Yeni Üyelik
8.
Bölüm

Karanlik Gün

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz. bölüm iki kişi ağzından haberiniz olsun.

 

Yıldızı parlatmayı, her satıra uğramayı, beni buradan (seydnrgrsu) instagram ve TikToktan takip etmeyi unutmayın. hepsinde aktif olduğumu biliyorsunuz.

 

🎶Ne Feryâd Edersin Divane Bülbül

Cem Adrian-Keskin

 

B A R A N D . İ Z O L

 

10 gün önce

 

Sıcaktı hava. Her zamankinden daha sıcak. Klimanın o kafa ağrıtan rüzgarındansa pencereden dolacak serin havayı yeğlemiştim ama faydası yoktu.

 

Sol elimle gözümü kaşırken ekranın sağ altındaki saate kaydı bakışlarım. 02.23...

 

Kaşımın tam ortasını işaret parmağım ve baş parmağımın arasında sıkabildiğim kadar sıkarken ağrının tek başımda olmadığını, bu hareketimin de fayda etmeyeceğini biliyordum. Yirmi yedi küsur saattir uyumamıştım çünkü.

 

Bedenime verdiğim bu ceza aileme başarı, gurur ve adımın önüne 'başarılı iş adamı' olarak dönüyordu bana. Ama 'başarılı iş adamı' sıfatından önce başka sıfatlar da ekleniyordu adımın önüne.

 

İzolların en büyük oğlu, Mehmet ağanın oğlu, Hüseyin ağanın torunu...

 

Tek adımı söyleseler yeterdi aslında. Ama onlar adımdan önce bunu söylemeyi seçiyorlardı.

 

Sırtımı esnetirken gömleğimin önündeki bir düğmeyi daha açıp elimi ağrıyan enseme attım. Bedenim uyumam için yalvarıyordu ama kulak asmadım.

 

Bedenime eziyetimle gösteriyordum aileme istediklerini.

 

Odanın en sonunda kalan küçük bara ulaşıp kendime acı bir kahve doldurdum. Masama geri dönüp çekmeceye uzandım ve asla masanın üzerinde tutmadığım sigara paketimden bir dalı çekip dudaklarımın arasına yerleştirdim. Odanın içinde ne içmeyi ne de başkasının içmesini severdim ama o gece bedenim o kadar isyankardı ki bunu düşünmedim bile.

 

Zehirli gri duman kıvrak bir şekilde odanın içinde süzülürken bakışlarım masanın üzerinde titreyen telefona kaydı. Gelen mesaj kardeşim Ahmet'tendi. Uçak bileti aldığını ve tam bir ay sonra burada olacağını yazmıştı. Hafifçe gülümseyip cevapladım.

 

Yaklaşık altı aydır Kanada'da eğitimdeydi. Tıbbı bitireli beş sene olmuş, başarılı bir doktor olmuştu. Ama onun için eğitim hayatı bitmiyordu. Azmine hayrandım.

 

Dudaklarımın arasındaki sigara biterken sönmeden başka bir dal daha çektim paketimden. Pencerenin önüne adımlayıp deminkinden daha yavaş içmeye başladım. Bakışlarım gece lambalarının aydınlattığı manzaradaydı.

 

Telefonum bir kez daha titredi. Oralı olmadan sigaramın zehirli dumanın ciğerlerime ulaşmasına odaklandım. Başımdaki keskin ağrı, ağzımdaki acı tat ve kahvenin keskin kokusu midemi bulandırmıştı. Telefonum ardı ardına yedi kez daha titredi.

 

Boynumu esnetirken elimle karmaşık olan saçlarımı biraz daha karıştırdım. Uyumam lazımdı. Aslında günlerdir hasrettim uykuya.Oralı olmadım.

 

Telefonum bir daha titredi.

 

Ben gidip bakmadıkça karşı taraftaki münasebetsiz her kimse durmadan mesaj atıyordu.

 

Ve münasebetsiz her kimse aradı. Bu saatte. Gecenin bu saatinde.

 

Ekranda yazan 'Cihan' yazısıyla zaten çatık olan kaşlarım daha da çatıldı.

 

"Cihan?" Gecenin bu saati birini rahatsız etmek için hiç uygun bir saat değildi. Ama kardeşim Cihan bunu pek umursayacak bir insan değildi. Konuşmasından önce nefesleri duyuldu. Ani bir şey olabilir ihtimali huzurumu kaçırmıştı.

 

"Neredesin?"

 

"Şirkette. Bir şey mi var?"

 

"Eve gelmiyorsun. Dedem merak etti."

 

"Şirkette olduğumu biliyorsunuz. Bir şey mi var?" Elimdeki kahveden büyük bir yudum alırken dudaklarımın arasındaki sigarayı dikkatle pencerenin kenarına bıraktım. Ani bir durum yoktu.

 

"Dedem seni sabah evde görmek istiyormuş."

 

"Bunu söylemek için bu saati mi buldun Cihan?"

 

"Sabah kahvaltı masasında olsun dedi."

 

"Bakarız." dedim sigarama uzanıp. Günlerdir sadece üstümü değiştirmeye uğruyordum eve.

 

"Abi... Kesin dedi. Mutlaka seni sabah evde görmek istiyor. Akşamdan beri o kadar çok aradım ki seni."

 

"Bakarız dedim ya. Bunun için aranır mı bu saatte. Uyuyor olabilirdim." Ve gereksiz yere de uyandırılmayı hiç sevmezdim.

 

"Uyumadığını bildiğimden aradım zaten. Neyse görüşürüz."

 

Bir şey demeden kapattım telefonu.

 

Göz kapaklarım birbirine değmeden olan sabahta ceketimi sırtıma geçirirken indim arabamdan. Beni görünce ceketlerinin önünü düzelten korumanın omzuna hafifçe vururken attım adımımı içeri. Beni görmeye alışık değildi konaktaki kimse.

 

Günlerdir hatta aylardır öylesine uğrak yeri olarak kullandığım konağa uğramak zorunda kalmak garip hissettirmiş olsa da umurumda değildi.

 

"Oğlum. Geldin." Sanki hiç gelmiyormuşum gibi annemin sıkı kolları kardeşlerimin sevinçli kahkahaları karşıladı avluda beni. "Hoş geldin oğlum." Beni bekledikleri her hallerinden belliydi.

 

"Hoş buldum." Elini öpüp alnıma götürürken o avuçlarını çekmedi yüzümden. "Dedem nerede? Beni görmek istemiş."

 

"Oğlum... Geç kahvaltı hazır. Herkes orada." Koyu kahve bakışlarında tuhaf bir şey vardı. Annemi iyi tanırdım. Sustuğu zamanlar kendi yerine gözleri konuşurdu hep. Şimdi olduğu gibi. Ama bu sefer gözleri başka konuşmaktan çok bir şeyler saklıyordu.

 

Konağın en üst katındaki büyük terasa kurulan büyük masa ailedeki herkesi çevirmişti etrafına. Baş köşeye de ailemizin en büyüğü dedemi yerleştirmişti.

 

Hüseyin İzol...

 

Büyük 'İzol' aşiretinin reisi, Mardin'in ağası ve yaşayan efsane.

 

Gür kaşlarının altındaki keskin bakışları baktığı herkesin içini korkuyla titretirdi ve bu konuda ben bile çekinirdim kendisinden.

 

Bastığı yer titrer, ceketlerin düğmeleri onu görünce kendiliğinden ilikleniverirdi. Sözünün üstüne söz söylemeyi bırak nefes bile alınmazdı onun sözünden sonra.

 

Hemen sağında babam, hemen solunda ise damatları oturuyordu.

 

Hava sıcaktı. Konağın terası her zaman rüzgarı bulur ve bunaltıcı sıcağa rağmen serinletirdi insanı. Ama o gün o terasta serin rüzgarlar yerine gergin bir hava vardı. Bunu kapıdan ilk adım attığımda fark etmiştim.

 

"Hoş geldin torunum." Keskin ve korku salan bakışları torunlarına bakarken hiç keskin olmaz aksine şefkat dolu, sıcacık olurdu. Şimdi bana baktığı gibi. Elini öpüp geri çekilirken bakanın hiç gülmez diyeceği yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Bana hep içten bir tebessümle bakardı.

 

Benim için ayrılan sandalyeye otururken tüm bakışlar üzerimdeydi.

 

"Gelmezsin sanıyordum seni." Ağır hareketlerle ellerini masanın üzerinde birleştirmişti. "Nihayet geldiğine göre bir aradayız. Buyurun başlayın." Onun hareketiyle herkes başladı kahvaltısına.

 

"Çok çalıyorsun yeğenim. Şirkette çok yoğun değil mi işler?" Önümdeki bir dilim peyniri çatalımla bölerken bakışlarım büyük halamın eşi Mervan enişteye çevrildi. Şirkette işlerin çok yoğun olduğunu adı gibi biliyordu. Ama o kendine verilen işe uğramak yerine her ay halamın şirketten gelen payını yemeyi yeğliyordu. Sorarlarsa bizim şirkette çok yoğun çalışıyordu ama.

 

"Öyle yoğun." Pek umursamadan kahvaltıma döndüm.

 

"Çok çalışıyor maşallah. Gece gündüz demeden çalışıyor çocuk. Etrafını görebildiği yok. Çok özlüyoruz vallahi seni." Bakışlarım büyük halam Rojbin'e çevrildi. Eniştemden geri kalır yanı yoktu onun da. Beni özlemediğini biliyordum. Bu masada beni doğru düzgün özleyen bir insanın olmadığına da emindim. Halamın derdi bambaşkaydı.

 

Bakışlarım hemen karşımda oturan küçük halam Ümmü'nün oğlu Aker'e kaydı. Geldiğimden beri bakışları üzerimdeydi. Kendisiyle ilgilenebileyim, ona laf atayım diye içten içe kendini yediğinin farkındaydım. İri bal gözleri ışıl ışıldı. Hafifçe göz kırpınca gülümsemesi genişleyiverdi. O yaşına rağmen dedemin ağırlığından o da çekiniyordu. Henüz beş yaşındaydı. En büyüğünden en küçüğüne hepimiz ona saygı göstermek zorundaydık.

 

"Benim oğlan nasıl şirkette? Bir zorluk çıkarmıyor ya?" Mervan eniştenin duracağı yoktu. Bakışları hemen yan tarafımda oturan babama kaymıştı. Babam oldu olası kendisinden pek haz etmediğinden küçük bir 'İyi' demekle geçiştirdi onu.

 

"Kendin haberdar değil misin oğlunun nasıl çalıştığından? Gitmiyor musun sen şirkete?" Noktayı dedem koymuştu ama Mervan enişte için bu parantez içinde bir ünlemdi. Ağzında 'Gidiyorum baba' lafları gevelenirken dedem oralı olmadan önüne döndü. Gerginliğin dozu artıyordu.

 

"Baran'a kıymalı börek açmıştık." Rojbin halam gerilen sinirleri börekle yumuşatabileceğinden emindi. "Berfin hem Baran'ın çayını tazele hem börek getir mutfaktan." Kızını acele bir şekilde oturduğu yerden kaldırdı.

 

"Bu börekler de hep sana yapılıyor nedense." Cihan kulağıma doğru eğilip fısıldarken kafamı iki yana salladım.

 

Halamın niyetini görmemek için kör olmak gerekirdi. Aklı başında olan her insan onun kızını benimle evlendirme niyetinde olduğunu saniyesinde anlardı. Abartılı ikramlar, hürmetler bunun eseriydi işte.

 

"İstemiyorum Berfin sağol." Berfin'in yüzü düşerken halam pes edecek gibi değildi ama.

 

"Aa olur mu? Sıcak sıcak ye. Kaç gündür uğradığın yok eve. Hem özlemişsindir sen Berfin'in böreklerini." Berfin'in bir suçu yoktu. Tüm suç kızını olmayacak bir hayalle dolduran halamdaydı. Onu kardeşim gibi gördüğümü biliyordu ama fikrimi değiştireceğime inandırmıştı kendini.

 

"Bırakın böreği çayı. Sizi buraya mühim bir şey konuşmak için topladım." Dedemin sesi böldü masadaki hengameyi. Herkesten 'Hayırdır inşallah' fısıltıları dökülürken tüm dikkatleri üzerinde topladı. Herkes için meraklanırken o eliyle kırlaşmış sakallarını sıvazladı ve keskin bakışlarını tek tek dolaştırdı üzerimizde. Nabız ölçer gibi bir hali vardı. Tek tek hepimizin tepkilerine bakıyordu. Bakışları en son beni buldu ve önüne çevrildi.

 

Derin bir nefes aldı.

 

"Kan davasını bitirdim." Sesi bir mızrağın rüzgarda keskince savrulup hedefine çakılması gibi düştü sofranın ortasına. İlk tepki Mervan enişteden geldi. Herkesin şaşkın bakışları birbirini buldu. Fısıltılar yükseldi.

 

"Nasıl olur baba?"

 

"Sen ne diyorsun baba?"

 

"Yanlış mı duydum ben?"

 

"Kesin! Dinleyin beni hepiniz! Duydunuz! Kan davası bitti. Bitirdim. Yıllardır iki aile arasında süregelen bu husumet bugün itibariyle son buldu. Bundan sonra ne Bozanlara el sürülecek ne de onlar bize el sürecek. Kan akıtılmayacak." Sesi öylesine sert ve kararlıydı ki. Biz daha ne olduğunu idrak edememiştik bile.

 

"İyi de baba." dedi Rojbin halam itiraz edercesine. "Nasıl olur? Onca yılın husumeti. Ta atalardan beri sürer gelir bu dava. Nasıl olur pat diye biter?"

 

Halam sanki 'bitmesin' der gibi konuşmuştu ama hepsi şaşkınlığındandı.

 

"Bitti. Gütmeyeceksiniz. Dava düşmanlık yok. İki aile de barış yaptı. Yarın düğünlerine katılacağız. Husumetin bittiğini böylece göstermiş olacağız herkese. Kimse kararımı sorgulamayacak. Duydunuz mu?" Bize sorduğu bir soru değildi. Kesin ve net bir şekilde sorgusuz sualsiz kabul etmemizi istiyordu. Halbuki bizi intikam masallarıyla büyüten kendisiydi. Kulaklarımıza 'İntikam' kelimesi doğduğumuz an fısıldanmıştı bizim.

 

Sert yumruğu dediklerine nokta koymak ister gibi indi masaya. Bu alenen her şeyi kabul etmemiz gerektiği anlamına geliyordu.

 

Sandalyesini sertçe geri itip hızla kalktı ayağa. Hepimizin şaşkın bakışları ona çevriliydi.

 

"Kendinizi hazırlayın. On gün içinde bu konakta da bir düğün kurulacak."

 

"Ne!" Herkesin ağzından aynı anda döküldü aynı şaşkınlık ifadesi. Bu demin dediğinden daha şaşkınlık vericiydi.

 

"Bu husumetin son bulmasının şartı budur. Onlardan bir kız gelecek gelin olarak bu eve. Hazırlanın Gülsüm ve Mehmet." Bakışları annem ve babama çevrildi. Peki bu ne demekti?

 

"Nasıl yani baba?" Annem şaşkınca yerinden doğrulmuştu.

 

"Bozanların büyük kızı Baran'la evlenecek. Bu husumet de bu sayede bitecek." Duyduklarım kulaklarıma bir ses olup ulaşmıştı sadece. Bir anlam kazanmamıştı. Bir yabancıdan bahseder gibi 'Baran' dediği bendim. Torunu...

 

Ama o sanki ben burada yokmuşum, ona çok uzakmışım gibi söylemişti bunu. Bana sormadan benim adıma karar vermişti.

 

"Ne!" dedim yerimden doğrulurken. "Sen ne diyorsun dede!"

 

"Duydun sen de demin dediklerimi. Kendinizi hazırlayın."

 

"Senin ne dediğini kulağın duyuyor mu baba? Nasıl olur bu?"

 

"Bu husumetin bitmesinin tek yolu budur! Baran o kızla evlenecek! O kız bu eve İzolların gelini olarak girecek!"

 

"Asla dede! Sana saygım da sevgim de sonsuzdur ama benden bu istediğin şeyi yapmayacağım!" Kendimi bile yakan öfkem bir anda tüm bedenimi ele geçirivermiş gözlerimden saçılır olmuştu. Torunuydum ben onun bir yabancı değil.

 

"Olur mu baba öyle şey?"

 

"Sen karışma Rojbin! Sözümün üstüne söz söylenmeyecek!"

 

"Evlenmeyeceğim!"

 

"Dediğimi herkes duydu! Sen de torunum!"

 

🔥

 

10 gün sonra

 

"Baran... Neredeydin sen?" Ablamın sesi kulaklarımı doldurduğunda ben kalabalığın arasından zar zor atmıştım kendimi odama. Kapıyı açar açmaz önce endişeli sesi sonra da kolları buldu beni.

 

"Abla? Sen ne zaman geldin?" Gözlerindeki yaşı kurulayıp geri çekilirken ellerimi kendi elleri içine almıştı. Onu görmeyeli bir aydan fazla zaman olmuştu ve ben çok özlemiştim onu. Eşi Murat'ın işi yüzünden bizden uzakta, Kars'ta yaşıyordu.

 

"Nişan günü geldim ama sen yoktun. Baran nasılsın?" Bir harabeden farksız olduğumu gördüğü halde içine sinmediğinden sordu. Dışarıdan davul zurna sesleri duyulurken sinirden dişlerimi sıkıyordum.

 

"Zorla evlenen biri nasılsa öyleyim." Ellerimi elleri arasından çekip odanın en sonunda kalan giyinme odasına doğru ilerledim. Beni ailede en iyi anlayan, bana en yakan insandı o. Beni benden daha iyi tanırdı.

 

"Baran... Ben kızla tanıştım. Çok iyi bir kız El-"

 

"Benim dışımda herkes razı bu evliliğe. Oy çokluğuyla siz kazandınız zaten." Geri dönüp girdim giyinme odasına. Oysa ablamın haberi bile yoktu. "Annem gibi gördüğüm ablam bile bu zoraki evliliği sorgusuzca kabullenmiş baksana."

 

"Baran öyle deme. Hem sen de biliyorsun bu kan davasının bize nasıl da zarar verdiğini. Ödüm kopuyor sizden uzakta kötü haberinizi alacağım diye."

 

"Bu zaten çok iyi bir haber ya. Sevindin mi bari evleneceğimi duyunca?" Sırtımdaki ceketi çıkarıp gelişi güzel fırlattım askılara doğru. Üzerime geçirdiğimde kefenden farksız duracak takımı almak için büyük kapağı açtığımda bakakaldım. "Bunun ne işi var burada!" Vücudumdaki tüm kan beynime sıçramıştı bir anda.

 

"Şey... O..."

 

Dolabın içinde askıda duran gelinlik duraksamama neden olmuştu. Bu evlilikle ilgili olan her detay sinirimi bozarken bunun en beklemediğim anda karşımda belirmesi şaşkınlığımı da katlamıştı.

 

"Abla bunun ne işi var burada!"

 

"Annemler bu gelinliği göndermişti. Elif istemedi. Beğenmedi."

 

"Beğenmedi." Sinir gülümsemesi yerleşti dudaklarıma. "Her şey o kadar normal ki gelinlik beğenmemeye kaldı işimiz öyle mi?" Gelinliği es geçip askıdaki takım elbiseyi aldım elime. Ablama bakmadan odadan çıkıp hemen yan taraftaki banyoya ilerledim.

 

Üzerimdeki gömleği sanki derimi koparıyormuş gibi söküp atarken kızgın lavı andıran bakışlarım aynadaki yansımamla kesişti. Eğer derimi sökseler bu kadar yanmayacaktı canım.

 

Görünmez bir el vardı. Kalbimi sıkan, aklımı tuz buz eden.

 

Görünmez bir el yoktu, dedem vardı, aşiret vardı, töre vardı.

 

Dolaptaki tıraş makinesini alıp hiç düşünmeden sakallarımı kesmeye başladım.

 

Bugün bir sondu sevdiğim her şey için.

 

Her başlangıç güzel diye söylenen şeyler de yalandı. Hayatım tam da bugün bitiyor ve ben sevdiğim her şeyden vazgeçiyordum.

 

Ailem beni gözden çıkarırken ben de sevdiğim her şeyi geride bırakıyordum. Ve buna sakallarımı kesmekle başladım.

 

Üzerimi giyinip çıktığımda ablam halen gitmemiş bekliyordu beni. Belki de gideceğimden endişeliydi. Ama gitmek istesem şimdiye bırakmazdım hiçbir şeyi.

 

"Sakallarını kesmişsin..." dedi şaşkınlıkla bana bakarken. "Kravat da takmışsın."

 

"Bugün sevdiğim her şeyden vazgeçiyorum." Ona bakmadan ceketimin önünü düzelttim. "Ve sevmediğim her şeyi yapacağım bundan sonra." Şaşkınlıkla bakıyordu bana. Bir şeyler demek için araladı ağzını ama diyemedi.

 

"Sana yemin olsun abla beni sakallı gördüğün gün öldüğüm gün olacak."

 

Ne diyeceğini beklemeden çarpıp çıktım kapıyı.

 

Beni tanıyan herkes sakallarımı ne kadar çok sevdiğimi, onları asla kesmeyeceğimi iyi bilirdi. Ama bugün kestim.

 

Beni tanıyan herkes kravat takmaktan nefret ettiğimi, iki yakamı bir araya getiren o kumaş parçasını asla boynuma takmayacağımı iyi bilirdi. Ama bugün taktım.

 

13 Temmuz...

 

Bundan tam yirmi dokuz yıl önce dünyaya geldiğim ve yirmi dokuzuncu yılımda benim adıma karar verdikleri yerde ruhen hayatımı bitirdiğim noktadaydım.

 

Bir imza atacak ve ömrüme en keskin darbeyi indirecektim az sonra.

 

Durmadım attım adımlarımı.

 

Her şeyin yeni başlıyor dedikleri noktada her şeyi bitiren imzayı atmak için attım adımlarımı.

 

🔥

 

E L İ F K . B O Z A N

 

'Kader' demişti babaannem. 'İnsanın alnına silinmez mürekkeple yazılır da insan ömrü boyunca sileceğim diye uğraşır durur.'

 

Anlamamıştım o zaman dediğini. Uçsuz bucaksız denizleri andıran mavi gözleri o zamana kadar neler neler görüp geçirmişti kim bilir. Sayısız sevinç, sayısız hüzün, sayısız öfke görmüştü bu gözler.

 

Yüz çizgilerinin her kıvrımı bin bir hayat hikayesi gizliyordu.

 

'Yazgı' demişti sonra. Ne yaparsan yap değiştiremeyeceğin yazgı. 'Daha ana rahmine düşmeden biçilir insanın ömrü. Yazgısı ta o zamandan bellidir.'

 

Beni sol dizine, Şilan'ı da sağ dizine oturtup anlatırdı. Ömrünün son günlerinde tek yaptığı bizimle her zamankinden daha çok vakit geçirmek olmuştu.

 

Alnıma yazılan şeyin silinemeyeceğini idrak edememiştim o yaşta. Hatta babaannemin dediklerinden pek bir şey de anlamamıştım. Tek hatırladığım alnıma küçük bir öpücük kondururken 'Allah hayırlı yazılar yazsın senin alnına' dediğiydi. Hayırlı yazı neydi onu da anlamamıştım. İnsanın alnına yazı nasıl yazılırdı onu da anlamamıştım.

 

Ama yıllar sonra anladığımda üzerimde kırmızı bir bindallı vardı. Aynadaki yıkık dökük harabe ile göz gözeydim. Benim yazgımı başkasının kalemi yazıyordu ruhumu kanata kanata. Her bir damla göz yaşımda ruhumdan bir parça kayıp gidiyordu.

 

Sonra ruhu parçalanan bu kızın yüzüne kırmızı bir tül örtmüşlerdi. Beni öldüren her şey usulüne uygun yapılıyordu.

 

Ben abimi kaybettiğimde tanışmıştım ilk kez acıyla. Babamı toprağa bıraktığımda ise ruhumun ve bedenimin nasıl acı içinde birbirinden ayrıldığına şahit olmuştum. Şimdi ise nefes almaktan başka bir işe yaramayan bedenimi toprağa koymadan hemen önce türküler söylüyorlardı başımda.

 

"Aç kızım elini." Yengem önümde diz çökmüş tırnaklarımla kanattığım ellerimi açmam için ısrar ediyordu.

 

'Evleneceksin Elif! Tek yol budur! Bu düşmanlık bu evlilik sayesinde bitecek! Duydun mu!'

 

Gözümden bir parça daha kayıp gitti ruhum.

 

Kaçtım sandığım yerde geçmişime, engel olmadıklarıma ve amcama çarptım. Ben kaçtım sanırken onun beni bulması çok da zaman almamıştı. İşte o an babaannemin kaç sene önce söyledikleri yankılandı kafamın içinde; 'Alındaki yazı silinmez'

 

'Eğer annen ve Emir rahatça yaşasın istiyorsan bu evliliği kabul etmek zorundasın Elif!' Bir yabancıya diyor gibi çıkmıştı sözler ağzından. Tiksinircesine... Ne kadar kabul etmeyeceğim desem de pek faydası olmadı. Yüzümde patlayan tokadı dediklerinden daha fazla acıtmadı canımı.

 

Ama bir noktada mecbur kaldım. Her şeyden vazgeçmeye mecbur kaldığım gibi buna da mecbur kaldım.

 

'Eğer bu düşmanlık bitmezse herkes ölecek Elif. Ne sanıyorsun sen! Diyar abin, Azad, Emir.... Herkes ölecek! Töre böyle! Hüseyin ağa bu şartla kabul etti! yıllardan beri süren bu husumet senin sayende bitecek daha ne istiyorsun sen!'

 

Yere batasıca 'töre' o gün bir yağlı urgan misali dolanmıştı boynuma. Zaten nefes almaktan başka bir işe yaramayan bedenim o urganla son nefesini de vermek üzereydi. Ama son nefesini vermeden önce avuçlarına kınalar yakacak, başında türküler söyleyip oynayacaklardı.

 

Usulüne uygun olmak zorundaydı her şey.

 

"Elif açsana elini." Kendi kanımla yakmıştım ben kınamı avuçlarıma o sayılmaz mıydı? Ölürken avuç içlerim kınalı olmak zorunda mıydı?

 

Yeşil gözleri kırmızı tülün ardından bile çakmak çakmak görünüyordu yengemin.

 

Kulaklarımda abimin dedikleri yankılanıyordu. 'Kına bizim geleneklerimizde üç şeye sürülür; Birincisi koça Allah'a kurban olsun diye, ikincisi geline eşine sevdası için, üçüncüsü askere gidecek yiğide vatanına kurban olsun diye.'

 

Peki 'töreye' kurban gidenlere kına yakmak şart mıydı?

 

"Hayır." dedim günlerdir kısık çıkan çatallı sesimle. Avuçlarıma asla o kına sürülemeyecekti.

 

"Saçmalama kız!" dişlerinin arasından çıkmıştı yengemin sesi. Tırnaklarımın kanattığı sımsıkı yumruk olan avcumu çekiştirdi ama açmadım. "Elif!"

 

Bir taştan farksızdı yumruklarım. Aynı amcamın kalbi gibi.

 

Bileğimi sertçe kavrayıp uğraştı ama fayda etmedi. Sinirlenmişti. Ama bir şey de diyemiyordu. Gözleri başımızda elinde mumlarla dönen kızların arasından köşede minderin üzerinde oturan kadınlara çevrildi. Çekiniyordu.

 

"Herkes bize bakıyor. Aç kız şu elini!"

 

"Bırak abla kızımı! Bırak!" Annemin yorgun elleri mani olmaya çalışmıştı yengeme. "İstemiyor kız."

 

"İstemiyor mu olurmuş hiç. Kınasız gelin olduğu nerede görülmüş?"

 

"Zorla evlenen kıza kına yakıldığı nerede görülmüş!" Dişlerinin arasından hiddetle çıkmıştı annemin sesi.

 

"Zehra millet bakıyor! Ayıp oluyor misafirlerimize!"

 

"Bırak!" Dişlerinin arasından tıslar gibi çıkmıştı annemin sesi. Bileğimi bir mengene misali sıkan yengemin elini savurdu bir hışım. "Yeter bu kadar maskaralık. Bitti kına."

 

Kızgındı bana. Ama kızgınlığından daha büyük olan kırgınlığı vardı.

 

Günlerdir adeta savaş veriyordu amcam ve yengeme karşı. Ama yıkılmıştı iki gün önce benden duyduklarıyla. Affet beni anne... Senin için, Emir için, Diyar abim ve Azad için. Bu evden bir tabut daha çıkmasın diye bütün bunlar.

 

"Başkaları istediği yerlerine yaksın kınalarını. Benim kızımın kınası değil bu." Öfkeyle dökülen kelimeleri birer cam parçası olup saplanmıştı kalbime. Avcumdan kanlar gözümden ruhum akıyordu.

 

Usul usul ölüyordum o gece.

 

Son nefesimi vermeme ramak kalmıştı.

 

🔥

 

İnsan bedeni etten, kemikten ibaretti.

 

Ruh, ona canı veren bir şeydi ya. Ruhu bedeninden zorla sökülen bir şeyin canı kalmış olur muydu?

 

Üzerime geçirilen her parçada ruhum daha ızdıraplı bir halde sökülüyordu.

 

Ölü bir bedeni bileziklerle, altınlarla bezemek akıl karı değildi. Ama yapıyorlardı işte.

 

Teslim olmuş gibiydim. Üzerime kefenimi geçirirlerken de, kollarıma altın prangaları takarlarken de.

 

Ölü bedenimi süslemeyi adetten sanıyorlardı.

 

Karşı koymadım.

 

Yengemin yeşil gözlerinden gözlerimi çekmeden, amcamın memnun gülüşünden gözlerimi ayırmadan karşı koymadım.

 

"Bir elbiseden farksız." Yengem elindeki duvağı saçlarıma geçirirken kendi kendine söyleniyordu. Kefenimin gösterişli olmamasından şikayetçiydi. "Ne güzel gelinlik göndermişlerdi sana. Ne diye beğenmezsin bilmem ki?"

 

"Ne fark eder yenge?" Dudaklarımda gayriihtiyari bir gülüş vardı.

 

"Olur mu kız? Koskoca aşirete gelin oluyorsun. Dümdüz bir elbise giymiş demezler mi sonra arkandan?"

 

Kimin ne dediği çok da umurumda değildi maalesef. Yengem bu konuda istediği kadar üzülebilir, amcam dizlerini dövebilirdi.

 

Karşımdaki aynada kırık dökük bakışlarından kaçamak bakışlar atan küçük bir kız çocuğu vardı. Babasının 'Yasemin' kokulusu, annesinin biriciği, kardeşinin bir tanesi. Şimdi bu küçük kız çocuğuna bir kefen giydirmişler, kollarını, boynunu, belini sayısız altınla süslemişlerdi. Gözlerinde kandan bir geçmiş, omuzlarında ailesinin yükü vardı.

 

Küçük kız çocuğu kardeşi ve kuzenleri ölmesin, kan davası bitsin diye kurban seçilmiş, bu ölüm gününde davullar çalarak gönderiliyordu mezarına.

 

Bakışlarım aynanın hemen gerisindeki duvarda asılı olan 'aile' fotoğrafımıza kaydı. Babasının kolları arasında altı yaşlarında gülümseyen 'Kamer'e baktım umutsuzca. Bugünlerden haberi olmayan, geleceğini hep aydınlık gören Kamer'e. Gözlerinde umut ışıkları, dudaklarında mutluluk kahkahaları, kollarında sıcak babasının kolları hemen yanı başında da dağ gibi abisi vardı.

 

Kamer babamın kolları arasında kalmıştı. Geleceğine bir balyoz darbesi inmiş ve tümden geçmişinin karanlığına karışmıştı.

 

"Elif... Kızım..." Hazırlanmam için beni aldıkları oda boşaltılmış sadece annem ve ben kalmıştık. Elleriyle beni kendine döndürdüğünde günlerdir kurumayan göz yaşları karşıladı beni tekrardan. Sıcak elleri buz gibi olan ellerimi bulmuştu. Baştan aşağı siyah giyinmişti. Tuttuğu yasını böyle gösteriyordu. "Bak vazgeçebilirsin. Daha geç değil."

 

Değildi. Biliyordum.

 

"Yapma. Kıyma kendine. Benim kızıma ne oldu ha?" Sesi sert bir şekilde yükseliverdi bir anda. "Sen nasıl kabul ettin böyle bir şeyi!"

 

Etmezdim. Bunu en iyi de annem biliyordu zaten. Bundan altı yıl önce bana okula gitmeyeceksin diyen adama gözümü kırpmadan silah çeken kızla aynı değildi şimdiki.

 

"Anne yapma..." Elimin tersiyle gözümden düşen yaşı sildim. "Zorlaştırma daha fazla."

 

"Zorlaştırmayayım öyle mi? Sen kendi hayatını nasıl bir zora soktuğunun farkında mısın Elif? Amcanın sözünü dinleyecek kız değildin sen."

 

"Kaçamıyorum görmüyor musun? Nişandan kaçtım buldu beni. Tekrar kaçmaya kalktım engel oldu."

 

"Elif... Göz göre göre ateşe atıyorsun kendini." Ama annemin atladığı bir şey vardı.

 

Ben ateşin ta kendisiydim.

 

Yanıyordum ve yanarken yakmaktan geri durmayacaktım.

 

"Hakkını helal et anne." Uzanıp elini öptüm. Kulaklarımda onun 'yapma, etme' feryatları vardı ama dinlemedim. Uzun uzun sarılışına güçsüz bir şekilde karşılık verebildim.

 

Karşımda bekleyen sabırsız insanlar, aşağıda cehennemime uzanan yolda davullar vardı.

 

"Kaldır kollarını." Amcamın elindeki kurdeleye takıldı kırmızı duvağın ardından bakışlarım.

 

"İstemiyorum." dedim kesin bir dille.

 

"Olur mu hiç? Kuşağını bağlamadan nasıl çıkacaksın bu evden."

 

"İstemiyorum. Bu bağnaz adetinizi hele de bu bağnaz adeti sen yerine getireceksen hiçbir şey istemiyorum anladın mı? Senin elinden daha da bir şey istemiyorum artık." Kızgındı bakışları. Bir yabancıya duyulabilecek öfke nasılsa öyleydi. Halbuki ben onun kardeşinin emanetiydim ona. Ama o bunu umursamıyordu bile.

 

Üzerimde kefenim ölümüme doğru adımlarken son kez dönüp baktım arkama.

 

Her şey abim ölünce başlamıştı ve babam ölünce de son bulmuştu.

 

"Özür dilerim anne..." dedim fısıltıyla. Gelinlik niyetine üzerime geçirdikleri kefenin kollarını düzelttim. Bileğimdeki jiletler düşmesin diyeydi uğraşım.

 

Doğduğum, büyüdüğüm ve gömüldüğüm konağa döndüm baktım son kez.

 

Davullar zurnalarla uğurlamışlardı beni mezarıma. Alkışlar tutmuştu her biri.

 

Hepsini kazıdım hafızama. Ölmeden önce hepsini kazıdım.

 

🔥

 

Uzak yakın farketmezdi ya bazen insana şu aklıma, ruhuma, benliğime, hayallerime, hayal ettiğim parlak geleceğime en uzak yerdeydim. Ve bu uzaklığın artık hiç bitmeyeceğinin de bilincindeydim.

 

Sona gelmiştim.

 

Satır sonu, günün sonu ve hayatımın sonu.

 

Üç nokta değil tek bir nokta vardı artık.

 

Bitişteydim.

 

Bitişimin sonuna kara bir noktayı da az sonra karşımdaki masaya oturunca koyacaktım.

 

Etrafımda zılgıtlar atılıyor, halaylar çekiliyor, davullar vuruluyordu. Koluma arabadan inerken giren kadın benimle konuşmak için can atıyor gibiydi.

 

Bircan abla...

 

Nişandan hemen sonraki gün bohça vermek için gelmiş ve sıkı sıkı dolamıştı kollarını boynuma. "Kader bu Elif, bakarsın iyi olur." diye cümlesini bitirdiğinde susmuştum sadece. Bu noktadan sonra hiçbir şeyin iyi olmayacağını o da biliyordu ben de.

 

Adım attığım avlu epey kalabalıktı. Büyük bahçeye kurulan uzun sofranın etrafı büyük beylerle çevrilmişti. Elden ele dolaşan yemekler, ortada halay çeken insanlar ve zılgıt çeken kadınlar...

 

Bileklerimi bir kez daha düzeltirken avlunun en sonuna yerleştirilmiş masadaydı gözüm. Her şeyin biteceği masada.

 

Daha nasıl biriyle evleneceğimi bile bilmiyordum. Ne nikah işlemleri için gittiğimde ne de sağlık kontrolünde karşı karşıya bile gelmemiştik. Gelsek ne farkedecekti ki? Ne değişecekti?

 

Sonra bakışlarım masanın hemen yanına dikilmiş uzun boylu adama kaydı. Başı masanın diğer tarafına çevriliydi.

 

Masaya otururken de nikah memuru gelip masaya yerleşirken de asla kesişmedi bakışlarımız. Zaten o bana baksa kırmızı duvaktan başka bir şey göremeyecekti.

 

Bileğimi tekrar düzeltip önüme döndüm. yan tarafımdaki adamdan derin nefesler ve kendi kendine hafif söylenmeler duyuyordum.

 

Halay durmuştu, zılgıtlar kesilmişti. Herkesin dikkati üzerimizdeydi.

 

Tam karşımda Hüseyin İzol vardı. Bu davanın yegane sahibi. Hemen arkasında da kendi gibi evlatları ve torunları. Çenesi yukarıda, duruşu bir hayli heybetliydi. Keskin bakışları tam da üzerimdeydi. Sanki o imzayı 'atmak zorundasın' der gibi bakıyordu. Zaten başka çıkar yol mu bırakmıştı?

 

"Siz Hasan kızı Elif Kamer Bozan. Yanınızda oturan Baran Dora İzol'u eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?"

 

Bir soru değildi bu. Ölüm duyurusuydu. Elif'in ölümü, kardeşinin, annesinin, kuzenlerinin yaşama fermanıydı.

 

"Evet." Dedim kısık ve zoraki bir biçimde. Dudaklarım isyan içindeydi.

 

"Siz Mehmet oğlu Baran Dora İzol. Yanınızda oturan Elif Kamer Bozan'ı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?"

 

Saniyeler durdu, aktı ve geçti. Etraf ölüm sessizliğine bürünmüş gibiydi. Pür dikkatti herkes.

 

"Evet." Dedi dümdüz bir sesle.

 

"Ben de sizi belediyenin bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak eş olarak ilan ediyorum. Hayırlı uğurlu olsun."

 

Alkışlar koptu bir anda, davullar vurulmaya, zurnalar çalmaya başladı. Hayır yoktu, iyilik yoktu, sevinç yoktu.

 

Ama bizim dışımızda herkes bunu mutlulukla karşıladı.

 

Elime kırmızı kapaklı defter tutuşturulduğunda daha net anlamıştım bunu. Bitmişti her şey. Son bulmuştu. Ömrüme siyah, karanlık bir nokta konmuştu. Dönüşü olmayan, dibi görünmeyen bir uçurumun kenarından bırakmıştım kendimi.

 

Tebrik eden herkes 'en mutlu gün' diye nitelendiriyordu. Değildi.

 

Ani yapılan bu evliliği şaşkınlıkla karşılayanlar da vardı. Sadece bu da değildi.

 

Hemen yanı başımda bir hareketlilik oldu. Az önce aynı deftere imza attığım adam hızla boynundaki kravatı çekiştirmeye başladı. Bir yandan da kendi kendine bir şeyler diyordu. En sonunda sesi yüksek bir şekilde çıktı. "Kesin halayı! Düğün yok!"

 

Avludaki herkesin şaşkın bakışları bizden tarafa ulaştı bir anda. Davullar ve zurnalarla birlikte çekilen halay da durdu böylece.

 

Sabrım taşmıştı. Tahammülüm bitmişti. Ne yaptığımı kendim bile idrak edemediğim o dakikada bir hışım yüzümü geren kırmızı örtüyü savurdum geri doğru. Herkesin gözlerimdeki cehennemi, alevleri görmesini istedim. En çok da yanı başımda duran adamın.

 

Alev fışkıran gözlerim onun gözleriyle buluştuğunda duraksadı. Arka planda hayret nidaları dökülüyordu.

 

"Oğlum ne yapıyorsunuz?" diyenler vardı.

 

"Baran ne oluyor?" diyenler de. O kimseyi umursamadan döndü arkasını. Hızlı ve sert adımlarla girdi içeri.

 

Ortada öylece dikilirken Bircan abla gelip girdi koluma. Sakin olmamı, ona zaman vermemi söylüyordu. Bedenim tir tir titremeye başladı sinirden.

 

"Seni bu halaya gömeceğim..." dedim dişlerimin arasından. "En mutlu olduğun gün gömeceğim seni."

 

🔥

 

Nasıl buldunuz bölümü?

Sizce bundan sonra ne olacak?

 

Her şeyin başladığı noktadayız artık.

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

 

Loading...
0%