@seydnrgrsu
|
Merhaba hoşgeldiniz
Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın guzularım
Bölüm upuzun şerefine bol bol bol yorum okkeeey
🔥
Duvardaki saatte yelkovanın ilerleyişine bakıyordu amaçsızca Şilan. Saniyeleri saymayı bırakmıştı artık. Sıkılıyordu. Öyle çok sıkılıyordu ki bunu hangi kelimelerle nasıl anlatacağını bilmiyordu.
Hayatı belli bir rutin üzerindeydi. Erken kalk, ev işlerine yardım et, Ezo'ya bakıcılık yap, ev işlerine yardım et, Ezo'nun istediklerini yap, sıkıl, Ezo'ya yardım et...
Derin ve sıkıntıyla ofladı. Ezo'yu seviyordu. Bunu inkar edemezdi ama şu hamilelik sanki Ezo'ya değil daha çok ona zormuş gibiydi.
Onunla iyi vakit geçiriyordu, sohbet ediyordu ama yine de Elif'i özlüyordu. En azından onunla tartışmaları bile ayrı bir heyecanlı oluyordu. Elif'in öyle sakin göründüğüne bakmamalıydı kimse. Sessiz ve sakin görüntüsünün altında tam bir kaplan vardı. Böyle en beklenmedik anlarda indirirdi darbesini insana. Habersiz az yolunmamıştı saçı.
Leyla da gitmişti. O gittikten sonra koca konağın içinde kendi başına kalmıştı. Azad ve abisi sabah işe gidiyor, Emir de okula gidiyordu. Şilan ise yalnızlığıyla bir başına kalıyordu. Ama okula gitse ya da bir işi olsa bundan fena mı olurdu.
Annesinin 'nasılsa bugün yarın hayırlı bir kısmetin çıkar' sözlerinden ise kusası geliyordu. İstemiyordu. İstemediği ve kendilerinin uygun gördüğü biriyle de evlenmek istemiyordu. Belki de genel olarak evlenmek istemiyordu.
"Şilaaaan!" dedi o öyle amaçsızca duvardaki saati izlerken kapıda beliren Mesude. Hemen yanlarındaki evde oturuyordu. Kırklı yaşların sonunda, orta kilolu fazla cilveli bir kadındı Mesude. Mahalleli ona 'Radar Mesude' derdi. Elinden bir uçan bir de kaçan. O derece.
Görmediği olmazdı, işitmediği de. Kim kiminle nerede ne zaman ne yapmış hepsini bilirdi. Biri mi kaçmış tüm detaylar ondaydı. Birinin gizli saklı bir işi mi varmış artık gizli saklı değildi. Maşallah her yerde eli, kulağı, gözü falan vardı.
"Mesude abla..." diye yalandan gülümsemeyle mırıldanmıştı ona Şilan. Azıcık fazla güler yüze insanın götündeki donu alacak kadar sersemletirdi insanı çünkü.
"Annene geldiydim ben ama göremedim. Yok mu?" Bir de menopozu yakındı. Hava çok sıcak olmasa da o gün eline bir yelpaze almış nefes nefese atmıştı kendini sedirin üzerine.
"Komşuya kadar gittiydi. Gelir şimdi. Bir su ister misin?"
"Hele tam onu diyecektim ben de. Yandım kurudum bittim şurdan şuraya gelinceye kadar. Sen iki bardak su getir hele bana anca keser yangınımı." Onun yangını başka yerlerindeydi ya. Şilan gülmemek için kendini zor tutup mutfağa giderken seslenmişti tekrar arkasından. "Sen sürahiyi getir sürahiyi!"
Tam dört bardak suyu yuvarlamıştı Mesude ama susuzluğu geçmiş gibi de değildi. Durup durup mahalledeki dedikodulardan bahsediyordu bir de. İşte Kasap Hayri'nin kızı alt sokaktaki Demirci Necmi'nin oğluna yanıkmış, demir atölyesinde işi pişirirlerken Demirci Necmi'nin karısına yakalanmışlar. İşte Sütçü Veli'nin ikinci karısı köye anamın yanına gidiyorum diye gitmiş, gidiş o gidiş. Meğer altınları da alıp köydeki aşığıyla kaçmış. Foto Rasim borçları yüzünden dükkanı kapatmak üzereymiş, Kadıların oğlu Çöpçü Hamdi dördüncü karısını alacakmış.
Daha neler neler.
Yok yoktu kadında. Her soluklanışında yeni bir havadis veriyordu Şilan'a. Detayları annen gelince anlatırım diyordu bir de. Yani tüm bu anlattıkları fragmandı aslında.
Dinlemekten başka çaresi yoktu Şilan'ın. Oturduğu yerden her ayaklandığında eliyle geri oturtuyordu onu Mesude. O bir şey anlatıyorsa herkes dinlemek zorundaydı. Farzdı, vacipti her bişeydi.
"Evlerden ırak vallah. Adam sen belim ağrıyor diye git prostat çık. Amanıııın! Allah korusun!"
"Kimi?"
"Hatice canım."
"Hatice kim?"
"Kilimci Hayri'nin karısı."
"Kilimci Hayri kim?"
"İşte Düdük Abdullah'ın oğlu var ya. Çarşıda sinek avlayan kilimci. Evlerine temizliğe gelen kadınla yakalandıydı ya bir zamanlar. Artık Hatice nasıl beddua ettiyse..."
"Bunları bana niye anlatıyorsun Mesude abla?" demişti en son dayanamayıp. "Yani bana ne Hayri'den, karısından. Elalemin hastalığından bize ne çok ayıp ya."
"Amaaan." diye hafif bir sitem etmişti Mesude. "Başladım mı duramıyorum ben bu merete. Duyduğum her şeyi anlatasım geliyor." Elindeki yelpaze de yetmiyordu kendine. Boncuk boncuk terler vardı alnında. "Bilgi alışverişi hem bu kız fena mı?" Cilveli cilveli de kahkaha atıyordu. "Kız ikram edecek bir şeyinde mi yok? Ağzım kupkuru kaldı vallah."
İçinden tek kuruyan yerinin o olmadığını düşüne düşüne ayağa kalkıp bir bardak şerbet getirmişti Şilan ona. Gitsin diye de gözünün içine bakıyordu ama o annesini bekliyordu belli ki.
"Ben asıl buraya ne demeye geldim biliyor musun?" dedi şerbetinden bir yudum aldıktan sonra. Yüzü heyecanla parlayıvermişti kadının. 'Ay yine geliyor saçma bir bomba' diye geçirdi içinden Şilan. "Benim torunun kreşi var ya. Biliyorsun değil mi?"
"Ee ne olmuş?" Para veriyoruz diye dillendirip de dillendirmişti günlerce orayı Mesude. Abartmaya bayılırdı.
"Hani Develilerin kızı Zeyno vardı orada çalışan. Oyun ablası mıdır nedir?"
"Eee?" Nasıl bir saçmalama gelecekti acaba?
"İşte kocasının tayini çıkmış. Haftaya Sinop'a gidiyorlarmış."
"Allah yolunu açık etsin de? Anlamadım yani bunu neden anlattın şimdi?"
"Nedeni mi var kız sabırsız sıska. Oraya oyun ablası alacaklar Zeyno'nun yerine. Sen de lisede çocuk gelişimi okumadın mı?" Evet der gibi başını sallamıştı Şilan.
"Hah işte seni önerdim onlara. Gelsin bir görüşelim dediler. Onu demeye geldim buraya."
Sevinçle içine heyecan kıpırtıları dolmuştu Şilan'ın. Babası üniversiteye göndermedi diye içten içe hep kızardı. Çalıştırmıyor bu dört duvarın arasına tıkıyor diye de açık açık kızardı. Ama bu bir şanstı. Heyecanla yükselen omuzları babası aklına gelince de gerisin geri çöküvermişti. Biliyordu olmaz derdi babası. Ne gerek var laflarıyla sıkardı canını.
"Git bugün görüş. Vallahi başka insana gerek yok olursa dediler."
Ne diyeceğini bilememişti Şilan. Ona kalsa hemen 'tamamdı'. Ama babası vardı işin ucunda. Herkese her dediğini yaptıran babası.
'Bakalım' diye geçiştirdi Mesude'yi. Ama gidip görüşecekti de. Kafasına koymuştu.
"Şilan..." Uykudan yeni uyanan Ezo inmişti yanlarına. Hamileliğinin başından beri evin içinde sürekli uyuyan bir Ezo vardı. Nerede ve nasıl olduğu önemli değildi. Fırsat bulduğu her yerde hemen uykuya dalabiliyordu. "Benim ilaçlarımı aldırdın mı?"
"Haa evet senin ilaçların..." Kafasında ampuller yanmıştı bir anda. Dışarı çıkmasının bahanesi onun ilaçları olacaktı. "Ben şimdi hemen gidip alıp geliyorum." Olduğu yerden fırlarcasına kalkıp giderken 'Ben ne olacağım kız' diyen Mesude'ye el sallamıştı sadece.
İstikamet önce hastane sonra kreş olacaktı.
Hamileliği boyunca sürekli nazlanan Ezo'ya teşekkür edeceği hiç aklına gelmezdi.
Uçarak gelmişti hastaneye. İlaçları yazdırıp uçarak gidecekti kreşe.
Girişten sıra aldıktan sonra üst katın yolunu tuttu. Ezberlemişti artık buraları. Çünkü iki güne bir Ezo'nun bir şikayeti yüzünden soluğu hastanede alıyorlardı. Fazla nazlıydı. Hem de çok fazla. En ufak bir şeyde 'doktor, ambulans' diye ortalığı birbirine katıyordu. Abisi de fazlaca düşkündü zaten ona. Gerçi evlerinde kim düşkün değildi ki.
Olsun, bunların hiçbirine bugün üzülemeyecek, canını sıkmayacaktı. Koridorun sonundaki doktorun odasına gidecek, ilaçları alacak ve sonra uçarak kreşe varacaktı. Biliyordu babası 'olmaz' diyecekti ama 'gittim görüştüm' dedikten sonra yumuşayacağından da emindi.
Emin değildi...
Sıkıntıyla ofladı. Yetmedi pufladı. Hatta ağzından minik sinir çığlıkları çıkardı.
Elindeki küçük kağıda bakıp babasının tepkilerini düşünürken hızla döndü koridordaki köşeyi. Döner dönmez de çarpmıştı birine. O kadar dalgındı ki babasının zihninin içinde tekrarladığı sözlere.
"Allah yandım!" diye bir feryat yükselmişti o çarpar çarpmaz.
"Ayy..." diye korkuyla ellerini ağzına kapattı Şilan. Ahmet'ti bu. Elinde tuttuğu bir bardak sıcak kahve onun çarpması yüzünden üzerine boca olmuştu. Böyle boydan boya.
Acıyla ellerini sallayıp 'Yandım anam yandım ahey' çığlıkları atacaktı ki gördüğü yüzle tüm acısını, şaşkınlığını yutup sakin kalmaya çalıştı. Halbuki alt bölgelerinde feci bir haşlanma mevzusu vardı.
"Hay Allah..." dedi şaşkınca Şilan. "Böyle sen pat diye önüme çıkınca ben göremedim kusura bakma."
"Sorun yok iyiyim." Ağır yalancıydı Ahmet. İyi falan değildi. Haşlanmış patatesten halliceydi. Ama yiğitliğe bok sürdürecek miydi? Aslaaaaa...
"Ne yapsak üstünü de mahvettim hep..." Elini küçük siyah çantasına atıp peçete çıkardı alelacele Şilan. Uzanıp onun önlüğünü silmek istedi. Tuttu böyle ince narin parmaklarıyla Ahmet'in yakasını. Yüzü endişe ve korku karışımı garip bir hal almıştı.
Donakalmıştı Ahmet. Fazla yakınındaydı çünkü. Beline dökülen uzun dalgalı siyah saçlardan yumuşak bir koku çalındı burnuna. Nergis... Uzaktan izlemişti hep bu dalgalı saçları. Epey uzaktan. Yakınına gelebilmek içinse kırk takla atmıştı. Ama şimdi dibinde hem de fazla dibindeydi.
Asla çekingen biri olmamıştı hayatı boyunca. Hep sosyal, geniş bir arkadaş çevresi olan, girdiği her ortamla anlaşabilen biriydi. Öyle biriyle iletişim başlatırken ergenler gibi eli ayağı birbirine dolanmaz aksine gayet de iyi davranırdı.
Ama Şilan'ı her gördüğünde dokuzuncu sınıfta kızlar sınıfına düşmüş de dili boğazına kaçmış bir ergen gibi hissediyordu. Kalbi tam ağzının içinde atıyordu mesela şu an. Elleri terlemişti bile. Sempatik sinir sistemi epey hızlı çalışıyordu. 'Savaş ve Kaç' tepkileri veriyordu beyni ama o yerinden bile kımıldayacak halde değildi.
İlk defa düğünde görmüştü onu. Kanada'dan döndüğünün ertesinde Hüseyin dedesinin isteği üzerine abisinin düğününe gittiklerinde görmüştü. Kırmızı bir kaftan vardı üzerinde. Simsiyah gür saçları dalga dalga yayılmış omzundan beline. Sürekli gülüyordu. Bilmiyordu o zaman kim olduğunu. Ama tüm gece hayran hayran izlemişti onu.
İlk görüşte ne aşka ne de etkilenmeye inanırdı. Ona göre her şey beyin ve mantık çevresinde çalışırdı. Ama o gün beyni kendini kapatıp tüm işlevi kalbine teslim etmişti.
'Bir daha karşılaşmam' demişti. Bir daha görmem onu... Ama kader kardeşinin düğününde çıkarmıştı tekrar karşısına. Elif'in amcasının kızıydı. Ona fazlaca yakın. Konağa sık sık gelip giden...
Ama işler de yoğundu işte. Bu yüzden bir tık kızgındı mesleğine. Çünküsü üç gün aralıksız tuttuğu nöbetlerden ve sonrasında uyuyakalmasından evde adam akıllı vakit geçiremiyordu.
Ama görmek için her yolu denemeye hazırken Allah karşısına çıkarıvermişti onu. 'Temiz kalpliyim' demişti içinden. Belki de sabah yolda karşıdan karşıya geçmesine yardım ettiği teyzenin hayır duası vesile olmuştu buna.
Ne olursa olsun uzaktan da olsa görebilmek için fırsatlar kolladığı kız şimdi tam dibinde panikle önlüğünün önünü silmeye çalışıyordu.
'Dur desene oğlum kıza' diye haykırdı o anda beyni. Hayran hayran bakmayı bir anlığına kenara bırakmalıydı.
Kafasında Hint dizilerindeki beş dakikalık süren bakışmaların altındaki o garip müziklerden çalıyordu. Peki o nereden biliyordu bu müzikleri??
'Ah Ümmü hala ah' dedi içinden...
"Tamam tamam sorun yok." dedi onun panikle önlüğünü silmeye çalışan ellerini tutup. Ama kahvenin yakmasından daha çok yanmıştı şimdi iki ince narin el tarafından.
'Allahım bismillah' diyordu içinden Hürrem sultan misali.
"Nasıl yok baksana mahvettim üstünü. Gömleğin, pantolonun, önlüğün... Çok özür dilerim." Mahcubiyetle ışıldamıştı Şilan'ın koyu kahve hareleri. O iri bakışlarını Ahmet'e kaldırınca bir an tekledi Ahmet'in kalbi. Demek ki böyle şeyler kalbi tekletebiliyordu. Tıp literatürüne geçmeliydi bu. 'Bazen bir bakış kalp krizi geçirtebilir'
"Ne olacak sorun değil. Değiştiririz olur biter. Gerçekten."
"Vallahi ne diyeceğimi bilemiyorum. Gerçekten kusura bakma." Ne kadar tüm vücudu haşlanmış olsa da gülümsedi Ahmet. Hem de öyle saf saf, alık alık. Canı hiç yanmıyormuş gibi.
Oysa fazla hırçın bir yapısı vardı Şilan'ın. Elif'in vurulmasından sonra şahit olmuştu buna. İnsanların yakasına yapışıp hesap sormuştu tek tek. Sinirliydi. Hem de epey fazla.
Ama umurunda mıydı Ahmet'in. Onun sinirine kurban olurdu be o...
"Hep benim hatam. Dalgındım ben çok. Göremedim seni." İyi ki de görememişti. İyi ki de çarpmıştı ona. Yoksa bir daha nasıl konuşma fırsatı geçecekti eline...
"Hiç sorun değil. Gerçekten." Sorun vardı. Sorun onun saçlarından yayılan kokunun kendisini öldürebilecek kadar etkili olmasındaydı.
Tıp literatürüne bu da geçmeliydi. 'Bazen bir koku sizi öldürebilir.'
"Mahvettim hep. Ama önlüğünü alayım. Yıkayıp getiririm sana. Baksana hep kahve oldu." Olsundu. Onun canı sağolsundu. Ama iyi ki de olmuştu. Ne demişti o. Yıkayıp getiririm. Bir daha gelecekti kendisine. Bir daha...
"Yok ya..." dedi nazlanır bir edayla. Elini ensesine atıp utangaçça gülümsedi Ahmet. "Ne gerek var. Evde halledilir."
"Yok vallahi içime sinmez." Uzanıp önlüğünü çekiştirdi tekrar. "Benim hatam. Bırak telafi edeyim."
'Yok olmaz' diyordu ama içten içe de ısrarını sürdürsün diye dualar ediyordu Ahmet. Sürdürdü de ısrarını Şilan. Dayanamayıp verdi en nihayetinde Ahmet önlüğü.
"Biz de hiç normal karşılaşamıyoruz baksana. Hep çarpıyoruz bir yerlerde birbirimize." Öküz dediğini duyunca az biraz bozulmuştu Ahmet ama çaktırmadı.
"Kahve de borcum olsun." dedi mahcup mahcup Şilan. Ama ne yapsındı o gün kreş için fazla heyecanlıydı. Maruz görmelilerdi onu. Başka zaman olsa 'ne önüne bakmıyorsun öküz' der geçip giderdi ama o gün başkaydı. O gün iş sahibi olabilme ihtimali vardı.
"Olsun." Diye atıldı Ahmet hızlıca. "Yani benim sana olsun." diye düzeltti kendini. Tüm kahveler de kurban olurdu ona.
"Ben getiririm bunu sana yarın." Dedi Şilan eline aldığı önlüğü sıkıca tuttu ince parmakları arasında. Hızlıca geçip gitti yanından.
'Köşeyi dönerken bakarsa olur bu iş' dedi Ahmet salak bir totem yapıp. Bunu Cihan'dan duymuştu. 'Şirin için bana bakarsa olur bu iş dedim o baktı, oldu bu iş' demişti dün sabah.
Köşeye doğru yürüdü Şilan hızlı adımlarla. Bakacak gibi olmadı. 'Hadi be' diye umutsuzca omuzlarını düşürecekti lakin Şilan uzun saçlarını savurup kısa bir bakış attı omzunun üzerinden.
Yesler olsundu. Oleydi. Vuhuyduuu onun için.
Totem yaramıştı işe.
"Ulan salak aşık sike sürülecek aklın yok senin de aklına uyuyorum işte ama sana da hiç kızmayacağım bugün valla." Dedi Cihan'a ithafen kafasını tavana kaldırıp. Pantolonunun önünü tutup penguen misali paytak paytak attı adımlarını. Çünkü yanmıştı. Hem bir güzele yanmıştı hem de alt takımları yakmıştı.
"Ulan Cihan adamsın lan..." diye diye gitti odasına.
O sırada Şirin'i almak için bekleyen Cihan'ın ise sağ kulağı çınlamıştı. Epey de kuvvetli. Oysa hep sol kulağı çınlardı.
🔥
Filler... Hortumlular takımının filgiller familyasını oluşturan memeli canlılar. Yedi tona ulaşabilen genelde Asya ve Afrika çöllerinde yaşayan iri canlı...
Karada yaşayan en büyük hayvan fillerdir. Hafızlarının güçlü olmasıyla bilinirler. Gebelik süreleri iki yıldır. Genellikle kalabalık sürüler halinde yaşarlar.
Peki bu fil sürüsünün benim kafamın içinde ne işi vardı!!!!! Neden bir o yana bir bu yana yuvarlanıp canımı çıkarmaya teşebbüs ediyorlardı!!!! Defolup gitselerdi ya!!!!
Kazanlar çalıyordu kafamda, filler tepişiyordu. Kubat ise elindeki bağlamasıyla fillerin tam ortasında yatıyordu yerde.
Ne oluyordu bu aşşalık kafamın içinde haaa!!!
Elimi güçlükle başıma atarken fillerin sağa sola yuvarlanmasıyla birlikte ben de sendeledim olduğum yerde.
"Aşşalık filler..." diye mırıldanırken doğrulmaya çalıştığım yatağa tekrar düştüm. Böyle burnumun üzerine. Kafamın gömüldüğü yastıktan yüzümü çekmek içinse daha da debelenmem gerekti. "Hay senin gibi şeye... Sokayım ya..." Güç bela kafamı düştüğüm yastıktan çektim bu sefer.
Başımın her bir noktasında, her bir santiminde dehşetül vahşet bir ağrı, bir zonklama, bir batma hissi vardı. Sanki çakmaktaşlar devrinden Fred Çakmaktaş gelmiş ve kafamın içinde elindeki taşları sürte sürte alev çıkarıyordu. Öyle bir şey.
Ensemde toplanan ve oradan sırtıma bir yılan misali süzülen ağrıyı ise anlatamazdım size. Yoktu böyle bir şey. Kelimelerim o ağrıyı, o zonklamayı tarif etmeye maalesef yetersiz kalıyorlardı.
Zoraki bir şekilde ellerimi yatağa bastırıp kalkmak için yeniden debelendim ama başımdaki ağrı şimşek çakar gibi tekrar çakınca acı bir inleme koptu dudaklarımdan.
"Ulan sizin gibi fillere..." dedim kafamın içinde tangur tungur yuvarlanan fillere doğru bir elimi savurmaya çalışıp. Zar zor doğrulurken diğer elimle kafamı sabit tutmaya çalıştım. Her nedense kafam o kadar ağırdı ki sanırsınız elli kilo. Zaten ben elli kilo bir insandım. Tüm kilom yoksa kafamda mı toplanmıştı???
Kafamı nihayet sabit tutabildiğimde dizlerimin üzerinde doğruldum. Derin bir nefes alıp kendime gelmeye niyetlenmiştim ki tekrar sendeleyince el yordamıyla yatağın başlığına tutundum. Birbirine yapışmış, girmiş, bütünleşmiş kirpiklerimi parmaklarımla zorlayıp açabildim. Gözlerime dolan güneş ışıklarıyla birlikte başımdaki ağrı daha da kuvvetlenirken zorladıkça zorladım görüşümü netleştirebilmek için.
Ama görüntü netleşmek yerine başımdaki arıyla birlikte bulandıkça bulandı, bulandıkça bulandı. Gözlerimi hızlı hızlı açıp kapatıp görmeye çalıştım. Nihayet görüşüm netleştiğinde de başımdaki ağrı bir sızı olup gözlerime doldu.
"Allahım..." diye mırıldanırken zar zor indim üzerine nasıl gelip çıktığımı, yattığımı bilmediğim yataktan. Umudumuz Şaban filmindeki Şaban gibi sorguluyordum o yatağa nasıl, ne zaman, niçin çıktığımı. Öyle tuhaf bir şey vardı ki üzerimde hayatımda daha önce hiç böyle olmamış hatta hissetmemiştim. Yatağa tekrar zar zor tutunurken bulanıklığı zar zor geçen bakışlarımı kaldırdığımda bakışlarım yatağın tam ayak ucundaki gri koltukta yatan onu buldu.
Yüzüstü bir şekilde koltuğa sere serpe uzanmış sanki hiç uyumamış gibi derin bir şekilde uyuyordu. Gri koltuk onun dev cüssesine dar geldiğinden bacaklarının yarısı dışarıda kalmıştı. Kafası hafifçe koltuktan yana sarkmıştı.
Benim paldır küldür sesli kalkışım kulağına gitmiş olacak ki homurdanarak diğer tarafına döndü. Dönerken de koltuktan sarkan eli yerdeki gömleğine çarptı. Bakışlarım onda donup kalmıştı ta ki içimde tuhaf bir hareketlilik kopana kadar. Midemden yukarı kopan gümbürtüyle güçlü bir öğürme hissiyle ellerimi ağzıma kapatıp yalpalayarak lavaboya koştum.
Daha doğrusu koşmaya çalıştım.
Paldır küldür mü dersiniz yoksa pata küte mi bilmem ama son anda kendimi klozete atabilmiş ve içimde ne var ne yoksa kusabilmiştim. Sanki içim dışıma çıkıyordu ve ben oracıkta can veriverecektim.
Artık daha fazla kusamayacağımı fark ettiğimde ise yuvarlana yuvarlana da olsa lavaboya kalkıp yüzüme soğuk su çarptım ardı arkasınca.
"Öldüm mü acaba..." diye mırıldandım ellerimle zar zor lavaboya tutunup. Çünkü başka bir açıklaması olamazdı bu yaşadığımın. Ben daha önce hiç böyle kusmamış, hiç böyle olmamıştım. Resmen karnımın, midemin içi acıyordu. Belki de insanın ruhu böyle çekiliyordu.
"Allah'ım ne oldu bana böyle?"
Ama asıl ölünün aynadaki aksim olduğunu anlamam ise bir beş dakika kadar anca sürmüştü. Çünkü tam karşımdaki yansıma bana değil de bir ölüye ait olmalıydı. Bunun başka türlü bir açıklaması olamazdı.
Peki neyin açıklaması var acaba diye atladı içimdeki ses. Onun sesi bile bir garip geliyordu bugün. Neyin açıklaması vardı bilmiyorum ama aynadaki aksimin tek açıklaması yaşayan bir ölü olduğum olabilirdi. Çünkü karşımdaki yansımanın suratı sapsarı, dudakları ise kıpkırmızıydı. Gözlerinin altında ise çenesine kadar bir yol kurmuş ince siyah lekeler vardı. Parmaklarımla o lekelere dokunduğumda bunun dün gece kirpiklerime öylesine sürdüğüm rimelin aşşalık izleri olduğunu anlamam çok fazla uzun sürmedi. Ama küçük bir 'ah' kaçtı dudaklarımdan alt dudağımdaki küçük şişliğe dokununca. Sanki yanlışlıkla ısırmışım gibi acıyordu mübarek.
Yüzüme biraz daha soğuk su çarpıp üzerimdeki bu garip etkiyi azaltmaya tabiri caizse ayılmaya çalıştım. Gözlerimin altındaki rimel lekelerini temizledim. Giyinme odasına girip üzerimdeki leş gibi olmuş krem elbiseden kurtulmaya çalıştım.
Ama sadece çalıştım çünkü midem tekrar ayaklanınca kendimi lavaboya atmak zorunda kaldım.
Nihayet üzerime bol beyaz bir tişört ve elime geçen ilk kot pantolonu geçirdiğimde kötünün iyisi bir hal almıştım. Gidip midem için kendime bir hal çaresi bulmak zorundaydım. Yalpalaya yalpalaya odadan çıkarken o ise hâlâ aynı şekilde gri koltuğun üzerinde öylece uyuyordu. Ben olsam bu gürültüye çoktan uyanırdım. Gören de akşamdan kalma sanırdı onu.
Mutfağa indiğimde garip bakışlar çevrilmişti bir anda üzerime. Ümmü hala, Bircan abla, Fatma abla ve Ruken ellerindeki biberlere hazırladıkları içi doldurmakla meşguldüler.
"Elif kızım?" dedi ben daha kapıdan adımımı atar atmaz Ümmü hala. Fal taşı gibi açılmış bakışları tepeden tırnağa süzmüştü beni.
"Çekil kız." dedi omzuma çarpıp içeri elindeki büyük tepsiyle giren Rojbin hanım. Hemen arkasından bir başka tepsiyle Berfin girmişti ama onların da şaşkın bakışları beni buldu.
"Elif iyi misin canım?" Elini önündeki peçeteye silen Bircan abla ayaklanıp yanıma geldi. "Suratın kireç gibi. Hasta mısın?"
Kafamı iki yana sallamaya çalıştım 'hayır' der gibi. Hasta değildim ama midem felaketti. Sanki içinde bir şeyler kaynıyordu. Hele başım. İçinde kazanlar çalıyordu. Filler ise artık sağolsun yuvarlanmayı kesmişler ama ağırlıklarıyla başımı ağrıtıyorlardı. Peki kafamdaki Kubat ne alakaydı!!!!!!!
"Yok yok iyi değil bu kız." dedi Ümmü hala da Bircan abla gibi elindeki işi bırakıp. Yanıma gelip elinin tersini alnıma koydu. "Ateşi de yok ama."
"Ben..." diyecek oldum. Tek isteğim bir bardacık su ve bir ağrı kesiciydi. Midem tekrar hareketlenmeye başladı.
"İşimiz çok. Gidip Fidanları göreceğiz." Rojbin hanım ise kendi dalgasındaydı. Garip bakışlarıyla garip garip süzdü beni.
"Baranla sen kahvaltıya da inmediniz. Bir şeyler hazırlasınlar hemen." Bircan abla hafifçe yanağımı okşamıştı.
"Baran kahvaltı yapmadı mı?" dedi geriden Berfin'in sesi.
"Börek yaptı Berfin ona sıcak sıcak yesin." dedi Rojbin hanım bu sefer de. Hatta masanın üzerine koyduğu ve demin zar zor taşıdığı tepsinin üzerindeki örtüyü açtı.
Açmaz olaydı.
O örtüyü açar açmaz sıcak böreğin kokusu doldu burnuma. Tabi midem de ağzıma doğru olan hareketini hızlandırdı bu sayede.
"Ben hemen bir şeyler hazırlayayım size Elif abla." dedi Ruken ama benim gözüm hiçbir şey görmez oldu burnuma dolan koku yüzünden. Ellerimi güç bela ağzıma atarken mutfağın yanındaki lavaboya koştum öğüre öğüre.
Kustum. Halbuki içimde bir şey de yoktu ama var gücümle öğüre öğüre kustum. Kapattığım kapı yumruklanıyordu Ümmü hala ve Bircan abla tarafından. Bir yandan da adımı sesleniyorlardı ama bakacak halde değildim. Kusabildiğim kadar kustum.
................................................................
O gün konakta kahvaltıdan sonra hummalı bir şekilde yemek hazırlamaya girişmişlerdi tüm ev halkı. O yüzden her gün oturulandan daha erken oturulmuştu kahvaltı sofrasına. Hızlı bir kahvaltı hemen sonrasında Fidan hanım ve ailesine maalesef yapılamayan nişan için konuşulmaya gidilecekti.
Nişan mühimdi. Es kaza birkaç gün önce Mehmet ağanın başına gelenler olmasa muhtemelen iki aile oturmuş düğün gününü bile konuşuyor olabilirdi. Çünkü yapılacak bu evlilikte nedense her şey olabildiğince hızlı ilerliyordu. Hızlıca isteme olmuş, hızlıca nişan kararı alınmıştı zaten. Muhtemelen de bir aya kadar düğün planlanırdı. Ama işler planlandığı gibi gitmemişti bir türlü.
Cihan, babasının başına gelenlere mi üzülsün yoksa kendi başına gelenlere mi üzülsün bir türlü karar da veremiyordu. Bu nişan için o kadar hazırlamış o kadar hazırlamıştı ki kendini. Heyecanı ise görülmeye değerdi. Resmen günlerdir hem konakta hem şirkette hem de diğer yerlerde ayakları yere değmeden gezmişti. Bir kazayla tüm heyecanı da hayalleri de suyun dibini boylayıvermişti. Ama kendini teselli edecek tek bir şeyi vardı: Babası hayattaydı ve gayet sağlıklıydı. Yatıp kalkıp şükür etmekten başka çaresi yoktu.
Nişan her türlü yapılırdı ne de olsa. Ona kalsa nişanla bile uğraşmayacak hemen bir düğünle çözecekti bu işi. Hatta sadece bir nikah bile yeterdi. Çünkü o derece aşık ve o derece sabırsızdı. Ama Şirin tutturmuştu bir kere nişan olacak diye. Hem de dillere destan bir nişan istiyordu. Günlerce insanlara anlatılacak bir nişan. 'İzolların biricik oğlu ve gelininin nişanı' denmeliydi. Öyle demişti Cihan'a. Tabi Cihan da kıyamıyordu sevdiğine. Tüm nişanlar ona feda olabilirdi. Dillere destan bir nişan elbette şarttı. Zaten hangi dediğini ikiletmişti de bunu ikiletecekti.
İşte o yüzden İzol konağında mesai erken başlamıştı. Herkes sabahın köründe ayağa dikilmiş, hızlı bir kahvaltı yapılmış ve Şirin'in ailesine götürülmek üzere yemek hazırlama işine girişilmişti.
Sabah namazını kılan Ümmü hala abisinin sağlığına şükür niyetiyle bir kez Yasin-i Şerif okumuş arkasından dualarını sıralamıştı. İşte ailesi huzurlu olsun, oğlu vatanına milletine bağlı merhametli biri olsun, Bircan kızına Allah bir bebek nasip etsin, Elif kızının yüzü hep gülsün ve Baran'la bir çocukları olsun, ikizler istedikleri okulları kazansın ve daha neler neler.
Bu dua sıralaması onun her sabah yaptığı bir sıralamaydı. Ailedeki herkese kurban olan Ümmü hala herkes için daima dilinde dualarla gezerdi. Ama şu sıralar en çok Elif için dua ediyordu. Bu eve geldiğinden beri yüzü gülsün diye ettiği dualar biraz olsun kabul olmuş, yüzüne renk geldiğini gördükçe şükür eder olmuştu. Şimdi de hayırlısıyla bir bebek sahibi olsunlar diye dua ediyordu sabah akşam.
Elif mutfağın yanındaki lavaboda içi dışına çıkarcasına kusarken tek dediği de şu olmuştu: Ben ne mübarek bir kadınım.
"Vallahi ettiğim dualar kabul oldu." diye çevirmişti yönünü. Elif dakikalarca kustuktan sonra fırlayıp çıkmıştı önlerinden yukarı.
"Yine ne duası ettin de kabul oldu acaba teyze?" demişti gülerek tepsideki peynirli börekleri bölen Berfin. "Teyzem de anca bir şeylere dua ediyor. Azıcık bize de etse ne güzel olacak."
"Sana hep ediyorum be güzel kızım. Allah akıl fikir versin diyorum durmadan." O sabah yeğeninin hadsiz dalgalarına bile takılacak halde değildi. İçi içine sığmaz olmuştu çünkü. Berfin'in içine içine homurdanmalarına ise gülerek baktı. "Vallahi de billahi de Allah'ım dualarımı kabul etti!" Ellerini havaya kaldırıp yüksek sesle tekrar güldü.
"Kız Berfin'in dediği gibi ne duası ettin yine?" dedi bu kez ablası.
"Eee bundan sonra bu konak cıvıltılarla inleyecek."
"Bizim konak hep cıvıl cıvıl zaten." dedi Bircan az biraz şaşırmış bir halde. Öyleydi. Bu konak kendini bildi bileli hep sesli ve cıvıl cıvıl olmuştu.
"Bakma sen teyzeme Bircan abla. İkizlerin kavgası yok ya bu sabah ondan sessiz geldi konak ona. Ben şu kestiğim böreği Baran'a götüreyim." Tabağa koyduğu iki büyük dilim sıcak böreği aldı eline Berfin. Sabahın köründe kalkıp özene özene açmıştı böreklerini.
"Kız ben onu mu diyorum?" dedi esef dolu sesiyle Ümmü hala. "Bebek sesinden bahsediyorum. Bebek cıvıltısı diyorum." Yüzünde 'nasıl anlamazsınız' der gibi bir ifade vardı.
"Ne bebeği sabah sabah sen de?" Rojbin hanımın sesi ise kardeşinin aksine aksiliklerle doluydu. Tek derdi Fidan hanım ve ailesine mükemmel yemeklerin hazırlanmasıydı. Bu konu onun için öyle mühimdi ki.
"Elif'le Baran'ın bebeği canım!"
"Ne!" İlk tepki Berfin'den gelmişti. Tam mutfak kapısından çıkacakken teyzesinin dediğiyle döndü geri. "Ne bebeği!"
"Hamile bu kız. Yahu hiç mi anlamadınız kaç gündür?"
"Anne teyzem ne diyor?" Sesine bir anda ağlamaklı bir tını eklenmişti Berfin'in.
"Ben de bilmiyorum sabah sabah. Ne der senin ağzın Ümmü? Nereden çıktı bu Allah'ın aşkına!"
"Ne demek nereden çıktı canım? Yumurtadan olmadığı kesin. Hamile işte." Sesindeki neşeye keyife diyecek yoktu Ümmü halanın.
"Olmaz öyle şey! Ne hamileliği! Görmediniz mi odasından kutu kutu çıkan hapları! Uydurma bir yerlerinden!"
"Haplar benim değil dedi ama."
"Siz de inandınız mı buna Allah aşkına? Bu kız bu eve zorla geldi! Baran da zerre yüzüne bakmıyor! Bir de koynuna mı alacak! Ne bebeği! Var git işine!" Elindeki tepsiyi çarparcasına bırakmıştı masaya. Zerre hoşuna gitmemişti bu durum. Ama 'acaba' demekten de kendini alamamıştı. Olabilir miydi? Gerçekten o kız hamile olabilir miydi?
Olmamalıydı! Olamazdı! Aklındaki şeylere uyan bir durum değildi bu.
"Vallahi ben gördüğümü bilir söylerim. Bu kız günlerdir ortada beti benzi atık, başım dönüyor diye dolaşmıyor mu?" Soran bakışlarını Bircan'a çevirdi aniden Ümmü hala. Şaşkınca kafasını salladı Bircan da. "Hatta içim almıyor, midem almıyor demiyor mu çoğu şeye?"
"Diyor valla hala."
"Peki ya günlerdir ekşi şeyler aşermiyor mu? Kendiniz gördünüz geçen gün nasıl iki kilodan fazla limonu canım çok çekti diye yediğini."
"Vallahi Ümmü hanımım doğru der. Kaç gündür evdeki limonları bir tek Elif kızım yiyor." Fatma abla şaşkınca günlerdir odaya limon taşıyan Elif'in halini hatırlayınca onaylamıştı onu.
"Bak gördünüz. Hamile. Yanakları bile al aldı kaç gündür. Gözüne fer gelmiş zaten."
"Yoktur öyle şey." Kestirip atmak istemişti Rojbin hanım ama karşısında bu duruma kesin gözlerle bakan insanları görünce kafasına doluşan soru işaretleriyle bakakalmıştı. ihtimali, olasılığı bile kötüydü.
"Ben Elif'in yanına çıkıyorum. Test yapsın!" Gözleri dolu dolu olan Bircan heyecanla mutfaktan üst kata koşmuştu. Koşarken de içeri girmek üzere olan annesi ve Dilan'a çarptığını bile umursamamıştı.
"Ne oluyor Allah aşkına sabah sabah?" Şaşkınlıkla gözleri açılan Gülsüm hanım kızının kendisine çarpmasıyla savrulan şalını omzundan geri savururken öylece bakmıştı arkasından.
"Ne olacak abla babaanne oluyorsun babaanne!" Ümmü hala sevinçle asılmıştı onun kollarına. Görümcesi kollarına sevinç çığlıklarıyla asılınca neye uğradığını şaşırmıştı Gülsüm hanım. Dediğini de idrak etmekte epey geç kalmıştı bu yüzden. Ne demişti o! Babaanne oluyorsun ne demekti!
"Ne?" deyiverdi şaşkınca ama sesi varla yok arası çıkmıştı. Bakışları tek tek mutfakta kendi gibi şaşkın bakışlar atan insanlarda gezdi.
"Ben konaktaki herkese bu müjdeyi vermeye gidiyorum!" Uçarcasına mutfaktan fırlayan Ümmü hala ilk olarak alt kattaki salonda sabah kahvesini içen babasının yanına koştu.
"MÜJDE BABAM MÜJDE!" dedi bayram yerinde koşan çocuklar gibi. Böyle dan diye odaya dalınca yaşlı adam elindeki fincanı az kalsın döküyordu. Puslu mavi bakışlarını kapıdan uçarak giren kızına çevirdi.
"Hayrolsun inşallah..." diye mırıldandı. "Ne bu hal Ümmü? Hayırdır?"
"Hayır babam hayır! Dede oluyorsun!" Adamın her daim çatık olan gür kırlaşmış kaşları bir anlığına yumuşak bir ifadeye bürünüvermişti. Şaşkınlığındandı bu.
"Dede mi?" dedi aynı Gülsüm hanımın ses tonu gibi varla yok arası. Kendisi zaten dede değil miydi? Kaç tane torunu vardı sonuçta.
"He ya dede! Küçük İzol geliyor babam! Ağa torunun geliyor!" Yaşlı adam duydukları karşısında çevik bir hareketle doğruldu oturduğu yerden. Kulaklarına inanamıyordu. Yüzündeki o yerleşik katı ifade anında silinmiş hatta gülümser olmuştu.
"Sen doğru mu dersin?"
"Derim babam derim! Elif gelinin hamile! Baran baba oluyor!" Ağırlığından, otoritesinden utanmasa naralar atacaktı yaşlı adam ama tutmuştu kendini.
Onun yerine ise naralar atanlar vardı tabi.
Cihan...
Halası konaktaki her odaya girip müjdeyi veriyordu. İkizler 'hala' oluyoruz diye Cihan da amca oluyorum diye konağı inletmeye başlamışlardı bile.
Tabi asıl durumdan kimsenin haberi yoktu.
Konak halkı Ümmü halanın öncülüğünde sevinç nidaları atarken Bircan abla da iyice emin olabilmek için odasından bir tane 'gebelik testi' kapıp Elif ve Baran'ın yatak odasına koşmuştu. Normalde kapı içeriden açılsın diye beklerdi ama bu sefer dayanamayıp çaldıktan hemen sonra dalmıştı içeri.
Tam tahmin ettiği gibiydi. Elif banyoda yine içi dışına çıkarcasına kusuyordu. Ama Baran... Berbat bir halde dikiliyordu karşısında. Üzerine geçirdiği beyaz gömleğin önü tümden açık, saçı başı dağılmış ve sanki uykudan yeni uyanmış gibi bir haldeydi.
"Abla?" demişti ablasını paldır küldür karşısına dikildiğini görünce. Gözlerini ise daha tam açamıyordu. Sağ yanağında yastık izi gibi bir iz vardı. "Ne işin var senin burada?"
"Asıl senin bu halin ne?" Gülerek onun içe dönük yakasını düzeltmişti. "Bir de bunun böylesi baba olacak." Sesinde alaycılığın altında hafif de bir ağlamaklı tını vardı. Zaten biri dokunsa ağlayacak haldeydi ya...
"Ne? Ne diyorsun sabah sabah?" Ama Baran idrak edebilecek halde değildi. Çünkü kafasında dehşet bir ağrı vardı. O ağrıdan da sesler kulağına uğultu misali geliyordu. Hele pencerelerden sızan ışık yok muydu? Daha da ağrıyordu bu yüzden başı.
"Hah Elif kuzum gel!" dedi Baran'ı bırakan Bircan heyecanla. Elif beti benzi atık bir şekilde çıkıvermişti banyodan. Ama ayakta duracak hali yoktu. Hele başındaki ağrı da buna eklenince ölüme iki kala falan bir şekildeydi. "Nasıl oldun?"
"Midem çok kötü..." diye mırıldanmıştı Elif. İçinde bir şeyde yoktu ama durmadan kusası ve öğüresi geliyordu.
"Olur ilk aylarda normal. Sabah bulantısı diyorlar buna."
"Neye?" Elindeki havluyla ağzını kurularken dediğini anlamamıştı Elif Bircan ablanın.
"Neye olacak canım. Gebelik bulantısı bunlar."
"Ne! Ne gebeliği!"
"Ay şaşkınlar..." Gülmüştü Bircan. Hem de içten bir şekilde. Belli ki Elif daha haberdar değildi bu durumdan. Öyle sanıyordu. "Daha haberin yok değil mi? Ama ben emin olalım diye test getirdim." Elindeki gebelik testi kutusunu Baran'ın eline tutuşturuvermişti.
"Abla bu ne?" Baran eline tutuşturulan pembe beyaz kutuya uzaylı görmüş gibi bakıyordu.
"Gebelik testi."
"Ne yapacağım ben bunu?"
"Hamile misin değil misin diye bakacaksın Baran." Tüm ciddiyetiyle bakıyordu Baran'ın şaşkın suratına Bircan.
"Ben mi!" Ablasının ciddi bir halde bakmasına, kafasındaki ağrı ve anlama yetisinin devre dışı olmasına istinaden ne yapacağını bilememişti Baran.
"Yemin ederim çok şaşkınsınız. Elif yapacak tabi." Kutuyu Baran'ın elinden çekip Elif'in eline tutuşturmuştu bu sefer de Bircan. "Hadi Elif. Sen yap testi. Sonucu biliyoruz ama biz yine de emin olalım."
"Abla... Bak öyle sandığın gibi değil." Eline tutuşturulan kutuyla ne yapacağını bilememişti Elif. olaylar çok yanlış yönde gelişiyordu ve müdahale edemiyordu.
"Tamam sen gir içeri biz bekleriz burada."
"Abla-"
"Hadi Elif." diye sabırsızca itelemişti Bircan onu. Nedense o daha sabırsızdı. Çünkü söz konusu dünyaya gelecek bir bebekti.
"Abla ama-"
"Elif!"
"Abla ben hamile değilim!"
"Tabi bir test bir şey yapmadığın için bilemezsin. Bak bunlar yüzde doksan dok-"
"Abla! Gerçekten hamile değilim." Şaşkın ama bir o kadar da sinirli bakışları anlığına Baran'la kesişmişti ama tekrar Bircan'a döndü.
"Elif emin olmak için testi yapman lazım."
"Test falan yok. Hamile değilim."
"Ama Baran. Bir şey der misin?" Bir umut kardeşine dönmüştü bu sefer.
"Abla siz yanlış anladınız herhalde."
"Ama Elif..." Gözleri daha da yaşlarla dolmuştu Bircan'ın. O sırada Elif'in dudaklarından bir kez daha öğürtü koptu. Kendini zar zor banyoya atmıştı. Eline tutuşturulan gebelik testine bakakalmıştı Bircan. Yıllarca her ay üşenmeden kaç tanesini denemiş, kaç tanesinden çift çizgiyi görmeyi umut etmişti.
Ayaklarını sürüye sürüye alt kattaki odasına indi. Bakışları ise hâlâ daha elinde tuttuğu kutudaydı. Daha geçen ay tek çizgiyi görünce bir daha elime almayacağım demişti. Ama bu sefer kendi için değildi ki. Kardeşi ve kardeşi gibi gördüğü Elif içindi.
Sabah halası 'Elif hamile' deyince nasıl da anında içindeki umutlar filizlenivermişti. Yıllardır kendisi hasretti bir bebek sesine. Kucağına alacağı, öpüp koklayacağı, koynunda uyutacağı bir bebeğin hayalini senelerdir nasıl da kuruyordu hasretle. Sabah duyar duymaz içinde kor kor yanan hasretin söndüğünü hissetmişti bir anlığına.
Bu konak bir bebek sesine hasretti yıllardır. 'Tam on iki sene' dediğinde gözünden bir damla yaş kayıp gitmişti. Tam on iki senedir kucağına doğacak bir bebeği bekliyordu Bircan. Allah ona nasip etmemişti, kucağını pamuk pamuk bebelerle doldurmamıştı ama o kendi yeğenlerini sevebilirim sanmıştı. Olmamıştı. Hasreti tekrar bir kızgın demir olup dağlamıştı yüreğini.
"Akmasın o inci taneleri..." diye arkasından canından çok sevdiği kocası dolamıştı kollarını bedenine. Anlamıştı Murat. Bircan Elif hamile değil diye değil de kendine ağlıyordu.
"Çok şey istememiştim biliyor musun? Her gün, gece gündüz dua ediyorum bir bebeğimiz olsun diye ama..." Hıçkırığını zar zor yutmuştu. "Ama olmuyor. Sana da haksızlık ediyorum. Senin de baba olma hakkını elinden alıyorum."
"Bircan... Sevgilim..." Kollarından tutup kendine çevirmişti Murat onu. Gözünden akan yaşları özenle silmişti. Ama çekmemişti ellerini onun yanaklarından. "Bunu söyleme sakın. Öyle bir şey yaptığın falan yok."
"Ama yalan mı? Bunca yıldır baba olmak senin de hakkın. Bak eğer istersen boşa-"
"Duymamış olayım sakın. Ben seni seviyorum bu yeter. Sakın bir daha kendini suçlama." Murat bunu her seferinde derdi. Derdi ama Bircan ne olursa olsun kabullenemiyordu bunu.
🔥
Ahmet'in önündeki kağıda yazdığı rakamlara bakıyordum oturduğum sandalyede. Tam on dakikadır sessiz bir şekilde hiç kıpırdamadan onun önündeki kağıtlara not almasına ve arada bir dönüp bilgisayar ekranında bir şeyler yapmasını izliyordum.
"Reçeten hazır." dedi gülümseyerek bana doğru elindeki küçük kağıdı uzatıp. "Miden için bir şurup yazdım."
"Teşekkür ederim." diye mırıldanırken bakışlarımı yüzüne kaldıramıyordum da.
"Ha böyle durumlarda bol sıvı alınmasını öneririz. Gün içinde bolca su içmeye çalış." Hafifçe gülünce önümde olan bakışlarımı kaldırmıştım ona doğru. bakışlarımız kesişince gülmesini durdurmaya çalıştı. Hatta işaret parmağıyla hafifçe dudağına bastırdı. "Acı bir Türk kahvesi de kendine getirir seni. İstersen ben söyle-"
"Bitti mi reçete işin? Tamam mı?" Onun ters bir şekilde söylenmesiyle de hızlıca kafasını salladı. "İyi hadi o zaman."
"Bitti bitti." dedi gülerek yine Ahmet. Ben de ayaklanırken önümdeki sehpada duran çantamı kavramıştım sıkı sıkı. Bakamıyordum kimseye. Bakışlarım bir açıdan sonrasına kalkmıyordu bir türlü.
Utanıyordum...
"Yani alkol bu. Şişede durduğu gibi durmaz." Küçük bir kahkaha atmaya niyetlenmişti ama anında kesti sesini. "Demem o ki bir daha dikkat edersin içerken. Ya da içmezken. İçebilirsin. İçmeyedebilirsin. Sen bilirsin Elif. ilaçlara dikkat et."
"Teşekkür ederim. Zahmet oldu sana da."
"Ne zahmeti. İşim bu." Her zaman neşeli ve coşkulu biriydi ama o sabah ayrı bir hal vardı üzerinde. Durmadan gülmesini buna bağlayacaktım ben de. "Bol sıvı unutma. Sersem eder biraz insanı. Sen de epeyce fazla kaçırın-"
"Bugün hava pek sıcak da değil ama." Adımlarım kapıya yönelmişken onun ters söylenmesiyle durum kaçamak bakışlarımı Ahmet'e çevirdim.
"Niye öyle dedin kardeşim?"
"Gevşeme." Yüzünde yalandan bir sırıtış oldu Ahmet'in. Beyaz gömleğinin yakasını düzeltti bir yandan da. Gömleğinin önünde kahve lekesine benzer bir leke de vardı.
"Elif'e yazdığım ağrı kesiciyi sen de kullanabilirsin. Ortak kullanın yani. Bir an önce geçsin şu baş ağrın. Çekilmez biri oluyorsun yoksa." Hışımla Ahmet'i kendine doğru çekip kulağına bir şeyler fısıldadı iki saniyecik. İki saniyede bir insana ne denirdi de beti benzi attırılırdı bilmiyorum ama Ahmet'in beti benzi atıvermişti. Hem de iki saniyede.
"Kolay gelsin kardeşim. Sana iyi çalışmalar." Adımlarını bana doğru çevirdiğinde ben alelacele kapının koluna asılıp dönmüştüm arkamı.
"Sağol kardeşim. Ben de Cihan'ın verdiği haberin doğru olmayışına üzüleceğim tüm gün. Kapıyı arkanızdan kapatırsanız çok sevinirim. Ha bu arada Elif bol sıvı."
Ona 'tamam' ya da 'kolay gelsin' bile diyemeden hızlı adımlarla adımladım hastanenin koridorunu. Onu beklememiştim bile. Arabaya varınca da yine aynı alelacele tavırla onu beklemeden bindim ön koltuğa. Mümkünse bugün kimsenin yüzüne bakmadan eriyip gitmek hatta yok olmak istiyordum. Ama önce midemdeki şu bulantı yok olursa daha iyi olurdu benim için.
"Elimde kalacak"la başlayan bir mırıldanmayla sürücü koltuğuna yerleştiğinde kafamı olabildiğince dışarı çevirip ona bakmamaya çalışıyordum. Ama bir şey demem de lazımdı. Dün gece olanlara, yaşananlara bir iki kelam etmem lazımdı.
Araç yolda normal bir hızla seyre geçtiğinde kafamı küçük bir açıyla öne çevirmeye çalıştım. Zira yana baka baka boynum az kalsın tutuladabilirdi. De artık bir şey! diye haykırdı zihnim.
Kem ettim küm ettim ama bir şey diyemedim. Hafifçe boğazımı temizledim sadece. Bir şey demek için dudaklarımı araladım, diyemedikçe tişörtümün eteklerini çekiştirdim. Ama ne yaptımsa kelimelerin bir türlü ağzımdan çıkmasına izin veremedim daha doğrusu başaramadım.
"Bir şey mi diyeceksin?" dedi yan tarafımdan.
"Ne?" diye cılız bir şekilde nihayet tepki verdiğimde kısa bir bakış attım.
"Deminden beri kıvranıyorsun bir şey demek için. Ne diyeceksin?"
Şimdi sormak kolaydı 'ne diyeceksin' diye. Önemli olan bu soruya uygun bir cevap verebilmekti. Mesela denmezdi ki insana 'dün akşam iş yapacağın adam benim eskiden aşık olduğumu sandığım adamdı'. Ve üstüne de eklenmezdi ki 'bu adamla biz konuşurken üstüne sen geldin'. Ve de denmezdi ki 'her şey benim yüzümden boka sardı'.
Ne diyecektim?
"Ben..." dedim içime kaçan sesimle. Parmaklarımın kenarlarındaki derileri sertçe çekiştirmeye başladım. Canım stres canıma okuyordu sağolsun.
"Yapma." dedi gözünü yoldan ayırmadan.
"Neyi?"
"Şu yaraların kabuklarını kaldırmayı bırak." Direksiyondaki elini indirip sağ elimin dersini sertçe çektiğim sol elimi yumuşak bir şekilde çekip engel oldu. "Ne diyecektin?" Başını hafifçe bana çevirdi.
"Şey... Dün akşam... Orada... Ben... Yani dün orada olanlar... İşini de mahvettim."
"İşimi mahvettin?"
"Evet. Her şey benim yüzümden oldu. Kavga ettiniz. Özür dilerim." Kemal şerefsizinin sözleri kafamda tekrar yankı bulduğunda utançla gözlerimi kapatıp al dudağımı dişlemeye çalıştım ama dudağımdaki şişlik buna engel olmuştu.
"Özür mü dilersin?" Papağan misali her dediğimi acaba soru cümlesine mi çevirecekti?? Başka zaman olsa sinirle gürlerdim ama kafamı sallamakla yetindim sadece.
"Evet."
"O şeref yoksunu için özür falan dilemeyeceksin."
"Ama olanların tümü benim su-"
"Senin suçun olan bir şey yok." Sesindeki pürüzsüz netlik az biraz beni afallatırken öylece bakakaldım suratına. Yani diyebilirdi 'başıma neler açtın, senin eski salaklığın beni ne hale düşürdü' diye. Ama demedi.
"Ama işin berbat oldu. Ben böyle olacağ-"
"Sen böyle olacağını bilemezdin evet ama o şerefsizin de canı cehenneme tamam mı?" Gözlerim bir miktar daha yuvalarından fırlarcasına açılırken zar zor yutkundum. Bana kızması gerekmiyor muydu? Tutup 'senin yüzünden' demesi gerekmiyor muydu? Demedi? Neden demiyordu? Deseydi ya? Normalde olsa derdi çünkü.
"İyi de ne olacak peki bundan sonra? Ben işini berbat ettim dün akşam." Etmiştim valla. Bu olay duyulursa ki bence duyulacaktı ne olacaktı sonunda? Kemal denen şerefsiz çıkıp bana kafa attılar demeyecek miydi? Diyecekti. Harbi harbi kafa atmıştı ona beeee...
"Bir şey olmayacak. Göbeğimiz o şerefsize bağlı değil sonuçta. O olmadan sayısız iş yaptım. Ona bir mecburiyetim yok."
Bence bugün 'Dünya Elif'i şaşırtma günü' falandı. Başka açıklaması olmazdı. Yoktu. Dün gece acaba ona kafa atınca kafasında bir şeyler mi olmuştu?
"Peki şey..." dedim tekrar kem kümlerle beraber. Parmaklarımdaki derileri ve kabukları değil de tişörtümün eteğini çekiştirmeye başladım.
"Ney?" dedi bana bakmadan. Araba konak yoluna girmişti bu sırada. İçimi kemiren diğer ve en büyük şey sonrasında olanlardı çünkü benim bu eşek kafamın dün gece ilk defa amcamın o olmayan aklına uyası tutmuştu. Hangi akla hizmet ben gidip o markete girmiştim? Hadi girmiştim hangi akla hizmet kendimi o alkollü içecekler reyonunda bulmuştum? Hadi bulmuştum da yan taraftan bir ayrandır süttür falan alamıyor muydum? Neyimeydi benim içmek ha!! Neyin salaklığıydı bu!
"Ben dün... Şey..."
"Ney?"
"Şey işte ya..."
"Ney işte?"
"Gittim biraz içtim ya..." Deliler gibi içmekti benim yaptığım biraz değildi.
"Ee?"
"İşte içtim." Sesli ve zar zor bir şekilde yutkundum. "Ama sonra garip bir şey yaptım mı?"
"Hatırlamıyor musun?" Bakışlarını kısa bir anlığına bana çevirdi. Bakışlarında garip bir soru işareti de vardı.
"Hatırlamıyorum..." dedim ezilip büzülerek. Kesin saçma bir şey yapmıştım ben. yapardım. Biliyordum kendimi. Yapmış mıydım? "Kesin bir rezillik çıkardım değil mi?" Sesimdeki ağlamaklı tınıya engel bile olamıyordum artık. Hatta ağlayasım geliyordu şu an. Ağlasaydım ya ben.
"Rezillik demeyelim de..."
"Ne diyelim? Ne yaptım? Kesin bir şey yaptım değil mi? Of yaa..." Gözlerim dolmuştu. İzninizle ağlayacağım biraz. O da sustu. Rezilliğimi körüklercesine sustu. Demek ki o kadar kötü ve rezil şeyler yapmıştım ki susmaktan başka çaresi kalmamıştı. Ağlıyorum...
"Garip bir türkü repertuarın varmış." dedi uzun bir sessizlikten sonra.
"Ne?" dedim şaşkınca ve ha ağladı ha ağlayacak bir şekilde.
"Manda yuva yapmış dedin durdun." Daha çok ağlayacağım şimdi. insan eşeklik edip aklı olmayan amcasına uyabiliyordu da onun saçma türkü zevkini nasıl kendi aklında tutabiliyordu?
"Sen ciddi misin?" dedim göz yaşlarım iyice gözlerime gerildiğinde. Bunu yapmış olamazdım.
"Hiç mi hatırlamıyorsun?"
Burnumu çektim kuvvetlice. İçime içime ağlıyordum çünkü. Ah salak kafamdı benim. "Hatırlamıyorum..."
"Ciddi ciddi hiç mi hatırlamıyorsun hiçbir şeyi?"
"Hatırlamıyorum dedim ya!" dedim artık sabrım taşıverince. Hatırlamıyorum dediysem hatırlamıyordum. Daha ne kadar salak durumuna düşürecekti beni. "Tek hatırladığım içeceğim diye uğraşmam. Gerisi yok. Umarım kimse görmemiştir. Görmemiştir değil mi? Gördüler mi?"
"Görmediler ama sesini duyup duymadıklarını bilemem." Dudaklarında belli belirsiz bir gülüş vardı. Sinir bozucu hem de en sinir bozucu şekilde. Dalga geçiyordu işte! Geçmesindi!
"Gülmesene!" dedim sertçe koluna vurup. Araç konağa çıkan yokuşu tırmanmaya başladı o sırada.
"Geldileeeer!" diye nara attı yokuşta bekleyen çocuğun biri.
"Ne gülüyorsun! Komik mi!" dedim homurdanarak. Konağın kapısına gelince durdurmuştu o da arabayı. "Gülüyor bir de. Kafamız yerinde değil bilmiyoruz ne yaptığımızı herife bak. Gülüyor!" emniyet kemerimi açmak için tokaya uzandım ama bugün 'Dünya Elif'i sinir etme günü' falan olduğundan o salak şey de açılmadı. "Hatırlamıyoruz yaptığımızı gelmiş dalga geçiyor! Çok komik! O kadar komik ki!" Kendi kendime söylenirken sertçe emniyet kemerini çekiştirmeye başladım. Açılmıyordu! Sıkışmıştım burada! "Manda herif!" Tutamıyordum çenemi. Sinir olunca yayı gevşeyiverirdi benim çenemin.
"Dur ben açayım." dedi tokanın üzerinde çırpınan elimi tutup.
"Bırak!" dedim sertçe ona bakmadan. "Sen dalga geçmeye devam et ya! Ben hallederim!" Sinirle kemeri bir daha çekiştirdim ama bana mısın demedi salak şey. Milyonluk araba değil miydi bu! Nasıl emniyet kemeri yapıyorlardı buna!
Buradan Range Rover mühendislerine sesleniyorum!: Ne biçim mühendissiniz kardeşim!
Aynen Elif. Duydular seni diye araya girdi iç sesim.
"Yeter be! Nasıl açılıyor bu zıvırık şey!" diye kafamı sinirle ve hızla yukarı kaldırdım. Ama öyle hızlı bir kaldırıştı ki bu bana doğru kafasını eğen onun alnına çarptı alnım. O da gayriihtiyarı tutmuş bulundu kafamı. Sıcak nefesi çarptı bir anda yüzüme. Ferah parfümünün kokusu doldu bir anda ciğerlerime.
'Çok tanıdık geliyorsun' diye yankı buldu zihnimde o anda bir ses. Bakışlarım burnuna oradan da istemsizce dudaklarına kaydı.
Seni öpen dudakları diye araya girdi iç sesim. Beni öpen dudakları?
Ne! diye bir haykırış koptu içimde. Kafam dank etti. Bulanık kafamda belli belirsiz görüntüler aktı bir anda. Akış o akış...
"Aç şunu ya! Ne biçim araba bu!" diye sertçe ittim omzundan geri onu. Koltukta kayabildiğim kadar da geri kaydım. İmkanım olsa camdan dışarı geçerdim.
"Dur çekiştirme sen de." diye homurdandı sinirle karışık.
"Aç şunu!"
"Açacağız herhalde. Sabret."
"Açsana ya!" Daha da yapıştım geri. Ona doğru asla kafamı çevirmiyordum. "Aç!"
"Al açtık! Allah Allah.." diye söylenirken onu bile beklemeden attım kendimi dışarı. Ama nasıl atış. Paldır küldür. Sendeleyip gittim o hızla. Az kalsın yere bile yapışabilirdim.
"Amaaan geldiler!" dedi Fatma abla. O diyene kadar avluda toplanan kalabalığı fark etmemiştim bile.
"Vurun davulları!" dedi balkondan başka bir ses. Mehmet ağanın sesi. O der demez vurulmaya başlayan davullara zurna sesi de karışır oldu.
Ne oluyordu bu aşşalık konakta!
"Ne oluyor burada?" dedi yanıma gelen ses aklımdakilere tercüman olurken. Varlığı tüylerimi ürpertirken ondan birkaç adım öteye kaçmaya çalıştım ama kaçış çabam Dilan'ın boynuma atlamasıyla son buldu. 'Yengem!' diye bir sarılışı vardı görmeniz lazım. Sanırsınız dünyadaki tüm yengeleri kucaklıyordu.
Etrafımızda 'tebrik ederim, hayırlı olsun' nidaları dönüyordu. Afallamak bir insan olsaydı kesin o ben olurdum. Çünkü bu kalabalık, bu davul zurna ve bu ne olduğunu bilmediğim şeyler karşısında afallamanın zirvesini yaşıyordum.
"Vallahi gözlerimiz yollarda kaldı abi!" dedi Seyhan coşkuyla.
"Yemin ederim ne tepki vereceğimi bilemiyorum!" dedi Dilan ağzı kulaklarında bir halde.
"Ben biliyordum belliydi!" dedi Fatma abla gözlerindeki yaşlarla.
"Çifte mutluluk yaşıyorum çifte!" diye nara attı Cihan.
"Ben sana küstüm Elif." diye dudak büktü Aker.
"Hele çekilin hele çekilin!" diye bir yakarış kopardı Ümmü hala. Kalabalığı zar zor iteleyip en öne geçti. Elinde büyükçe bir toprak güveç vardı. "Hele Elif kızım ne getirdim sana bak!" Elindeki büyük kabı burnuma sokarcasına yukarı bana doğru kaldırdı.
"Ne?" diyebildim şaşkınca. Yan tarafımda dikilen ona kısa ve kaçamak bir bakış attım. Şu kalabalık bir çekilirse yerin yedi kat dibine girecektim. Çekilselerdi ya!
"Yoğurt. Manda yoğurdu!"
"Ne!" dedim bu sefer daha şaşkın bir şekilde. Bakışlarım ağzı kulaklarındaki Ümmü hala ve yoğurt arasında gitti geldi bir süre.
"He ya. Manda yoğurdu. İçeride manda sütü de var. Bebeğinle sana can kan olsun diye! Ah benim güzel iki canlı kuzum."
"Ne bebeği hala?" dedi yan tarafımda fersah fersah kaçmaya çalıştığım varlık.
"Ne bebeği diyor hergele? Sizin bebeğiniz yavrum."
"Hala..."
"Nasıl sevindik bir bilsen. Şimdi arka bahçede koçları kesecekler sizin için. Hele şunlara bak. büyüdüler de ana baba oldular."
"Hala ben hamile değilim." dedim bir çırpıda. Bir anda bütün sesler kesilirken zurna bile 'zart' diye duruvermişti.
"Ne?"
"Evet. Hamile değilim. Siz yanlış anlamışsınız."
"Ama Elif sen. Öyle için dışına çıkarcasına şey edince."
"Siz yanlış anlamışsınız hala." dedi yan tarafımdaki kaçmaya çalıştığım beden tersçe. "Herkes dağılsın. Kaldırın şu davulları."
Etraf bir anda kutuplardan bir gün yaşarken boynunu büküp dağıldı kalabalık birbirine baka baka ve bir şey diyemeden. Bir zurnacı ve davulcu bir de biz kalmıştık koca avluda.
"Ne bakıyorsunuz!" dedi sinirle ve zurnayı onların bir yerlerine sokacak bir halde homurdanıp.
"Abi biz paramızı peşin aldık da. Hiç çalmadık." Dedi zurnacı şaşkın şaşkın. Konumuz bu muydu Allah aşkına!
Kaç kızım! diye haykırdı içimdeki ses. Dinledim onu. Topuklarımı vura vura ona bakmadan koştum. Kaçtım.
🔥
Saatler geçmişti kutup günleri yaşanan saatlerin üzerinden. Konak derin bir sessizliğe bürünürken ben odadaki pencerenin önüne tüneyip kimseyi görmek istemediğimi söylemiştim. Kızmıştım da bir miktar. Kimse bana bir şey sormadan ne oluyor demeden bu denli yaygara kopmamalıydı. Onlar da bunu anladığından bana karşı biraz mahcup hissediyor olacaklar ki gelip bir şey diyememişlerdi. Ama Ümmü hala ağlaya ağlaya özürler dilemişti. Kıyamamıştım. Nereden bilecekti.
Tamam bilmeyebilirdi ama gelip önce bana sormalıydı herkese bunu yaymadan önce. Olay domino taşı gibi birbirini yıka yıka gitmişti de. O taşların altında da ezilip kalmıştım sağolsunlar. Boşuna bir sevinç dalgası yayıp o dalgada da kendilerini boğmuşlardı.
Bana sormalılardı!
Hadi bir dalgayı savmıştık ya diğeri ne olacaktı?
Diğeri? diye meraklı bir şekilde kafasını uzattı içimdeki ses. Diğeri işte canım diye göz devirdim ama üsteleyince odanın içinde homurdanarak pata küte sinirli adımlarımı vurmaya başladım yere.
Sonra merak ve hışımla geri pencereye tünedim. Çünkü buradan kapının önündeki siyah Range Rover'ın gidip gitmediğini gözlüyordum saatlerdir. Eğer o araba konaktan ayrılırsa anca öyle çıkabilirdim bu odadan.
Avını gözleyen bir kara kartal misali arabanın ha gitti ha gidecek halini gözlerken sırtım belim boynum ve başka neyim varsa tutulmuştu. Ama en çok da sinirlerim gerilmişti. Kaçmaktan ve saklanmaktan sinirlerim gerim gerim gerilmişti. Dokunsalar patlayacak davul gibiydim bu gerginlikten.
"Hadi be... Git artık..." diye bininci kez fısıldadım garip bir şekilde tünediğim pencerenin önünde. Çalışma odasına girip çıkmayacağı tutmuştu manda herifin. "Manda herif!" dedim sinirle homurdanıp. "Ölüp gideceğim burada açlıktan..." dedim midemin üzerine ellerimi bastırırken bir yandan. Çünkü dünden beri bir lokma bir şey koymamıştım ağzıma.
İçtin ya... Şişe şişe.... diye araya girdi içimdeki ses. Yüzüm iyice düşerken kafamı duvarlara sürtesim geldi. Hatta yerin yedi kat değil de on yedi kat dibi yarılabilirdi ve ben oraya mümkünse düşebilirdim. Düşebilir miydim?
Kendi içimde kendi kendimle kavga ederken kapının önündeki araba çalıştı ve yavaşça konağa uzanan yokuşu yavaş yavaş indi. Gitti yani.
Gitti!
"Oh be! Oh! Gitti!" diye derin bir nefes alırken ayaklarımı uzatıp alelacele terliklerimi geçirdim ayağıma. Mutfağa gidip mümkünse peynir, ekmek ve minimum birkaç şeyle şu midemdeki kazınmayı geçirmek istiyordum.
Paldır küldür odadan çıkıp koşa koşa inmeye başladım merdivenleri. Durum acildi. Midemin artık yiyecek bir şeylere kavuşması gerekiyordu.
Ama Dilan'ın durdurmasıyla bu süre birazcık daha uzadı.
"Yenge? İyi misin? Ne oldu?"
"Bir şey olmadı. Mutfağa iniyorum." Çok az kalmıştı ya mutfağa girmeme. Çok azcık.
"Ben de tam yanına geliyordum. Amcan gelmiş de. Aşağıdaki salonda dedemle seni bekliyorlar." Midemdeki gurultu da, kafamdaki 'açlık' sirenleri de bir anda durmuştu. Amcam burada mıydı? Amcam neden buradaydı? Amcam ne alakaydı?
"Amcam mı?"
"Evet. Seni bekliyorlar."
"Emin misin?"
"emin değilim Dilan'ım ben yenge." Dedi gülerek soğuk hem de sopsoğuk bir espriyle. Bunu hiç yapmamasını temenni etmiştim oysa. Yüzüm ekşiyince gülmesini durdurdu. "Evet yenge. Abim de aşağıda ben de ona bakayım bir."
"Abin mi? Aşağıda mı?"
"Evet yenge." Gitmemiş miydi o ya? Gitmişti hani. Hani arabası konağa uzanan yokuşu aşıp gitmişti. Ne oluyordu bu aşşalık konakta!
"Dilaaan!" diye ses yükseldi aşağıdan. Rojbin hanımın sesi. O ona seslenince benim elim ayağım daha da dolaşıverdi birbirine. "Abin geliyor ona bir bak!"
Ne geliyor muydu?
Adımlarım geri geri giderken alelacele indiğim merdivenleri korku ve kaçma dürtüsüyle geri tırmanmaya başladım. Gelmemeliydi. Yüz yüze gelmemeliydik mümkünse. Kaç kızım kaaaaçççç!!!
Nereye kaçacaktım peki?
Zihnim aldığı uyarıyla iyice salağa bağlarken düşünme yetimi de bir müddet devre dışı bırakmıştı. Düşünmek mi iyiydi düşünmemek mi bilmiyorum ama kaçmak ilk şarttı. ben de o yüzden ilk bulduğum odaya kendimi atıverdim hiç düşünmeden.
Bugün düşünmek yok kaçmak var!
Kapıyı ardımdan kapatırken nefes nefese kapıya alnımı yaslayıp soluklarımı düzene sokmaya çalışıyordum bir yandan. Neredeydim hangi odaya girmiştim bilmiyorum ama zaten ne fark ederdi ki. Sonuçta bu devasa konakta bir sürü oda vardı ve her biri kullanılmıyordu.
Ellerim ve alnım kapıya yaslıyken bir yandan derin derin soluyordum. Krizim tutmazsa iyiydi.
Başardık...diye derin bir nefes verdi içimdeki ses. Sanırım başarmıştık. Peki hep böyle kaçacak mıyız? Diye haklı da bir soruyu sormayı unutmadı.
"Sanırım..." diye yanıtladım onu.
"Neyi sanırsın?" diye sinsi bir ses fısıldandı bir anda sağ kulağıma. Nefesi de çarpınca vücudumdaki tüm tüyler şaha kalkıvermişti korkudan.
"Ne... Ben..." diye başlayan kem kümlerime sımsıkı yumdum gözlerimi.
"Sen bir şeyden mi kaçıyorsun?" dedi konumu koruyup yine aynı tüyler ürperten ses tonuyla.
'Senden kaçıyorum' diyemedim tabi. Onun yerine "Ne kaçması!" diye cırladım.
"Sanki birinden kaçıyorsun gibi duruyor da." Elini benim sırtımı güç bela yasladığım kapıya koymuş benim de hareket alanımı darlaştırmıştı. Çekilseydi ya!
"Yoooo!" dedim tedirginliğimi, korkumu saçma bir ses tonuma gizlemeye çalışıp. "Kiiiim! Ben miiii! Ha haa ne alaka..." Salak bir gülüş attım.
"Ee o zaman ne işin var burada?" diye haklı bir soru yöneltti. Harbi benim ne işim vardı burada?
"Asıl senin ne işin var burada?" diye dünyanın en salak sorusuyla yanıtladım onu.
"Çalışma odası ya burası." diye yine dünyanın en haklı cevabını verdi. Ya Allah aşkına bugün ' Dünya Elif'in haksız olma günü' falan mıydı??
O öyle deyince omzunun yanından kafamı uzatıp odaya kısa bir bakış attım. Gerçekten de dünya kadar oda olan konakta dala dala çalışma odasına dalmakta zaten sadece bana yakışırdı.
Aferin Elif!!!
"Ee çalışma diyen mi var sana?" diye yine bir salağa yatayım dedim ama yüzündeki ifadeye bakılırsa pek başarmış gibi değildim. Öyle baktı ben de kaçırabildiğim kadar kaçırdım bakışlarımı. arkamdaki kapı da güm güm vurulunca daha da bir korktum. "Allah!" dedim korkuyla.
"Ay ne oluyor?" diye zar zor açtı benim yapışmış gibi yaslandığım kapıyı Dilan. "Abi? Yenge?"
"Ne var Dilan?"
"Yengemin amcası aşağıda da. Dedemler sizi bekliyor."
"Amcam gelmiiiişş..." diye en salak tepkimle onun kolunun altından sıyrılıp çıktım odadan.
...................
"Biz senin iyi haberlerini beklerken benim duyduklarım nedir Elif!" Bir kükreme gibi doldu amcamın sesi kulaklarıma. "Sabah telefon gelince nasıl sevindik sen biliyor musun?"
"Sevindin?" dedim nihayet yerdeki bakışlarımı ona çevirdiğimde. Salonda Hüseyin ağa himayesinde başlayan konuşmayı amcam 'ben Elif'le yalnız konuşabilir miyim' diye bana yöneltince küçük odada, kapıyı kapatarak sürdürmeye başlamıştık. Daha doğrusu amcam konuşuyor, kükrüyor ve ben sadece dinliyordum karşısında.
"Aradılar Elif hamile dediler. Ben o sevinçle kalktım buraya geldim ama duyduklarıma bak!" Sesinin yüksekliği duvarlara çarpıp kulağıma geliyordu bangır bangır. "Kutu kutu ilaçlar çıkmış odandan! Sen ne yapmaya çalışıyorsun Elif ha! Senin derdin ne!"
"Yalan..." diye cılız bir tepki verdim. Uğradığım iftira için artık kendimi ispatlamaya çalışmakta gücüm yetersiz geliyordu. Daha ne kadar anlatacaktım insanlara kendimi? Zaten karşımdaki adamın da derdi bambaşka değil miydi?
"Sen bu eve bu ailenin gelini olarak geldin! Sen bu eve İzolların gelini olarak girdin! Senin tek yapacağın iki aileyi bir arada tutabilmek! Biz diyoruz ki Elif orada onlara yakışır bir gelin olarak yaşıyor ama duyduklarıma bak! bir de okul çıkarmışsın başımıza!"
"Okuyacağım amca ben. Senin engel olduğun okuluma geri döneceğim!"
"Yok öyle bir şey! Derhal son vereceksin o saçmalığa! Okul defteri kapandı Elif! Bitti!"
"Bitmedi! Bir kere engel oldun bana ama bu sefer olamayacaksın!"
"Senin tek yapacağın bu evde bu aileye yaraşır bir gelin olarak durup bu ailenin çocuklarını doğurmak o kadar! OKUL MOKUL YOK!"
"Hayır amca!" dedim çenemi daha da yukarı dikip. "Asıl sen artık hiçbir şeyime karışmayacaksın!"
"KENDİNE GEL ELİF! BEN NE DEDİYSEM O!"
"HAYIR!"
"BANA BAK ÇOK KÖTÜ YAPARIM SENİ!" yapardı da. Yapmadığı şey değildi. Hatta yapmak için elini hızlıca yukarı kaldırmıştı. Az sonra da kaldırdığı eli yanağıma sertçe inecekti. Biliyordum artık bu sonları. Alışmıştım.
Ama korkmuyordum eskisi gibi. Hatta kafamı daha da yukarı kaldırıp yanağıma inecek tokada boyun eğmeyeceğimi gösterdim en sert bakışlarımla.
Ama beklediğim olmadı. Yanağımda patlayacak tokat yerine odanın kapısı büyük bir gürültüyle çarptı geri.
"SEN NE YAPIYORSUN!" diye daha şiddetli daha öfkeli bir ses duyuldu odanın içinde. "SEN KİME VURDUĞUNU SANIYORSUN!"
Amcamın eli hızla yana savrulurken benim bedenim de eş zamanlı olarak onun bedeninin arkasına çekilmişti. Bir eli sıkıca amcamın kolunu kavramış diğer eli de arkasındaki benim üzerimdeydi.
"KENDİNE GEL HAŞİM BOZAN!" dedi dağları deviren bir kükremeyle. "BURASI SENİN ÇÖPLÜĞÜN DEĞİL! KARŞINDA DA SÖZ GEÇİREBİLECEĞİNİ SANDIĞIN IRGATLARIN YOK! AYRICA DEĞİL ONA EL KALDIRMAK SESİNİ BİLE YÜKSELTEMEZSİN SEN!"
"Ben..." diye acıyla karışık kem küm etti amcam. Az önce bana esip gürleyen o değildi sanki.
"ŞİMDİ BENİ DUYDUN! BİR DAHA AYNI ŞEYİ YAPMAYI AKLININ UCUNDAN BİLE GEÇİRİRSEN O ELİNİ KIRMAKLA KALMAM! YAPARIM! YAPMAZSAM DA BANA BARAN İZOL DEMESİNLERİ!"
🔥
Sizce ne olacak bundan sonra??
Yeni bölüm tahminlerini alayım
Sizi seviyorum Allah'a emanet olun 🖤
Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın 🖤 |
0% |