Yeni Üyelik
56.
Bölüm

Kandan Düğüm

@seydnrgrsu

Ayrı kaldığımızın şerefine size upuzun bir bölüm yazdım ve bunun için herkes en az on yorum yapıyor okkkkkeeeey. Yoksa Leyla gibi küserim

 

Bu bölümü yazarken dinlediğim bir remix tam o bölümün vibeını verdi bana. Dinleyin mutlaka

 

Lvbel C5-Melis Kar-Dacia x Yatıya

 

Sezen Aksu-Unuttun Mu Beni?

 

Sen Bir aysın Ben Kara Gece

 

 

🔥

 

1 gün sonra...

 

Yatak odasının penceresine örtülü beyaz ince tül esen ılık rüzgarda usul usul dalgalanırken komodinin üzerindeki vazoda duran daha bir gün önce toplanmış büyük bir demet papatya salondan içeri sızan neşeli melodi ile titreşiyordu. Salondan yayılan bu neşeli melodiye ise mutfaktan gelen taze çay ve fırındaki patatesli poğaçanın kokusu eşlik ediyordu.

 

Güneş yerli yerindeydi. Dışarıda esen ılık rüzgar, bulutsuz gökyüzü ve salonun penceresini geren büyük erik ağacının yaprakları daha bir canlıydı o gün. Salona açılan balkon kapısı aralıktı ve kapanmaması için arasına küçük taş saksı konmuştu. Saksının içinde ise yavrulayan iri dikenli kaktüs vardı.

 

Açık televizyondan duyulan hareketli melodiye ise diğer her şey gibi ince ve narin bir ses eşlik ediyordu. Leyla'nın sesi.

 

"Yaylanın çimenine

 

Oh nenni koçari

 

Keçi vurur çanin

 

Haydi haydi koçari

 

Oh bi sarayım seni

 

Oh nenni koçari

 

Geçsun yürek yangıni

 

Haydi haydi koçari..."

 

O gün sabah yine diğer sabahları yaptığı gibi erkenden uyanmış, ılık duşunu almış, saçlarını kurutup çok sevdiği bakım yağlarından sürmüş ama diğer sabah yaptıklarından farklı olarak dümdüz kullanmak yerine maşa yapmaya karar vermişti. Dümdüz uzun sarı saçları ise bu kararı yüzünden kendine epey vakit kaybettirmişti ama Leyla bunu göz ardı etmişti. Çünkü mutfaktan salona geçerken büyük boy aynasından omuzlarına dökülen iri dalgalara bakıp bakıp ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Sanırım uzun zamandır dalga yapmadığı saçları kendine bir garip gelmişti. Ama ne yapsındı, giyeceği tatlı pembe çiçekli elbiseye böyle cıvıl cıvıl bir saç yakışırdı. Ayrıca uzun zamandır üzerindeki o kasvetli bulutlara bugün büyük bir 'rest' çekmişti. Bu sayede kendi gökyüzünü kaplayan kara bulutlardan arınırken Elif ve Şilan'ın üzerindeki kara bulutları da dağıtmaya karar vermişti

 

 

 

(Şöyle size Leyloşumuzun elbisesini göstereyim)

 

Karadeniz çayını ince belli bardağına doldurduktan sonra fırının alarmı ötünce çaydanlığı alelacele bir şekilde bırakıp fırını açmaya koşmuştu. Poğaçalar mühimdi. Çünkü şirkete gitmeden önce bunları Elif'e bırakacak oradan da Şilan'ın çalıştığı anaokuluna uğrayıp onun karnını doyurmasını sağlayacaktı. Ve evet iki amca kızı kendisinin yaptığı bu pofik patatesli poğaçalara bayılıyorlardı. Gerçi Elif son aylarda ağzına tek lokma koymadığından bunları da yemeyeceğini biliyordu ama ısrar edecekti. Gerekirse 'küsmekle' tehdit edecekti. Dayanamazdı Elif onun 'küsmelerine.'

 

Ama ne kadar kararlı olsa da Elif'in siyaha çalan gökyüzünün kendini epey uğraştıracağını da biliyordu. Olsundu. Leyla o sabah öyle kararlıydı ki içinde muhteşem bir güç hissediyordu. Emindi, o gün kendisi için mükemmel bir sayfa açılacaktı. Kaderin kaleminin kendinden yana olduğuna son derece inanıyordu. Gece yatmadan epey güçlü bir manifest yapmıştı.

 

Poğaçaları soğuması için kenara alırken kendisine muhteşem bir motivasyonla hazırladığı kahvaltı tepsisine ince belli bardağını da yerleştirip salona doğru pıtı pıtı yürümeye başladı. Üzerinde uçuşan çiçekli pembe elbisesi içini kıpır kıpır ediyordu. O gün içinde bambaşka bir his vardı.

 

Böyle güzel bir şey olacakmış işi.

 

İnce belli bardağına doldurduğu Karadeniz çayından bir yudum alırken çalan türküye de eşlik etmeyi sürdürdü.

 

"Yaylalar sıra sıra

 

Oh nenni koçari

 

Vuruldum selvi boya

 

Haydi haydi koçari

 

Koçari gel burdan geç

 

Oh nenni koçari

 

Göreyim doya doya

 

Haydi haydi koçari..."

 

Türküye büyük bir coşkuyla eşlik ederken diğer günlerden daha hızlı bir şekilde yapıyordu kahvaltısını. Eğer saçları o sabah kendisini bu denli uğraştırmasaydı muhtemelen geniş geniş yapardı ama olsundu. Çünkü güzelim saçlarına değerdi. Saçlardaki dalgalar mühimdi.

 

Çarçabuk kahvaltısını ettikten sonra koşar adımlarla tepsiyi mutfağa bırakıp bulaşıkları akşam gelince halletmeye karar vermişti. Zira bulaşık için uğraşırsa o sabah şirkete yeni gelecek olan şefle olacak toplantıya yetişemeyecekti.

 

İzol Holding son üç ayda yaşadıkları yüzünden epey sendelemiş hatta çoğu inşaat durma noktasına gelmişti. Baran'ın yarım bıraktığı projeler ise büyük kan kaybettirmişti tüm çalışanlara. İş sadece masa başında çalışanlarla olmuyordu. Onun olduğu projede sahada da bir hayli zorluk baş göstermişti. Ve evet Leyla bu konuda yalan söyleyemeyecekti ama mühendislerin olduğu ekip bir hayli yetersiz kalıyordu. Son çözüm olarak da kendilerine bir şef atanmıştı geçen hafta. Günlerdir sahadaki işleri devralacak ve kendilerinin şefi olacak mühendis bekleniyordu ama ha yarın diye diye bir hafta geçmişti. Ve bu süreç Leyla'yı daha da zorlar olmuştu. Çünkü artık sadece şirkette değil sahada da çalışmak zorunda kalıyordu. Bu durumdan zerre şikayetçi değildi. Ama iş başından aştığından ve inşaattakilerle zaman zaman çatıştığından öncekilerden üç beş kat daha fazla yoruluyordu.

 

Yani şef şarttı.

 

Pembe çiçekli elbisesine uygun toz pembe 'Mary Jane' kısa topuklularını da ayaklarına geçirdikten sonra toz pembe çantasını koluna takıp bahçe kapısının önünde duran küçük 'Vosvosuna' doğru koşmuştu. Bu beyaz Vosvosu geçen ay babasının desteğiyle almıştı. Selahattin Şahin kızı memleketine dönsün diye ona kırmızı bir Mercedes alıp kapısına dayanınca kıyametleri koparmıştı Leyla. En sonunda az bir destekle kendisine bu tatlış vosvosu alması konusunda uzlaşmışlardı. Ama paranın çoğunu Leyla kendi biriktirdiğinden ödemişti. Bunu göz ardı etmemek gerekirdi.

 

Beyaz vosvosuyla taş döşeme sokaktan ilerlerken bir yandan da Elif'in bir daha mesaj atıp atmadığını kontrol ediyordu. En son dün akşam 'Bnei idrae et' gibisinden karman çorman bir mesaj atıp ortadan kaybolmuştu. Kelimeleri doğru düzgün yazamamıştı bile. Şilan'ın dediğine göre de eve o mesajdan sonra uğramamıştı. Ne olduğunu bilmiyordu ama Elif bir şeyler karıştırıyordu. Bundan emin olmak istemese de sanırım emin olacaktı. Çünkü torpidoda duran sonuç belgesinin yazılı olduğu zarf Elif'i bir hayli karıştıracak gibiydi.

 

Vosvosunun hız limitlerini zorlayarak şirkete ulaştığında bulduğu park yeri kendini daha çok sevindirirken koşar adım girmişti içeri. Çünkü toplantının başlamasına sadece iki dakika vardı. İlk günden kendilerinin üstünde olacak birini kızdırmak onunla zıtlaşmak kesinlikle isteyeceği en son şeydi.

 

Kendi odasına bile uğramadan toplantı odasına nefes nefese ulaştığında masanın etrafında oturanların arasında yabancı bir sima aradı mavi irisleri. Ama dikdörtgen cam masanın etrafında toplanan beş kişinin hepsini de tanıyordu. Yani şef daha gelmemişti.

 

"Şef gelmedi mi?" dedi önüne dökülen saçlarını geri iterken. Hemen sağ tarafında oturan Orhan Bey kalın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden ona olumsuz bakışlar atarken 'Cık' da demişti. "Ay geç kaldım sandım ben de..." diye mırıldanırken kendi için ayrılan sandalyeye ilerledi yavaş yavaş.

 

Gündem belliydi masada: yeni gelecek şef. Hepsinden kıdemli olan Canan hanım bu durumun gereksiz olduğunu dile getirirken kendi gibi ekibe sonradan dahil olan Züleyha bunun şart olduğunu söylüyordu. Ekibin en yaşlısı Orhan bey ise uyuklamakla meşguldü.

 

Ama masadaki dönüp duran bu muhabbet uzadıkça uzadı. Çünkü beklenen şef bir türlü gelmedi. Bu sırada ise telefonlar durmadan çalıyor ve inşaattaki işçilerin çıkarttıkları sorunları iletiyordu kendilerine. Birinin sahaya gidip sorunu çözmesi gerekiyordu ve evet şanslı kişi Leyla seçilmişti. Aslında bu durumdan kaçmazdı ama o gün hiç sahaya gidebilecek gibi bir kombin yapmamıştı ki! Yani kim pembe uçuş uçuş elbisesiyle tuğlaların, harçların arasında olabilirdi!

 

İstemeye istemeye yerinden kalkarken kendisine bu görevi veren Canan hanıma turlarca sövüyordu. İçinden yüzüne karşı ama.

 

"Allah aşkına kim bu halde inşaata gidebilir ki? Bugün ben o inşaata gidebilecek halde miyim acaba? Ay bilerek yapmıyorsa vallahi bir şey bilmiyorum." Söylene söylene vosvosuna binmiş inşaata doğru sürmeye başlamıştı. O sırada da telefonu susmuyordu. Gideceği inşaattaki Cemil usta kendisine mesaj atıp çıkan sorunları bildirmekle meşguldü.

 

"Yahu ben mühendis miyim usta başı mı!" diye sinirlenmişti en sonunda Leyla. Cemil ustayı sever sayardı, kendi amcası babası gibi de kabullenmişti ama saçma sapan istekler ve sorunları da kendisine aktarılınca sinirlenmeden edemiyordu. "Al işte! Ne denir bu mesaja!" En son mesaja bakınca sinirleri tepesine atmıştı daha da çok.

 

'Leyla hanım cepeler bitti ustalar diyor Leyla hanım kula alsın içelim. Sarı kula istiyolar sefim'

 

Gülse mi ağlasa mı bilememişti haline. Alem adamdı şu Cemil usta. Ama kimseyi de kırmak istemediğinden inşaata varmadan bir bakkala uğrayıp Cemil ustanın istediği 'Sarı kulaları' almıştı.

 

"Yaouv Leyla hanım zahmet vermişiik sağa da." demişti Cemil usta kola poşetini ondan alırken.

 

"Tek sorunumuz bu olsun Cemil usta. Kola kolay. Neymiş anlaşılmayan şey?" Cemil ustanın yönlendirmesiyle çalışma alanına geçmeden önce içi yana yana çok beğenerek giydiği ayakkabılarını çıkarıp sarı çizmelerini giymiş kafasına da baretini geçirmişti Leyla. Güzelim saçları için oysa o sabah ne kadar uğraşmıştı. Ağlayası geliyordu içinden. Bozulan saçlarına mı yansındı bu sıcakta akacak o tatlış parlak makyajına mı?

 

Çizimlerin olduğu masaya geçerken bir yandan da Cemil ustanın anlattığı sorunu dinliyordu. Mithat usta ve Cemşid usta arasında çıkan tartışma sonucu işçiler de çalışmayı bırakmıştı. Olay ise yapılması gereken bir işin Mithat ustaya göre doğru Cemşid ustaya göre ise yanlış yapıldığıydı. Böyle olmazdı. Çizimlere göre hareket edilmeliydi. Bu yüzden de Leyla'nın gidip bizzat ölçüm yapması gerekiyordu.

 

Yanlış yapıldığı iddia edilen yere gelip iskeleye çıktıktan sonra başlamıştı gerekli ölçümleri yapmaya. Ama aklı fikri Canan hanıma küfretmekle doluydu. Bir ölçüyordu iki kızıyordu. Bir yazıyordu iki küfrediyordu.

 

"Canan cadısı denen cadı kılıklı şeytan... Getirecesun ha buraya bu Allah'un guneşunun altina akitacasun olmayan o beynunu. Ama dur sen... Ben edeceğumi bilirum sağa. Ben Laz gıziyim Laz. Ha ben Garadenuz gızıyim. Bulaşmayacak idun bağa."

 

"Leyla hanım!" diye seslenmişti aşağıdan Cemil usta.

 

"Ha bir dur sen da ustam ya. Ula ben senun o dibu gelmuş saçlaruni da yolmasini bilirum ama ne edecağusun ekmek parasi." Şivesi tümden kaymıştı sinirden. "Ha benum bu elbusem, ha benum bu saatlerce uğraştiğum saçim Hatce deyzanun topal keçusina döndi. Ha ben kokişmiş hamsi oldum bu halumlan. Ama ben sağa etmasunu bilirum." Kaptırmıştı kendini. Takmıştı vitesi sona. Ölse içi soğuyuncaya kadar saydırmasından kimse alıkoyamazdı onu. Ne var ne yoksa demeli içini soğutmalıydı. Yoksa harareti başına vururdu.

 

Ama Cemil ustanın seslenmesinin sebebi bastığı tahtanın pek sağlam olmamasını haber vermekti. Allah korusun eğer dikkat etmezse az sonra bir kaza yaşanabilirdi. O yüzden de durmadan sesleniyordu ona ama kulakları sağır olmuş gibiydi Leyla. Duymuyordu kendini.

 

"Yaoouv vallahi düşecaak haa!" diyordu etrafına yana yakıla Cemil usta.

 

Duymuyordu Leyla, duymuyordu. Ayağının altında sallanan tahtayı da sinirinden ötürü hissetmiyordu.

 

"Anouuv düşüyor ha!" demesine kalmadan Leyla'nın bastığı çürük tahta ortadan ikiye ayrılmış Leyla ise dengesini kaybedivermişti. Elindeki not kağıtları ve metresi bir tarafa fırlarken güçlü bir çığlık kaçmıştı dudaklarından. Geri savrulması ise hemen ardından olurken Cemil usta ağlamaklı bir şekilde kapatmıştı gözlerini.

 

"Uyy nenem yarabbiii!" diye bir feryat koparmıştı Leyla savrulurken.

 

Yere sertçe çakılmayı beklerken bir çift kuvvetli kol yakalamıştı Leyla'nın bedenini. Kafası hızla geri düşerken bedenini bu güçlü kolların yakalaması ise saniyeler içinde olup bitmişti. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. Kendi çığlıkları kulaklarında rahatsız edici bir şekilde yankı bulurken üzerine çöken şokla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu Leyla. Sonra geri düşen kafasını kaldırdı yavaşça. Kendini yakalayan bedenin sahibine bakmaya çalıştı. Ama gözüne vuran keskin güneş ışıkları ve yaşadığı tarif edilemez korku ile algılayamıyordu.

 

"İyi misin?" dedi tok bir ses. Alnına dökülen kıvırcık saçlardan ve hafif uzun sakalların çevrelediği yüzden seçemedi bir an. Ama anlaması da uzun sürmedi.

 

"Cihan?" diye mırıldandı şaşkınca.

 

"Leyla..."

 

🔥

 

1 gün önce....

 

Zaman durdu.

 

Dünya durdu.

 

Ne var ne yoksa durdu o anda.

 

Rüya sandım, sanrı sandım, kafayı yiyorum, aklımı sıyırdım, keçileri kaçırdım sandım. Hatta delirdiğimden de son derece emin oldum.

 

Ama ne rüya ne sanrıydı yaşadığım. Buna onun dilinden dökülenler emin olmamı sağlamıştı.

 

"Peri kızı... Peri kızım..."

 

O anda ruhumu, aklımı, kalbimi bir şey sardı: Gerçeklik. Onun gerçekliği. Hiç olmadığı kadar gerçek ve burada olamayacak kadar gerçeklikten uzak bir andı.

 

Camdan bir küre sardı o anda etrafımı. İçine sadece onu ve beni hapseden camdan bir küre. Bir o vardı bir de ben. Gerçek desem az kalır, hayal desem hiç değil. Zamanın, zamanımın yittiği bir an bu. Algılarımı, düşünme yetimi kaybettiğim bir an. Hayal olamayacak kadar gerçekçi ama gerçek olamayacak kadar da uzak ve imkansız bir şey...

 

Ama ya ellerimi saran o sıcacık elleri? Ciğerlerime dolan, hafızamda öylesine kazılı kokusu? Ne bu şimdi? Alev alev yanan tenim? Varlığını hissedince şaha kalkan kalbim?

 

"Peri kızı..."

 

Benim bu. Uzun zamandır duymuyorum kendime has adımı. Ve bir tek ondan duyunca böyle oluyorum.

 

Derin bir nefes almaya çalışırken daha çok dolmuştu kokusu içime. Bu tüm hücrelerimde tuhaf bir telaş yaşatırken tüylerim de diken diken oluvermişti. Bu baktığım koyu kahveler... içinde yansımamı gördüğüm bu evren gerçekten de ona aitti.

 

Oydu...

 

Buradaydı...

 

Etrafımdaki cam küre bir anda tuzla buz olurken tuhaf ve rahatsız edici bir uğultu doldu kafamın içine. Gerçeklik sarmıştı bedenimi ve ben bu gerçeklikle ateşe el sokmuşum gibi irkilmiştim. Bir elimi hızla onun elinden kurtarırken sertçe iteledim göğsünden. Varlığı daha çok tenime batarken sendeleyen bedeni bir kez daha itip geri geri kaçmaya çalıştım.

 

Müthiş bir telaş sarmıştı bedenimi, müthiş bir korku. Gerçek olduğundan emindim ona şüphe yoktu ama bas bas bağıran zihnime bunu kabul ettiremiyordum asla. Gerçek olduğunu bilsem de delirdiğimi haykıran mantığımın sesiyle de sersem olmuş gibiydim.

 

Tenime batan kurumaya başlamış sazları, ıslak sivri taşları umursamadan kaçmaya çalıştım geri. Öyle bir afallamıştım ki tüm algılarım kapanıvermişti bir anda. Ama onun da benden farkı yok gibiydi. Son derece şaşkın gözlerle bakıyordu bana.

 

"Elif..." diye mırıldandı. İşte o anda kalbimin tam ortasına bir kor düştüğünü hissettim. Adım aylar sonra onun dilinden dökülünce müthiş, tarifsiz bir acı sardı bedenimi. Yerden zar zor doğrulurken sersem ve birbirine dolaşan adımlarımla geri çekilmeye çalıştım. Ama adımlarım dolanmıştı birbirine ve ben tekrar düşmüştüm yere. Bana doğru atılıp tutmak istedi ama çığlığım durdurdu onu.

 

"Çekil!"

 

"Elif?" dedi tekrar. Ben de apar topar kalkıp geri kaçmaya çalıştım.

 

"Gelme sakın! Çekil dedim!" dudaklarımdan dökülen korku dolu çığlıkları ise gökleri yararcasına çakan bir şimşeğin sesi bastırdı. Kararan etraf birden aydınlanırken sert rüzgarla birlikte yağmur damlaları çarptı yüzüme.

 

Yerden destek alıp bir gayret koşmaya çalıştım. Sendeledim. Çaresiz bir kaçma çabasıydı bu. İçimdeki ateşten, tenimi, ruhumu, aklımı kavuran korlardan kaçma çabası.

 

"Bekle!" dedi geriden bana sesi yaklaşırken. Bedenimi ve düşüncelerimi daha amansız bir telaş sararken adımlarımı hızlandırmaya çalıştım. Geliyordu, hissediyordum. Ve ben de ne yöne adımladığımı bilmeden etrafımı saran sazları canhıraş iteleye iteleye koşmaya çalışıyordum.

 

Koştum...

 

Gözlerimden süzülen yaşlar gökten düşenlere karışa karışa koştum. Bir yandan bu olan bitenin hayal olmasını diliyordum. Delirmiş olayım, keçileri kaçırmış olayım diyordum.

 

"Hayır hayır hayır..." dedim yalpalaya yalpalaya giderken. "Gerçek değil... Hayal görüyorsun gerçek değil!"

 

"Elif dur lütfen."

 

"Hepsi bir rüya. Ben deliriyorum. Zihnim bana oyun oynuyor. Hayır!" Ama kolumu tutan bir el zihnim ve kalbim arasında verdiğim savaşta gerçek olduğunu kanıtlamıştı resmen. Bedenim alev alırken yaşların gerildiği bakışlarım onunkilerle kesişti.

 

"Elif..."

 

"Çekil! Çekil git! Bırak!"

 

"Elif gerçeksin..." yağmur damlaları saçlarını alnına dökerken şaşkınca bakıyordu bana. Sanırım o da beni bir sanrı sanıyordu. Benim onu sandığım, gerçekliğini yadsıdığım gibi. Tekrar koluma uzanıp tutmak istedi ama bedeni hızla geri çekince kalakaldı. "Elif..." dedi kafasını hafifçe sağa eğerken. Yalvarır gibi döküldü adım dilinden.

 

"Git..." dedim güç bela bakışlarımı ondan çekip. Sıkışan nefeslerim yüzünden basit bir kelime bile dökülemez olmuştu dilimden. Elimi güç bela göğsüme attım. "Çekil..." Geri geri adımladım. Zorla yutkunup adımlarımı zorlaştıran sağanak yağmurun altında yalpalayarak tekrar koşmaya çalıştım.

 

"Elif dur lütfen..." dedi ağlamaklı bir sesle. Sesini bir şimşek sesi tekrar bastırdı öfkeyle. Gökler bile dile gelmişti belki de karşılaştığımız bu anda.

 

Ama adımlarım bir hayli güçsüzdü. Tıpkı onu gördüğümde her şeyi bir kenara bırakan yorgun kalbim gibi. Taşıyamadılar beni daha fazla. Titreyen bacaklarım kendini bırakırken bedenimin yağmur damlaları altında yok olup gideceğini hissettim. Emin oldum hatta.

 

Ama olmadı.

 

Bedenimi sarmasına en ihtiyaç duyduğum, üç aydır hasret kaldığım kolları kucakladı beni sıkıca.

 

🔥

 

"Sen bir aysın

 

Ben kara gece

 

Gel derim, gel derim

 

Gel derim

 

Bu can senin

 

Ser sebil ettim

 

Al derim, al derim

 

Al derim

 

Sorsan bağrın yaresini de

 

Gül derim, gül derim

 

Gül derim

 

Şerbet diye

 

Zehir de versen

 

Bal derim..."

 

Aylardan hangi ay, günlerden hangi gün kestiremiyor küçük kız. Baharın başlangıcı bir tek, bundan emin. Çünkü evlerinin arkasındaki erik ağacı bembeyaz çiçeklere büründü. Gelinlik giymiş gibi. Bir de papatyalar... Onlar açtı bahçe boyunca.

 

Ela bakışları sabah bin bir uğraşla topladığı büyük papatya demetinde kızın. Yoruldu ama değdi. Bir de o gün papatyaların 'ölünce' koktuklarını öğrendi. Fesleğenin ise hırpalanınca koku verdiğini öğrendiğinde şaşırdığı gibi buna da çok şaşırdı.

 

Oysa yaseminler öyle miydi? Koparılmalarını bırak dokunmaya bile gerek yoktu onlara. Tomurcukları azıcık açtı mı kaplardı o büyüleyici kokuları dört bir yanı. Mest ederdi insanı.

 

Dudaklarındaki yorgun tebessümle abisinin saçlarını okşamasına bırakmıştı kendini. Yarı uykulu bakışları sabah topladığı papatyalarda dikkati ise babasının emektar sazına eşlik eden o içten yanık sesindeydi.

 

'Sen bir aysın, ben kara gece' diyordu babası içli içli. Daha tam idrak edemiyordu o yaşında ama bir 'yarım kalmışlığın' sitemiydi bu sözler. Yarım kalmış bir hayal yarım kalmış bir hayat... Hele de bu sözler babasının dilinde can bulunca daha da bir dokunuyordu insanın ruhuna, göğsündeki organa.

 

"Ben bozkırım

 

Sen yağmursun

 

Gel hadi, gel hadi

 

Gel hadi

 

Kuru dalım

 

Bana da çiçek

 

Ol hadi, ol hadi

 

Ol hadi

 

Ben ağlayım

 

Yeter ki sen gül

 

Gül hadi, gül hadi

 

Gül hadi

 

Gitme sakın

 

Kal orda biraz

 

Kal beri..."

 

"Uykun geldi iyice..." Saçlarının arasında abisinin güven dolu öpücüğünü hissederken içli bir nefes almıştı Kamer. 'Kamer' olduğu yıllarda, dünyayı şu sıcak odadan sandığı, babasının türkülerinde, abisinin güven dolu kollarında, annesinin sıcak yemeklerinde hayat bulduğu yaştaydı.

 

"Kamer'im..." derken kucağına almıştı abisi onu. Sadece hayatının altı yılına sığan ama tüm hayatına mâl olan abisi... Hayatta güveni öğrendiği kişi. O yaşında sığındığı liman.

 

"Biraz daha söyle baba..." derken hayatının diğer limanı elindeki baba yadigarı sazı duvara asıyordu. Gelip saçlarının arasına küçük bir buse bırakırken yasemin dolu kokusunu çekmişti içine.

 

"Uyu şimdi yasemin kokulu çiçeğim. Ben yine söylerim olur mu?" Kafasıyla onu onaylarken abisi onu kolları arasında odasına götürüyordu ama bakışları gökyüzündeki manzarayı görünce uykuyu bile unutuvermişti Kamer.

 

"Aaa!" demişti müthiş bir heyecanla. "Ayla yıldıza bak abi!"

 

"Gördüm ay parçam. Kavuşmuşlar ikisi."

 

"Kavuşmuşlar mı?" meraklı ela bakışları abisini bulurken inanamamıştı. Nasıl olurdu ki? Nasıl kavuşurdu ki ikisi? Çok uzak değiller miydi? Mümkün müydü yani? Böyle öğrenmişti Kamer. Uzaktı onlar birbirine. Kavuşmalarına imkan yoktu.

 

Ama karşısındaki manzara tam aksini gösteriyordu kendine. Şaşırmıştı. Hem de çok şaşırmıştı. Öğrendiği bilginin kendini ters yüz etmesiyle yüzleşmişti o an.

 

Ay ve yıldız kavuşmuştu.

 

"Bu çok uzun zamanda bir olur biliyor musun?" demişti abisinin sıcacık sesi. "Aynı iki sevgilinin ne olursa olsun kavuşması gibidir. Bir mucizedir."

 

"Senle Beritan abla gibi mi?" Merakla ışıldamıştı bakışları Kamer'in. O yaşında 'aşk' ve 'sevgili' tanımına sadece abisi ve sevdası Beritan uyuyordu çünkü. Dolu dolu bakışlarıyla onaylamıştı abisi onu.

 

"Daha biz kavuşamadık ama..." diye mırıldanırken Kamer'i kollarında daha çok sarıp odasına doğru adımlamıştı.

 

"Evleneceksiniz ama değil mi? Siz de ay ve yıldız gibi kavuşacaksınız ama?"

 

"İnşallah ay parçam..." yazgının kalemin kanlı satırlarına ise birkaç ay kalmıştı sadece. Birkaç ay... O tarihten sonra ay ve yıldızın kavuştuğuna şahit olmamışlardı.

 

Ay ve yıldız o zamandan beri ayrı kalmıştı.

 

Zihnimde abimin sesi, sıcaklığı yankı bulurken bir anda bulandı etrafımdaki her şey. Önce duvardaki babamın sazı bir duman gibi savruldu. Sonra vazonun içindeki papatya demeti takip etti onu. Kamer'i saran sıcak güvenli kollarıyla abim savruldu ardından ve en son babam... O da gitti onların peşi sıra. Bir Kamer kaldı ortada. Öylece, bir başına.

 

Dudaklarımdan anlamsız mırıltılar dökülürken göz kapaklarımı zorladım. Bakışlarımı açabilmem öyle isyan dolu öyle acı verici olmuştu. Bulanık bakışlarım aralanırken odağıma karşımdaki eski sehpada duran bir demet papatya çarptı. Bir vazonun içinde koca bir demet papatya...

 

Kafamı zar zor kaldırırken bulanık bakışlarım yavaşça netlendi ve ben nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Ama başıma saplanan o amansız ağrıyla küçük bir inleme fırladı dudaklarımdan.

 

"Elif?" dedi tüm her şeyin arasından her şeyi unutmamı sağlayan ses. Tutmak istemişti beni. Hiçbir şey rüya değildi. Buradaydı. Tamamen gerçekti.

 

"Bırak!" dedim hızlıca. Dokunmasın diye geri çektim kendimi.

 

"Elif dur. Sakin ol."

 

"Neredeyim ben! Neresi burası!" Hızlıca etrafıma bakınmaya çalıştım. Yanan bir ocak vardı ileride. İçindeki odunlardan çıkan alevlerle aydınlanıyordu içerisi. Tabi buna aydınlanmak denebilirse. Telaşlı bakışlarım az önce üzerinde yattığım eski sedirde, çamur sıvalı duvarlarda ve eski püskü farklı kilimlerle kaplanmış zeminde dolaştı. "Neresi burası?"

 

"Elif dur lütfen-" Bana doğru tekrar hamle yapmıştı ama geri çekildim hızla. Tabi sol bacağıma da şimşek gibi bir acı saplandı ben çekilince.

 

"Hele uyanmışsın." dedi ben acıyla bacağımı tutarken tahta kapıyı büyük bir gıcırtıyla açıp içeri giren beli eğik yaşlı kadın. Allah aşkına neresiydi burası! Bu kadın kimdi!

 

"Neresi burası!" dedim sabırsızca biraz da canımın acısıyla. Bakışlarımı moraran ayak bileğime çevirdim.

 

"Hele o ayağın üzerine basma. Kötü burkmuşsun. Dua et de bu oğlan getirdi seni buraya." Kafasını örten beyaz tülbenti titreyen eliyle düzelttikten sonra diğer elinde tuttuğu ahşap kapla ağır aksak ilerledi bana doğru.

 

"Yaklaşma!" dedim acı ve korku dolu sesimle.

 

"Bir şey yapmayacağım. Merhem süreceğim sadece. Sen otur geri."

 

"İstemiyorum." dedim ters bir şekilde. Ama dinlemedi beni yaşlı kadın. Eliyle omzumdan iteleyip oturttu geri. Acıyan bileğimi kendine çekip elindeki merhemden sürmeye başladı.

 

"Neresi burası?" dedim deminkinden daha sakine indirdiğim ses tonumla. Kafamı asla karşıya kaldırmıyordum. "Sen kimsin?"

 

"Abila derler bana. Şifacı Abila. Duydun mu hiç?" Kafamı salladım bilmediğime dair. "Şansınız varmış da benim bu viraneye yakın olmuş bu. Kötü düşmüşsün. Bu oğlan olmasa o yağmurun altında toprağa karışıp giderdin belki." Kafamı hafifçe omzumun üzerinden geri çevirdim. Eski tahta çerçeveli pencereye vuran hırçın damlalara baktım öylece. Sanki gök yarılmış da ne var ne yok boşalıyordu yere. Belki de gökle yer birleşiyordu.

 

"Gökler..." diye mırıldandı pürüzlü sesiyle kadın. "Sanırsın yeryüzüne kavuşayım diye uğraşır. Uzun zamandır hiç yağmamıştı bu kadar. Uzun zamandır hasretti toprak bu suya."

 

"Ben gitmek istiyorum." Diye mırıldanırken ayaklandım ama yaşlı kadın oturttu geri beni.

 

"Delirdin herhalde. Bu yağmurda göz gözü görmez nereye gideceksin?" Haklıydı belki. Bu yağmurda gidemezdim bir yere ama duramazdım da burada. Gitmem lazımdı. "Göklerin yere kavuştuğu gibi siz de yeni kavuşmuşsunuz belli." Sıcak eliyle elimi sıktı sevecen bir şekilde. "Konuşun siz. Kalpler muhabbet ettikçe yumuşar. Bir şey olursa seslenin içeri." Kenara bıraktığı merhem kabını da alıp bükülen belini tuta tuta gitti içeri. O gidince sessizliğe büründü içeri. Bir ocakta yanan odunların sesi bir de cama vuran damlaların sesi vardı. başka bir şey değil. O da benden en uzak noktada duruyordu. Çekiniyordu belki.

 

"Daha iyi misin?" dedi çekingen bir sesle. Cevap vermemi bekledi. Sesindeki endişeyi ise sezmemek mümkün değildi.

 

"Sana ne? Ne ilgilendirir seni?" dedim kafamı yerden kaldırmadan olabildiğince ters bir şekilde.

 

"Senin canın beni ilgilendirir. Daha iyi misin?"

 

"İyiydim!" dedim daha fazla tutamadığım sinirim sesimden taşıp giderken. Bakışlarımı ona kaldırmış bulundum. Bir enkaz girdi odağıma. Yıkık dökük biçare bir enkaz. Ama bir tek tanıdığım bakışlar aitti ona. İçimi ısıtan, baktığında yaşadığımı hissettiren bakışlar. "Yakın zamana kadar iyiydim!" dedim. Yalandı ama. Berbat bir haldeydim. Hem de çok berbat bir halde. İyilikten öyle uzaktım ki. Belki de hayatımın en zor zamanlarından birindeydim.

 

"Ben hiç iyi değildim." dedi titreyen sesiyle. Yaslandığı duvardan çekilirken bana doğru bir adım attı tereddütlü bir şekilde. "Yakın zamana kadar hiç iyi değildim."

 

"Niye geldin?" dedim. "Nasıl gelebildin?"

 

"Evim burada çünkü."

 

"Dağıldı senin evin. Yıkıldı. Sen yıktın unuttun mu? Bütün İzollar dönünce ben de mi döneyim dedin!"

 

"Benim evim sensin Elif! Çok bile ayrı kaldım senden." Bir adım daha attı bana doğru.

 

"Senin evin yok!" dedim yerimden hızlıca ayağa kalkarken. Bileğimin acısı falan zerre umurumda değildi. "Ev mi bıraktın sen! Kendi ellerinle yıktın!" Bıçak gibi kesti sesim onun diyeceği her şeyi. Dolu dolu oldu bakışları. İçime sızıları doldu.

 

"Doktoru buldum." dedi bir zaman sonra. "Avukatı da. Parmağı olan kim varsa buldum. Salim getiriyor. Bugün yarın burada olurlar. Kim varsa, bu işte en ufak bir parmağı olan kim varsa hesap verecek Elif."

 

"Sus..." diye mırıldandım.

 

"Senden, annenden, Emir'den bunu çalanlar tek tek adalete hesap verecek. Bitmeyecek Elif. Hesap ödenmeden bu kapanmayacak."

 

"Sus... Kes sesini..." Ama susmadı. Devam etti inatla.

 

"Halam, Eniştem, o Maran denen it hepsinden daha ağır ödeyecek bunu. En çoğunu onlar ödeyecek."

 

"Kes artık kes! Ya sen! Ya sen nasıl ödeyeceksin!" Ayağımın acısına aldırmadan tam önünde durdum. "Sen nasıl hesap vereceksin peki? Sen nasıl ödeyeceksin bu bedeli?"

 

"Ben uzun zamandır bir bedel ödüyorum zaten. Hem de herkesten daha ağır bir bedel ödüyorum ben. Ölsem bu kadar canım yanmazdı benim. Ama sensizlik... Bu her şeyden daha ağır."

 

"Ya ben... Benim ödediğim bedel! Çocuk yaşımdan beri benim ödediklerim ne olacak!"

 

"Elif... Lütfen..."

 

"Ben çocuk yaşımda ölümle tanıştım. Sen hiç tabut gönderdin mi evinden? Hem de birden fazla. Ha? Sen abisizlik babasızlık ne demek biliyor musun ha! Emir abimi tanımadı bile! Babamla doğru düzgün anıları olmadı! Kaç bayram babamsız abimsiz geçti biliyor musun sen! Annem kaç gece uykusuz kaldı! Emir doğduktan sonra kimseyi yanına yaklaştıramadı, beni evden çıkartmadı! Neden! Çünkü bir evladını daha kaybetmeye tahammülü yoktu! Ama sonra ne oldu biliyor musun! Babamın cenazesi çıktı o evden! Aynı yara yeniden kanadı! Allah'ın takdiri deyip dik durduk buna da ama onu da aldılar! Şimdi sen söyle! Bizden gerçeği saklarken senin hiç suçun yok muydu!"

 

"Var..." dedi kafasını kaldıramadan. "Saklamamam gerekirdi biliyorum. Ama yemin ederim emin olmadan bunu sana diyemezdim. Gerçeği bilmeden senin içine bu yangını düşüremezdim ben."

 

"Yalan söyledin..." diye mırıldanırken geri adımladım. "Sen bana gözümün içine baka baka yalan söyledin!"

 

"Yalan söylemedim. Sustum sadece." Değişiyor muydu yani böyle deyince? Ne farkı vardı?

 

"Öyle mi!" dedim bir hışım geri dönüp. "Susunca, saklayınca yalan söylemiş olmuyorsun öyle mi! Sen benden babamın öldürüldüğünü sakladın! Sen babamın öldürüldüğünü bile bile bana güldün, benimle uyudun, bana dokundun!"

 

"Daha hiçbir şey bilmiyordum. Parçaları birleştirmeye çalışıyordum. Sadece bir şüphe buldum diye bunu senin önüne atamazdım. Gerçeği bulamadan bunu sana nasıl söylerdim ben ha? Elif yemin ederim ilk şirket hesaplarındaki farklılığı görünce düştüm bunun peşine. İnan ben bile bilmiyordum başta beni neyin beklediğini. İnan bilmiyordum."

 

"Dayının hayatta olduğundan haberin yoktu öyle mi?" dedim inanmadığı belirtir gibi.

 

"Yemin ederim yoktu." Dedi üzerindeki eski püskü tişörtü çekiştirip. "Elif bilsem niye saklayayım? Yapma daha fazla bunu bize. Dayanamıyorum ben. Üç ay on yedi gündür ne çektiğimi bir ben bir de Allah biliyor." Gözünden bir damla yaş süzüldü usulca. Bakışlarım çöken omuzlarında, dağınık üstü başında ve ondan bir hayli uzak olan bu görüntüde dolaştı.

 

"Affedemem..." diye mırıldanırken kapıya doğru yürüdüm. "Ben seni affedemem." Tahta kapıyı hızla asılıp birazcık olsun sakinleyen yağmurun altına attım kendimi. Tek bu değildi affetmeyeceğim. Olmamasını dilediğim ihtimal, 'evlenecek' demeleri onu affetmemin önündeki en büyük engeldi.

 

Yapamazdım.

 

"Elif!" diye fırladı o da arkamdan. "Sana her şeyi belgeleriyle kanıtlayacağım. Sen de göreceksin zerre suçumun olmadığını." Ben onun bu işte suçsuz olduğuna zaten emin olmuştum. Parmağının olmadığının da farkındaydım. Ama ben bu konuda bana yalan söylemesini affedemiyordum. Bir de... Bir de yüzleşmem gereken başka bir gerçek vardı. O yüzden daha fazla duramazdım onun yanında. Korktuğum ve gerçekleşmesini zerre istemediğim bir ihtimal... Bir elim gayriihtiyari buldu karnımı.

 

"Lütfen olmasın..." diye mırıldandım.

 

"Bırakmayacağım Elif!" dediğini duydum arkamdan. "Beni bırakmana da zerre müsaade etmeyeceğim!"

 

🔥

 

"Elif Elif Elif!" odama çıkan taş basamakları tırmanırken telaşlı bir ses durdurdu beni. Ezo'nun sesi. Kucağında ise mızmızlanan Arîn vardı. "Allah aşkına yardım et."

 

"Ne oldu?" dedim bastığım basamaktan geri inip. "Arîn iyi mi?"

 

"Arîn iyi de. Çok huysuz. Ne yapacağımı bilemedim. Sen yardım eder misin diyecektim ama sana ne oldu? Bu halin ne?"

 

"Bir şey yok." Dedim düz tutmaya çalıştığım sesimle. Bakışlarımı çaktırmadan kendi ıslak ve çamur kaplı üstüme çevirdim.

 

"Düştün mü sen?"

 

"Yağmura yakalandım Ezo. Bir şey yok. Ben bir üzerimi değiştireyim gelip bakarım Arîn'e. Mamasını yedi mi o?"

 

"Biraz emzirmeyi denedim. Sütüm geldi azıcık biliyor musun? Ama yetmedi tabi. Zehra yengemle mama yedirdik demin. Ama bir türlü ne yaptıysam keyfi yerine gelmiyor. Anca mızmızlanıyor. Lütfen yardım et."

 

"Tamam. Üzerimi değiştireyim uğrayacağım yanınıza." Ben basamakları çıkarken o da geri kendi odasına adımlamıştı.

 

"Ha bu arada. Leyla çıktı senin odana. Sabah Rojda annemin dedikleri. Gerçek mi Elif?" Tabi sabah yengem burada 'gebesin sen' diye kıyametleri koparırken Ezo da vardı. ve olan biten her şye şahit de olmuştu.

 

"Rojda annen öküzün altında buzağı arıyor Ezo. Yok öyle bir şey. Dile getirmezsen sevinirim."

 

"Yok ben bir şey demem. Ama ne bileyim o öyle deyip sen fenalaşınca. Ben Arîn'e hamile kalınca günlerce kusmuştum. İnsan olabilir mi acaba diyor tabi."

 

"Deme. Deme Ezo. Kimse bir şey demesin artık. Kapatalım şu konuyu." Ben daha ihtimalini bile kaldıramazken bir de dillendiriliyordu ya. Diyecek bir şey bulamıyordum. Ezo gidip kimseye bir şey demezdi ona emindim ama şahit olması bile sıkıyordu canımı. Gelin kaynana toprağına çeker derlerdi ama Allah'tan Ezo öyle biri değildi. Şimdi Allah yukarıda zerre dedikodu yapan bir kız olmamıştı bu eve geldiğinden beri.

 

"Kuzucuğum!" dedi ben yavaşça odaya girdiğim anda yatağımın üzerinden hızla ayağa fırlayan Leyla. "Aaa! Ne oldu sana? Bu halin ne?"

 

"Elif?" dedi hemen yan taraftaki sandalyeden ayaklanan Şilan.

 

"İyiyim." Dedim iyilikten fersah fersah uzak sesimle.

 

"Kuzucuğum." Tuttu ellerimden Leyla. "Ne oldu sana? Üstün başın hep çamur. Ayağın da hafif aksıyor."

 

"Elif sen nereye gittin? Zaten ulaşamadık saatlerdir sana. Telefonun kapalı. Kızım ne oldu sana?" Üstümün başımın çamurlu ve ıslak olduğuna aldırmadan çöküverdim yatağın üzerine. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

 

"Elif?" dedi Şilan ısrarla. "Kızım ne oldu?"

 

"Dönmüş..." diye mırıldandım. Ben öyle deyince ikisinin de nefes sesleri bile kesildi. Ağır bir sessizlik çöktü odaya.

 

"Gördün mü?" dedi şaşkın bir tonda Leyla. Görmek neydi ki?

 

"Karşılaştık." Dedim ifadesiz bir sesle. "Göletin orada karşılaştık. Dönmüş buraya."

 

"Tamam olabilir." Dedi serinkanlı bir sesle Leyla. "Dönsün. Tamam."

 

"Siz zarfı aldınız mı?" Ben kendim öğreneceğim demiştim onlara ama biliyordum alırlardı ikisi. "Sonuç zarfını?" Birbirlerine baktılar şaşkınca. "Almışsınızdır. Hadi."

 

"Elif bak-"

 

"Ben gidemedim almaya. Siz almışsınızdır biliyorum."

 

"Emin misin bakmak istediğine."

 

"Kaçmayacağım sonuç her neyse. Hadi." Ben öyle deyince Leyla çöktüğü yerden doğrulup masanın üzerine bıraktığı çantasına doğru ilerledi. Yavaş bir halde bir zarf çıkarıp tereddütle geldi yanıma.

 

"Biz çıkalım mı?" dedi titrek bir sesle.

 

"Cık..." derken zarfın kenarını hızla yırtıp içindeki kağıdı çıkardım yavaşça. Ama önce derin bir nefes alıp yutkunmam gerekti. Gözlerimi sıkıca yumup açtıktan sonra katları açtım ve satırları okumaya çalıştım. Okuduğum satırlar ağır bir taş olup oturdu hızla göğsüme.

 

Niye böyle olmuştu? Ben neden böyle hissediyordum? Rahatlamam gerekmiyor muydu şimdi? Derin bir nefes almam? Ama niye alamıyordum? Niye bir enkazın altında kalmışım gibiydi? Burada yazan 'Gebelik bulgusuna rastlanmamıştır' cümlesi üzerimdeki tüm yükleri niye kaldırmıyordu yani. Niye dünyam başıma yıkılmış gibi hissediyordum ben?

 

"Kuzucuğum?" dedi Leyla benim halime bakıp. Şilan ise onun yerine elimdeki kağıdı çekip aldı.

 

"Hamile değilim..." diye mırıldandım güç bela. "Hamile değilim..." göz pınarlarıma beni yakan yaşlar hızla dolarken gözlerimi kapattım sıkıca. Leyla hızlıca dolamıştı kollarını bana.

 

"Tamam kuzucuğum tamam."

 

"Ben niye hamile değilim diye sevinemiyorum?" dedim artık tutamadığım hıçkırıklarımın arasından. "Ben niye rahatlayamıyorum bu halime?"

 

"Elif bana bak." Leyla çekilirken yüzümü avuçları içine almıştı.

 

"Niye deli gibi korktuğum bir şey olmadı diye rahatlamıyorum ben ya! İstemiyordum zaten. Niye mantığımla içimdeki bu salak şey bu denli savaşıyor! Niye geçmiyor ya!"

 

"Senin sinirlerin çok bozulmuş. Bak kolay değil. Bugün onu görünce daha da sinirlerin bozulmuş. Hadi gel bir üstünü başını toplayalım. Ben de bu gece burada kalayım. Üçümüz sarılır yatarız olur mu? Birlikte geleceğiz üstünden Elif. Beraber saracağız bunu." Çamurlu olmasına aldırmadan alnıma bir öpücük Leyla saçlarımın arasına da bir öpücük Şilan bırakmıştı.

 

İkisinin yardımıyla duşa girdikten sonra kalabildiğim kadar kalmıştım suyun altında. Üzerimden akıp giden çamur gibi beni boğan bu şeylerin de akıp gitmesini temenni ediyordum o kadar.

 

Dakikalarca süren duştan çıktıktan sonra içeri geldiğimde Leyla nevresimleri değiştirip yere bir yatak hazırlamış, Şilan da yemem için içi yemek dolu bir tepsi getirmişti. Şilan beni kendi elleriyle beslerken Leyla da tüm şefkatiyle saçlarımı taradı. Üzerimi bile ikisi giydirmişti.

 

"Daha iyi misin?" dedi yatakta bağdaş kurup oturduğumda Leyla. Usulca sokuldu sol tarafımdan. Kafamı sallayıp onayladım onu.

 

"Teşekkür ederim ikinize de. İyi ki varsınız." Dedim kollarımı ikisine dolamaya çalışıp.

 

"Sen de iyi ki varsın kuzucuğum. Daha iyi olacaksın hem de. Biz birlikte aşacağız bunları."

 

"Birlikte atlatacağız Elif." Biliyordum, emindim. İkisi oldukça daha iyi olacağımdan son derece emindim.

 

"Annem..." diye mırıldandım. "Yani bir şey demediğine göre duymamıştır da. Şüphelenmedi de değil mi?"

 

"Yok. İdare ettik biz. Annem homurdandı kendi kendine tüm gün ama sen onu merak etme. Ben hakkından geldim. Kimseye bir şey demez."

 

"Ya..." dedim kırık bir tebessümle. "Nasıl yaptın?"

 

"Torun yapmam sana dedim. Tehdit ettim. Olursa da göstermem dedim. En zayıf noktası biliyorsunuz." Güldü kıkır kıkır. Yengem ve torun sevdası. Şilan evlenmeyecek diye de ödü kopuyordu. Gerçi içinde kopan fırtınalardan bihaberdi ya.

 

"Ay kuzucuğum ilahi. Böyle konularda tehdit edilir mi? Vallahi korkulur senden."

 

"Ne sandınız. Annem bir tek bu şekilde dizginleniyor. Unuttunuz mu aynısını abim de yapıyordu 'evlenmem' diye. Aklına ne geldiyse de bu şekilde yaptırdı zaten." Kahkaha attı Leyla. O Şilan'dan farklı yöntemler duydukça katlanarak şaşırıyordu. Ama bir şeyi unutmamak lazımdı. Şilan annesiyle baş etmek için annesinin kızı olmak zorundaydı. Onun önüne geçebilmek için hamlelerini buna göre atmalıydı.

 

Onlarla olan sohbet bir nebze olsun beni rahatlatırken bu çok da uzun sürmedi ama. Dışarıdan bir el silah sesi hemen ardından da bağırışlar duyuldu.

 

"Bir şey oluyor," diye ilk Şilan fırladı yerinden. Biz de arkasından ayaklanırken pencereye atmıştık ki kendimizi aşağıda gördüğüm manzarayla hem şaşkınlığım hem de korkum katlandı.

 

Buradaydı.

 

Hemen aşağıda, korumaların kolları arasında debelenerek bağırıyordu karşısındaki amcama doğru. Amcamın elinde bir silah, ona doğrultmuştu namlusunu.

 

"Babam bir şey yapacak!" derken fırladı Şilan önümüzden. Biz de kendimizi onun arkasından dışarı atarken basamaklar bitmedi bir türlü ayaklarımın altında. Yol uzadı.

 

"ULAN ŞEREFSİZ!" diye bağırıyordu amcam biz dışarıya çıktığımızda. "ULAN HAYSİYETSİZ! HANGİ YÜZLE GELİYORSUN LAN SEN BENİM KAPIMA! HANGİ YÜZLE ÇIKIP GELEBİLİYORSUN! ULAN BEN ŞİMDİ SENİ BURADA GEBERTSEM KİM NE DİYEBİLİR HA!"

 

"Ben olay çıkartmaya gelmedim. Kendimi anlatmaya geldim," dedi amcama nazaran daha sakin bir tonda. Kolunu kendini tutan korumadan kurtarmak istedi ama adam bırakmadı.

 

"Ne anlatacaksın lan sen daha! Ulan kapınıza dayanıp tek tek vurmadığıma dua edin sizi! Siz benim kardeşimi aldınız lan kardeşimi! Sizin yüzünüzden dağ gibi kardeşimi kaybettim ben! Hangi yüzle döndünüz bu topraklara! Hangi yüzle ayak basıyorsunuz benim haneme!"

 

Kolunu çekiştirdi ama olmadı. Sonra bakışları kalabalığın arasından beni buldu.

 

"Elif..." diye mırıldandı daha güçsüz bir şekilde.

 

"Elif geç içeri!" diye çekti annem kolumu. "Gir içeri."

 

"Her şey bu dosyada," dedi bakışlarını benden çekmeden. Boştaki elinde tuttuğu dosyayı salladı. "Tüm her şey bunun içinde. Doktorun kim olduğu, avukat, bu süreçte parmağı olanlar. Maran'ın telefon kayıtlarına kadar hepsi bunda. Tek bir şey kalmadı bu durumun ispatlanmaması için."

 

"Elif geç içeri!" annem daha sert çekiştirdi kolumdan.

 

"Zehra hanım," derken kolunu tutan adamdan kurtuldu. Amcamın ve diğer korumaların silahlarını kendisine doğrultmalarına bile oralı olmadan bize doğru adımladı. "Tüm deliller burada. Buldum. Tek tek. Hasan Bozan'ın ölümünde parmağı olan kim varsa buldum. Silinen bütün her şey burada."

 

Bende dönük olan yüzünü çevirmedi annem ona doğru. Çenesini sıktığını, dilinin ucuna gelenleri bastırdığını hissedebiliyordum. En çok da içinde kopan fırtınayı bastırıyordu. Acı bir ifade vardı çeviremediği bakışlarında. Ah annem...

 

"Zehra hanım-"

 

"YETER!" dedi hızla ona dönerken annem. "DAHA FAZLA KARIŞMAYIN HAYATIMIZA! YILLARDIR SADECE ACI VERDİNİZ BİZE YETER! ACIMIZI BİLE RAHAT YAŞAYAMIYORUZ BİZ YETER! GİT BURADAN!"

 

"Ama Zehra hanım. Bakın hiçbir şey sandığınız gibi değil. Tüm suçlular bunun içinde." Israr etti. Dosyayı anneme uzatmak istedi ama annemin elini kaldırıp mani olmasıyla bir adım çekildi geri.

 

"Suçlu sadece bu cinayeti işleyen, o kazayı yaptıranlar değil. Hepiniz suçlusunuz. Hepiniz. Tüm ailemin başını yaktınız siz. Oğlum, kocam, kızım... Hepimizin canını yaktınız. Senin de onlardan bir farkın yok. Git şimdi buradan." Geri dönüp kolumu kavradı annem. "Hadi Elif. Geç içeri!" tehditkar bir uyarıydı bu. Hemen ardından da beni çekiştirdi hızla.

 

Hepimiz şok içinde olan biteni idrak etmeye çalışırken kesilen bağırış seslerinden sonra en son amcam girdi içeri. Elindeki dosyayı tam ortada duran sehpaya bir hışım çarptı.

 

"Ne sanıyor bu bizi be! Sanki tüm her şeyin sorumlusu değillermiş gibi bir de pişkin! Ama o Hüseyin İzol denen ihtiyar kendi çıkamıyor da torunu olacak bu iti yolluyor biliyorum ben!" Hırslı adımlarla odanın içinde bir o yana bir bu yana adımlamaya başladı. "Ama ben dedim size! Huzur kaçıracaklar dedim! Sırf bu yüzden döndüler biliyorum!"

 

Amcam bir sağa bir sola adımlarken yengem de eline aldığı kolonyayla annemin bileklerini ovuyordu. Fısıldıyordu bir yandan. "Bizim topraklarımızda bize nefes aldırmadılar," diye.

 

Her kafadan bir ses çıkarken ben uzanıp masanın üzerindeki dosyayı aldım elime. Hızla sayfaları çevirirken bakışlarım hızlıca tarıyordu satırları. Kaza raporu, doktor notları, sonraki bilirkişi raporu, avukat tutanakları, şirket hesap dökümleri, Maran'ın kayıtları derken bir sürü şey vardı. En sonda ise sahte belgeyi düzenleyen doktor müsveddesinin bilgileri.

 

"Onlar benim gencecik yeğenimi sonra da dağ gibi kardeşimi aldılar!" Diyar abim amcamı oturtmak istese de fayda etmiyordu.

 

Böyle olmayacaktı.

 

Hızla yerimden kalkarken Şilan kavradı kolumu. "Nereye?"

 

"Odaya çıkacağım," diye geçiştirmek istedim ama olmadı. İkna olamadı.

 

"Elif. Tamam ben de geleyim." Leyla fısıldadı bu sefer.

 

"Siz annemin yanında kalın. Emir de çok korktu. Geleceğim hemen." Başka bir şey demelerine müsaade etmeden fırladım yukarı. Hedefim odam değil babamın çalışma odasıydı. Konaktaki her odadan daha sakin, daha huzur dolu hissetiren yer. Duvardaki aile fotoğrafından bakışlarımı çekerken masanın arkasına dolaştım ve ezbere bildiğim şifreyle çekmecesinin kilidini açtım. Kadife kırmızı beze sarılı tabancayı zerre titremeyen elimle kavrarken bakışlarımı karşıdaki aile fotoğrafımıza kaldırdım. Bir bütün olduğumuz, parçalanmadığımız ana.

 

"Bitecek..." diye mırıldandım.

 

🔥

 

'Değer miydi? Değerdi...

Olur muydu? Olurdu...

Ama ne değdi ne de oldu.

Biz çok yanılmışız,

Biz çok yanlışmışız...'

 

Yanlışlar bir urgan olup geçti boynuma. Yalanlar dolandı ayaklarıma. Yollarıma gerilen hep benden gizlenen kara sırlardı. Ve ben bu kara sırların gölgesinde çırpınan kanatlarından yaralı bir kuştum sadece. Bir dava uğruna kaybetmiştim neyim var neyim yoksa. Çocukluğum, hayallerim, hayatım ve ailem...

 

Bir dava uğruna.

 

Eğer bir dava uğruna ben kaybettiysem benimle birlikte o da kaybedecekti. Artık bu noktada gözüm zerre bir şeyi görecek, zerre bir şeye üzülecek, zerre bir şeyi önemseyecek halde değildim. Ben ben değildim bir kere. Ben yandıysam o da yanacak, ben kül olduysam o savrulacaktı.

 

'Bizim topraklarımızda bize nefes aldırmadılar..." Ayağım gaz pedalına biraz daha baskı uygularken yengemin kısık sesle anneme dedikleri yankılandı önce kulaklarımda.

 

'Benim önce gencecik yeğenimi sonra dağ gibi kardeşimi aldılar...' Amcamın sesi karıştı sonra yengemin sesine. Çenemi daha güçlü sıkarken bakışlarım yan tarafımdaki koltuğa çevrildi. Üzerindeki soğuk metalle göz göze geldim ama zerre tüyüm ürpermedi. Duygularımda zerre bir kıpırdama da olmadı. Bir tek sabırsızdım biraz. Bir an önce bitsin istiyordum.

 

Tenha sayılacak yolda hızım epey artarken sarı sokak lambaları akıp gidiyordu üstümden. Korkmam lazımdı belki, tereddüt etmem ama ben hiçbir şeyi umursamadan basabildiğim kadar bastım gaz pedalına.

 

Araba tenha ana yoldan karanlık toprak yola saptığında bile azaltmamıştım hızımı. Ne olacaksa bir an önce olup bitecek bu saçmalık, beni her şeyden mahrum bırakmaları son bulacaktı. 'İzol' ailesi benden önce abimi, çocukluğumu, hayallerimi çalmıştı. Sonra ise babamı. Darmaduman ettikleri hayatıma karşılık bir can neydi ki? Bizden giden canlara karşılık bir can... İntikam, düşmanlık bir deftere imza attıktan sonra değil kana kanla bitecekti.

 

'Kısasa kısas' diye haykırdı içimdeki ses. 'Cana can, kana kan'

 

Toprak yolda hiç hızımı kaybetmeden geldikten sonra acı bir fren sıkarak durdurdum arabayı. Çıkmadan önce babamın çekmecesinden aldığım silahı hızla kavrayıp fırladım arabadan. Ahşap kapının önündeki taburede oturuyordu. Dudaklarının arasında ise sigarası vardı. Yüzüne vuran keskin far ışıklarıyla gözünü kısarken olduğu yerden hızla ayağa kalkıp dudakları arasındaki sigarayı fırlatıp atmıştı. Beni beklemiyor olacak ki baştan aşağı afalladı.

 

"Elif..." diye mırıldandı belli belirsiz. Adım dudaklarından dökülünce yol boyu hissetmediğim duygular birden bir sızı olup dolaşmaya başladı bedenimde. Ama aralarında biri daha belirgindi: Öfke...

 

"Konuşmaya gelmedim." Dedim dişlerimin arasından. "Bitirmeye geldim."

 

Ben öyle deyince bakışları sağ elimde sıkı sıkıya tuttuğum silaha çevrildi. Ama mimik oynamadı yüzünde.

 

"Elif-" Mimik oynamayan yüzünde rahatlama benzeri gördüğüm ifade daha da öfkelendirdi beni.

 

"Kes!" dedim hıphızlı.

 

"Biliyordum geleceğini." Koyu kahve hareleri yavaşça tırmandı gözlerime.

 

"Derdim seni dinlemek, senin yüzünü bile görmek değil. Ailenin benden aldıklarına karşılık ben de onlardan bir şey almaya geldim!" silahın emniyetini açtıktan sonra hızla doğrulttum ona doğru. Çekilmedi. Bir şey yapmadı. Hatta büyük bir adım atıp aramızdaki mesafeyi kapattı. Silahın ucu şimdi tam kalbinin üzerindeydi.

 

"Ne gelecekse senden gelsin be peri kızı. Günahıyla sevabıyla..." Tek diyebildiği bu oldu.

 

Bir baykuş öttü uzun uzun. Uzaklardan bir kurt uludu o sıra. Babamın silahından çıkan kurşunun sesi böldü her şeyi. Titremedi bile tetiğe dokunurken.

 

Ağaçlardan kargalar kaçıştı telaşla.

 

Ve ardından ben bir kez daha dokundum tetiğe. Ve bir kez daha.

 

Bitti.

 

Benden kanla çaldıklarına karşılık kanla bitti o gece her şey.

 

Soğuk metal parmaklarımın arasından titremeden ateş alırken çıkardığı ses kulaklarımı yarıp geçmişti. Aynı içine düştüğüm tüm bu uçsuz bucaksız duygularımı yarıp geçtiği gibi. Göğsümden bir acı koptu fırlayan kurşunlarla beraber. Onun tam arkasındaki eski duvara saplandı birer birer.

 

"Nefret ediyorum..." diye fısıldadım. Silahı güçsüzce geri indirirken. "Nefret ediyorum!" dedim daha yüksek sesle. "NEFRET EDİYORUM!" diye haykırdım en sonunda. Elimdeki silahı sıkı sıkı bırakmadan onun göğsüne vurdum hızlıca.

 

Demin silah elimde defalarca ateş alırken bir mıh gibi çakılmıştı olduğu yere. Ama benim güçsüz darbelerim şimdi sendeletiyordu koca bedenini.

 

Vurdum.

 

Defalarca vurdum hem de göğsüne. Benim göğsümde açtığı yaralara karşılık basit bir çırpınıştı sadece bu çabam.

 

"Nefret ediyorum nefret!" dedim çığlık çığlığa.

 

"Yapma..." diye fısıldadı hatta bileklerimden kavrayıp tutmak istedi ama yapamadı. Cesaret edemedi belki de.

 

"NİYE ÇEKİLMİYORSUN! NEDEN YA NEDEN! SENİ VURACAĞIMI BİLE BİLE NİYE ÇEKİLMİYORSUN!"

 

"Gelen senden gelsin..." Tuttu bileklerimi sıkı sıkı.

 

"GERİZEKALI! GERİZEKALI APTALIN TEKİSİN! BIRAK! BIRAK!" Çekiştirdim bileklerimi ama bırakmadı. Aksine kendine doğru çekti. Hasret kaldığım, beni kasıp kavuran o sıcak nefesleri çarptı tenime hızlı hızlı.

 

"Senden gelen her şeye boynum kıldan ince benim. Bu ölüm olsa bile. Öleceksem de senin elinden olursa zerre içim acımaz. Sevinirim bile. Ama kendini heder edersen dayanamam Elif..."

 

"Sus..." dedim dişlerimin arasından. Ellerimi tekrar çekmek istedim ama izin vermedi.

 

"Yapma," dedi yalvarır gibi. "Çektirme daha fazla bu zulmü kendine."

 

"Affedemiyorum seni..." dedim dişlerimin arasından. Bir hışım ellerimi onun elleri arasından kurtarıp geri çekildim. "AFFEDEMİYORUM ANLADIN MI!" Tekrar vurdum göğsüne. "Yapamıyorum..." diye mırıldandım.

 

"Etme. Gerçekten beni affetme! Ama kendine daha fazla acı çektirme. Yükle tüm günahları bana. Tüm suçları yükle bana peri kızı. Ama daha fazla yaşama bu ızdırabı. Gerçekler gün gibi ortada. Bundan sonrası da sana kalmış. Yap istediğini. Ama daha fazla yüklenme kendine."

 

Elimdeki silahı sertçe yere atıp parmaklarımı daldırdım saçlarımın arasına. Arkamı dönüp içimdeki acı, kafamın içinde haykırıp duran ses ve kaburgalarımın ortasındaki organla kaldım baş başa. Ama öyle acı dolu öyle sancılı bir haldi ki bu nefes bile alamadım sandım bir an.

 

"Doktoru buldum. Salim getiriyor. Bitecek Elif. Sahte raporlarda parmağı olan avukatı da buldum. Hiçbir şey kalmadı geriye. Sana bunu yaşatanlar tek tek hesap verecek."

 

"Sen bana yalan söyledin..." dedim ona dönmeden nefes nefese. "Sakladın benden."

 

"Gerçeği bulmaya çalışıyordum yemin ederim. Buldum da. Gördün sen de. Biliyorsun."

 

"Üç ay..." diye fısıldadım sırtım halen ona dönükken.

 

"Üç ay on yedi gün," diye düzeltti beni. "Her bir saniyesinde ölmeyi istediğim üç ay on yedi gün. Ama sana gerçekleri senin önüne koyamadan ölemezdim de. Şimdi çek vur beni zerre sesim çıkmaz." Yerden babamın silahını aldığını duyduğum sesinden. Sonra da sol tarafımdan bana doğru uzattı. "Yap..." diye diretti. Ona dönmeden şimdi titreyen elimle kavradım bana uzattığı silahı. "Engel olursam namerdim Elif..." Ona doğrulttuğum silahı bir eliyle kavrayıp kalbine yaslamama da yardımcı oldu. Bakışlarım bir zaman sonra tırmandı üç aydır hasret kaldığım bakışlarına. Benimkinde kor alevler onunkinde büyük bir teslimiyet vardı. "Yap." diye diretti tekrar.

 

"Affedemiyorum seni..." diye fısıldadım. "Bize yaptıklarını affedemiyorum."

 

"Çek vur o zaman." Daha sıkı kavradı silahın ucunu. Bastırdı daha çok kalbine.

 

"Affetmeyeceğim," dedim dişlerimin arasından.

 

"Vur hadi. Bu sefer başka yere sıkma şu kurşunu." Boynuna yağlı urgan geçirilen, dünyadaki son saniyelerini yaşayan bir idam mahkumundan farksızdı. Hatta büyük de bir teslimiyet vardı. Sanki bu silahı bu sefer onun göğsünden başka yere sıkmayacağımdan da emindi.

 

Beni tanıyordu.

 

Beni çok iyi tanıyordu.

 

"Ben..." diye mırıldandım güçsüzce. "Bu hayatta bir tek sana güvenmiştim. Hem de en baştan beri. Ama sen..." Sertçe yutkundum. Silahın ucundaki bedeninin varlığı öyle batıyordu ki canıma. "Sen mahvettin her şeyi. Affedemiyorum seni. Bana, bize yaptıklarını affedemiyorum."

 

"Etme. Ben üç ay on yedi gün sensizlikle ödedim yaptıklarımı. Çek vur şimdi bu bana en büyük hediye olur. Vur hadi."

 

"Affedemiyorum." diye fısıldadım hepsinden daha güçsüz bir şekilde. Kafamı hızla salladım iki yana.

 

"Vur... Sensizlikle sınanmaktansa ölürüm daha iyi. Yemin ederim özlemek, kokunu duymamak hepsinden daha beter. Yap hadi. Daha fazla çektirme sensizliği bana." İçimde beni kasıp kavuran, büyüklüğünü tasvir edemediğim bir öfke vardı. Böyle har har yakıyordu bedenimi. Bir de tam kalbimi deli gibi attıran bir his. Öfkemden, gözü karalığımdan ve hepsinden daha baskın şekilde çarpan bir his.

 

Özlem...

 

Mantığım bağırıyordu bir yandan bas bas 'çek şu tetiği al intikamı' diye. Bir yandan da dilsiz bir şekilde yalvarıyordu içimdeki organ 'dur yapma' diye. Kör topal ve en güçsüzleri oydu. Biliyordum. Mantığımın sesi hepsinden baskın, hepsinden daha otoriterdi. Benden çalınan her şeyin bedelini ancak 'kan' ödeyebilirdi.

 

O benden üç ay önce gitmişti. Diğer giden her şey gibi. Hem de bu, kendi ellerimle yaptığım bir şeydi. Şimdi ise sonsuza dek gidecekti.

 

Nefes aldım.

 

3...

 

Hisset tetiği.

 

2...

 

Hissizleş ve hedefe odaklan sadece.

 

1...

 

Dokun tetiğe ve bitir her şeyi. Acıyı, kederi, gözyaşını ve uğruna senden hayallerini bile çaldıkları bu kirli oyunu.

 

Bitir...

 

Ve bam!

 

İşte hayatımın belki de en aklı başında olmayan, en vicdansız kararı... En gözü kara, en deli anı...

 

Zaman durdu. Dünya durdu. Tüm sesler bir çınlama olup delip geçti zihnimi. Tüm her şey tuz buz oldu.

 

Tekrar nefes almaya çalıştım güç bela. Yarım yamalak bir çırpınış oldu sadece. Ama ciğerlerime hasret kaldığım o nefesler doldu ben çırpındıkça. Soğuk metal kaydı gitti parmaklarımın arasından. Silah yeri boylarken ben sıkıca tuttum onu. Afalladı. Hem de baştan aşağı. Buz kesmiş dudakları öyle şaşkındı ki benim öfkeli dudaklarımın altında.

 

"Gebertirim seni..." mırıldandım geri çekilip iki ellerimle göğsüne sert bir darbe indirirken. Afallayan bakışları beni bulurken dudaklarında yarım bir tebessüm belirdi. "Bir daha sana doğrulttuğum silahın önünden çekilmezsen acımam!" Daha sert ittim geri doğru. Sırtı ahşap eski kapıya çarptı. "Duydun mu! Gebertirim! Üçüncüde asla gözümü kırpmam!"

 

"Çekilmem..." diye mırıldandı tebessümü büyürken.

 

"Öyle mi!" dedim sinirle. Ama bir sorudan çok uzaktı sesim. Sormuyordum da zaten. Beni onaylarcasına kafasını sallaması öfkemi daha da şahlandırdı.

 

"Üç ay..." dedim dişlerimin arasından. Bir daha vurdum göğsüne.

 

"Üç ay on yedi gün." diye düzeltti beni.

 

"Üç ay on yedi gün..." diye mırıldanırken arkasındaki kapıya uzanıp ittim. Kapı hızla geri doğru çarparken bir daha vurdum göğsüne. "Üç ay on yedi gün..." Onu bedeninden içeri iterken bu sefer eski tişörtünün yakasını kavrayan ellerimi çekmedim. Dudaklarım tekrar onun soğuk dudaklarını bulurken ayağımla gıcırdayan kapıya vurdum.

 

Kapı büyük bir gıcırtıyla kapandı.

 

 

 

 

🔥

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

Ay ay ay bölüm sonuuuu

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Ay kimler kimler geri döndü

 

Sizce birinki kitap ve ikinci kitabın Elif'i bir tık farklı değil mi? Yani bir tık gaddar çizgide ilerliyor. Bu hallerini nasıl buldunuz?

 

Peki ya bölüm sonunda olanlar? O kapı kapanınca ne oldu?🙈🙈🙈

 

Sizce yeni bölümde ne olacak?

 

Elif ne yapacak?

 

Baran?

 

Leyla?

 

Ve canımız bir tanemiz Cihanımız?

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın guzularım

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%