kaçmak isteyen biri... "Gelme sakın!"

 

"Tamam tamam." Dedi hızla geri bir adım atıp. "Gelmiyorum. Ama yapma böyle."

 

"Gelme sakın!" derken geri doğru iki adım daha atmaya çalıştım. Ayaklarım gölün bataklık çamuruna bulanmıştı.

 

"Yapma dur. Tamam. Sakin ol."

 

"Gelme sakın..." diye çaresizce mırıldanırken bir adım daha attım geri ama ayağım bulanık sudaki taşa takıldı. Sol yanımın üzerine suya düşerken bana doğru hızlı iki adım attı ama benim çığlığım durdurdu onu. "GELME!"

 

"Elif yapma böyle." Hiç düşünmeden o da girdi suya. Ama korktuğundan yaklaşamadı da bana. Ellerimi güç bela suya daha da gömülerek çamur zemine koyup doğrulmaya çalıştım. Üzerimdeki elbise, hırkam, ayaklarım, kollarım, saçlarım her yerim ıslanmıştı. Ama düşünecek zamanım yoktu. Beynimde ardı arkasınca çalan sirenler vardı.

 

"Gelme peşimden!" diye bağırıp güç bela çıktım sudan.

 

Taşlar, dikenler batıyordu ayaklarıma. Hatta sol bileğim zonkluyordu. Demin düşünce burkmuştum büyük ihtimalle. Ama umurumda değildi. Yalpalaya yalpayala patika yoldan inmeye çalıştım. Islak elbisemin etekleri ara ara yerdeki kuru otlara, dikenlere takılıyordu.

 

"Elif bekle ne olur." Dedi. Peşimden geliyordu. Bakmadım ona doğru. Adımlarımı da durdurmadım. "Elif lütfen dur..."

 

Yüzüme yapışan ıslak saçlarımı iteledim zorla. Üzerimde ikinci bir deriymiş gibi duran ve tümden ıslanmış hırkamın kollarını zorla çekiştirip çıkardım ve fırlattım hiç düşünmeden.

 

"Elif..." diye mırıldandı tekrardan. Omzumun üzerinden çevirdim bakışlarımı aramızdaki en az beş adımlık mesafeyi koruyarak gelmeye devam ediyordu. "Bekle..."

 

"Gelme peşimden." Diyebildim cılız bir şekilde. Zira nefeslerim daralmaya başlamıştı. Taşlık yoldan çıkıp asfalt yolda yürümeye başlamıştım. Şehrin girişindeki evler görünüyordu yavaş yavaş.

 

"Elif..."

 

"GELME!" diye çığırırken adımlarımı daha da hızlandırdım. Uyandığımdan beri ılık ılık esen rüzgar bu sefer benim hırçınlığım gibi sertçe dokunmuştu ıslak tenime.

 

Yürüdüm.

 

Hızlı adımlarla, arkama hiç bakmadan yürüdüm.

 

Geliyordu, biliyordum ama aldırmadan yürüdüm.

 

Şehre girdiğimde de hiç kesmedim hızımı. Taş döşeme yolda attım acıyan adımlarımı. Meydandan geçerken etraftan bize dönen o garip bakışlara bile hiç aldırmadım.

 

Hızımı hiç kesmeden geldiğim konak yolunda da vardı aynı bakışlar. Ne etraftaki insanları ne de kapıdaki korumaları umursamadan iki kanatlı büyük kapıyı var gücümle iteleyip attım avluya adımlarımı.

 

"Amaaan!" dedi hemen girişte duran Ümmü hala. Elindeki sepet ayva doluydu. Onun şaşkın sesiyle hemen öte tarafta duran Gülsüm hanım ve Rojbin hanımın da bakışları dönmüştü bize. O şaşkınlıkla elinden düşürdüğü ayvalara bile aldırmadan attım adımlarımı.

 

"Bu ne hal Baran? Ne oldu böyle size?" diyordu Rojbin hanım. "Ne bu üstünüzün başınızın hali?"

 

"Karımla ne yaptığım kimseyi ilgilendirmez." Hızlı adımlarla konağın kapısından girip aynı hızla taş basamaklara yöneldim. Koşar adım nasıl yukarı çıktığımı bir ben bir de Allah bilir. Soluk soluğa odadan içeri girdim ve kapıdaki kilidi tam iki kere çevirdim.

 

"Elif!" dedi ben kapıyı kilitler kilitlemez onun telaşlı sesi. Kapının koluna asılmıştı ama kilitlediğimden fayda etmemişti. Vurdu bir kez. "Elif aç lütfen."

 

Sanki o kapının kolunu her indirdiğinde açılacakmış, o kilit sanki bu kapıyı hiç tutmayacakmış gibi hissettiğim için ellerimi de dayamıştım.

 

"Elif lütfen. Aç kapıyı!" Aldığım nefeslerim ciğerlerime zerre yetmiyordu. Soluk soluğa kafamı da kilitlediğim kapıya yaslarken bulanık gören bakışlarımı kapattım. "Aç şunu lütfen!"

 

"GİT BURADAN!" diye bağırdım zoraki bir biçimde. Kelimeler ağzımdan savruk bir biçimde çıkmıştı. Biraz da hırıltılı.

 

"Elif krizin tutacak diye korkuyorum aç şunu lütfen! Bak su buz gibiydi! Hasta olacaksın! Aç şunu! Yapma böyle lütfen!" Zorla nefes almaya çalışırken bir elimi çekip göğsüme bastırdım. Ama karnımdaki his daha çok zorluyordu beni.

 

"Ne istiyorsun..." diye mırıldandım zorla. Peki sen ne istiyorsun diye mırıldandı içimdeki ses de. Ben sadece gitsin istiyordum. Niye istiyordum bilmiyordum, giderse iyi olur muydum onu da bilmiyordum ama sadece gitsin istiyordum işte.

 

"Korkuyorum..." dedi yavaşça kapıya vurup. Kapının kolunu bir kere daha zorladı. O anda kapının ardından farklı sesler duyuldu. Curcuna misali. Kafamdaki uğultu, kalbimdeki gümbürtü de karışınca o seslere tam bir curcuna olmuştu işte. Tek anladığım 'Ne oluyor, ne bu hal' sözleriydi.

 

"Sizi ilgilendiren bir şey yok!" dediğini duydum. Yavaşça yere çökmüştüm yaslandığım kapının ardında. Çünkü dizlerimde derman namına bir şey kalmamıştı. "Kimse bu kata çıkmayacak! Duydunuz mu!" Homurtular duyuldu sonra. Sesler kesildi yavaşça. "Elif!" dedi bir kez daha kapıya vurup. "Bak iyi değilsin. Nefes alabiliyor musun? Duyuyor musun beni? Lütfen bir ses ver!" Nefes almaya çalıştım zorla. Alamadım. Dizlerimin üzerinde ileri gitmeye çalıştım. Makyaj masasının önünde duran sandalyeye tutunup zorla ayağa kalkmak istedim ama sandalye büyük bir gürültüyle devriliverdi yere. Sandalyeyle birlikte üzerinde duran siyah ceket de düştü yere. Onun ceketi...

 

Ama bakışlarım ne düşen sandalyede ne de ceketteydi. Ceketin cebinden ayaklarımın önüne fırlayan astım ilacımda takılı kalmışlardı.

 

"Çekmecede ilacın var!" diyordu kapıyı yumruklayan ses. Eğilip yerden ilacı titreyen ellerimle aldım. Kapağını açmak bana dünyanın en zor şeyi gibi gelirken gözümden kayan yaşla zorla açıp dolu şişeden bir fıs sıktım nefes için yalvaran ciğerlerime. Ciğerlerim bir nebze olsun rahatlamıştı ama ruhumda öyle bir sıkışma vardı ki.

 

Yalpalayan adımlarımı giyinme odasına çevirdim. Sağ taraftaki benim elbiselerimin olduğu tarafı es geçip sol tarafa yürürken kapı hâlâ zorlanıyordu. Kırık beyaz büyük kapakları hızla açarken tüm hücrelerime çarptı ferah, temiz koku. Onun kokusu...

 

Sol alt tarafta duran, muazzam bir şekilde açıktan koyuya dizilmiş ceketlere eğildim. Kalın lacivert ceketin iç cebine attım elimi. Soluk yeşil, dolu kutu geldi avucuma. Sonra hemen onun ardındaki diğer lacivert ceketin iç cebine soktum elimi. Yine aynı yeşil dolu kutu. Ardındaki kahverengi ceket, gri ceketler, siyahlar derken hepsinin iç cebinde bulduğum yeşil kutularla gözlerimden daha hızlı indi yaşlar. Dizlerimin üzerinde yere çökerken ellerimden kayıp önüme saçıldı tüm soluk yeşil kutular. Benim ilaç kutularım...

 

Ruhum daha çok sıkışırken sağ taraftaki çekmeceyi açtım hızla. Tek tek ayrı bölmelere döşenmiş saatlerin kutusunun önündeki yeşil kutuyu bulunca dudaklarımdan kaçacak hıçkırığı önlemek için bir elimi hızla ağzıma bastırdım.

 

Hızla diğer çekmeceyi asıldım. Yine saatler gibi muazzam bir düzende dizilmiş kravatlar karşıladı bu kez beni ama gözümden yaşların süzülmesine neden olan hemen kenarında duran soluk yeşil kutuydu.

 

Açtığım her çekmecede, her ceketinin cebinde, dolabın her köşesinde yine aynı durum vardı.

 

Soluk yeşil astım ilacı kutusu.

 

"Elif lütfen..." diye kapı koluna asılmayı bırakıp yavaş yavaş vuruyordu şimdi sırtımı yasladığım kapıya. Yorulmuştu belki dakikalardır. Bense dizlerimi karnıma çekip ellerimi bacaklarıma sarmıştım sıkıca. Yaşlar inen bakışlarım ise önüme saçtığım soluk yeşil kutulardaydı. Tam kırk iki kutu...

 

Kırk iki kere gözümden kayan yaş, kırk iki kere yüzüme çarpan gerçek, kırk iki kere ruhumu sıkıştıran his...

 

"Elif lütfen aç..." dedi yine ve yine. Bıkmadan usanmadan kaç dakikadır aynı şeyi söylüyordu.

 

"Ne istiyorsun..." dedim. Dedim ama sesim ona ulaşır mıydı hiç düşünmeden demiştim. Ama kapının ardında bir hareketlilik olunca beni duyduğunu anladım.

 

"Bak korkuyorum. Kriz geçirip bir şey olmasından korkuyorum. İlacını buldun mu? Çekmecedeydi. Eğer orada yoksa giyinme odas-"

 

"GİT BURADAN!" dedim kalan son gücümle. Bakışlarım ise yere saçtığım tam kırk iki kutudaydı. Ben belki de sadece kırk iki tanesini bulmuştum.

 

Gözümden kayan yaşları silerken ellerimi yüzüme kapattım.

 

"Elif aç lütfen... Sadece konuşmak istiyorum. Yapma böyle." Kapıya dokunduğunu duydum. Sonra uzaklaşan adım sesleri. Geri dönüp kulağımı kapıya yasladım. Herhangi bir ses yoktu. Gitmişti belki. Ama bu sessizliğe güvenip açamazdım. Hazır değildim.

 

Bir süre daha kulağımı kapıdan çekmeden olabilecek herhangi bir sesi dinledim. Yoktu. Çıt bile çıkmıyordu. Derin bir nefes almaya çabalayıp ayağa kalktım kapıya tutunup. Acıyan, kurumuş çamurlu ayaklarımla banyoya ilerledim. Ellerimi lavaboya yaslarken karşımda cam kırıklarının her zerresini kanattığı, yaralı kıza baktım kaçamak kaçamak. Islak saçları yer yer çamur olmuş yüzüne yapışmıştı. Gözleri ise bir kan çanağının tam ortasındaydı. Üzerimdeki ıslak, her yeri çamurlu suya bulanmış elbiseyi yırtarcasına üzerimden atarken bile karşımdaki yaralı kızdan çekemiyordum bakışlarımı. Yanaklarıma süzülenleri anlatmıyorum bile.

 

Sıcak suyun altında ne kadar kaldım bilmiyorum ama buhardan etrafı göremediğim bir anda, nefeslerim sıcak suyun hararetinden daraldığında güç bela cam kabinden dışarı attım kendimi. Raftaki katlanmış beyaz bornozu zar zor üzerime geçirdim. Sürüdüğüm adımlarla odaya girerken kapının kolu yine zorlanıyordu.

 

"Elif... Aç lütfen..." Islak saçlarımı geri doğru iteleyip kendimi buraya kilitlediğimden beri oturduğum yere oturdum tekrar. Kapının hemen arkasına. "Kapının önüne yemek tepsisi bıraktım. Kapıyı aç. En azından bir şeyler ye." Kafamı geri kapıya yaslarken asla dinmeyen göz yaşlarımı silecek dermanım bile kalmamıştı artık. Gözlerimi sımsıkı yumdum.

 

"Tamam ben gideyim. Ama sen şu kapıyı aç lütfen. En azından ağzına bir lokma bir şey girsin. Hasta olacaksın." Kapının hemen ardında bir hareketlilik oldu. "Gidiyorum. Ama geri geleceğim." Adım seslerinin uzaklaştığını duydum. Elimi zor nefes aldığım göğsüme bırakırken bulanık bakışlarımı yerdeki kırk iki soluk yeşil kutuya çevirdim.

 

Kırk iki soluk yeşil kutu...

 

Hayatımın en başından beri benimle olan bu hastalığın devası olan soluk yeşil kutu. Ama daha önce hiç böyle acıtmamıştı canımı. Hiç bu kadar sıkıştırmamıştı ruhumu. Ve hiç bu kadar anlamlı olmamıştı benim için.

 

Ben nefes alamadığım zamanlarda bir iki fıs sıkardım biterdi. Hayatımda mutlaka olması gereken bir eşyaydı. Çantamın içinde bir kutu olur ve hiç yanımdan ayırmazdım hepsi bu. Nefes alamadığım zamanlarda gelirdi bir tek aklıma. Yoksa hiç düşünmezdim.

 

Ama şimdi ne kadar bakılabilirse o kadar baktım. Zorla yutkunup bir tanesine uzandım ve parmaklarımın arasına aldım.

 

"Elif..." dedi kapının arkasından yine aynı ses. "Yememişsin. Elif korkutuyorsun beni. Aç şunu lütfen."

 

"Git buradan..." diye söylendim.

 

"Gidemem. Yapamam Elif. Lütfen aç şunu."

 

"Git..."

 

"Hayır! Gitmeyeceğim Elif. Seni bulmuşken hiçbir yere gitmeyeceğim." Ağlamam daha da şiddetlenirken karnıma çektiğim dizlerime gömdüm başımı. Ellerimle ıslak saçlarımı çekiştirdim. Aradığı ben değildim ki. Onun aradığı o gece, kollarına düşen kızdı. O günlerce onun peşinden gitmişti, günlerce o kızı aramıştı. O dört aydır hep peri kızını aramıştı. Ama ben değildim peri kızı. Aradığı ben değildim. Ben Elif'tim sadece. Kamersiz, peri kızsız Elif...

 

Durduramadım ağlamamı. Hıçkıra hıçkıra, omuzlarım sarsıla sarsıla ağladım. İçim sökülürcesine kaçan hiçbir hıçkırığa engel olamadım. Zaten sabahtan beri asla durduramıyordum da.

 

 

 

 

 

Ağladım...

 

Ağlayabildiğim kadar ağladım.

 

"Elif..." diye hafifçe kapıya vurdu hemen kapının ardındaki ses. Vazgeçmeyecek miydi? Saatler olmuştu ben buraya kendimi kapatalı. Hatta akşamın karanlığı çökmüştü odaya. "Sadece konuşmak istiyorum. Gözlerinin içine bakıp sadece konuşmak istiyorum Elif başka bir şey değil." Kafamı dizlerimden kaldırırken gözümden kayan yaşları sildim güç bela. "Yapma böyle." Kapıya hafifçe bir daha vurdu. "Tamam. Açmayacaksın tamam. Öyle olsun." Sonra sesi kesildi. Çıt bile çıkmadı. Orada olması kadar sessizliği de acıttı canımı.

 

Hiç konuşmadı.

 

Kapıya vurmadı.

 

Gitmişti belki. Bıkmış bile olabilirdi.

 

Ben de o sessizliği dinledim kafamı hafifçe kaldırıp. Dakikalarca sürdü. Gittiğinden emin olduğum bir anda ise kendimi bir anda sabah tuzla buz olan kar küresinin içinde buldum. Yerinden sökülecekmiş gibi atan kalbimin üzerine attım ellerimi hızla. Nefes almaya çabaladım.

 

"Üflediler söndüm

 

Karanlıkta güldüm

 

Hiç bilmezdim amma

 

Derindeymiş pek derdim

 

Üflediler söndüm

 

Karanlıkta güldüm

 

Hiç bilmezdim amma

 

Derindeymiş pek derdim

 

Bak içime gör beni

 

Tut elimden yak beni

 

İstemezsen bu aşkı

 

Otur baştan yaz beni

 

Bak içime gör beni

 

Tut elimden yak beni

 

İstemezsen bu aşkı

 

Otur baştan yaz beni..."

 

Etrafımı saran o derinlikte duyduğum tek şey onun dilinden dökülen o içli sözlerdi. Zaman durmayı bırakmış, dünya dönmeyi bırakmıştı. Sadece kapının ardındaki o ve onun sesi vardı kendimi kapattığım karanlıkta. Işıl ışıl parlayan sesi...

 

"Aklım nasıl şaşkın

 

Sevdam deli taşkın

 

Sen görmezsin amma

 

Narındayım ben aşkın

 

Aklım nasıl şaşkın

 

Sevdam deli taşkın

 

Sen görmezsin amma

 

Narındayım ben aşkın

 

Bak içime gör beni

 

Tut elimden yak beni

 

İstemezsen bu aşkı

 

Otur baştan yaz beni

 

Bak içime gör beni

 

Tut elimden yak beni

 

İstemezsen bu aşkı

 

Otur baştan yaz beni..."

 

"Elif..." diye mırıldandı. Derin bir nefes alırken gözümden kayan yaşa dokunamadım bile. "İçime sığmıyor bu duygu. Engel olamıyorum." Bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. "Allah biliyor ya denedim. Engel olmaya çalıştım ama olmuyor Elif. Görmek istemedim, bakmak istemedim, duymak istemedim. Hatta kaçmaya çalıştım ama yapamadım Elif. O gün düştü o kor benim kalbime. Yüzünü görmediğim, sadece sesini, kokunu duyduğum o kara gecede düştü. Günlerce aradım. Hiç usanmadan günlerce aradım ben." Ellerimi kulaklarıma bastırdım hızla.

 

"...Seni ilk Diyar'ın düğününde gördüm. Üzerinde matemini anlattığın siyah bir elbise vardı. O kadar insanın arasında kesişti bakışlarımız. Sadece üç saniye. Ama hafızama kazındı işte o üç saniye. Öfkeyle bakan bakışların o kadar bakışın arasında parladı. Sonra nikahta yanıma oturduğunda kokun doldu burnuma. O kara gecede kollarıma düşen kızın kokusunu alınca nevrim döndü. Çalan davulları da ondan durdurdum. Sonra sen bir hışım duvağını açtın. Düğünde gördüğüm aynı öfkeli bakışlar. Şaşırdım..." Gözümden kayan yaşların haddi hesabı yoktu artık. Tutamıyordum kendimi.

 

"...Ama ahtım vardı kendime. Dedeme, bana bunu yaşatanlara olan öfkem her şeyden büyüktü. Ben sırf onlar istedi diye tırnaklarımla kazıyarak çıktığım yerden geri yuvarlanmıştım çünkü. Sırf onlar istedi diye kendi başıma kazandığım ne varsa bırakmak zorunda kalmıştım. Buraya geri dönmem gibi bu evlilikte onlardan biriydi. O yüzden gözümü kör eden öfkeden hiçbir şeyi görmez olmuştum. Benim için hiçbir anlamı yoktu bu evliliğin. Basit bir imza. O kadar. Ama senin için anlamı farklıydı. Sen o gece hayatını bitirmeyi göze almıştın. Benim basit bir imza olarak gördüğüm bu evlilik yüzünden sen kendi hayatını kendi ellerinle bitirmeye çalıştın. O zaman çarptı gerçekler yüzüme. Hani dedim ya sana o gece 'Ölebilecek kadar değer mi veriyorsun' diye. Aslında sen yaşamak istiyordun Elif. O bileklerine attığın her kesikte yaşamak istiyordun. Sen beni ölüm olarak gördün, ben is sadece yaşamanı istdim." Bulanık bakışlarımı dizlerimin üzerinde duran bileklerime çevirdim. İzler yok denecek gibiydi. Hayatımın sızmaya çalıştığı yaralar kapanmış, izleri bile belli belirsizdi artık.

 

"...Ben seni görmemeye , duymamaya çalıştım günlerce ama geçtiğin her yerde kokun vardı. Bana o karanlık geceyi hatırlatan kokun. Hayır diyordum içimden, kızıyordum sürekli, değildir diyordum. Ama içimde bir şey sen ol diye dua ediyordu. O geceden bana bir tek bilekliğin kalmıştı. Üç küçük mavi taşlı bileklik." Bakışlarım yatağın sol tarafındaki komodine çevrildi. Küçük bir kutunun içinde, üstüne koyduğum diğer eşyaların altındaydı şimdi. Saklamıştım. "Kaybettim ama. Çok aradım Elif. Her yerde, aklına gelebilecek her yerde o bilekliği aradım. Ama buhar olup gitmişti." Buhar olup gitmemişti. Maran çalmıştı.

 

"...Sonra bilekliği aramaktan vazgeçtim. Hatta bazı zamanlar düşünmemeye bile başladım. Ben artık o bilekliği de bilekliğin sahibini de merak etmiyordum Elif. Çünkü son zamanlarda düşündüğüm tek şey sendin. Aklımı meşgul eden tek şey. Adını koyamıyordum, dillendiremiyordum ama olur olmadık zamanlarda aklıma gelmene de engel olamıyordum. Mali raporları yazıyorum birden aklıma geliyordun, şantiyeye gidiyordum birden aklıma geliyordun. Geliyordun işte. Böyle göğsümün tam ortasında büyüyen bir şey vardı günden güne. Uyuyorum benimle, uyanıyorum benimle. Nereye gitsem hep benim. O sensin Elif. İçimde kor kor yanan sen-"

 

"SUS!" diye haykırırken geri dönüp iki elimi birden kapıya vurdum. "Sus..." Gözümden kayan yaşlarla birlikte kafamı kapıya yasladım.

 

"Elif. Susmayacağım. Haykıracağım tamam mı! Seni sevdiğimi haykıracağım! İçime düşen aşkını haykıracağım! Aklımı kül eden aşkını haykıracağım! Beni yakan bu ateşi haykıracağım!" Onun da ellerini yasladığını duydum kapıya.

 

"SUS! TAMAM MI SUS! SUS!"

 

"İçime sığmıyor Elif! İçim içime sığmıyor! Senin aşkın içime sığmıyor!"

 

"Sus..." diye mırıldanırken kulaklarımı kapatıp yerden sarsak bir şekilde kalktım. Sağa adımladım olmadı. Sola gittim yine olmadı. İçimde bir şey içime sığamıyordu.

 

"Elif istemesen de bu benimle bir ömür gidecek! Ben bununla öleceğim! İçimdeki aşkınla! İster nefret et benden ister reddet! Ama ben susmayacağım sana bunu haykırırken! Ben ömrümde ilk defa yaşıyorum bu duyguyu! Ömrümde ilk defa! İçim, dışım, aklım, kalbim hep sen! Hepsinde sen varsın! Her zerremde! Bak içimde kış bitti, bahar var! Ve sen o baharın sebebisin!" Beni daha fazla taşıyamamıştı dizlerim. Yere çökerken hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.

 

Ama etrafımdaki kar küresi tuzla buz değildi.

 

"Aşığım ben sana Elif..."

 

🔥

 

Tuhaf bir rüya görüyordu Baran. Anlam veremediği bir boşluğun içinde, nereye adımlayacağını bilemediği bir yerdeydi. Bembeyazdı etraf. Genelde çok az rüya görürdü ve hiçbiri de anlamlı şeyler olmazdı. Şimdi de o anlamsız rüyaların birindeydi. Rüyada olsa bile farkındaydı bunun. Ama içinde rüyada olsa bile tuhaf bir korku vardı. Anlam veremediği.

 

"Elif..." diye mırıldanırken kafası yaslandığı duvardan yana doğru düşmüştü. Gözleri hızla açılırken şaşkınlıkla etrafına bakındı. Uyumuştu. Peki nasıl uyumuştu? Oysa sabaha kadar uyanık kalacaktı. Elif çıkana kadar gitmeyecekti asla buradan, gözlerini bile kırpmayacaktı.

 

Telaşla etrafına bakınırken yüzü acıyla kasıldı. Omzu tutulmuştu. Elini omzuna atarken uzattığı bacaklarını çekip bakışlarını sağa doğru çevirdi. Çevirir çevirmez de gözleri hızla açıldı. Çünkü dün sabahtan beri yumrukladığı, Elif'in kilitlediği kapı aralıktı.

 

Apar topar yerden doğrulup içeri girdi. "Elif?" dedi bakışlarıyla hızla içeriyi tarayıp. "Elif!" Yoktu. Çıplak adımlarla banyoya doğru koşarken ayaklarına yerdeki astım ilaçları takıldı. Bir sürü ilaç kutusu yerde saçılmış bir vaziyette duruyordu.

 

Banyo kapısını hızla açıp içeri girdi. "Elif!" dedi korkuyla. Yoktu. Oradan çıkıp hızlı adımlarla giyinme odasına girdi. Korku dolu bakışları dehşetle açılmıştı etraftaki dağınıklığı görünce. Yerlere saçılmış ceketler, gömlekler, saatler... Sonra bakışları geri içerideki ilaç kutularına çevrildi. Bulmuştu demek... Her ceketinin cebine koyduğu, elini uzattığında ulaşabileceği her yere koyduğu ilaçları bulmuştu.

 

"ELİF!" diye bağırırken odaya attı tekrar kendini. Balkona koştu. Orada da yoktu. Kocaman oda ilk defa dar geldi kendine. "ELİF!" Yerdeki çamurlu kıyafetleri aldı yavaşça eline. "Neredesin Elif..." diye mırıldanırken kapıya koşacak oldu ama bakışları makyaj masasındaki büyük aynanın önünde duran şeye çarpınca kalakaldı. Hızlı adımları yavaşladı. Yönü oraya çevrildi. Elindeki elbiseyi masaya bırakırken aynanın önündeki şeyi aldı titreyen elleriyle.

 

Karanfil bezeli elma...

 

Yıllar önce köye Ruşa bibiyi ziyarete gittiğinde duymuştu bu elmanın hikayesini. O zamanlar ya on beşinde ya da on altısındaydı. Sıcak bir yaz günü, çadırların etrafında öten cır cır böceklerinin sesi vardı hatıralarında.

 

Sıcak bir ağustos ayıydı. Harman zamanı diye tüm aile toplanıp köye gelmişlerdi. Bu bir adetti. Aşiret beyi gelir, köydeki tarlalardan birine tüm evlatlarıyla ellerini açıp bereketli hasat için şükür namazı kılar ve dua ederdi. Tüm köylü de bu duaya hep bir ağızdan amin derdi. Sonra aşiret beyi eline orağını alır ve buğdaylara ilk darbeyi vururdu. Bu asırlardan beri sürerdi bu topraklarda. Edilen duaların ardından koyunlar kesilir, elbirliğiyle pişirilip hep beraber de yenirdi. Sonrası ise şenlik havasında geçerdi. Halay çekenler, davullara vuranlar, oyunlar oynayanlar ve at binenler...

 

Yine o harman zamanlarından birinde, Hüseyin İzol herkesle bir namazını kılıp duasını ettikten sonra buğdaylara ilk darbeyi indirmişti. İlk seremoni bitmişti. Şimdi herkes gölgede yemek hazırlama derdine girişmişti. Hüseyin İzol ise en büyük çadırda etrafına topladığı insanlarla sohbet ediyordu. Hemen yanı başında ise oğlu Mehmet oturuyordu.

 

Baran ise sol kaşından süzülen tere aldırmadan sıkıntıyla üflemişti. Çünkü onun derdi herkesten büyüktü. Cihan'la uğraşıyordu.

 

"Bineyim bineyim lütfeeeeenn!" diye tekrar yapışaklık yapınca hızla onu omzundan geri iteledi Baran.

 

"Salak mısın Cihan! Etraf sıcaktan kaynıyor, ata eziyet değil mi bu!"

 

"Yaaa abiii lütfeeeennn!"

 

"Defol Cihan!" derken onu kendinden öteye iteleyip çadırlara doğru yürümeye başlamıştı. Tam bir baş belasıydı kardeşi. Kendisinden dört yaş küçüktü sadece ama asla büyümüyordu. Her sene aynı yapışaklığının üzerine ekleyerek devam ediyordu. Bunun böylesinin ileride nasıl olacağını düşünüyordu o yaşta Baran. Her şeyi düşündüğü gibi.

 

"Hah Baran gel. İçeride bize şerbet hazırlatmış Ruşa bibi. Hem hikayelerinden de anlatıyor. Gel hadi."

 

"Yok abla. Ben boş bir yere geçip uyumak istiyorum." Yorulmuştu o gün. Kalabalık sevmediği gibi buraya da zaten isteyerek gelmemişti. Şimdi kimseyle muhatap olmadan bir köşeye çekilmek istiyordu sadece. Ne vardı Ahmet gibi evde kalsaydı. Niye gelmişti ki?

 

"Aa hadi Baran!" diye çekiştirdi ablası onu kolundan. Üniversiteye geçince kısalttığı saçları yüzünden her baktığında garip geliyordu ablası gözüne. Oysa o uzun gür saçlarıyla şehrin en güzel kızıydı.

 

"Şu sıcakta toplasana saçlarını." Diye homurdanmıştı Baran. Bakışları ise buraya geldiklerinden beri etrafta dolanan ablasının yaşıtı gençlerdeydi. Bakamazlardı, yaklaşamazlardı biliyordu ama o yaşın verdiği garip abilik duygusu vardı işte.

 

Ama ablası oralı bile olmamıştı.

 

"Baran." Diye el sallamıştı onlar çadıra ilerlerken kenarda dikilen dört kızdan biri. Hemen hemen kendi yaşıtıydılar. O ise tatlı selama boş bir bakış atmakla yetinmişti. Ama el sallayan sarışın kız konuşmayı sürdürmekte niyetliydi. Kızların arasından sıyrılıp ona doğru bir adım atmıştı. "Bize birazdan atını gösterir misin?"

 

"Yabancıları pek sevmiyor." Diye geçiştirirken ablasının adımlarına da ayak uydurmaya çalışıyordu bir yandan.

 

"Ama sen olunca bir şey olmaz belki."

 

"Dedim ya sevmiyor."

 

"Geçen gelince bakacak olmuştum ya hani. Unuttun mu?" kız sarı saçlarını geri savururken ona yetişebilmek için adımlarını hzılandırmıştı.

 

"Seni hatırlayamadım." Dedi Baran. Kibar söylemeye çalışmıştı ama kızın yüzü bozulmuştu.

 

"Aysel ben." Ama bu detay Baran için pek yeterli olmamıştı. Kızın yüzü iyice bozulurken Bircan ablanın kıkırtısı ulaştı kulaklarına. Onu iyice kendine çekip kulağına fısıldadı.

 

"Aysel'i nasıl hatırlamazsın?" diye. Ama oralı olmadı Baran. Ablasının elinden kolunu kurtarırken ona ters bir bakış atıp Ruşa bibinin çadırına girdi. "Hoş kız aslında."

 

"Abla." Diye huysuzca söylenmişti Baran.

 

"Ne var arkadaş olmaya çalışıyor sadece. Bak adını unutma. Aysel." Sevmemişti bu muhabbeti. Ablasını geride bırakıp Ruşa bibinin yanına ilerledi.

 

Ruşa bibi yine her zamanki gibi kalın, elde yapma bir minderin üzerinde oturmuş, bir dizini havaya dikmişti. Etrafında bir sürü genç kadın erkek oturuyordu. Herkesin dikkati onun anlattığı şeydeydi.

 

"...Çok güzelmiş bu Deriko. Uzun gür siyah saçları varmış. Kalın siyah kaşlarının altında bir yıldız gibi parıldarmış yeşile çalan ela bakışları. Görenin büyüleneceği bir güzellikteymiş..."

 

"Çok mu güzelmiş yani?" diye heyecanla sormuştu biri.

 

"Çok..." diye yanıtlayıp kısaca öksürmüştü Ruşa bibi. "Tabi yanmış bizim genç de bu güzelliğe. Deriko da vurulmuş bunun karşılığında bizim gence. Ama gel gör ki aileler izin vermemiş, kızın ailesi karşı çıkmış."

 

"Neden karşı çıkmışlar ki?" diye sormuştu bu sefer Bircan abla. Gözleri merakla ışıldamıştı.

 

"Çünkü Deriko Ermeni, bizim genç Müslüman. Kültürler farklı, inançlar farklı, dinler farklı. Aile istememiş. Karşı çıkmış. Bizim oğlan da kız da yandıkça yanmış. Oğlan hem kıza hem de kızı kendine vermeyen ailesine seslenmek için yakmış o türküyü." Herkesten içli şeyler dökülürken Baran en kenarda sessizce izliyordu etrafı.

 

"Aaa!" dedi bir zaman sonra ablası şaşkınlıkla. Ruşa bibinin yan tarafındaki sehpaya uzanmıştı. "Bu nedir?" Elinde yuvarlak siyah bir şey vardı. Ruşa bibi ise gözleri görmediğinden el yordamıyla Bircan'ın tuttuğu şeye uzanıp dokunurken dudaklarına bir tebessüm yerleşmişti.

 

"Elma..." dedi avuçları arasına aldığı siyah topu evirip çevirirken. "Karanfil bezeli elma. Bunu bilenleriniz vardır belki aranızda. Ama belli ki bilmeyenleriniz de var. Bu elma 'aşkın' sembolüdür." Dudaklarındaki tebessüm daha da büyümüştü. Anlatmaya devam etti. "Çok eski bir gelenektir. Aşkını sevdiğine söylemek isteyenlerin her karanfil tanesini tek tek elmaya batırmasıyla yapılır. Yüzüne 'sende gönlüm var' diyemezler de ince ince uğraştıkları bu elmayla haykırırlar sevdalarını. Bunu yapan sevdiğine 'gönlüm sende' demiş olur. Hem yıllarca bozulmadan da durur bu elma."

 

Silik silik anılar, görüntüler birden gözünün önünden akıp giderken avcunun içindeki elmayı yavaşça burnuna götürdü. Karanfil kokusu tüm hücrelerine işlerken dudaklarına bir tebessüm yayıldı.

 

Elif kendisine aşkını böyle anlatıyordu!

 

'Sana aşığım' diyordu!

 

Ve aşkın bu sessiz haykırışını kendi gibi Elif de biliyordu!

 

Kalbi göğüs kafesini delercesine atarken eli ayağı birbirine dolandı. Peki neredeydi Elif? Nereye gitmişti?

 

Elindeki elmayı bırakmadan hızlı adımlarla atmıştı kendini dışarı. Tam karşıdaki, asla açılmayan odaya girdi önce. Yoktu. Sonra aynı hızlı adımlarla taş basamakları inip alt kata geldi. İlk kapıyı vurdu. İkizlerin odasıydı. İçeriden ses gelmeyince hızla içeri girdi. "Elif!" dedi bir yandan. Ama burada da yoktu. O kattaki, bir alt kattaki her odaya baktı.

 

Yoktu.

 

Koşarak mutfağa indi. "Elif nerede!" dedi soluk soluğa. Fatma ve Ruken şaşkınca bakakalmıştı kendine.

 

"Yo-yok." Diye kekeledi Ruken. Karşısında böylesin telaşla koşturan adamı görünce dili tutulmuştu Ruken'in. Mutfağın bir o yanına bir bu yanına adımladı hızla Baran.

 

"Sakin ol oğlum." Dedi Fatma onu kolundan tutup.

 

"Elif nerede Fatma abla? Bulamıyorum nereye gitti!" O anda bakışları mutfak kapısından bahçeyi buldu. Sonra çitlere bağlanmış beyaz renkteki atını, Gümüş'ü... Onu kim getirmişti buraya?

 

"Erkenden Esmer'i alıp gitti. Nereye dedim, o bilir dedi. Başka bir şey demedi."

 

O an anladı Baran. Nereye gittiğini, ne yapmak istediğini. Çıplak ayaklarına bir ayakkabı geçirmeyi bile akıl etmeden mutfak kapısından bahçeye fırladı. Hızlı adımlarını Gümüş'e doğru attı.

 

"Baran?" diye seslendi yan taraftan Salim.

 

"Sonra kardeşim." Dedi Gümüş'ün yanına varıp. Atın başını okşadı yavaşça. Gözlerine birer öpücük bıraktı.

 

"Elif getirtti Gümüş'ü. Ne oluyor?"

 

"Buldum Salim. Buldum." Dedi eyere asılıp bir hışım atın üstüne atlarken. "Nihayet buldum!" Atına komut verirken hızla sürdü avludan dışarı doğru onu. Vakit kaybedemezdi. Ne kadar hızlı olursa kendisi için o kadar iyiydi.

 

İçine sığmayan, coşkun ırmaklar, dalgalı denizler gibi bir şey vardı. Aldığı her nefeste naralar atmak istiyordu. Kalbinden taşan bu şeyi haykırmak istiyordu tüm dünyaya.

 

Gitti.

 

Altındaki can yoldaşı hızını hiç azaltmadan gitti. Sanki o da bugün kendisinin durumunu anlıyormuş gibi atıyordu adımlarını. Ama bu yeterli gelmiyordu Baran'a. Bir an önce ulaşmalıydı Elif'e. Bir an önce varmalıydı yanına.

 

Dar patika yolları, taşlı arazileri yıldırım hızında geçti Gümüş. Gölete tırmanan tepeyi bir ok misali çıktı. Ne derisine çarpan sert rüzgara aldırdı ne de gökte çakan hırçın şimşeklere.

 

Göletin olduğu tepeye geldiklerinde atın durmasını beklemeden hızla indi Baran. Kalbi sıkıştı. Nefes almayı unuttu. Avcunun içindeki karanfil bezeli elmayı bırakmadan sarsak bir adım attı ileri doğru.

 

Esmer'in üzerinde, uzun beyaz elbisesiyle oturuyordu Elif. Bu zamana kadar gördüğü, bildiği her şeyi unutuverdi. Etrafında akan her şey durdu. Dünya dönmeyi bıraktı.

 

Kalakaldı...

 

Bu dünyaya herkesin bir geliş amacı vardı. Herkesin de yaşamını sürdürme çabası. Baran'ın hayatı hiçbir zaman kendi istekleri doğrultusunda şekillenmemişti. Hep kendi adına verilen kararlar, çıkarıldığı, yürünmesini istediği yollar vardı. O yüzden bu yaşına kadar hiç 'kendi' gibi hissedememişti. O hep 'Baran Dora İzol' olmuştu. Kendinden önce gelen bir soyadın hapsindeydi bunca yıldır.

 

Ama şimdi ilk defa 'Baran' gibi hissediyordu. İlk defa kendi gibi...

 

Ve eğer karşısındaki eller kendi ellerini tutarsa eksik parçası tamamlanacaktı.

 

Gökyüzünde çakan şimşeklerin altında attı yavaş adımlarını. Her adımında 'sevgiliye' biraz daha yaklaştı.

 

Buradaydı. Tam karşısında.

 

"Elif..." diye titrek bir sesle mırıldandı. Karşısındaki atın üzerinde oturan ürkek bakışlardaydı bakışları. Büyük bir adım atsa, tutsa çekse bağrına basabilirdi. Ama her şeyi Elif'e bıraktı. O istemezse olmazdı, o istemezse yapmazdı.

 

Ayaklarını yere sarkıtıp yavaşça indi Elif yere. Sert rüzgar uzun kahverengi saçlarını, uzun beyaz elbisesini savurdu yavaşça.

 

"Elif..." diye mırıldandı tekrar Baran. Ona doğru bir adım daha atarken kulağının işittiği tek şey göğsünün ortasında fütursuzca çarpan organın sesiydi.

 

"Baran..." diye mırıldandı Elif de. Dudaklarına yerleşen gülümsemede asılı kaldı bakışları.

 

"Elmayı buldum..." dedi heyecanla Baran. Elindeki elmayı kaldırdı hafifçe havaya. Heyecandan nefes nefese kalmıştı. Bakışlarını avcunun içindeki elmaya çevirmişti.

 

"Beni buldun..." diye mırıldandı Elif. Fısıltısı yüksek sesle çakan şimşeğin sesini bastırmış, Baran'ın her zerresinde yankılar uyandırmıştı. Elindeki elmadan hızla bakışlarını karşısında ebediyen bakmak istediği bakışlara kaldırdığında kendisine gülümseyerek bakan, yanağından aşağı bir damla yaşın kaymak üzere olduğunu gördü. Aralarındaki iki adımlık mesafeyi hiç düşünmeden hızla kapatırken parmaklarıyla düşmek üzere olan göz yaşını yakaladı.

 

"Elif..." diye mırıldandı iki eliyle yüzünü kavrayıp.

 

"Ben de seni buldum..." diye olabildiğince çekingen bir şekilde mırıldandı Elif. "Ben..." derin bir nefes aldı. "Kabullenmem zaman aldı ama ben de içimde tutamıyorum artık. Bizi birleştiren kader Baran. Bizim kaderimiz..."

 

"Sen beni gönlüne kabul ettin ya. Aklım ruhum şimdi kül. Ömrüm ömrüne düğüm." Derin bir nefes alırken yumuşak bir biçimde okşadı Elif'in yüzünü. "Peri kızı, peri kızım..."

 

"Baran..." diye utangaçça mırıldandı tekrar Elif. Adını zikrederken kalbi yerinden çıkacakmış gibi hissetti. Yüzüne çarpan sıcak nefesler onun da aklını kül etmişti. İlk defa bu kadar kendi gibi hissediyordu. İlk defa ne omuzlarında ne de ruhunda bir damla yük yoktu. Kuş gibi hafif ve özgürdü. Kalbindeki sıcaklığın sebebini biliyordu artık. Baran'dı... Günlerce ruhunu, sıkıştıran, uykularını kendine haram eden oydu.

 

"Ben bugün yeniden doğdum..." diye mırıldandı Baran. "Bana geldiğin bugün yeniden. Sen içimdeki kışı bitirdin. Bahar getirdin bana." Onu kendine çekip sıkıca sardı kollarını. Kalbi kalbini hissetsin istedi. "Kalbime, ruhuma... Hoş geldin..." diye fısıldarken hafifçe geri çekilip alnını Elif'in alnına yasladı.

 

"Sen de benim kalbime hoş geldin..." diye fısıldadı Elif. Tedirgin bir şekilde ellerini onun yüzüne çıkarırken ait olduğu yeri bulmanın o mükemmel hissi vardı ruhunda.

 

İnsan ait olduğu yeri bulunca fırtına diniyor, savaş bitiyor ve bir bahar başlıyormuş sonra. İşte ikisi de bunu çok iyi anlamıştı şimdi.

 

"Seni seviyorum..." diye fısıldadı tekrar Baran. Oysa heyecanı öyle büyüktü ki tüm dünyaya haykırmak geliyordu içinden. Ama tek duyanın Elif olması yeterdi ona.

 

"Bende..." diye fısıldadı kolları arasındaki beden. "Ben de Baran..." Parmaklarıyla Elif'in yüzünden kayan yaşları silerken Elif de uzanıp onun yanağından kayan göz yaşını silmişti. Ha bayıldı ha bayılacaktı Elif. Dizleri titriyordu. Eğildi Baran. Ürkek bir şekilde nefes alıp veren dudaklara doğru eğildi. Ama bekledi. Zorlamadı. İzin ister gibiydi. Ve biraz sonra beklediği izin geldi.

 

Günlerce birbirine hasret olan dudaklar kavuştu. Günlerce birbirine hasret olan ruhlar dolandı ve günlerce birbirine hasret olan kalpler birlikte atmaya başladı.

 

Ateşten bir düğümdü ikisi birbirinin ömrüne, kaderine. Kor kor, alev alev.. Üzerlerine bardaktan boşanırcasına yağan damlaların bile söndüremediği, söndüremeyeceği bir ateş...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Elif ne yapacak?

 

Baran ne yapacak?

 

Leyla?

 

Cihan?

 

Bölümde sizi en çok etkileyen kızım neresiydi?( ben yarın bunu duvarımda yazacağım size ama şimdi dersem o türkü beni bile etkiledi)

 

 

Tahminleri buraya alayım

 

Not: Diğer bölümde bu sahneyi farklı bir açıdan okuyacağız. Sizce arka planda ne var??

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın e mi?

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%