Yeni Üyelik
24.
Bölüm
@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz


Bölüm uzun benden demesi🌸 bol bol yorum yapmayı ve yıldızı aydınlatmayı unutmayın 🌸


Can Kazaz- Sürsün Bahar


🔥


Otuz altı saatlik bir nöbetten çıkmıştı Ahmet. Deyim yerindeyse pestili çıkmış, kendisini hastanenin koridorlarından kazımışlardı resmen.


Aslında çok uyku arayan bir insan değildi ama otuz altı saatlik nöbeti pek kolay geçmemişti. Bir düğün konvoyu kaza yapmış ve epey yaralı vardı. Acil çok hareketliydi.


O hengamede yemek yemeyi unutmuş su yerine de sadece kahve içebilmişti. Zira kahve içmese hiç ayakta duramayacaktı. Eğer kahveciler para kazanıyorsa bu doktorlar sayesinde olabilirdi. Çünkü Ahmet bile tek başına yirmiden fazla kahve içiyordu nöbetinde.


Ama içi rahattı çünkü oldukça olaylı geçen nöbetinde çok şükür ki hastalarının durumu iyiydi. İşte diyordu günün sonunda, işte tüm yorgunluğuma değdi. O yüzden kafasını rahat ve huzurla koymuştu yastığa. Otuz altı saatin uykusunu çatır çatır uyuyarak çıkarmak farzdı.


Fakat rahat doktor adama batardı. Bu kendini bildi bileli böyle olmuştu. Öğrenciliğinden tutun da şimdiki zamanına kadar.


Uyku ona haramdı...


Uyku ona düşmandı...


Uyku ona çooook uzaktı...


Hele ki başında Cihan gibi biri varsa rahat, huzur ve türevlerinin olması zaten imkansızdı.


"Sikeceğim ama Cihan!" dedi kafasını yatağından kaldırmadan. Cihan'ın paldır küldür sesleri kafasında yankılanıyordu. Tam on dakikadır Cihan'ın odadan banyoya, banyodan odaya olan adım sesleri ve ara ara çekmeceleri açıp kapatmasından uykuya dalamıyordu bir türlü. Bir de o kırılası ağzından küçük şarkılar mırıldanıyordu.


"Tamam abi yiiaa." Bir de o gevşek cevapları yok muydu. Deli olmuştu tümden. 'Tamam' deyip deyip hiç oralı olmuyordu bir de.


"Lan siktirip git!" diye gürledi artık Ahmet. Daha fazla dayanamamıştı. Kafasının altındaki yastığı tek hamlede ona doğru fırlattı.


"Saçıma geliyordu ha! Yeni fönledim daha!" Kafasına doğru gelen yastıktan son anda kaçan Cihan aynanın karşısına geçip saçlarını kontrol etmeye başladı. Kafasını sağa çevirdi sola çevirdi çenesini yukarı kaldırdı. Elleriyle yeni tıraş ettiği yanaklarını sıvazladı.


"Gelirsem ben tümden bozacağım seni! Bir uyutmadın amına koyayım! Nöbetten geldim lan ben!"


"Tamam abi ya gidiyorum beş dakikaya. Sen de amma sabırsızsın."


"Ulan gittin gittin yoksa kardeş falan demem sökerim o çeneni." Kafasını tekrar yatağa atarken derin bir 'of' çıkmıştı ağzından. Gözlerinin içinde sanki kıvılcımlar vardı. Başındaki, omzundaki hatta tüm bedenindeki ağrıyı saymıyordu bile. Hele ayak tabanlarının acısı tarif edilemez cinstendi. "Şu yastığımı da ver defol git sonra!" dedi gözlerini kapatıp. Cihan ürkekçe demin yere savurduğu yastığı aldı ve ona doğru ilerledi. Hafifçe omzunu dürteledi ve gördüğü Ahmet'in sinirle yanan mavi bakışları olmuştu.


"Kızma abi ya. Valla heyecanlıyım biraz." dedi melül melül. Ahmet boş hem de bomboş bir bakış attı.


"Heyecanını da sikerim senin." dedi ağız dolusu. Cihan'ın suratı azıcık düşmüştü ama hemen toparladı kendini. Çünküsü o gün Şirin'le buluşacaktı. Tüm hazırlık, tüm heyecan bunun içindi.


Sabahın beşinde dikilmişti ayağa. Zaten gece de kirpikleri temas etmemişti birbirine. Öyle bir heyecan vardı üzerinde.


"Hiç yardımcı olmuyorsun ama." dedi geri çekilirken duvardaki aynadan kendine çapkın bir bakış atıyordu o sıra. "Kardeşinin bugün en heyecanlı günü ama sen. Ama sen ne yapıyorsun abi. Aşk olsun."


"Sikeceğim o olacak ama." Diye mırıldandı Ahmet yastığı sertçe kafasının altına çekip.


"Valla sen de bugün Baran abimi geçtin. Her şeye 'sikeceğim sikeceğim'. Bu ne be!" Ahmet kafasını yastıktan kaldırıp baştan aşağı süzdü onu. Bakışlarında 'acıyorum sana' ifadesi vardı. "Hem sen var ya bana laf ediyorsun ama Baran abimle aynı odada kalsan ne yapacaksın acaba? O zaman bana şükredersin." Ellerini gömleğinin yakasına atıp özenle düzeltmeye girişti.


"Sana da keyfine de hazırlanmana da başlarım Cihan! Uyuyacağım lan! Ne laftan anlamaz herifin tekisin amına koyayım!"


"Ben diyorum Emine sen diyorsun amına! Şu güzel kardeşin bugün hayatının buluşmasını yaşayacak diyorum sana. Hayatımın aşkını buldum diyorum abicim buldum!" Keyifli bir kahkaha atıyordu ki Ahmet'in sertçe fırlattığı yastık suratının tam ortasına gelince kelimeler boğulup gitmişti ağzının içinde.


"Allah belanı bu şekilde vermiş zaten be koçum. Daha fazla bir şey diyemeyeceğim sana." Geri yatağa bırakmıştı kendini Ahmet. Cihan ağzının içinden ona homurdanırken bir yandan da aynanın önüne varıp saçını başını düzeltmeye girişmişti tekrardan.


"En mutlu günüm diyorum ya en mutlu günüm..." diye mırıldana mırıldana ceketini geçirmişti sırtına. Ne olursa olsun bugün keyfini kimse ve hiçbir şey bozamayacaktı. Çünkü o bugün Şirin ile buluşacaktı.


'Kızın gönlü sende' demişti iki gün önce Rojbin halası. Bunu demesi yetmişti zaten Cihan'a. Epeydir içten içe beğeniyordu zaten onu. Karşılaştıkları her fırsatta kısa bakışmalarla kalıyorlardı. Ama halası gelip böyle deyince dünyalar onun olmuştu. 'Bu işin sonu evliliğe gider' diye de fısıldamıştı Mervan eniştesi. Hem biliyordu ki annesinin de ondan yana gönlü vardı. Yani bu iş mutlulukla bitecekti.


"Kimse keyfimi bozamaz." dedi parfümünden defalarca üzerine sıkıp. Küçük popo hareketleriyle de kapıya doğru yönelmişti. Dudaklarından yine keyifli mırıltılar dökülüyordu.


"Cihan!" dedi Ahmet kafasını hafifçe yatağından kaldırıp. Yine kendine sövüleceğini biliyordu ama bunu bilmesine rağmen gülümsemesini hiç bozmadan geri döndü ona. "Üzülmeni istemem." Cihan'ın dudaklarındaki gülüş daha da büyüdü. Hem neden üzülsündü ki? En nihayetinde deliler gibi hoşlandığı kızın yanına gidiyordu.


"Sen de kafama iki yastık atınca hemen ne pişmanı oluyorsun öyle?" Küçük bir kahkaha attı Cihan. İşaret parmağını da 'seni var ya seni' gibisinden salladı ona doğru.


"Vazgeçtim." dedi Ahmet suratını buruştura buruştura.


"Ne oldu abi de ya. Keyfim bozulmayacak de lütfen."


"Yari yar olanın yari sarar yarasını, yari yar olmayanın felek siker anasını."


Yine de yüzü düşmedi Cihan'ın. Ne olursa olsun o gün asla keyfi bozulmayacaktı. Islıkla Azer Bülbül çala çala indi merdivenleri.


"Ulan hayat sana belanın en büyüğünü gönderdi." diye mırıldanıp geri attı kafasını. "Bana ne amına koyayım. Ne hali varsa görsün. Hayatını sikecekler haberi yok. Yazık. Gerçi asıl yazık bana lan." Diye mırıldandı kendi kendine.


Derin bir 'oh' çekti Ahmet. Nihayet otuz altı saat küsurluk uykusuzluğunu şimdi saatlerce uyuyarak geçirebilecekti. Asıl gürültünün kaynağı olan nihayet gittiğine göre artık onun uykusunu bölen kimse de olmayacaktı. Huzurlu bir gülüş belirdi dudaklarında. Yastığına daha sıkı sarıldı. 'Ele hojjj' diyordu içinden.


Ama doktor adama uyku haramdı.


Doktor adama uyku yoktu.


Doktor adama rahat batardı.


Batmıştı da. İki dakika kapattığı gözleri odanın kapısının güm güm çalınmasıyla geri açılmıştı.


"Sikeceğim ama artık Cihan!" diye homurdanırken Dilan telaşla dalmıştı odaya.


"Ahmet abi koş!" diyordu kan ter içinde. Yüzünde muazzam bir endişe vardı.


"Dilan? Abim ne oldu?"


"Baran abim! Baran abim... Cihan abim yanlışlıkla motoru abimin üzerine devirdi!"


Daha mantıksız bir kaza olamazdı herhalde. Ama işin içinde Cihan varsa mantık diye bir şey aramamak da şarttı. çünkü Cihan eşittir mantıksızlık demekti. Mantık, Cihan gelince her zaman ortamı terk ederdi. Peki iki dakikada Cihan bunu nasıl başarmıştı?


İşte mantık yoktu. Cihan varsa mantık aramaya da gerek yoktu.


Paldır küldür garaja indiklerindeki manzara Cihan'ın suçlu suçlu yere bakması ve Baran'ın burnundan soluması olmuştu. Ayriyeten gözlerinden Cihan'ın üzerine füzeler fırlatıyordu.


"Ulan Cihan nasıl başardın bunu?" demişti Ahmet. Bir yandan da küfürler savuran Baran'ın omzuna bakmaya çalışıyordu. "Hayır iki dakika oldu sen odadan gideli? Nasıl yapmış olabilirsin lan iki dakikada? Ulan sen de bir dur ya!" diye en son Baran'a isyan etmişti. Sol omzunun üzerine devrilen motor dokuyu zedelemiş gibi duruyordu ama kırık ya da çatlaktan şüpheleniyordu.


"Abi vallahi suçum yok. Ben ne bileyim onun sabit durmadığını. Senin üzerine devrileceğini hesap edemedim ki." Ağlamaklı çıkıyordu sesi. Halbuki iki dakika öncesine kadar keyifle şarkılar mırıldanıp sikiyordu beynini.


"Ulan mal! Gelip motorun üstüne hayvan gibi atladın! Bir de diyor ki hesap edemedim! Gel ben sana nasıl hesap etmen gerektiğini anlatayım gel!" hışımla kardeşine doğru atılmıştı ama omzunun acısıyla kasılıp kalmıştı.


"Dur bir oğlum ya! Kırılmış olabilir! Hastaneye gitmen lazım!"


"Şunun ağzıyla götünün yerini değiştirmeden bir yere gitmeyeceğim! Asıl sen bırak! Gel lan buraya!"


O sabah Baran gün ağarmadan garaja girip 1959 model Harley motoruyla uğraşmaya başlamıştı. Şirketteki işlerden fırsat bulduğunda soluğu burada alıyor ve saatlerce motoruyla uğraşıyordu. Her bir parçayı apayrı yerlerden temin etmişti. Çok çeşitli yerlerden orijinal parçaları toplayıp kendi garajında birleştiriyordu. Ama kendi deyimiyle 'davar' kardeşi şakıyarak garaja gelmiş ve hayvan gibi altında motorun vidalarını sıkarken motorun üzerine atlayıvermişti. Dengede durmayan motor bir anda devrilmiş ve Baran da altında kalmıştı.


"Kırık mı değil mi bir bakalım sonra değiştirirsin. Hatta beraber değiştiririz."


"Ahmet abi sen de mi ya?" Ağlamaklıydı Cihan. Hem abisinin üzerine devirdiği motorun suçluluğu vardı üzerinde hem de karşısında köpürmesine bir şey yapamıyordu da. En mutlu günü mahvolmak üzereydi.


"Neştersiz ameliyat yapacağım oğlum sana hiç merak etme. Sıfır anestezi muazzam acı."


"Bırak sen de! İyiyim ben!" Zonklayan kolunu Ahmet'in elinden kurtarmıştı Baran.


"Kırılmış olabilir diyorum herife bak."


"Kırık olsa duramam değil mi? Bak sorun yok! Hatta şu davarı dövecek kadar iyiyim."


"Bedava doktor bulup bunuyorsun gerizekalı." Biliyordu Baran'ı. Hastalıktan geberse bile iyiyim diye ortalığı inletirdi. Şimdi de karşısında 'ezilmiş' omzuyla iyiyim diyordu. Ona göre kırık omzunda değil kafasındaydı ya.


"Şunu bir geberteyim sonra bakarız." dedi tane tane.


"Bırak lan belasını buldu zaten." deyip çekmişti geri Ahmet onu. Cihan o sırada geri geri sıvışmıştı garajdan. "Şirin'e gidiyor elleme."


"O zaman hiç dokunmayayım." Herkes Cihan'ın bu işin sonunda nasıl mutsuz olacağını biliyordu ama Cihan henüz farkında değildi. Gözünde toz pembe bir tül vardı ve gerçekleri göremeyecek kadar da sarhoştu. Aşk sarhoşu... Şirin sarhoşu...


"Abimin kendi hayatını kaydırmasını izliyoruz..." Elini Yeşilçam oyuncuları gibi alnına vurmuştu Dilan. Zaten onun şirin sevgisi de malumdu.


"Ben buz getirene kadar bekle. Sonra hastaneye gidelim." deyip garajdan çıktı Ahmet. Elbette hastaneye öyle kolay gidemeyeceklerdi ama illa röntgen çekilmesi şarttı.


"Hele onları da koyun arabaya." Diyen Ümmü hala karşılamıştı onu mutfakta. Buzdolabına doğru giderken bakışları masanın üzerinde tepsi tepsi dizilmiş yemeklere takılmıştı. Ama şaşırmamak lazımdı. Bu evde her zaman bol yemek pişerdi.


"Hala? Hayırdır ne bunlar?"


"Elif'in annesine gidiyorum." Bu yemekleri açıklayan bir şey değildi ama. Ahmet'in anlamsız bakışlarını görünce de açıklamıştı. "Babasının ölüm yıldönümü. Kur'an okunacak evlerinde. Ona gideceğim. Elif kızım çıktı az önce. Ben de bunları yaptım götürüyorum."


Birden gözleri aydınlanıvermiş kafasında lambalar, floresanlar yanmıştı Ahmet'in.


"Kim götürecek seni?" deyivermişti eline buz kalıbı alırken.


"Gürsel oğlum bırakacak. Bekliyor kapıda."


"Aa ben götürürüm seni hala. Ben ne güne duruyorum." Bu fırsatı geri tepemezdi. Bir ihtimali vardı Şilan'la konuşmak için. Fırsat ayağına gelmişti. "Sen bekle hemen üzerimi değiştirip geliyorum." Buzu falan unutuvermişti masanın üzerinde. Uçarak çıkmıştı merdivenleri.


🔥


E L İ F K A M E R B O Z A N


Hafif bir rüzgar okşuyordu tenimi. Böyle ılık ılık, yumuşak yumuşak. Ayağımın altında kuruyup dökülmüş yapraklar, sararmış otlar eziliyordu. Attığım her adımı dikkatle basmaya çalışıyordum kuru toprağa. Yanından geçtiğim büyük çam ağacından bir sincap inip tam önümde durmuş birkaç saniye baktıktan sonra hızla benim yürüğüm yolda ilerlemeye başlamıştı.


Elimdeki saksıyı sıkı sıkı tutuyordum. Ara ara bakışlarım ona değince de hafifçe gülümsüyordum.


"Baba..." dedim ayaklarım soluk renkteki mermerin önünde durunca. Sol tarafıma çevirdim bakışlarımı. Sonra da sağ tarafıma. "Abi... Ben geldim." Gülümsemeye çalıştım. Çünkü biliyordum ikisi de benim ağlamamı zerre istemezdi.


Yavaşça ilerledim ikisinin arasından elimdeki saksıyı yavaşça yere bıraktım. İkisinin de mermerlerinin üzerine serpiştirilmiş buğdaylara ilişti bakışlarım. üzerlerindeki kuru otlar temizlenmiş, baş uçlarında duran suluk ise doldurulmuştu. Demek ki annem ve Emir erkenden gelip görmüştü ikisini de.


Siyah elbisemin eteğini düzeltip yavaşça oturdum babamın sol tarafına. Hayatta olduğu zamanlar hep beni sol tarafından sarıp sarmalar, bu onun dilinde 'kalbimin üzerindesin' demekti. Şimdi de beni kalbinin üzerinde hissetsin diye oturmuştum sol yanına.


"Soğuk..." dedim elimi nemli toprağına yavaş yavaş sürerken. "Isınmıyor bir türlü siz gittiğinizden beri. Üşüyorum. Ne yapsam da ısınamıyorum." Elimle gözümün önüne birken yaşları silmeye çalıştım. "Tamam tamam." dedim gülmeye çalışıp. "Ağlamıyorum. Buraya gelinceye kadar o kadar ağlamayacağım dedim ki kendime." Ama göz yaşlarım arsızdı. Ne kadar uğraşsam da, çabalasam da onlar akmayı seçmişlerdi. "Yapamıyorum. Ağlamayacağım diyorum her seferinde ama ağlıyorum işte."


Sessizce süzüldüler yanaklarımdan aşağı. Usul usul. Tam o sırada kucağıma kuru bir çınar yaprağı düşmüştü. Parmaklarımın arasına dikkatle aldım. "Tamam ağlamıyorum söz." Dedim yaprağa bakıp. Serin rüzgar göz yaşlarıma dokundu yavaşça.


Babam hiç istemezdi ağlamamı. 'İçinden geliyorsa ağla, tutma sakın' derdi beni sıkıca kolları arasına alırken. Ama sonra eklerdi 'İnsanoğlu ağlar, beşerdir çünkü ama sana yapılan haksızlıklara ağlama, onlara ağlama ki senin ne kadar güçlü olduğunu görsünler.'


Altı yıl önceki Kamer babasının kolları arasındayken çok güçlüydü oysa...


"Baba..." dedim kafamı kucağımdan kaldıramadan. İçimi sızlatan gerçeğin dilimden nasıl döküleceğine karar vermek için büyük bir savaş halindeydim günlerdir. "Biliyorsun sen gittikten sonra pek uyuyamaz oldum. Uykularım zifiri karanlık bir boşlukta geçiyor hep. Göz kapaklarım kapanınca o boşluğa düşüyorum her seferinde. Ama arada sesini duyuyorum. Biliyorum... Biliyorum benimle konuşmak istiyorsun ama... Baba... Ben gittikçe sesini hatırlayamaz oluyorum. Unutmamak için videolarımıza bakıyorum, her an her dakika bana nasıl da 'ela gözlüm' diye seslendiğini tekrarlıyorum içimden ama ne bileyim... Bazen değişiyor sesin rüyalarımda. Sen olduğunu biliyorum ama... Affet beni olur mu? Ben unutmamak için elimden ne geliyorsa yapıyorum..." Utançla dişlerimi dudağıma geçirdim.


Göz yaşlarıma da engel olamıyordum. Dakikalarca sarsıldı omuzlarım. Hıçkırıklarım sertçe birbirine bastırdığım dudaklarımın arasından dışarı çıkamadı bir türlü.


"Bak..." dedim ellerimin tersiyle gözlerimden süzülen yaşı silip. "Zeytin fidanı getirdim. Onu dikeceğim tam baş ucunuza." Yere koyduğum saksıyı işaret ettim. "Almadan önce adamla sıkı pazarlık yaptım yeşil mi siyah mı diye. İkinizin de yeşil zeytin sevdiğini bildiğimden." Gülmeye çalıştım. Oturduğum yerden doğrulup Tayyar abinin elinde duran küçük küreği almak için uzandım.


"Olur mu gelin hanım ben yapayım." dedi hemencecik.


"Olmaz Tayyar abi. Kendim yapmak istiyorum." Çekine çekine vermişti elindeki küreği. Tam ikisinin ortasına geçtim kazmaya başladım yeri. "Bir şey daha diyeceğim." dedim derin bir nefes alıp. Fazla sert olmayan toprak kolayca kazılıyordu.


"Ben... Size verdiğim sözü tutabileceğim nihayet." Dudaklarımdaki tebessüm büyüyüvermişti benden habersiz. "Şimdi buradan dershaneye gideceğim. İnanabiliyor musunuz? Altı yıl sonra kaldığım yerden devam etmek için bir fırsat yakaladım." Üstümüzdeki çam ağaçlarının dallarından serçe cıvıltıları yükseldi. Kafamı kaldırıp onlara baktım gülümsememle. "Söz verdim ikinize de. Sözü tutamadığım her gün içim cayır cayır yandı benim. Ama nihayet..." derin bir nefes aldım. "Nihayet tekrar bu yola çıkabileceğim." Saksıdaki zeytin fidanını dikkatle çıkarıp açtığım çukura gömdüm ve toprakla iyice sıkıştırdım kenarlarını. Tayyar abi hazır olda bekler gibi elindeki şişeyi uzatmıştı sağolsun.


"Size verdiğim bu söz için elimden ne geliyorsa yapmaya hazırım. Azimle çalışacağım, başaracağım. Yine ben kazandım, tıpa başlıyorum diye geleceğim sonra da o önlüğü gururla giyeceğim. Biraz geç kaldım ama bırakmadım." Önce babamın sonra da abimin taşlarına uzun öpücükler bıraktım.


"Abi..." dedim geri çekilirken. "Demeyeyim demeyeyim diyorum ama biliyor musun Emir senin kopyan oldu. Bazen böyle bir çıkıyor kapıdan senin aynın. Tıpatıp. Bu yaşında kocaman oldu cüssesi. Sen gibi." Abimi yedi yaşıma girmeden kaybettiğimden daha puslu oluyordu yüzü anılarımda ama Emir onun birebir aynısıydı. Sanki onun burnundan düşmüş gibiydi.


"Ben yine gelirim." dedim titreyen çenemi sabit tutmaya çalışıp. "Hep gelirim ki..." Gözlerim yine dolmuştu. Halbuki daha birkaç dakika önce susturabilmiştim ağlamalarımı.


İkisine de el salladım. Biliyordum beni görüyorlar ve hissediyorlardı. Serin rüzgar tekrar okşadı yanağımı. Ayaklarımın önündeki çınar yaprakları savruldu yavaşça.


"Gelin hanım..." dedi Tayyar abi arabaya bindiğimizde. Bakışlarımız dikiz aynasından kesişmişti. Başka bir yere uğrayıp uğramayacağımı soruyordu bu şekilde.


"Teşekkür ederim... Bugün epey zahmet verdim sana da."


"Ne zahmeti gelin hanım? İşim bu. Başka bir yere uğramayacaksanız dershaneye sürüyorum." Hafifçe başımı salladım 'yok' diye.


"Onun için ayriyeten teşekkür ederim. O kadar uğraştın onun için de." Dedim mahcup mahcup. Sabahtan beri kaç kere konuşmuştu dershane müdürüyle. Sırf ben mezarlığa geleceğim diye randevumuzu değiştirmek için uğraşmıştı.


"Ne demek gelin. Asıl Baran ağama teşekkür edersin. O bir telefonla halletti." Bakışlarımı dikiz aynasından çekip dizlerimin üzerinde duran ellerime indirdim.


'Teşekkür' dedim içimden, 'ona teşekkür etmeliyim'.



Avluda erkekler iki sıra halinde kurulan masanın etrafına diziliydi. Azad ve Emir mutfaktan kendilerine verilen tepsileri büyük bir hızla masadaki misafirlere yetiştirmeye çalışıyordu. Tepsilerin biri gidiyor biri geliyordu. Şilan içerideki kadınlara tepsi yetiştirirken ben ve Leyla mutfakta Gülnur ablaya yardım etme görevini devralmıştık.


"Elif abla..." Azad girip çıkarken umutsuzca adımı sayıklıyordu ama Gülnur abla ya da annem eline tepsi tutuşturunca devamını getiremeden gerisin geri gidiyordu.


"Ne karın ağrısı var bunun?" dedi Leyla. Bir yandan da tabaklara muazzam düzende pilav koyma telaşındaydı. Her tabak neredeyse birbirinin birebir aynısı oluyordu. Buna 'mesleki deformasyon' demişti demin Gülnur abla sorunca. Bir mühendisin eli ölçülüydü onun tabirinde. "Kaç oldu gelip gelip bir şeyler demeye çalıştığı."


"Sevdiği kız." Dedim kısık sesle. Hemen arkamızda Meryem ve Gülnur abla vardı çünkü. "Gelip gelmedi mi diye onu merak ediyor.


"Haa..." dedi keyifle Leyla. "Desenize baştan. Ondan ağzı açık avel misali dolanıyor sabahtır bu ortada."


"Sus sus." dedim onun kapıdan geldiğini görünce. Elindeki boş tepsiyle bir tur etrafında dönüp gelen giden var mı diye bakıyordu saf kuzenim.


"Elif abla." dedi yine aynı şekilde ama cümlesi Meryem'in eline tabaklarla dolu tepsiyi tutuşturması yüzünden yarım kaldı. Leyla'dan küçük kıkırtılar dökülmüştü. Avel bakışlarını kırpıştıra kırpıştıra geri gitmek zorunda kaldı.


"Ee geldi mi bari sevdiceği?" Bayılırdı Leyla bu konulara. Aşk, kalpler, sevgili ve türevleri konusunu sıkılmadan saatlerce konuşur, kendinden geçerdi. Konuştuğu konunun kendisiyle alakalı olmasına da gerek yoktu. Bambaşka insanların aşk hayatı bile onun ilgi alanındaydı.


"Gelmedi sanırım. İçeri gidemedim ki." Aslında yengem içeride kendilerinin yanında durmam gerektiğini, misafirlerin beni sorup durduğunu söylemişti ama asıl niyetin bu olmadığını çok iyi biliyordum. Gündemin ışık hızında bana döneceğini bildiğimden mutfakta tabak hazırlamayı bir kaçış yolu olarak görmüştüm.


"İlahi Elif!" dedi tam o sırada iti an çomağı hazırla misali yengem. "Kız sen daha burada uğraşıyor musun? Geçsene içeri, bir sürü insan var."


"Hiç gerek yok yenge." Dedim kafamı önümdeki tabaklardan kaldırmadan.


"Aaaa!" dedi abartılı hem de epey abartılı bir şaşırmayla. "Nasıl gerek yok. Sen bu evin kızı değil misin?"


"Öyle miyim?" Yüzümdeki yalan şaşırmayı görmüştü de oralı olmamayı seçmişti. Zira şu anki tavrı gerçeklikten çok ama çok uzaktı. Leyla'yla kesişti anında bakışlarımız.


"Zaten kayınvaliden de gelmemiş. Aşk olsun Elif davet etmedin mi onları? Bir Ümmü hanım kalkmış gelmiş." İşte yengemin karın ağrısı da buydu. Zira buraya bu kadar insan ne için toplanmış, ben neden kıyı köşe kaçıyorum onun umurunda falan değildi. O yine kendini ortada bulacak bir şey olmadığından şikayetçiydi. "Gerçi biz haber yolladıydık onlara ama."


"Tüh!" dedim ona bakmadan. "Gelselermiş di mi keşke."


"Ee yani Elif. Soru mu şimdi bu? Koskoca İzollar. Bir de dünür."


"Bak sen şu Allah'ın işine." dedi bu sefer de Leyla. "Halbuki normal normal gelmelilerdi ama." Yengem imaları fark edince memnuniyetsiz bakışlar atıp homurdanmıştı ağzının içinde.


"Hadi hadi bakın işinize." Siyah şalını savurup çıkmıştı mutfaktan. Keyfi bir tık bozuktu çok sevgili dünürleri gelmediği için. Eh oturup ağlayabilirdi haline. Ne yapalım.


"İçeride şu an asayiş berkemal." Elindeki boş tepsiyi masanın üzerine bırakan Şilan derin derin solumuştu. Geldiğimden beri bir dakika oturmadan koşturuyordu misafirlere.


"Size bir şey diyeceğim." Dedim sesimi alçaltıp. Çünkü arkada Meryem vardı ve duymasını istemiyordum. Kendisi bu evde ve civarda yengemin kulağı olurdu da. Leyla ve Şilan'ın şüpheli bakışları birbirine dönerken ikisini de kolundan yanıma çektim.


"Kuzucuğum? Kamer?"


"Korkulacak bir şey yok." Diye ekledim en baştan. Çünkü Leyla'nın bakışlarını muazzam bir korku bürümüştü saniyeler içinde. "Güzel bir şey hatta."


"Çatlatmasana insanı Elif. Taksit taksit söyleme."


"Ben..." derin bir nefes aldım. "Bugün buraya gelmeden bir yere uğradım."


"Nereye kuzucuğum? Ay Elif aklımı alacaksın sen benim." Bir elini yelpaze yapmaya başladı Leyla.


"Dershaneye."


"Dershane mi?" İkisi de eko yaparken gülümseyerek kafamı salladım.


"Evet. Dershaneye uğradım. Yarın üniversite hazırlık derslerine başlıyorum."


"Bir dakika bir dakika..." Leyla heyecanla durdurmuştu beni. "Ben doğru mu duydum? Sen şimdi üniversiteye hazırlanacaksın ve dershaneye başlıyorsun?"


"Evet. Kaldığım yerden devam edeceğim." Gözlerimin önüne tekrar yaşlar gelirken ikisi de hızla dolayıvermişti kollarını bana.


"Elif bu çok güzel bir haber." Dedi saniyesinde ağlamaya başlayan Leyla. Muslukları epey gevşekti kendisinin.


"Nasıl oldu bu? Nasıl başlıyorsun?"


"Şimdi şöyle... Hesapta yoktu hiç. Aslında haberim de yoktu. Sabah bir anda bir mesaj geldi telefonuma. Her şey ayarlanmış."


"Böyle sürpriz gibi mi oldu yani? Kim yapmış peki bunu Elif?" Hafifçe yutkundum Leyla'nın sorusuna.


"O." Dedim yavaşça.


"O mu? O kim?"


"O işte. Başka kim var."


"Baran mı?" dedi Şilan. Şaşkınlıkla açılmıştı bakışları. Bir birbirlerine bir de bana çevrildi şaşkın bakışları. Ben kafamı 'evet' der gibi sallayınca da yüzlerindeki şaşkınlık ifadesi daha da büyüdü.


"Böyle çat diye. Bir anda?" Leyla inanmak istemiyor gibiydi. Hem olabildiğince kendisine zıt gidiyor zerre haz etmiyordu. Dakikalarca sormuştu bundan sonra da. 'Neden, niye, nasıl, nereden çıkmış, ne olmuş.' Merakında haklıydı da.


"Valla bilmiyorum kızlar. Nereden çıktı bilmiyorum." Bilmiyordum gerçekten de. İnanın ki bilmiyordum ama bu benim hayatta istediğim en büyük şeylerden biriydi. Benim taa çocukluğumda abim ve babama verdiğim bir söz vardı.


"Ay bunun ne işi var burada?" Beni sorularla sıkıştırırlarken Şilan'ın gözü dışarı kaymıştı. 'Ne işi var burada' diye bahsettiği de Ahmet'ti. Şimdi avluda masadaki misafirlerle sohbet ediyordu.


"Ümmü halayı o getirmişti." Dedim imalı bakışlarımı Leyla'ya çevirip. Şilan'dan habersiz Şilan'ın dedikodusunu az biraz yapmıştık onunla. Gerçi buna dedikodu denmezdi. Ben Leyla'ya gidip Ahmet'in Şilan'dan hoşlanıyor olabileceğini söylemiştim sadece. Leyla dünden razıydı bu ilişkiye. Zaten o onay verdiyse bu iş tamamdır demekti.


"Elif abla-" dedi Azad yine umutsuzca bana doğru ama bu sefer de Gülnur abla eline tepsi tutuşturuvermişti. Çocuğun diyecekleri hep kursağında kalıyordu.


"Sen gelsene benimle ya Şilan." Diye olaya el attı Leyla. Onu kolundan tuttuğu gibi dışarı sürüklemeye başladı. "Ya dışarıda bir şey göstermem lazım sana."


Gülerek bakıyordum arkalarından ama kafamda ona nasıl teşekkür edeceğim dönüyordu. Leyla'nın laf arasında 'istersen çelenk yaptır adama' sözü bile mantıklı gelmişti bir ara. 'Yok' dedim sonra kendi kendime. Basit bir şey olmalıydı. Basit ve küçük.


🔥


"Elif kızım sen niye yoruyorsun kendini? Canın ne istediyse deseydin ya ben ya Ruken yapıverirdik." Fatma abla mutfağa girdiğimden beri peşimden bir adım ayrılmamıştı.


"He vallah Elif abla. Desen ya sen bize ne istersin."


"Siz şimdi mutfaktan çıkın olur mu?" dedim kafamı buzdolabından geri çekip. İkisi de şaşkınca göz kırpıştırmışlardı. Burası onların alanıydı ve ben onlara git diyordum ama bu sefer tek başıma kimsenin yardımı olmadan hazırlamak istiyordum.


"Ama Elif kızım..." diye mırıldandı Fatma abla.


"Çok uzun sürmez zaten. Ama yaparken etrafımda kimse olsun istemiyorum. Siz gidin dinlenin. Ben toparlar çıkarım buraları."


"Olur mu öyle? Sen kendini yorma diye şey ettiydim ben."


"Sağol Fatma sultan ama ben kendim yapacağım. Hadi gidin siz. Bir kahve için şöyle dışarıda. Dinlenin." İkisi de birbirine baka baka dışarı çıkmışlardı. Ben de geri buzdolabına dönüp malzemeleri çıkarttım tek tek tezgahın üzerine.


Saçlarımı sıkı sıkı tepeden topuz yaptım çalışırken bana engel olmasınlar diye.


Fatma ablanın pembeli morlu önlüğünü geçirdim üzerime. Eldivenleri de taktım.


"Hadi bakalım Elif." Dedim kendi kendime. Epeydir yapmıyordum bu tarifi. Bizim evde hep annem yapardı. Ben de o yaparken kedi gibi karşısında onu izlerdim dikkatle. Püf noktalarını anlatırdı. 'Çok basit ama dikkat etmezsen bir de özenmezsen hiç güzel olmaz' derdi. Bir de babamın bunu çok sevdiğini eklerdi. Ben de biliyordum babamın bunu çok sevdiğini. O yüzden evimizin mutfağı gün aşırı bu kekin kokusuyla dolup taşardı.


Derin bir nefes aldım. Bir kaba üç yumurta kırdım ve bir su bardağı şekeri ekledim. Çırptım çırptım ve köpürene kadar daha da çırptım. Bu sırada kafamdaki Nil Karaibrahimgil'i susturmam da gerekmişti çünkü dikkatimi dağıtıyordu.


Vanilyayı ekledim, sırayla sütü, sıvı yağı, kakaoyu ve çikolata kremasını da koyup daha da çırptım. Kabartma tozu ve unu da ekleyip iyice kıvamlaşmasını sağladım. O kenarda beklerken kek kalıbını yağladım. İçine boşalttıktan sonra da fırına verdim.


Fırından kokular yükselirken de bir yandan etrafımı toparlamaya başladım. Fatma abla ve Ruken'e kalsa asla toplama derlerdi ama onların işi zaten epey fazlaydı.


"Kokunun kaynağı burasıymış!" dedi ben lavaboda ellerimi yıkarken Dilan. "Of of of! Ne pişiyor yarabbim burada!"


"Kek." Dedim ona gülümseyerek.


"Ya yemin ederim tüm konağı bir sardı şunun kokusu anlatamam sana yenge!" Hemen arkasından Seyhan da girmişti havayı koklaya koklaya. "Gel ikizim gel. Burasıymış o mükemmel kokunun kaynağı."


"Pişince keseyim size de."


"Sen mi yaptın yenge?" Seyhan fırının önüne tünemişti.


"Evet."


"Vay vay vay!" Dilan koluma güçlü bir sille vurdu. Sendeleyip gitmiştim. Epey güçlü bir eli vardı. Acaba Seyhan her gün onun vurmasıyla nasıl baş ediyordu?


"Kendimi şu anda anasınıfında beslenme bekleyen bebeler gibi hissediyorum." Dedi Seyhan. Mutfak masasının bir ucuna oturmuş eline aldığı çatalla benim fırından çıkardığım keki kesmemi izliyordu. Hemen yanındaki Dilan'ın ve Bircan ablanın da farkı yoktu kendisinden. Kokuyu alan mutfakta almıştı soluğu. Halbuki ben keke başlamadan kalkılmıştı akşam yemeği sofrasından. Bir dilimi kenara ayırdıktan sonra diğerlerini onların tabağına bölüştürmüştüm.


"Size afiyet olsun." Dedim ayırdığım dilimi elime alıp.


"Aa sen nereye Elif?" dedi Bircan abla. Kek pişene kadar o çay demlemişti. Bakışları elimdeki tabağa çevrildi.


"Geliyorum ben hemen." dedim gülümsemeye çalışıp.


"Yenge!" dedi Cihan. Yüksek sesle karşıma çıkınca korkutmuştu beni. "Kek yapmışsın!" Elimdeki tabağa uzanmak istedi ama geri çektim.


"Orada var. Oradan ye."


"Allah'ına kurban be!"


"Alt tarafı bir kek. Abartma Cihan." Gerisin geri hızlı adımlarla çıktım mutfaktan. Dikkatle tırmanmaya başladım taş basamakları.


Bakışlarım bir elimde tuttuğum çikolatalı kek olan tabaktaydı. Diğer elimde ise sabahtır cebimde duran üniversite hazırlık kursunun broşürü vardı.


"Basit bir teşekkür..." diye mırıldandım kendi kendime. Tabağı dikkatle tutuyordum taş basamakları tırmanırken.


Sabah telefonuma gelen mesajla yaşadığım şoktan ötürü birinin benimle ağır dalga geçtiğini düşünüyordum. Ta ki kendimi o kursun ofisinde ders çalışma programımı hazırlarken bulana kadar.


Altı yıl önce elimden zorla alınan hayallerime bugün telefonuma gelen o mesaj sayesinde dönüyordum. Abime, babama ve altı yaşındaki Kamer'e verdiğim sözü nihayet tutabilecektim.


Dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm vardı. Bir de içim içime sığmıyordu. Hayallerime giden yola bir adım atabilmiştim nihayet altı yıl sonra.


Çalışma odasının önüne geldiğimde elimdeki tabağı dikkatle kapının yanındaki konsola bırakıp hafifçe boğazımı temizledim.


"Sakin ol Elif..." dedim kendi kendime. "Sadece teşekkür edip çıkacaksın..."


Bakışlarım konsolun üzerindeki duran bir dilim kekteydi. Hayallerimin önünü açıp hayatımı defalarca kez kurtardığı için edeceğim küçücük bir teşekkürdü sadece. En azından bunu ona borçluydum. Yapmak zorunda değildi. Bunların hiçbirine bir zorunluluğu da yoktu. Ama yapmıştı. O yüzden küçük de olsa bir teşekkür şarttı.


Büktüğüm parmaklarımı kapıya yanaştırıp hafifçe çaldım ve beklemeden açtım. Ama elim kapı kolunun üzerinde kalıvermişti.


Dudaklarındaki tebessüm yavaşça solarken kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.


"Ben..." diyebildim sadece. Ne diyebilirdim bilmiyordum gördüğümün karşısında.


Berfin vardı içeride. Onun oturduğu koltuğun hemen yanı başında elleri onun gömleğinin yakasını kenara sıyırdığı omuzundaydı. Onların da bakışları dönmüştü bana.


"Kusura bakmayın..." diyebildim. Başka bir şey çıkamadı ağzımdan. Elimi hızla kapıdan çekerken şaşkın ve hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalıştım oradan. Kekleri bile akıl edememiştim. Utanmıştım da bir miktar.


Dikkatle ve yavaş yavaş tırmandığım merdivenleri paldır küldür indim geri.


"Elif?" adımlarım mutfağa yöneldiğinde hızlıca da çarpıvermiştim içeri yeni giren Ahmet'e. "İyi misin?"


"İyiyim." dedim sesimi normal tutup.


"Ben Baran'a bakacağım da." Bakışlarım elindeki çantasına çevrildi. "Israrla bugün hastaneye gelmedi. En azından bir ağrı kesici yapayım. Odada mı o?"


"Yok çalışma odasındalar." Yüzümdeki şaşkın ifadeyi gülümsememle gizlemeye çalıştım.


"Mehmet babam mı yanında?"


"Berfin var. İzninle." Niye alt kata inmiştim bilmiyorum. Şaşkınlığım nedendi onu da bilmiyorum. Gerisin geri çıktım bu sefer hızlıca basamakları. Kendimi hızla odaya atıp derin bir nefes almaya çalıştım.


"Bana ne canım?" dedim giyinme odasına girip. Elime geçen mavi tavşanlı pijamamı alıp üzerimdekileri çıkarmaya başladım. "Beni ilgilendirmez." Üzerimi haldır huldur değiştiriyordum bir yandan.


"Beni alakadar etmez." Dedim yatağa girip. Yorganı sertçe üzerime çekerken dizlerimi de karnıma çekip sıkıca kapadım gözlerimi.


Ne yapıyordu onlar dedi içimdeki meraklı ses. Gözlerim hızla açılıvermişti. "Bana ne canım ne yaptıkları?" dedim içimdeki sese. "Bizi ilgilendirmez."


Olabilir yine de normal mi? Diye yineledi sorusunu. Hışımla saçımdaki tokayı çekiştirdim. Belki kafa derim rahatlarsa içimdeki ses de susardı bilemiyorum. Yüzümü yastığa gömüp uyumaya çalıştım.


Bana neydi, beni alakadar etmezdi, umurumda da değildi. Hem sorgulamak bana da düşmezdi. Kim ne yapıyorsa yapabilirdi. Ben bu duvarlar arasındaki görünmez kişiydim. O yüzden de hem görmemeye hem de görünmemeye devam edebilirdim. Hiç sıkıntı yoktu. Şimdi uyumalı ve gördüğüm o saçma anı hafızamdan silmeliydim sadece.


Uyku çözerdi her şeyi.


Uyumak şarttı.


Ama çatalın tabağa patır kütür çarpma sesi yankılanıyordu kafamın içinde. Saçma senaryolarım saçma seslerle de destekleniyordu anlaşılan. Ama bir dakika dedim kendi kendime. Bu ses... Zihnimin içinde değildi. Odanın içindeydi.


Kafamı hızla yastıktan kaldırdığımda ise geri koltuğa oturmuş az önce aşağıda unuttuğum keki tıkınmakla meşgul olan onun görüntüsü karşıladı beni.


"Ne yapıyorsun?" dedim biraz şaşkın biraz da uyuyamamanın verdiği sinirle.


"Hiç sen ne yapıyorsun?" Ağzına büyük bir parça kek atmıştı.


"Uyumaya çalışıyorum ama senin gürültün pek yardımcı olmuyor buna."


"Acıkmışım..." diye mırıldanıp bir parça daha atmıştı ağzına. Tabi sofrada değildi. Hem o hem de Berfin ikisi de yoktu. Yemek yemeyip aç kalmaları normaldi. Ama bana neydi? Boğazında da kalabilirdi açlıktan öledebilirdi. Beni ilgilendirmezdi.


Ama o oralı olmadı. Aksine arka arkaya kek diliminden parçalar alıp yemeye devam etti hiçbir şey yokmuş gibi. Halbuki burada uyumaya çalışan biri vardı. Niye dikkat etmiyordu?


Baktım o ve onun gürültüsü beni uyutmayacak üzerimdeki yorganı kenara savurup kalktım yataktan. Belki temiz hava iyi gelirdi. İstikamet teras.


"Bekler misin?" dedi ben kapıya doğru adımlarken. Başımı omzumun üzerinden çevirip 'Ne var' gibisinden hafifçe salladım.


"Üstümü değiştirmeme yardım eder misin?" Bakışlarımdaki anlamsızlığa bakıp o da 'Ne var' dercesine hafifçe salladı kafasını. "Kolumu kaldıramıyorum." O öyle deyince bakışlarım deminden beri kullanmadığı sol koluna kaydı. Sabah Cihan garajda üzerine motor devirmişti. Dilan anıra anıra gülerek anlatmıştı bunu. Şirin'in hayatını nasıl etkilediğini ve şimdiden çevresine nasıl zarar verdiğini de eklemişti. Sonra Cihan abisinin nasıl dayak yemekten sıvıştığını anlatırken gözlerinden yaşlar gelmişti.


'Berfin gelsin' diyemedim. "Tamam." dedim geri dönüp. O tek eliyle gömleğinin düğmelerini çözmeye başladığında ben de giyinme odasına girip onun kullandığı taraftaki dolapların kapağını açtım. Açar açmaz yüzüme ferah bir koku çarpmıştı. Tüm eşyaları bir renk sırasına göre sıralıydı. Açıktan koyuya. Muazzam bir düzenlilik vardı. Ben kendime çok düzenliyim derdim bir de.


Elime siyah bir tişört ve siyah bir eşofman alıp geri döndüm odaya. O gömleğinin düğmelerini açmıştı bile. Sol omzundan gömleğinin sıyırmak isterken acıyla kasıldı yüzü.


"Yardım eder misin?" dedi yapamayınca.


"Edeyim..." diye mırıldanıp vardım yanına. Elimdekileri koltukta yanına bırakıp gömleği yavaşça sıyırdım. Omzu mosmor olmuştu. Yer yer kan da toplamıştı. Morluklar omzundan göğsüne ve sol kolunun dirseğine kadar uzanıyordu. "Şişmiş..." deyiverdim kendi kendime. Bir insanın bu şekilde durması da biraz şovdu bana kalırsa. Muhtemelen son derece ağrıyor olmalıydı. "Doktora neden gitmedin?"


"Kırık çıkık yok." Tek kaşımı kaldırırken 'sen ciddi misin' der gibi bir bakış attım.


"Röntgen misin yoksa?" Kafasını iki yana salladı. Tişörtünü alıp elimde topladım ve başından geçirdim. Sağ kolunu giymişti hızlıca da sol koluna gelince iş zorlaşmıştı biraz. Çünkü kolu şişmişti ve kaldıramıyordu. "Bence doktora gitmelisin."


"Gerek yok. Ahmet bir krem verdi. Yeter." Görünüşe göre yetmeyeceği belliydi ama. Çünkü bir tişörtü giyene kadar yüzü kasılabildiği kadar kasılmıştı. "Bir de buz koy dedi."


"İyi." Dedim geri çekilip. Kalanını kendi hallederdi artık. Saçlarımı geri atıp çıktım odadan.


Mutfağa indiğimde deminki kalabalık yoktu yerinde. Ortalık toplanmış herkes kendi odasına çekilmişti. Masanın üzerinde ise bir dilim kek kalmıştı. Küçücük bir dilim. O kadar şeyi yemişlerdi. Afiyet olsundu.


Masanın üzerindeki keklere öylece dalmışken arkamdan bir öksürük sesi duyuldu. "Elif?" dedi hemen ardımdan Maran. "Ne yapıyorsun burada?"


"Su içmeye indim." Dedim aklıma ilk gelen şeyle. "Sen?"


"İyi ben de dayımın yanındaydım. Beraber birkaç rapor vardı baktığımız. Gidiyorum şimdi. bizimkiler gitti sanırım."


"Sanırım." Dedim hafif bir omuz silkmeyle. Berfin gitmemiş de olabilirdi. Bilemiyorum. Zaten ne zaman gidip ne zaman geldikleri de belli değildi. Belki de hiçbiri gitmemişti.


Hafifçe gülümsedi hatta güldü de.


"Ne oldu?"


"Hiç. Pijamaların." Parmağıyla üzerimdeki tavşanlı pijamaları işaret etti.


"Ne olmuş pijamalarıma?" o öyle deyince bakışlarımı üzerime indirdim. Bir yerimde bir şey mi vardı.


"Yok bir şey olduğundan değil de. Çok sevimlilermiş." Pijamamın üstünü çekiştirdim. Ben severdim böyle şeyleri.


"Hadi ya." Diye mırıldandım. "Kek var tabakta yemek ister misin?" başımla masadaki keki işaret ettim.


"Yerim." Dedi geri bakışlarını masaya çevirip. "Yerim valla. O kadar zamandır dayımın yanındayım ki. Midem kazınmış." Arkasını dönüp sandalyeyi çekti ve oturdu. "Sen yemez misin?"


"Cık." Dedim kekten bakışlarımı çekmeden.


"Maran sen gitmedin mi daha?" O seslenince Maran'ın da benim de bakışlarım mutfak kapısına çevrilmişti.


"Yok." Dedi eline aldığı keki geri bırakan Maran. "Yeni bitti dayımla işimiz. Raporlara baktık. Yarın sen de bir göz atarsın." O da gelip tam onun karşısındaki sandalyeye oturmuştu. Elinde bir krem kutusu vardı. "Sen nasıl oldun? Omzun nasıl?"


"İyi." Uzanıp tabaktaki keki aldı ve tek lokmada ağzına attı. Maran da ben de onun keki tek lokmada yiyişine bakakalmıştık. Hatta Maran biraz şaşırmıştı da.


"Ahmet hastaneye gitmemek için ısrar ettiğini söyledi. Ne olur ne olm-"


"Omzuma krem sürülecek benim. Onu sürelim mi?" Bana dönmüştü.


"Olur..." dedim anlamaz bir şekilde.


"Hadi sana iyi geceler Maran. Yarın görüşürüz." Sandalyeyi geri itip kalktı ayağa ve bana doğru geldi. Elindeki krem kutusunu bana uzattı. Biraz şaşkın biraz da ne yaptığını anlamaz bir halde almıştım elime kutuyu.


🔥


Elimdeki peynir tabağını masaya bırakırken masanın etrafında dolaştım ve Dilan'ın yanındaki boş sandalyeye oturdum. Orası aslında Seyhan'ın yeriydi ama o gün sabah oraya oturasım gelmiş ve hiç düşünmeden onun yerine oturuvermiştim. Benim arkamdan içeri giren Seyhan şaşkın şaşkın bakmış ve bir şey diyemeden abisinin yanına yani benim hep oturduğum yere oturmak zorunda kalmıştı.


"Bugün kalan belgeleri de imzalarız. Hemen çalışmaya da başlarsın." Diyordu Mehmet ağa Murat abiye. Bircan ablanın dediği gerçek oluyordu. Nihayet aralarında günlerce süren hasret nihayet bitmiş artık Murat abi burada, Mardin'de çalışmaya başlayacaktı.


"Çok teşekkür ederim babacığım. Hakkınızı nasıl öderim bilmiyorum."


"Ne hakkı oğlum. Sen de bu ailenin bir parçasısın." Bu durumda en mutlu olan Bircan ablaydı. Sevinci gözlerinden okunuyordu.


"İyi oldu iyi." Dedi Gülsüm hanım keyifle. "O kadar uzak kalıyordunuz. Düzeniniz bozuluyordu hep."


"Merak etme anne." Dedi Bircan abla. "Murat bir işini oturtsun hemen ev de bakarız."


"Duymamış olayım." Dedi Mehmet ağa. "Burası ne güne duruyor?"


"Babanız haklı. Koskoca ev. Yaşar gideriz beraber."


"Olsun anne. Kalabalığız sonuçta. Hem kendi düzenimiz de olmalı öyle değil mi?" E haklıydı şimdi Bircan abla. Düzen şarttı. insanın kendine ait bir düzeni ise kesin şarttı.


"Vallahi çocuklar siz iyisini bilirsiniz ama burası sizin eviniz."


"Yenge sen yemiyorsun hiçbir şey." Dilan elindeki kızarmış ekmek tabağını uzatmıştı bana doğru ama istemedim.


"Yok. Canım istemiyor." Sadece tabağımdaki peyniri bölüyordum gelişi güzel. İştahım zerre yoktu o sabah.


"Halamlar yok sanırım bu sabah. Berfin nerede?" dedi Bircan abla.


"Börek açıyordur evde." diye geçirdim aklımdan. Başka ne yapacaktı ki? Her gün sabah akşam demeden üşenmeden börek açıyordu. Yanımdan kıkırtı sesi yükseldi. Karşımdaki Cihan da gülüyordu. Kafamı önümden kaldırdığımda masadaki bakışların tamamı ise bendeydi.


"Dilan..." diye mırıldandım. "Ben demin onu dışımdan mı söyledim?"


"Doğru söze ne denir yenge." Küçük bir kahkaha atmıştı. Halbuki içimden geçirdim sanıyordum. "Vallah tercüman oldun içimden geçenlerin." Rezillikkkkk....


"Size afiyet olsun." Dedim masadan kalkıp. Daha fazla rezilliğe tahammülüm de sabrım da yoktu. Hem dershaneye gidiyordum bugün. Üniversite hayatıma giden yolda atacağım en büyük adımlardan biriydi bu. Daha doğru düzgün kimse bilmiyordu. Bilmemeleri de gayet iyiydi.


Çantamı alıp dışarıda beni bekleyen Gürsel'in yanına yürüdüm.


"Yenge buyur." Dedi önümden kapıyı açarken. Farklı bir mahcubiyet vardı üzerinde. Bir de çok hızlı davranmaya çalışıyordu.


"Teşekkür ederim." Diye mırıldandım arka koltuğa geçerken.


"Yenge?" dedi cılız bir sesle. Arabayı çalıştırmış konağın avlusundan çıkıyordu. Dikiz aynasından bana çevirmişti bakışlarını. "Allah senden razı olsun." Dedi bir anda.


"Ne için?"


"Şey... O gece.. Şey işte..."


"Bu aramızda bir sır." Dedim gülümseyip. "Ama bundan sonrasına karışamam. Dikkatli olmak zorundasınız."


"Söz yenge. Vallah billah söz bir daha dikkat edeceğiz. Seni de zorda koymayız. Allah senden razı olsun."


"Estağfurullah Gürsel. Ama dediğim gibi. Konağın bahçesi pek uygun bir yer değil."


"Söz vallahi bir daha öyle bir şey olmayacak. Söz." Güldüm sadece. Yirmili yaşların en başında ikisi de saf bir aşıktı. Seyhan nasıl içine kapanık biriyse Gürsel de o kadar saf niyetli bir çocuktu. Berraklığı yüzünden okunuyordu. Bir kere pek bir masumdu ikisi.


Yol boyunca 'söz, Allah razı olsun' diye diye sürmüştü arabayı. Durup durup teşekkür ediyordu. Bir de öyle korkuyordu ki.


"Tamam Gürsel." Dedim dershanenin önüne gelince. "Bir kere daha teşekkür edersen düşüp bayılacağım artık."


"Allah korusun yenge."


"Tamam git sen hadi."


"Yok yenge. Gidemem." Tam içeri girecekken dediğiyle durdum.


"Niyeymiş?" Tek kaşım havalanıvermişti.


"Yenge öyle talimat aldım. Yanından ayrılamam."


"Saçmalama Gürsel. Git bak işine. Tüm gün burada böyle bekleyecek misin?"


"Evet. İşim bu yenge." Kazık gibi dikilmişti karşıma. Ve ne desem de asla 'tamam' demeyecekti. Belliydi. Boşuna çabaladığımı anlayıp gerisin geri adım attım ama vazgeçip geri döndüm.


"Bari böyle kazık gibi durma burada. Birilerine açıklama yapmak zorunda kalmayayım sonra."


"Ayrılamam yenge."


"Bari kazık gibi bahçede bekleme." Etrafına bakındı. Kendince uygun görüp 'tamam' der gibi kafasını salladı. "Bu hep böyle mi olacak ya..." diye mırıldandım geri içeri girerken. Ne olursa olsun keyfimi bir şey bozamayacaktı bugün. Derin bir nefes aldım ve yeni başlangıcıma attım adımımı.


"Baba... Abi..." diye mırıldandım içerideki her basamağı içim kıpır kıpır çıkarken. "Size verdiğim sözü tutuyorum nihayet."


Derin derin soludum içerideki havayı. Altı yıl önce bıraktığım hissin aynısı ama biraz buruğu yerleşmişti içime. Hiç yapamayacağım, bir daha hiç bu havayı soluyamayacağım sanıyordum. Ama yanılmışım. İyi ki de yanılmışım...


🔥


"İyi geçti çok iyiydi." Telefonu omzumla kulağım arasında sıkıştırmış saçlarımı tarıyordum aynanın karşısında. Duştan çıkıp bir oturmuştum buraya Leyla'yla konuşa konuşa. Maşallah saçlarım bile kurumuştu. Leyla benden heyecanlıydı dershane konusunda.


"Yemin et kuzucuğum? Gerçekten iyiydi değil mi? Hocaların nasıl? Tanıştın mı hepsiyle? Peki ya sınıf? Kalabalık mı? Yaş ortalaması nasıl? Kızlar mı çok erkekler mi?"


"Leyla... sakin ol. Hocalarımın hepsiyle tanışamadım ama tanıştıkları gayet iyiydi. Sınıf da çok kalabalık değil. Zaten hep mezuna kalanlardan oluşturulan bir sınıf."


"Ay iyi bari. Kızlar nasıl güzel mi?"


"Ay Leyla ya." Saçlarımı elimle havalandırırken açılan kapıya çevrildi bakışlarım.


"Dedem..." dedi kapının önünde durup. "Yemeğe bekliyor."


"Tamam Leyla tamam. Ben seni sonra ararım." Dedim telefonu kapatıp. Bakışlarım kolundaki askıya takılmıştı. Sanırım nihayet hastaneye gitmişti. Bir şey demeden yerimden kalktım.


"Hastaneye gitmişsin." Dedim önümden yürürken.


"Gittim. Durmadı ki Ahmet. Başımı ağrıttı."


"Kırık çıkık var mıymış?"


"Yokmuş. Demiştim."


"Röntgen gibiymişsin." Diye mırıldanmama geri dönüp bir bakış atmıştı.


"Geçin geçin misafirimiz geldi." Bircan abla tam salonun önüne geldiğimizde elindeki büyük salata kasesiyle yetişmişti. "Sizi bekliyorlar."


O önde ben arkada girmiştik içeri.


"Geçmiş olsun Baran bey." Dedi o anda zihnime bir balyoz darbesi gibi inen ses. Adımlarım olduğum yerde kalıvermişti.


"Sağolun Kemal bey. Hoş geldiniz." Onun bedeni önümden çekilince bakışlarımız kesişmişti. Buradaydı. Burada, bu ailenin sofrasında. Yüzündeki gülümseme bakışları benimle kesişince yavaşça silinirken bir şey diyememişti.


Kemal buradaydı.


Geçmişimin bağı buradaydı.


🔥


B Ö L Ü M S O N U


Nasıl buldunuz bölümü??


Sizce ne olacak bundan sonra??


Kemal geldiiii, peki ne olacak?


Elif?


Baran?


Berfin?


Maran?


Sizi seviyorum Allah'a emanet olun ❤️


Yıldıza basın yeeaavruuum yorum yapııın guzuuuuum🖤


Loading...
0%