Yeni Üyelik
44.
Bölüm

Kor Dokunuş

@seydnrgrsu

Merhaba hoş geldiniz guzularım

 

Nasılsınız iyi misiniz?

 

Bölüm çok ama çok uzun en az üç bölüm uzunluğunda. O zaman ne yapıyoruz hepimiz en az on beş(15) yorum yapıyoruz okkeyyy miii? Ha yıldıza basmayı da unutmayalım tabiii

 

Bölüm duyurularından haberdar olmak, bildirimlere ulaşmak için beni buradan (seydnrgrsu) ve sosyal medya hesaplarımdan takip edebilirsiniz.

 

 

 

 

 

🔥

 

 

 

 

Işıl ışıl olan gökyüzü yavaş yavaş kararırken toplaşan gri bulutlarda gezdirdi bakışlarını Leyla. Derin ve sıkıntılı bir nefes alırken gözlerini ağır ağır kapatıp açtı. Üzerinde garip, daha önce olmayan bir durgunluk vardı. Oysa her daim kanı deli akan, Karadeniz'in hırçınlığını dibine kadar damarlarında yaşayan biri olmuştu. Üzerindeki bu durgunluğu toplaşan gri bulutların yarattığı kasvete vermeye çalıştı ama suç ne bulutlarda ne de havadaydı.

 

Bakışlarını tekrar avcunda tuttuğu telefona indirirken sıkıntıyla oflayıp telefonu cebine tıkıştırdı. Babasının konuşmaları döndü durdu aklında. Sesi çınladı kulağında. Daha çok oflayası geldi. Hatta ayaklarını yere vurup tepinmek istedi ama yapamadı. Onun yerine uzun sarı saçlarını hırsla geri iteleyip ellerini cebine soktu.

 

'Kovulduğu' haberi nihayet ulaşmıştı Trabzon'a. Biraz daha öğrenmeseler ne olacaktı sanki? Ama illa öğrenilecekti. Daha kaç gün saklayabilirdi ki bunu ailesinden? Kaç gün daha idare edebilirdi? Ailesi duymasa eninde sonunda kendi dönmek zorunda kalmayacak mıydı?

 

'Daha ne beklersin kızım' demişti babası Selahattin bey. 'Madem kovuldun dön gel baba ocağına' diye de eklemişti.

 

Babasının bu duruma çok sinirleneceğini hatta kendini sorgulayacağına emindi. Ama hiç düşündüğü gibi bir tepki almamıştı. Aksine sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi şefkatle karşılamıştı babası. Ha bir de iki gün sonra geceye alınan uçak bileti vardı...

 

Babası Leyla'yla bu konuşmayı yaptıktan hemen sonra Trabzon'a kalkan ilk uçaktan bilet almıştı kendine. Yani dönüş kesinleşmişti. Mardin'deki son saatleriydi. Telefonda 'biraz daha kalsam' demişti Leyla ama babası 'Yine gidersin kızım zaten kaç gündür tatil yapıyormuşsun orada' diye diretince karşı da çıkamamıştı.

 

Yaşadığı buhrandan kaçmasını 'tatil' diye nitelendirmişti.

 

Derin bir nefes alırken cebinden tekrar telefonunu çıkardı ve Elif'i aramaya karar verdi. Sabah Elif akşam beraber vakit geçirelim diye mesaj atmıştı. O sabah mesaj attığında daha gideceğinden haberi yoktu. En azından akşam görüştüklerinde bu durumu açıklayabilirdi hem ona hem de Şilan'a. Ama ekrana düşen mesajla omuzları düştü. Çünkü Elif şimdi kendisinin dershaneden Baran'ın aldığını, eve uğramayacaklarını yazan bir mesaj atmıştı. Çoğu harfi de yanlış gönderdiğine göre heyecandan elinin ayağının birbirine dolandığına emin olup gülümsedi Leyla.

 

Demek sürpriz! Tadını çıkar kuzucuğum 😊

 

Yazıp gönderdiğinde gülümsemesi halen dudaklarında duruyordu. Elif'in yüzünün güldüğünü, onun mutlu olduğunu gördükçe içine dolan huzuru tarif edemiyordu. Çünkü ona göre Elif bu mutluluğu herkesten çok hak ediyordu. Elinden alınanlar, kaybettikleri ve buna rağmen direnmesiyle çok yorulmuştu. Şimdi ise kalbinin kuş gibi pırlaması onun hak ettiği en büyük şeydi.

 

Tabi bunu sonradan öğrenmek, yaşanan o tatsız olay başta Baran'a karşı içinde nefret tohumlarını filizlendirse de aslında gerçekler hepsinden farklıydı. Baran her şekilde Elif'in elinden tutmaya çalışıp ona destek oluyordu. Bunu inkar edemezdi. Ve eninde sonunda aralarında bir çekip baş göstermişti. Buna kapılmaları da işten bile değildi.

 

Dudaklarındaki tebessüm üzerine hızlı hızlı düşmeye başlayan yağmur damlalarıyla solarken mavi kabanının önünü kapatıp yağmurdan korunabileceği bir yere geçmeye çalıştı. Yolun tam ortasında olduğundan etrafına bakınıp adımlarını hızlıca karşıdaki kaldırıma atmaya başladı.

 

Bir anda sağanak yağmura tutulmuştu.

 

Hızlı ve hırçın damlalar kendini esir alırken elleriyle dalgası sabah zor tutmuş saçlarını da korumaya çalışıyordu. Adımları su birikintilerinden geçtikçe çamurlu sular pantolonunda izler çıkarıyordu. Şemsiye almadığı içinde kızıyordu içinden kendi kendine.

 

Ama açık yoldaydı. Ne bir örtü ne de bir çatı altı vardı sığınabileceği. Biraz daha koşup caddedeki dükkanlardan birine sığınmalıydı.

 

Tam adımlarını kaldırıma çıkarmak için atmıştı ki yan tarafından hızla geçen bir aracın çamurlu suyu paçalarına sıçratmasıyla sinirinin tepesine hücum etmesi bir oldu.

 

"Ne yapıyorsun ya!" dedi dayanamayıp. Durmuştu o sağanak yağmurun altında. Tabi arabada durmuştu. "Kör müsün!"

 

"Leyla hanım?" Hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği bir şekilde duran araçtan tanıdık bir sima belirdi. Cihan...

 

"Kör müsünüz Cihan bey?" diye mırıldanırken arabaya doğru bir adım attı Leyla.

 

"Ben gördüm sizi. Durmak için şey etmiştim ama. Ne yapıyorsunuz burada?"

 

"Ne yapıyor gibi görünüyorum!" Tutamamıştı kendini. Sinirle çemkirdi. Asabı tümden bozuktu. Bir de üstüne Cihan denk gelmişti.

 

"Islanıyor gibi duruyorsunuz?" diye anlık bir tereddüt geçti Cihan'ın suratından.

 

"Oha..." dedi Leyla yalancı bir şaşkınlıkla. "Ciddi olamazsınız. Neden acaba!" Gözlerini son derece devirirken yağmurdan kaçmak için bir adım atmaya hazırlandı ama Cihan'ın sesiyle durdu.

 

"Nereye gidiyorsunuz?"

 

"Ne yapacaksın?" dedi en ters tavrıyla Leyla. Yağmur damlaları hızını arttırırken her zerresi ıslanmaya başlamıştı.

 

"Bırakayım gideceğiniz yere diyecektim. Çok yağmur yağıyor. Böyle olmaz."

 

"Gerek yok." Dedi Leyla anlık bir şaşkınlıkla. Her daim kendine kaba olan adamın kibar kibar sunduğu teklif çok şaşkınca gelmişti kendine. Genelde kullandıkları dil kibarlıktan çok öteydi, ikisinin de. Çünkü ne zaman karşı karşıya gelseler ya da konuşmak zorunda kalsalar hemen zıtlaşıp tersleşmeye başlıyorlardı.

 

"Hava çok kötü. Bu yağmurda yürünmez."

 

"Gerek yok." Diye deminki şaşkınlığını atıp adımlarını atmaya devam etti Leyla. Bakışları pantolonun ıslanan ve Cihan'ın durmasıyla çamur kaydırdığı paçalarındaydı.

 

"Ama Leyla hanım." Diye itirazla devam etti Cihan. Arabayı onun adımlarına uygun yavaş yavaş ilerletiyordu. "Gerçekten hava çok kötü. Bu şekilde gideceğiniz yere varana kadar epey ıslanacaksınız."

 

Cihan'ın bu 'kibar' ısrarına tekrar şaşkınlıkla bakarken çakan şimşekle birlikte irkildi Leyla. Bakışlarını şimdi daha da hızlanan damlalara çevirdi. Sanırım bu kibar teklife hayır diyemeyecekti. Eğer derse muhtemelen sıçandan farkı kalmayacaktı.

 

"E iyi madem," diye mırıldanırken hızlıca arabanın diğer tarafına dolandı. Pek güzel olmayan bir havada pek hoş olmayan bir tesadüftü bu onun için.

 

Eh işte ne derlerdi denize düşen yılana sarılır...

 

Klimanın yüksek ısıda çalıştığı beyaz Range Rover'ın koltuğuna oturunca dudaklarından derin bir 'oh' kaçmıştı Leyla'nın. Islak kirpiklerini kırpıştırırken yüzündeki damlaları da elinin tersiyle silmeyi ihmal etmemişti. "Teşekkür ederim," diye mırıldandı Cihan'a doğru bakıp.

 

"Nereye gidiyorsunuz?" dedi arabayı hareket ettirmeden önce Cihan.

 

"Elif'e geçecektim de işleri varmış. Şilanlara geçerim." Bir yandan arabaya binmenin çok doğru bir karar olduğunu düşünüyordu Leyla. Çünkü şimdi yağmur o kadar şiddetlenmişti ki adeta fırtınaya dönüşmüştü. Hatta arabanın camına düşen o hızlı damlaların sesi sanki camı kıracakmış gibi çıkıyordu. Görüş mesafesi sıfırdı.

 

"Abim erken ayrıldı şirketten. Sanırım yengemi almaya gitti."

 

"Öyle." Dedi Leyla mesafeli bir sesle. Arabayı çalıştıran Cihan hareket etmeden bir süre bakışlarını çekingen bir şekilde Leyla da dolandırmış sonra önüne dönmüştü. Kendini ona karşı oldukça mahcup hissediyordu. Dilemesi gereken bir özür vardı.

 

"Leyla hanım..." dedi biraz süren sessizlikten sonra. Araba da bu sırada o deli gibi yağan yağmurun altında yavaş yavaş ilerliyordu. "Size bir özür borcum var."

 

Duydukları şaşırtmıştı Leyla'yı. Mavi irisleri şaşkınlıkla açılırken Cihan'a dönmüştü. "Anlamadım?" dedi sonra gözlerini hafifçe kısıp.

 

 

 

 

 

"Özür dilerim yani."

 

"Özür dilersin?" dedi tekrar şaşkınlık dolu bir tınıyla Leyla. Bugün Cihan kendisini oldukça hayrete düşürüyordu. Nedense bugün fazla şeydi. Fazla şey. Şey işte.

 

Olgun...

 

Kendinden beklenmeyen bir olgunluk vardı. Hem hareketlerinde hem de sözlerinde. Kurduğu cümlelerde ses tonu bile farklıydı. Her zamanki o cıvık halleri, jöle kıvamı hiç yoktu mesela. Ya da arabaya bindiğinden beri Şirin diye ağlayıp, aşk krizlerine de tutulmamıştı.

 

Yani Leyla'nın şaşırmak için epey sebebi vardı.

 

Kim olsa da şaşırırdı zaten.

 

"Evet. Özür dilerim. Geçen gün olanlardan ötürü. Asansörde yani. Tatsız bir gündü. Pek hoş şeyler yaşanmadı."

 

"Evet." Diye hızla onayladı Leyla onu. Hatta sesinde hafif sinirli bir tını da vardı. O günü kim yaşasa ve kendi yerinde olsa elbette sinirlenirdi. Leyla da sinirlenmekte epey haklıydı. Aklına gelince istemsizce yine sinirlenmişti.

 

"Cihan! Bu ne hal Cihan!" Sağ yanağından aldığı darbeyle kafası savrulup giden Cihan felçli Firdevs Hanım gibi yamulurken eliyle yüzünü tutup olduğu yerde sabit durmaya çalışıyordu bir yandan. Ama şimdi yanağına okkalı bir tokadı indiren nişanlısı sinirle kavramıştı ceketinin yakasından. "CİHAN! SEN BANA BUNU NASIL YAPARSIN HA! AY BEN BU GÜNLERİ DE Mİ GÖRECEKTİM! AY EVLENMEDEN ALDATILACAK MIYDIM BEN HA!"

 

"Şirin'im... Güzel gözlüm... Bir dinle kurban olduğum b-"

 

"Neyini dinleyeceğim ha! Ben daha neyi dinleyeceğim Cihan! Bunları da mı görecektim ben! Bana bunu nasıl yaparsın sen! Sen beni nasıl aldatırsın!"

 

"Bir dakika bir dakika." Diye araya girmişti yerden zorla doğrulan Leyla. Aldatma falan nereden çıkmıştı şimdi!

 

"Sen ne diyorsun Şirinim! Ne aldatması?" İki yanağı da kıpkırmızı olan Cihan'ın ağzı şaşkınlıktan iki metre açılırken Şirin'in elinden tutup onu sakinleştirmek istemişti ama Şirin sertçe vurmuştu ellerine.

 

"SUS CİHAN SUS! ALLAH SENİ BİLDİĞİ GİBİ YAPSIN! DEMEK BUNU DA YAPACAKTIN HA! EVLENMEDEN BENİ ALDATAN EVLENDİKTEN SONRA NE YAPARDI ALLAH BİLİR! ALLAH SENİ BİLDİĞİ GİBİ YAPSIN!" Sert yumruklarını Cihan'ın göğsüne indiriyordu bir yandan.

 

"Şrinim dur. Bak sandığın gibi değil. Asansö-"

 

"SUS CİHAN SUS! YALAN SÖYLEME BANA! BEN SAATLERDİR SENİ BEKLİYORUM SENİN YAPTIĞINA BAK BE! BU KIZ İÇİN Mİ HA! BENİ TERCİH ETTİĞİN KIZ GERÇEKTEN BU MU! BU KADAR MI DÜŞTÜN SEN! BANA BAK KIZIM!" Hışımla Leyla'nın üzerine atılmıştı. Onun saçlarını kavrarken ayakta zor duran Leyla'nın dudaklarından kısık bir şekilde 'ah' dökülmüştü. Cihan son anda mani olmuştu onun yapacaklarına.

 

"Kendinize gelin Şirin hanım!" demişti sinirle Leyla. Ha bayıldı ha bayılacak halde olmasa epey sert bir şekilde geri püskürtürdü ya onu. O kimdi de saçlarına dokunabiliyordu!

 

"Gelmiyorum! Bana bak sarı çıyan! Arkadaşını gittin İzollara yamadın şimdi de kendine mi geldi sıra ha! Ne o benim nişanlımın aklını mı çelecektin o yarım aklınla!"

 

"Bana bak Şirin!" diye yükseldi Leyla'nın yorgun sesi. "Düzgün konuş benimle!"

 

"Ne sandın! Cihan'ın aklını karıştırabileceğini mi! Bu ucuz numaraların bana sökmez yalnız! Öyle asansör köşelerinde nişanlımı sıkıştırmakla olmaz o işler!"

 

"Şirin kendine gel!" diye patlamıştı en sonunda Cihan. "Sen neler diyorsun ya! Asansörde kaldık biz! Leyla hanımın kapalı alan korkusu var hepsi bu!"

 

"Öyle mi!" diye imayla eğmişti başını Şirin. İri kahve gözlerinden ateşler püskürürken pek inanmış gibi de durmuyordu. "Ne o! Hevesimi alayım geçip bitsin mi dedin!" elini sertçe Cihan'ın göğsüne çarpmıştı. Sonra hızla Leyla'ya döndü. "Ama ne var biliyor musun! Senin gibi kızlarla sadece gönül eğlendirilir başka bir şey değil! Ne sandın! Koskoca İzolların oğlu sana mı bakacak! Ne sandın ne!"

 

"YETER!" diye ayağını sertçe yere vurmuştu Leyla. "O pis kalbinden dökülen iftiralarına kendine sakla!" yerdeki çantasını kapıp etraftaki o kadar şaşkın bakışın arasından sıyrılmıştı Leyla. Öfkeyle soluyordu. Dayanamayıp geri döndü. "Allah'tan birbirinizi bulmuşsunuz! Allah'tan! İyi ki evleniyorsunuz da başkalarının başını yakmıyorsunuz!"

 

"Şirin..." diye mırıldandı Cihan. Kendini hayatta hiç bu kadar mahcup hissetmemişti sanırım daha önce. "Şirin adına çok özür dilerim."

 

"Kendisi dileyemiyor sen mi diliyorsun onun yerine?" Ters bir şekilde cevap vermişti Leyla. Parmakları sinirle sarı saçlarının arasından geçtikten sonra mavi kabanının üzerinde bağlamıştı.

 

"Ne desen haklısın. O gün senin yerinde kim olsa aynı şeyi yapardı. Ama ben ne diyeceğimi bilmiyorum. O bizi öyle görünce her şeyi yanlış anladı. Çok sinirlendi o yüzden."

 

"Çok mu sinirlendi gerçekten?" dedi Leyla hafif inanmayan bir tonda. Bakışlarını yoldaki görüşü kapatan sağanak yağmurdan çekip Cihan'a çevirdi.

 

"Evet." Diye mırıldandı Cihan.

 

"Siz barıştınız mı?" dedi Leyla. Kafasını olumlu anlamda salladı Cihan. İki gün yaşadıkları küslükten sonra zar zor affetmişti Şirin kendisini. Ama Cihan da çok uğraşmıştı. Saatlerce dil dökmüştü affetmesi için.

 

"Sevindim." Dedi yapay bir gülümsemeyle Leyla. "Barıştığınıza yani." Bu tepkisi Cihan'ı biraz afallatmıştı. Onun da dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu. "Nasıl affetti ya seni? O günkü 'aşırı' tepkisine bakılacak olursa hiç affedecek gibi durmuyordu."

 

"Ne o?" dedi Leyla'nın imalı sözlerine karşılık yalancı bir tebessümle Cihan. "Ayrılsak çok mu üzülecektin?"

 

"Nereden bildin?" dedi sahte bir şaşırmayla Leyla. "O gün dediklerimin hâlâ arkasındayım. Tencere kapaksınız yani."

 

"Bakın Leyla hanım." Dedi tane tane Cihan. Kendini açıklama gereği içinde hissediyordu. "Şirin normalde çok sakin yapıda biridir."

 

"Çoook." Dedi abartılı bir şekilde Leyla. Kaç kere aynı ortamda denk gelmese belki inanabilirdi Cihan'ın onun hakkında 'sakin' demelerine. Derin bir nefes alan Cihan konuşmasına geri döndü.

 

"O gün bana ulaşamayınca telaş yapmış. Arayıp arayıp ulaşamayınca da korkmuş. Sonra bizi de asansörde görünce o korkuyla her şeyi yanlış anlamış hepsi bu."

 

"Korkuyla?" dedi Leyla. "Yani sana yaptığı 'aldatma' yakıştırması korkusu yüzündendi öyle mi?"

 

"Leyla hanım bakın o panikle ne yapacağını bilemedi kız."

 

"Tabi o panikle. Panikten zaten bana da olanca ahlaksız yakıştırmayı yaptı. O kadar insanın içinde ağza alınmayacak iftiralar attı. Bilemiyorum artık panikten miydi yoksa başka bir şeyden mi? Benim de ne hissettiğimi anlayabiliyorsunuzdur umarım. Çünkü ben o kadar insanın içinde rezil olmayı geçtim bana yaptığı bu ahlaksız yakıştırmaları asla kabul edemiyorum."

 

"Çok haklısınız." Dedi mahcup bir şekilde Cihan. "Ama dedim ya o da panikten bilemedi. Yoksa Şirin gerçekten öyle biri değil."

 

"Şimdi bana 'senin ne haddine' diyeceksiniz ama bana kalırsa siz Şirin'le birbirinizi tam olarak tanımıyorsunuz."

 

"Evet." Dedi anlık bir afallamayla Cihan. "Gerçekten sizin ne haddinize? Bizim ilişkimizi sorgulamak size mi kaldı?"

 

"Tabi ki kalmadı. Ama ne var biliyor musunuz Cihan bey? Eğer gerçekten birbirinizi tanıyor olsaydınız biz geçen gün o tartışmayı yaşamazdık."

 

"Tanıyoruz elbette biz birbirimizi." Diye itiraz dolu bir şekilde mırıldandı Cihan. Bakışlarını yağmur damlalarından görünmeyen yola çevirdi.

 

"Öyledir elbette. Ben orasını bilemem. Ama ne var biliyor musunuz? Tanıyorum demek tanıdığın anlamına gelmiyor çoğu zaman. Her gün sabah simit aldığın adama da tanıyorum dersin. Tek yaptığın parayı verip simit almaktır sadece. Ama o senden aldığı parayı nereye harcıyor bilemezsin. Bana kalırsa tanımak için çoğu zaman aşk ya da nefret gibi güçlü duygular bile yetersiz kalıyor. İlla tanıyacaksak eğer birini 'güvenmek' gerekiyor. Ve güven olmadıkça her şey biraz eksik kalıyor. Eğer Şirin size güveniyor olsaydı o gün yaşadığımız durumun sandığı gibi bir şey olmadığını bilirdi. Hatta sanmaz, aklına bile getirmezdi."

 

Ne diyeceğini bilememişti Cihan. Zorla yutkunurken bakışlarını çekemiyordu da Leyla'dan. 'Şirin' diye geçirdi aklından. 'Bana güvenmiyor mu?' izledi düşüncelerini. Ama hemen yok saydı bu düşünceleri. Şirin onun aşık olduğu kadın olan Şirin'di. Kendine aşık olan, birlikte bir yuva kuracakları Şirin.

 

"Ben Şirin'i çok iyi tanıyorum. O da beni. Aramızda da öyle sandığınız gibi 'güvenmeme' durumu yok. Ben gayet güveniyorum kendisine. Aynı şekilde o da bana."

 

"Öyledir tabi." Dedi memnuniyetsiz bir biçimde Leyla. "O zaman o çok güvendiğiniz nişanlınıza söyleyin o gün bana dediklerini unutmadım. Kendim söyleyebilirm aslında söyleyemem değil elbette ama muhatap olmak istemiyorum zerre kadar."

 

"Niye sevmiyorsunuz Şirin'i? Niye ona bu kadar tepkilisiniz?" Kafa karışıklığı içinde döndü tekrar Cihan Leyla'ya.

 

"Sevip sevmeme kısmı beni ilgilendirmez. O sizin ilgileneceğiniz konu. Ama takdir edersiniz ki bana dediklerinden sonra kendisiyle pek iyi olacağım da düşünülemez. Zaten şunun şurasında buradaki son günüm." Son cümlesini kafasını öne eğerek ve mırıldanarak söylemişti Leyla. Ama duymuştu Cihan.

 

"Son günüm derken?" dedi diğer Şirin'le ilgili olan kısmı atlayıp. O esnada arabanın ekranında Şirin'in adı belirdi. Arama sesi arabayı doldurdu.

 

"İyi insan." Diye mırıldandı Leyla yapmacık bir gülümsemeyle. "Kendisinden bahsettiğimizi duydu sanırım. Yine yanlış anlamasın bizi?"

 

"Şirin öyle biri değil." Diye üsteledi Cihan. Parmağıyla da kırmızı reddetme butonuna dokundu hemen sonra. Bu hareketi Leyla'nın kaşlarını şaşkınlıkla havalandırmıştı. Ne de olsa kapısında kul olmuştu Cihan Leyla'nın. kaç kere ona nasıl miyavladığına şahit de olmuştu. İlginç gelmişti doğrusu. "Siz demin son günüm derken neyi kastettiniz?" dedi Şirin'i yine es geçip. Araç yavaş yavaş da Bozan Konağına yaklaşıyordu.

 

"Ben yarından sonra Trabzon'a dönüyorum."

 

"Trabzon mu? Neden? Tatil için mi?"

 

"Tatil için buradaydım zaten." Diye kırık bir tebessüm yerleştirmişti Leyla dudaklarına. Bu tebessüm görüp hissetmese de babasına gelmişti. "Temelli dönüyorum ben."

 

"Nasıl yani? Neden?"

 

"Bir nedeni yok. Ben Elif için buradaydım. Epeydir de buradayım zaten. Dönme vakti geldi artık." Hafifçe omuz silkmişti. Oysa yağmurun altına oturup ağlamak geliyordu içinden.

 

"Ama sizin işiniz İstanbul'da değil mi? Ben mi yanlış hatırlıyorum?" Tereddütlü bakışlarını Leyla'ya çevirirken arabayı da durdurmuştu Cihan.

 

"İstanbul'daydı. İki hafta öncesine kadar. Artık bir işim yok. O yüzden de geri eve dönüyorum." Emniyet kemerini açtıktan sonra elini arabanın kapısına atmıştı Leyla. Kapıyı açınca tereddütle geri döndü. "Elif'e bir şey söyleme olur mu? Çünkü ben daha gideceğimi söylemedim. Benden duysun istiyorum." Kapıyı tamamen açıp yağmurun altına attı adımlarını Leyla. Diyecek bir şeyler aradı Cihan. Ama diyecek bir şeyi yoktu. Öylece bakıyordu.

 

"Getirdiğiniz için teşekkür ederim." Dedi kapıyı kapatmadan önce. "Ben iki hafta önceki o tatsız olayı unuttum. Siz de unutun. Şirin'le ikinize mutluluklar." Yağmurda daha fazla ıslanmamak için hızlıca konak kapısından içeri koştu Leyla. Cihan hiçbir şey demeden onun gidişine bakmıştı.

 

Arabayı geri çıkarmak için döndüğünde arka koltuktaki atkıya takıldı bakışları. Leyla'nın asansörde düşürdüğü atkısı...

 

Oysa bugün yolda dururken onu vermekti amacı. Ama tümden unutmuştu. Uzanıp yumuşak kumaşı avcunun içine aldı. Peşinden inip vermek için bir hamle yaptı ama vazgeçti. Atkıyı avcunun içinde yavaşça okşarken bakışlarını onun girdiği kapıdan ayıramıyordu.

 

Ama aklındaki tüm düşünceler Şirin'in tekrar aramasıyla buhar olup uçup gitti.

 

"Alo Şirin..." diye mırıldandı yorgun bir biçimde. Haftalar sonra ilk defa hissetti o yorgunluğu.

 

🔥

 

"Yetiş! Berfin! Atların ahırında kıymış kendi canına!"

 

Kulaklarımda ardı arkasınca Çavuş dayının sesi yankılanıyordu.

 

'Kıymış'

 

'Kendi canına kıymış'

 

Duyduklarım beni bir kara delik gibi içine çekerken olduğum yerde, daha demin huzuru buldum dediğim yerde mıhlamıştı beni yerime. Çavuş dayının sesi bir uğultu gibi kulaklarımda dönerken idrak edebildiğim tek şey Baran'ın hızla yanı başımdan kalkışı oldu.

 

"Sen bekle burada." Diye mırıldandıktan sonra cevap vermemi bile beklemeden fırlamıştı dışarı. Pencereden görüntüsünün akıp gittiğine şahit olurken olduğum yer sanki beni içine çekiyormuş gibi hissediyordum. Ellerimi güç bela yumuşak halının üzerine koyup doğrulmaya çalıştım. Sanki dizlerimdeki tüm can çekilmişti ve ben kendimi taşıyamayacaktım. Öyle hissediyordum.

 

'Kendi canına kıymış'

 

Derin bir nefes alırken masadan zar zor tutunup doğruldum. Yalpalayarak dışarı attım kendimi. Baran'ın ve Çavuş dayının koştuğu yöne, atların ahırına doğru koştum ben de. Tabi buna koşmak denebilirse.

 

"Berfin!" diyordu içerideki ses. "Berfin bana bak!" Baran'ın sesi. Telaşlı, korku dolu ve epeyce yüksek. "Berfin! Bana bak! Berfin!"

 

"Ne olmuş oğlum? Niye cevap vermiyor?" Havva ablanın ağlamaları da karışıyordu Baran'ın sesine.

 

"Berfin!" Korku dolu bakışlarımı işte o an çevirebildim içeri. Yerdeki ilaç kutuları takıldı önce gözüme. Dizleri üstüne çökmüş, kolları arasına aldığı Berfin'i sarsıyordu. Berfin'in başı onun kolunun üzerinden koluyla bir yana sarkmış ve sanki şey gibi duruyordu... Şey...

 

Ölmüş gibi diye mırıldandı içimdeki korku dolu ses.

 

"Berfin! Kendine gel!"

 

"Delirdin mi sen!" Buz gibi kırmızıya bulanmış sudan dışarı çekiyor hızla beni. Benim 'Bırak' diye çırpınmalarımı göz ardı edip gelinliğimden yırttığı kumaşla kanı dindirmeye çalışıyor. "Bırakayım da 'öl' öyle mi!" diye haykırıyor yüzüme.

 

Yaşadıklarım tokat gibi yüzüme çarparken soluklanmaya çalıştım. Bileklerimde ince bir sızı baş göstermişti.

 

"Bu böyle olmayacak!" dedi Berfin'i kucağına alırken. "Hastaneye gitmemiz lazım. Kimseye bir şey demeyin tamam mı!" Emri Havva abla ve Çavuş dayıyaydı. Onlar korkuyla başlarını sallarken Çavuş dayı ilaç kutularını titreyen elleriyle onun cebine koydu. Bakışları bir anlığına bana takıldı. O an gördüm yüzündeki, gözlerindeki o korkuyu. Bir şey demeden Berfin kucağındayken koştu dışarı. Berfin kendinden geçmiş bedeni savruluyordu kolları arasında.

 

"Bekle," derken ben de koştum peşinden. Benden önce arabaya varmış Berfin'i arka koltuğa yatırmıştı. Bir şey demeden ben de arka koltuğa yerleşirken o çoktan geçti ön koltuğa. Berfin'in kafasını dizlerimin üzerine çekerken dikkatli olmaya çalışıyordum.

 

"Sen kalsaydın." Dedi nefes nefese omzunun üzerinden geri dönüp.

 

"Olmaz," derken kafamı hızla iki yana salladım. "Hadi sür! Vakit kaybedemeyiz!" bakışlarımı Berfin'e çevirirken elimi yanağına koyup sarsmaya çalıştım. Aralanmış dudaklarından kesik kesik inlemeler dökülmüştü. "Berfin..." diye mırıldandım. "Berfin bana bak... Duyuyor musun beni?"

 

"Ahmet!" araba toprak yolda epey gürültülü ve hızlı bir şekilde ilerlerken o da telefonla Ahmet'i arıyordu bir yandan. "Hastaneye gel çabuk! Sorma!" diye karşıdan gelen sesi bastırdı. "Sorma ne diyorsam çabuk! Çiftlikten geliyoruz biz! Evdekilere sakın bir şey söyleme duydun mu! Sorma işte!" Telefonu sertçe kapatırken bana çevirdi bakışlarını. "Nefes alıyor mu?"

 

O öyle deyince kafamı hızlıca onun burnunun üzerine eğdim. "Zar zor." Dedim kesik nefeslerine cevaben. Titreyen elimi onun boynuna koyup nabzını dinlemeye çalıştım. Ama vücudumdaki titremeden fark edemiyordum da. "Çabuk ol." Dedim korkuyla. Sanki Berfin'in bedeni buhar olup uçacakmış gibi hissediyordum. Onun nabzına bakmaya çalışırken elbisemin kolundan açılan bileğime kaydı bakışlarım.

 

"Ölmek istiyorum!"

 

"Ölmek yok!"

 

"Bırak! Ölmek istiyorum!"

 

"Ölebilecek kadar değer veriyorsun yani bu evliliğe! Ölmek en kolay yol!"

 

Kafamda o kara gecenin sesleri yankılanırken derin bir nefes almaya çalıştım. Kafamı hızla iki yana sallayıp sesleri kesmek istedim. Midemde bir hareketlilik oluştu.

 

"Geldik!" dedi araba acı bir fren sıkarken. Durur durmaz da inip bizden tarafa koştu. Kapıyı açtıktan sonra Berfin'i hızla çekip kolları arasına aldı. Anın verdiği o 'ölüm' korkusu, dört buçuk ay öncesinin etkileri yüzüme yüzüme çarparken ben de boğazımı sıkan o ellerle beraber indim arabadan.

 

"Ne olur bir şey olmasın..." diye mırıldanırken zar zor attım adımlarımı peşlerinden.

 

Ben içeri girerken çoktan acilin kapısından içeri girmişlerdi çoktan. Ben kapının eşiğinde öylece bakıyordum onun müdahale alanına alınmasına. Sonra kapı yavaşça kapandı yüzüme.

 

Onlar içeride ben ise dışarıda kalmıştım.

 

......

 

Zaman göreceli bir kavramdı. Yerine göre hızlı yerine göre yavaştı. Her zaman 'bir saat' bir saat olmuyordu. Şimdi de zamanın çok ağır aktığı anlardan birindeydik sanırım. Bana öyle geliyordu çünkü.

 

Derin bir nefes alırken elimle tutulan omzumu sıvazladım. Bakışlarım ağır ağır duvardaki saate tırmandı. 03.30...

 

Kaç saattir buradaydık onu da bilmiyordum ama bana bir günden fazlaymış gibi geliyordu. Beklerken şu acilin kapısından tam yedi tane hasta sedyeyle getirilmişti. On bir tanesi de kendi yürüyerek girmişti. İki tane çocuk hastaneyi yıkma pahasına ağlayarak çıkarken bir hasta gözümüzün önünde yoğun bakıma götürülmüştü.

 

Birçok adım geçmişti önümden, birçok insan. Ama zaman bir türlü geçmemişti.

 

"Elif..." dedi sıcacık bir fısıltı tüm kargaşanın arasından ruhuma doğru akarken. Hemen ardından önümde dizleri üzerinde eğilirken ellerini koymuştu bacaklarıma. "Perişan oldun burada. Götüreyim mi seni eve?" bunu geldiğimizden beri o kadar çok demişti ki.

 

"Cık..." derken kafamı salladım. "Gitmek istemiyorum." Diye mırıldandım.

 

"Ama mahvoldun. Uykusuz perişan oldun. En azından evde biraz uyursun."

 

"Uyuyamam ki." Diye hafifçe omuz silktim. "Uyku girmez gözüme. Hem evdekilere ne derim?" Dudaklarına yorgun bir tebessüm yerleşirken uzanıp alnıma küçük bir öpücük bıraktı. "Baran..." diye mırıldandım o geri çekilmeden. "Bir şey olmaz değil mi?"

 

"İnşallah güzelim." Dua eder gibi söylemişti bunu.

 

"Berfin hanımın yakınları?" dedi o anda açılan kapıdan çıkan genç bir hemşire.

 

"Evet." Derken ikimiz de fırlamıştık ayağa.

 

"Berfin hanım kendine geldi." İşte bu saatlerdir duymak istediğim şeydi. Derin bir nefes alırken elimi göğsüme bastırdım.

 

"Çok şükür..." diye fısıldarken saatlerdir ilk defa rahat nefes alabildiğimi fark ettim. Ciğerlerimde, omuzlarımda öylesine büyük bir yük vardı ki. Hemşirenin söyledikleriyle hepsi uçup gitmişti.

 

"Nasıl durumu?" dedi Baran. Bir elini benim sırtıma koyup yavaş yavaş sıvazlamaya başlamıştı.

 

"Gayet iyi. Değerleri de normale döndü. Herhangi bir hayati tehlikesi de yok. Hatta sizi yanına alabilirim." Dedi hemşire. "Baran beyi görmek istediğini söyledi hatta." Baran'ın bakışları bana dönerken gitmesi için gülümsedim. Şimdi yersiz kıskançlıkların ne yeriydi ne de zamanı. Ölüm tehlikesi atlatmıştık biz. O da benim gülümsemeden güç alıp omzumu sıvazlarken hemşirenin peşine düştü.

 

Tekrar ve deminkilerden daha derin bir nefes alırken gerideki koltuklara çöküp ellerimle saçlarımın dibini çekiştirmeye başladım. "Bir kabustu ve bitti," diye mırıldandım. Derin bir nefes daha aldım. Saatler sonra ilk defa doğru düzgün nefes alabildiğimi hissediyordum. Ellerimi rahatlayan göğsüme bastırırken üzerime çöken yorgunlukla kalktım ayağa.

 

İçimdeki rahatlamaya eşlik eden garip de bir korku vardı. Ölüm korkusu diye fısıldadı içimdeki ses.

 

Hayır ölüm korkusu değildi bu. 'Kendini bir ölüme mahkum etmenin' korkusuydu.

 

Deminkinden daha tenha ve sessiz olan bekleme alanından içeri yürüyüp Berfin'in alındığı odanın önüne geldim. Belki gözlerimle onun iyi olduğunu görürsem daha iyi hissedecektim. Çünkü ahırda onu öyle görünce aklım uçup gitmişti.

 

Aralık kapının kolundan tutup biraz daha açarken adım atamadım içeri. Ne içeri bir adım ne de dışarı bir adım... Kalakalmıştım çünkü. Hafifçe de yutkunmak zorunda kaldım. Berfin'in Baran'ın omzuna sıkı sıkı doladığı kollarına bakakaldım. Kafasını onun omzuna gömüp hıçkırarak ağlamasına bakakaldım.

 

 

 

 

 

Ne kadar baktım nasıl baktım bilmiyorum ama kesik bir soluk alırken geri çektim kendimi.

 

"Bırakayım da öl öyle mi! Ölmek yok!"

 

Kafamın içinde yine o bilindik sesler yankı bulurken midemdeki hareketlilikle birlikte yavaş yavaş girdiğim yerden hızlı adımlarla fırladım dışarı. Hastanenin kapısından çıkarken gecenin ayazı tümden bedenimi ürpertmişti ama midemdeki hareketlilik daha baskın geldiğinden üşümeyi bir kenara bırakıp çimlik alana doğru koştum. Dudaklarımdan güçsüz bir öğürtü koparken ellerimle güç bela korkuluklara tutunup kusmaya çalıştım. Dizlerimden, kollarımdan, vücudumdan ve ruhumdan tüm güç çekilmişti.

 

"Ölmek yok! Eğer aklın varsa mahkum edildiğin bu kaderden kaçmak için akıllı olup yaşamayı seçersin!"

 

Derin derin soluklanırken zorla doğruldum ayağa. Kafamda o karanlık gecenin sesleri, gözlerimin önünde Berfin'in öylece ahırda yatan hali varken sanırım olabildiğim en kötü haldeydim.

 

Her şey sana 'o' günü hatırlatıyor diye mırıldandı iç sesim.

 

Kararan bakışlarımla geri dönüp içeri girmek isterken epey sert bir şekilde birine çarptım. Bedenim zaten yaprak gibi savrulmaya hazır olduğundan geri doğru yalpalarken eğer çarptığım kişi kollarımdan tutmasa geri doğru düşerdim de.

 

Bakışlarım kolumu tutan ele çevrilirken cılız bir şekilde "Özür dilerim," demeye çalıştım.

 

"İyi misiniz hanımefendi?" dedi yabancı ses. Kararan bakışlarımı kaldıramıyordum da yukarı. Kendimi bayılacak gibi hissediyordum. Dizlerimde müthiş bir titreme vardı. Tek yapabildiğim beni tutan ellere bakmak oldu.

 

"İyiyim," diye mırıldanırken geri çekilmeye çalıştım. Kolumun üzerinde duran eli itelerken bir kuş çizimini andıran büyük dövmeden bakışlarımı çekip dik durmaya çalıştım.

 

"Hiç iyi görünmüyorsunuz. Bir su ister misiniz?" geri doğru bir adım atarken bir yandan hızlıca kafamı iki yana salladım.

 

"İyiyim..." diye mırıldanırken gözlerimi sıkıca yumup açtım belki bulanık bakışlarım düzelir diye. Derin bir nefes almaya çalışırken de önüme düşen saçlarımı geri iteledim güç bela.

 

"Elif? Güzelim?" dedi ben toparlanmaya çalışırken bana yaklaşan Baran'ın sesi. Olduğum yerde sallanan bedenimi kavrarken sıkıca tuttu beni. "Ne oldu?"

 

"İyiyim bir şey yok." Diye onu sakinleştirmeye çalışırken kollarına koydum titreyen ellerimi.

 

"Nasıl iyiyim? Kireç gibi olmuş suratın." Dedi telaş dolu sesiyle.

 

"İyiyim." Diye mırıldanırken zorla gülümsemeye de çalıştım.

 

"Nasıl iyi ya?" Elleri yüzüme tırmanırken telaşlı bakışları buldu bakışlarımı. "Ne oldu?"

 

"Valla iyiyim Baran. İçeride midem kötü oldu biraz. Ben de nefes alabilmek için dışarı çıktım. Ayağa kalkarken de gözüm karardı sadece. Eğer şu beyefendi olmasaydı." Sağıma soluma bakındım.

 

"Hangi beyefendi?" dedi o da benimle birlikte sağına soluna bakınıp. Ama etrafta bizden başka kimse de yoktu. Sadece ileride acilin girişinde iki hemşire ambulansın yanında duruyorlardı.

 

"İçeri girdi sanırım. Neyse iyiyim ben." Dedim ellerimi onun elleri üzerine koyarken.

 

"Eve gidelim. Perişan oldun burada. Şu haline bak." Sırtındaki ceketi çıkarıp omuzlarıma bıraktı. Sonra da elimi kendi avcunun içine aldı.

 

"Ee Berfin?" diye mırıldandım adımlarına uymaya çalışırken.

 

"Ahmet var şimdi. Zaten uyuttular tekrar." Arabanın kapısını açıp benim binmemi bekledi. Emniyet kemerini taktıktan sonra kendi tarafına geçti.

 

"Durumu?" dedim telaşla.

 

"Midesi yıkanmış. Değerleri de normale döndü. Fiziksel olarak iyi. Ama ruhsal olarak." derin bir nefes aldıktan sonra arabayı çalıştırdı ve yavaşça çıktı hastanenin bahçesinden.

 

"Çok kötü değil mi?" diye tamamladım onun yarım bıraktığı cümlesini. Bana bakmadan kafasını salladı.

 

"Evlenmek istemiyor. Dedemlerin evlilik işine sıcak baktığını duyunca gitmiş bulduğu tüm hapları yutmuş." Kaşlarım önce şaşkınlıkla havalanmış sonra da sinirle çatılmıştı.

 

"Nasıl yani? Sırf bunun için gidip kendi canına mı kıymış?" Sesim titrerken Baran'ın endişe dolu bakışları bana çevrilmişti. "İnanamıyorum. Ortada fol yok yumurta yok. Nasıl kendi canını düşünmez!"

 

"Bilmiyorum." Diye mırıldandı sadece.

 

"Kimse ona evleneceksin dememiş! Kimse onu gidip nikah masasına oturtmamış! Canı bu kadar mı kıymetsiz!" Titreyen sesim kendimden habersiz yükselivermişti. "Bu kadar mı değersiz ya! Bu kadar mı acımıyor kendine hiç!"

 

"Düşünememiş işte."

 

"Düşünememiş? Ölmeyi düşünmüş ama! İnanmıyorum ya!" Gözlerimden süzülen yaşları ellerimin tersiyle sildim hızla.

 

"Tamam sakin ol." Diye mırıldandı. Göğsümün ortasında bir şey beni sıkıştırırken camı yarısına kadar indirdim. Sakin olamazdım. Elim değildi çünkü.

 

Bugün o ahırda gördüklerim, bir hiç yerine Berfin'in yaptıkları büyük bir hançer olup saplanıyordu acıma.

 

🔥

 

Hastaneden ayrıldıktan sonra İzol Konağına değil de çiftlik evine sürmüştü Baran arabayı. Herkesten, her şeyden uzak biraz kafa dinlememin benim için iyi olacağını düşünüyordu. Dillendirmemişti ama onun için yapıyordu. Çünkü hastaneden çiftlik evine varana kadar ağlayabildiğim kadar ağlamıştım. Sakinleşecek gibi değildim ama en son en üst kattaki büyük cam duvarlı odada yatağın sağ tarafına kıvrıldığımda uyuyakalmıştım.

 

Sanırım ağlamaktan tüm dermanım çekilmişti. Uyumam bile bir mucizeydi bu durumda. Çünkü göz kapaklarımı her kapattığımda Berfin'in görüntüsüyle karşılaşıyordum. Bir ara da uykumdan sıçrayarak uyanmıştım. Hep zifiri karanlık olan rüyalarımda kendimi kan kırmızı bir yerde nefes almaya çalışırken bulmuştum.

 

Şimdi de ne bir kabusta ne de bir rüyanın içindeydim. Boşlukta asılı kalmış gibi uyurken yüzüme ılık ve düzenli nefesler çarpıyordu. Göz kapaklarımı hafifçe aralarken bakışlarım Baran'ın uyuyan yüzünü buldu. Bir kolu üzerimde göz kapakları sakin bir şekilde kapalı ve sakin sakin alıp verdiği nefeslerle derin bir uyku içindeydi. Yatağın yanı başına oturmuş ve öylece uyuyakalmıştı.

 

Parmaklarımı anlık bir tereddütten sonra uyandırmamaya dikkat ederek sakallarının üzerinde dolaştırmaya başladım. Son zamanlarda uzayan sakalları, onları hiç kesmemesi ve sanırım onu hiç sakallı olarak görmediğimden olsa gerek bir tuhaf gelmiyor değildi. Konağa geldiğim ilk günden beri asla sakallı görememiştim onu. Ama şu son haftalarda sanki bunu umursamıyormuş gibi bir hali de vardı. Şikayetçi miydim? Asla! Aksine bu görüntüsüne de ayrı bir tutuluyorduk ne diyelim.

 

Ben parmaklarımı uzayan sakallarında dolaştırırken dudaklarında belli belirsiz bir seğirme olmuştu. Ama uyanmadı. Hatta derin de bir nefes çekti içine. Ben de işaret parmağımı usulca burnuna doğru çıkardım. Düzgün sanki yapılıymış gibi duran burnuna. Sonra usulca dudaklarına indirdim parmaklarımı. Düzgün, dolgun dudaklarına... Beni sevdiğini haykıran, beni öpen dudaklarına...

 

İçli bir nefes çekerken parmaklarımı üstünde tuttuğum dudaklarda hafifçe bir tebessüm belirdi. Sonra da o tebessüm büyürken uzun kirpikleri aralandı.

 

"Uykumda mı seviyordun beni peri kızı?" dedi sıcak bir nefesle. Benim de dudaklarımdaki gülümseme büyürken çekmedim parmaklarımı geriye.

 

"Sen..." dedim utangaç bir sesle. "Burada mı uyudun?"

 

"Senin yanına çıkmıştım. Uyuyordun. Sana bakayım derken içim geçmiş öyle. Normalde gündüz ortası pek uyumam ama." O öyle deyince bakışlarımı cama doğru kaldırdım. Günlük güneşlik bir hava vardı dışarıda. Bir elimle destek alıp doğrulurken o da kalktı.

 

"Saat kaç ki?" dedim uykulu bakışlarımı kısıp. Bileğindeki saate bakıp "İki buçuğu geçmiş." Dedi.

 

"Kaç iki buçuk? Öğleden sonra olan mı?" dedim şaşkınlıkla. Uyumuş muydum ben ya o kadar? Zerre uyuyamazdım ben bu saate kadar.

 

"Çok geç yattın. Çok yorgundun. İyi oldun dinlendin." Yüzüme düşen saçları şefkatle kulağımın ardına kıstırıp şakağıma küçük bir öpücük bıraktı.

 

"Berfin?" dedim telaşla. "Bir haber var mı?"

 

"Biraz önce eve getirdik. Aşağıda. Salonda."

 

"Burada mı? Çıktı mı hemen?" ayaklarımı yataktan sarkıtırken üzerimdeki battaniyeyi de hızla yana ittim.

 

"Aslında bugün de kalsın dedi doktor. Ama kalmak istemedi. Ahmet'in gözetimiyle çıkardılar." Gelmişti demek. Buradaydı.

 

"Nasıl şimdi?" dedim yerdeki terlikleri güç bela ayağıma geçirip. Benim telaşla ayağa kalkmamla birlikte o da yatağın yanına çektiği tekli koltuktan kalkmıştı.

 

"Daha iyi." Benim dünden beri üstümde olan siyah triko elbisemi, dağılan saçlarımı gelişigüzel düzeltmemi izledi. "Nereye?"

 

"Berfin'e bakacağım." Derken kapıya doğru atmıştım adımlarımı çoktan.

 

"Sonra bakarsın Elif." Kapıyı açıp çıkacakken durdurmak istedi beni ama kolumdaki elini iteleyip merdivenlere yöneldim. Dinlemeyeceğimi anlayınca da sessiz sedasız takılmıştı peşime.

 

Merdivenlerin son basamağına geldiğimde bakışlarım şöminenin karşısındaki kahverengi koltukta uzanan Berfin'i buldu. Halsiz yüzü bulunduğum noktadan bile seçiliyordu. Uyumuyordu. Bakışları sanki donuk gibi bir noktada odaklıydı.

 

"Berfin..." diye mırıldanırken ona yaklaşmıştım. Donuk bakışlarını daldığı noktadan çekerken yavaşça çevirmişti bana. Hiç cevap vermeden öylece baktı. "Nasılsın?"

 

Hafifçe omuz silkerken bakışlarını kaçırdı. Oldu olası canlı olan, makyajla renklendirdiği yüzü bugün olabildiğince saydam ve beyaz bir şekildeydi. Benim ona yaklaşmamla birlikte bahçeye açılan cam kapının önünde oturan Ahmet de yavaşça ayaklanmıştı. Bakışlarım koltuğun önündeki sehpada, yatağın hemen baş ucundaki serumda, Berfin'in üzerine örtülen gri nevresimde dolaştı.

 

Buz gibi bir sessizlik doldu odaya. Berfin'in sessiz kalışları, Baran ve Ahmet'in hiç konuşmayışı.

 

Bakışlarım Berfin'in yattığı kahverengi koltuktaydı. Ama gördüklerim ise beyaz bir gelinliğin içinde, bilekleri o gelinlikten koparılan kumaş parçalarıyla sarılı, zar zor doğrulmaya çalışan Elif'ti.

 

Zorla yutkunurken daha da yaklaştım Berfin'e.

 

"Daha iyi misin şimdi?" dedim titreyen sesimle. Bu ona yönelttiğim bir soru değildi.

 

"İyiyim," diye mırıldanırken derin bir nefes aldı. Yüzü hafifçe kasıldı.

 

"Nasıl hissediyorsun kendini?" Cevap vermedi. Onun yerine doğrulmaya çalışırken bakışlarını arkamda duran Baran'a çevirdi. Çenemi sıkarken derin bir nefes daha almaya çalıştım. Gözlerimin önüne yaşlar gerilmeye başlamıştı. "Mutlu musun peki?" dedim daha fazla kendimi tutamayıp. Anlık olarak bakışları beni bulmuştu ama sonra yine arkama, Baran'a çevirdi.

 

"Uyumak istiyorum Baran..." diye mırıldandı.

 

"Sen ne yapıyorsun ya?" dedim sol gözümden hızla kayan yaşla birlikte. "Ne yapmaya çalışıyorsun?" bu sefer bakışları tümden bana çevrildi. "Derdin ne? O ilaçları içince her şey düzelecek, her şey bitecek mi sandın? Ne olacaktı Berfin? Çözülecek miydi her şey? Nasıl yaptın bunu?"

 

"Anlamazsın Elif..." diye mırıldandı sinirli tınılarla.

 

"Anlamam öyle mi?" dedim göz yaşlarım yanaklarımdan süzülürken sahte bir gülümsemeyle. "Anlamam?"

 

"Anlamazsın evet. Zorla evlenmeyi kabul edecek biri değilim ben. Bilmediğim, tanımadığım, istemediğim biriyle evlenmeyi kabul edecek biri değilim."

 

"O yüzden ölmeyi de göze alabilecek birisin öyle mi? Bir başkası yüzünden kendi canını hiçe sayabilecek birisin öyle mi! Bu kadar mı kıymetsiz senin canın! Bu kadar mı değersiz!"

 

"Sen ne anlayacaksın Elif?" dedi dudaklarındaki o acı gülümsemeyle. Bitkin bakışlarını tam benim yaşlar süzülen bakışlarıma dikti. "Ne yapabilirdim! Sırf ailem istedi diye gidip hiç tanımadığım biriyle nasıl evlenebilirim ben!"

 

"Kaç tane ölüm gördün sen?" dedim tam dibine yanaşıp. "Kaç kere ölüm acısı tattın? Ne biliyorsun ölüm hakkında? Hiç yaşadın mı sen birinin ölüm acısını? Hiç senin önünden tabutlar gitti mi? O tabutların arkasından yakılan ağıtları, feryatları duydun mu hiç? Ya dökülen göz yaşları? Ne oluyor sanıyorsun sen! Ölünce bitiyor mu! Ben söyleyeyim! Bitmiyor! Ölen öldüğüyle kalıyor sadece! Ardından eş dost en fazla bir hafta göz yaşı döküyor! Olan analara, kardeşlere oluyor! Sen bunu nasıl düşünmezsin ha! Söyle şimdi! Sırf evlen dediler diye gidip canına kıymak mı yani her şeyin çözümü! Ne evlen diye baskı yaptılar ya da ne evleneceksin diye nikah masasına oturttular seni!" büyük bir hıçkırık kaçarken dudaklarımdan saçlarımı çekiştirdim.

 

"...Kaç hevesin kursağında kaldı senin ha! Kaç hayalin elinden alındı! Neyi yapamadın sen! Tek çözüm kendi canına mı kıymaktı yani! Hem sen kimsin ya! Kimsin de Allah'ın sana emanet olarak verdiği cana dokunabiliyorsun!"

 

"Elif..." diye kolumdan tutup geri çekmek istedi Baran beni. Ama tutamıyordum kendimi. Resmen kaybetmiştim. Haykırmak istiyordum ona karşı.

 

"Ölmek mi tek çare yani! Yaşayıp mücadele etmek varken tek çare ölmek mi!"

 

"Ben her gün istemediğim bir adamın yüzüne bakamam anladın mı! Ben sevmediğim bir adamla aynı çatının altında yaşayamam! Ben sırf ailem istedi diye gidip hiç bilmediğim biriyle nikah kıyamam! Hem de kalbimde bir başkası varken!" oturduğu yerden doğrulup tam karşıma dikilmişti. Gözlrinden süzülen yaşları sildi elinin tersiyle.

 

"Ne olursa olsun hiçbir şey senin canından kıymetli değil." Diye mırıldandım. "Ya biz dün burada olmasaydık? Ya seni bulmasaydık? Ya tam zamanında hastaneye yetiştirmeseydik? Aklın alabiliyor mu bunları? Hiç anneni, babanı düşündün mü? Arkandan ne yaşayacaklar hiç düşündün mü?" Gözlerini sımsıkı kapatırken dudaklarından kaçan hıçkırıklarla geri çöktü koltuğa.

 

"Pişman değil miyim sanıyorsun?" diyebildi güç bela elleriyle yüzünü kapatırken.

 

"Bir daha yapma sakın." Dedim zorla nefes alıp. Baran beni tutup daha da çekerken çıkartmaya çalışıyordu salondan. İtiraz edemeden onunla giderken bakışlarım hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlayan Berfin'deydi.

 

🔥

 

"Sanki aylardır buluşmuyoruz gibi ha." Dedi Şilan bir elini beline koymuş etrafı incelerken.

 

"Ay eski günlerdeki gibi!" diye bağırdı içeriden Leyla. Ben de elimdeki kahve kupalarının olduğu tepsiyi gri koltuğun önündeki cam sehpaya bıraktım.

 

"Valla koskoca konağın bize kalması da büyük şans. Sahi kimse gelmeyecek mi bugün?" Siyah uzun saçlarını bileğindeki tokayla gelişigüzel toplamaya başladı Şilan.

 

"Yok." Dedim açık pencereyi kapatmak için uzanıp. "Ruşa bibiye gittiler. Rahatsızlanmış biraz. Ziyaret edelim dediler."

 

"Epey yaşı var sanırım onun. Ben ta çocukken görmüştüm bir kere." Hafifçe dudak bükerken gri koltuğa oturup kahve kupalarından birini aldı eline Şilan. Kahveden bir yudum aldıktan sonra "Oh..." dedi rahatlamayla karışık. "O kadar yorulmuşum ki."

 

"Ee o kadar çocukla uğraşmak kolay mı kuzucuğum?" dedi içeriden üzerini değiştirmiş olarak gelen Leyla. O da Şilan gibi saçlarını rastgele bir şekilde toplarken o da gri koltuğa çöktü. "Ama alıştın sanırım değil mi? Zorlanmıyorsundur artık."

 

"Yok." Dedi dudaklarına yorgun ama samimi bir tebessüm yerleşen Şilan. Ben de kupanın birini alıp yatağın ucuna oturuverdim. "Zorlansam bile çok da rahatsız etmiyor beni. Bazen zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum bile."

 

"Vay be." Derken elini hafifçe Şilan'ın dizine vurdu Leyla. "Eh şimdiden çocuklarla iyi geçinmeyi öğrenmen de iyi. Sonuçta evlenince çok lazım olacak bunlar kuzucuğum."

 

"Allah Allah." Dedi Şilan. "O ne demek?"

 

"Ee kuzucuğum şimdi şöyle ki. Durumunuza bakacak olursak ben ufukta evlilik görüyorum."

 

"Durumunuz derken?" dedi Şilan anlamaz bir ifadeyle. Ben de gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum.

 

"Ee doktor adamı da kaçıracak değilsin yani? Gerçi adama ne yaptıysan artık?"

 

"Kim doktor bu?" dedim bildiğim halde gayet iyi bir bilmemezlikten gelip.

 

"Aaa kuzucuğum!" dedi yalancı bir esefle Leyla. "Yakınlarda falan hiç yok mu ya."

 

"Leyla!" diye yükseldi Şilan'ın sesi. Ama yanaklarına çöken kırmızılık sinirlendiğini değil de daha çok utandığını gösteriyordu.

 

"Ee şimdi doktorsuz hayat olmaz. Ne bileyim şart yani." Diye sürdürdü Leyla konuşmasını. "İşte insanın aniden hasta olacağı tutar. Ne bileyim tansiyonu düşer, ateşi çıkar."

 

"Leyla ya!" Şilan dirseğiyle dürttü bu sefer Leyla'yı. Ama oralı olmadı bile Leyla. Şilan'ı köşeye kıstırma fırsatı geçmişti bir kere eline. Hiç bırakır mıydı. Ben de kıkırdamalarımı durduramıyordum tabi.

 

"Ay ne Leylası kuzucuğum. Doktor diyorum, iyi diyorum. Niye öyle utandın ki sen? Yoksa çevrende bildiğin bir doktor mu var? Tanıdığın bir doktor mu var? Ha?" abartılı bir heyecanla Şilan'a döndü.

 

"Yapma Leyla. Valla kızıyorum."

 

"Aa sinir iyi değil. Çağıralım bir doktor. İster misin? Aman tansiyonun falan çıkar şimdi. Acil müdahale gerekir." Şilan'ın koluna yapışıp darlama seviyesini de arttırdı.

 

"Leyla bak! Elimin tersindesin yalnız!"

 

"Yok yok valla çağıralım sana bir doktor."

 

"Tamam yeter Leyla. Utandırma benim Şilanımı. Bırak." Dedim gülmelerimin arasından.

 

"Sende vur Elif hanım. Sen de uy bu uçarı akıllıya. Şuna bak. Gözlerinden fışkıran kalplere bak!" Sinirle Leyla'yı iteledi bir yandan.

 

"Ay ne be!" diye yükseldi Leyla. "Liseli aşık gibisin valla. Bilmiyoruz sanki birbirinizden hoşlandığınızı. Of! Şu hallerine bak! Kızım sen Şilan'sın. Kendine gel. Sen aklından ne geçse pat pat söyleyen birisin."

 

"Valla Ahmet zaten utangaç biriydi de senin böyle olacağın hiç aklıma gelmezdi." Diye katıldığımı belirttim Leyla'ya.

 

"Kızlar yapmayın ya. Bir duyan olacak." Diye utançla dudaklarını dişledi Şilan.

 

"Ha yani hoşlanıyorsunuz birbirinizden?" dedi Leyla tekrar onun koluna yapışıp.

 

"Ben hoşlanıyoruz mu dedim!" diye yükseldi Şilan.

 

"O zaman sen ondan hoşlanıyorsun?" dedi Leyla.

 

"Of..." derken yanaklarını şişirebildiği kadar şişirdi Şilan.

 

"Bak bak bak. Nasıl da utanıyor. Hoşlanıyorsun işte kabul et." Dirseğiyle dürtmeye başladı Şilan'ı. Ben de elimdeki kupayı bırakıp Şilan'ın diğer tarafına oturdum. Diğer tarafından da ben dürttüm.

 

"Kızlar yapmayın ya..." dedi daha da kızaran suratıyla.

 

"Hoşlanıyor!" dedik Leyla'yla birbirimize bakıp ellerimizi çaktıktan sonra. Bizim kahkahalarımıza Şilan'ın homurtuları karışsa da oralı olmadık.

 

"Yani şimdi sen Elif'in müstakbel eltisi mi oluyorsun?" dedi Leyla hızla Şilan'ın dizine vurup.

 

"Ne eltisi ya!" diye yükseldi Şilan'ın utangaç sesi. "Ortada bir şey yok daha."

 

"Ha olacak ama?"

 

"Kızım yok diyorum yok. Elti melti deme!"

 

"Ama olacak yani!" diye üsteledi Leyla.

 

"Ben seni elti olarak kabul ettim." Dedim diğer dizine vururken. "Şirin'i etmiyorum ama seni ediyorum."

 

"Ya siz deli misiniz! Ortada hiçbir şey yok. Bir ilişki bile yok."

 

"Ama olacak!" dedim Leyla gibi. "O iş bende sen merak etme." Dedim göz kırpıp.

 

"Hiçbir şey yapmayacaksın Elif!" işaret parmağını gözümü oymak pahasına salladı.

 

"Yapmayacağım. Ama adının geçmesi yetecek. Nereden biliyorsun diye sorma çünkü Ahmet baş harfin geçse bile rüyalar alemine dalıyor. Yani adam dünden razı. Sen hiç canını sıkma." Babacan bir şekilde dizine vururken yüzüme doğru sıkıntıyla ofladı. "Hem zaten kuzeniz elti olsak fena mı?" dedim gülerek.

 

"Ay Gülsüm hanımın kalbine inecek vallahi." Dedi keyifli bir kahkahayla Leyla. "Hele Rojbin hanım. Suratını düşünsenize." Hafifçe boğazını temizleyip yüzüne ciddi bir ifade kondurdu. "Bozanların kızları elti mi olacak şimdi de? Bir aileye iki Bozan olur muymuş!" Sesini kalınlaştırıp yaptığı taklide kahkaha attım.

 

"Valla Şirin'den sonra ilaç gibi gelirsin bana."

 

"Sen de taktın şu Şirin'e."

 

"Aynı evde yaşayacak olan benim. Nasıl takmayayım. Aklıma bazen geliyor da içim sıkılıyor. Hayır hep böyle olmaz elbette ama ne bileyim aramızdaki o garip şeyi siz de görmüşsünüzdür."

 

"Valla yalan yok." Dedi Şilan. "Ben Cihan'ı okuldan tanırım. Aynı şekilde Şirin'i de. İkisi pek aynı yapıda değiller. Kafaları denk değil bir kere."

 

"Seviyor Cihan bey Şirin'i." Diye mırıldandı Leyla. Bakışları kucağında tuttuğu ellerindeydi. "Yani öyle değil mi?" dedi bizim tepkisizce ona bakışımıza doğru. Hızla kaldırmıştı mavi irislerini bize. "Her fırsatta dile getiriyor ya."

 

"Aman ne bileyim." Derken arkama yaslandım. Şirin bunca şeyin arasında dert edebileceğim en son şeydi. Aklım fikrim hâlâ daha Berfin'deydi.

 

"Berfin nasıl oldu?" dedi Şilan sanki yüzümün düşmesinden aklımı okumuş gibi.

 

"Daha iyi. Ama sakın kimseye bir şey demeyin tamam mı? Gizli tutmaya çalışıyoruz. Rojbin hanımlar falan duymasın."

 

"Aklım almıyor." Diye mırıldandı Leyla da. "İnsan kendi canını nasıl hiçe sayar gerçekten aklım almıyor."

 

"Dedesi onu zorla evlendirecek sanmış. İstemediğim bir evlilik yapmam deyip gitmiş kutu kutu ilaç içmiş. Ya biz dün gece çiftlik evinde olmasaydık?" İhtimali bile çok kötüydü. Aklıma geldikçe delirecek gibi oluyordum.

 

"Gerçekten. Allah'tan oradaymışsınız. Ya yetişemeseydiniz? Düşünmek bile istemiyorum." Dedi Leyla da. Sonra kulağını çekip önündeki sehpaya vurdu elinin tersini.

 

Derin bir sessizlik çöktü üstümüze. Konuşmadık hiçbirimiz. Ben hâlâ daha Berfin'i düşünüyordum. Sanırım bir süre de bu durumu durup durup düşünürdüm.

 

"Sahi." Dedi bir zaman sonra Şilan. Bana çevirdi başını. "Siz ne yapıyordunuz çiftlikte?" dudaklarında imalı bir tebessüm belirdi.

 

"Hi-hiç. Yemek yedik." Tam da öyle olmuştu. Yemek yemiştik. Bir elim kazağımın üzerinden sarkan kolyemi buldu.

 

"Ha..." dedi gülümsemesini bozmadan. "Yemek. Tüh."

 

"Ne tüh?" dedim şaşkınlıkla.

 

"Tabi insan 'baş başa' yemek yerken akşamının da böyle bozulacağını tahmin edemezdi ya. Neyse."

 

"O ne demek o?" dedim koluna vurup.

 

"Yani kuzucuğum." Diye devraldı sözü Leyla. "Şimdi sen daha iyi bilirsin tabi de."

 

"Yemek yiyorduk sadece. Ne var bunda?"

 

"Tabi tabi." Dedi bakışlarını Leyla'ya çeviren Şilan. "Yemişsinizdir."

 

"Ya ne yapacağız Allah aşkına! Yemek yedik sadece. Sonra da Berfin'i öğrendik zaten."

 

"Ne yapacağınızı şimdi biz bilemeyiz canım." Diye mırıldandı Şilan. "Orası size özel tabi."

 

"Yani bize anlat diye demiyoruz. Asla!" dedi Şilan'ın üzerinden uzanan Leyla. "Asla kuzucuğum. Anlat demiyoruz bak. Ama anlatırsan dinleyebiliriz yani."

 

"Kızlar!" dedim kızgın bir tonda.

 

"Yok asla demiyoruz." Diye kafasını iki yanına salladı Şilan. "Demiyoruz. Yani yemekten önce ne yaptınız, yemek yerken nasıldınız, yemekten sonra nereye geçtiniz falan. Asla sormuyoruz."

 

"Kızlar ya!" dedim sesimi yükseltip.

 

"Aa sen niye kızardın?" dedi Leyla dizime vurup. "Ateş mi bastı sana?"

 

"Leyla ya!" dedim eline vururken.

 

"Ee basar tabi." Derken güldü Şilan. Hem de en sinir bozucu tonda.

 

"Valla çok fenasınız."

 

"Sen ne kadar fenasın anlatsana biraz." Derken tekrar dizime vurdu Leyla. Şilan'la birlikte kahkahayı da bastılar.

 

"Çok fesatsınız. Yemek yedik sadece. Ayrıca size anlatmak zorunda mıyım ben ya!" diye yükseldim.

 

"Ha anlatacak bir şeyleriniz oldu yani?" dedi yine en sinir bozucu şekilde Şilan. Leyla gülerek eşlik ediyordu ona.

 

"Aşk olsun." Dedim kollarımı göğsümde bağlarken. "Valla arkadaşlarımın şu haline bak ya."

 

"Aşk olsun tabi kuzucuğum. Biz olmasın mı diyoruz. Ne güzel bak aşık olduğundan beri bir güzelleştin. Senin mürüvvetini görünce biz de mutlu oluyoruz." Sonra uzanıp hızla Şilan'ın dizine vurdu. "Olmuyor muyuz kız!"

 

"Oluyoruz valla." Diye onayladı onu Şilan.

 

"Gerçi aklıma da şey takıldı. Demin giyinirken gördüm. Valla pijama rafın ayıcık, tavşan, çiçek böcekli pijamayla dolu. Kızım hiç mi saten kumaştan birkaç parça bir şeyin yok senin?"

 

Şu gri koltuğun beni yutup içine almasını diliyordum. Bunlar ne biçim konulardı Allah aşkına!

 

"Sen benim dolabımı mı karıştırdın?" dedim sahte bir sinirle.

 

"Valla açıktı gözüm kaydı. Ee merak da ettim yani. Yalan mı söyleyeyim."

 

"Kız nerede saklıyorsun geceliklerini?" derken koluyla beni dürttü Şilan.

 

"Ya Allah Allah!" diye yükseldim tekrar. "Yok benim öyle şeylerim. Allah Allah kapatabilir misiniz şu konuyu ayrıca!"

 

"Kız neden yok?" diye dürttü bu kez de Şilan. "Yoksa siz? Yani şey? Şey işte? Şey yani? Şey kızım şey? Şey?" Elleri garip bir hal almıştı havada. Sinirle eline vurdum.

 

"Şilan ya!" dedim ağlamaklı bir sesle.

 

"Ay tabi siz de haklısınız." diye mırıldandı bir yandan acıyan elini ovuştururken. "Kızım sizin de ilişkiniz garip yani. Evlendikten sonra flört edip sevgili oldunuz. Kolay değil. Şimdi ilişkinizin de daha başında olunca yani." Sinir bozucu bir kıkırdamayla Leyla'yı dürttü.

 

"Ateşle barut." Diye mırıldandı Leyla da.

 

"Ay valla çok fenasınız!" dedim ikisine birden. "Şu halinize bakın ya!"

 

"Kuzucuğum kızma takılıyoruz." Diye uzandı ellerime Leyla. "Şaka yapıyoruz yani."

 

"Bu mu sizin şaka anlayışınız? Konuştuğunuz konuya bak." Ben elimi çekmeye çalışıyordum Leyla ise tutmaya.

 

"Tamam tamam kızma sende. Takılıyoruz işte. Hemen alınıyorsun sen de." Dedi Şilan da. Ama düşürmüştüm suratımı bir kere. "Utanma sen de canım. Hadi bize utanıyorsun da kocana bari utanma. Fazla naz aşık usandırır derler." Vallahi ikisi de iflah olmayacaktı. Sinirle ikisini bir pataklarken onlar gülmeye devam ediyordu.

 

"Yolacağım valla ikinizi de!" diye yükseldi sesim.

 

"Ay ne var ya." Dedi gülmelerinin arasından Şilan. Saçlarını son anda kurtarmıştı elimden. "Sen ateş o barut. Verin ortalığı ateşe millet ısınsın ya."

 

"Vallahi elimde kalacaksın!" koltuğun yastığını yüzüne doğru attım ama kafasını eğerek kurtulmuştu. Leyla büyükçe bir kahkaha patlatırken o da sıyrıldı elimden. "Alacağınız olsun." Dedim geri yerime oturup. Onlarsa sanki bir şey varmış gibi gülmeye devam ettiler. Sanki günlerdir hiç gülmemiş gibi. "Siz evlenin ben ne yapıyorum size. Görürsünüz."

 

Şilan yatağın yanı başına çökerken Leyla da halının ortasına çöküp karnını tuta tuta gülmeye devam etti. Böyle gözlerinden yaşlar da akıyordu artık gülmekten dolayı.

 

"Ben gidiyorum." Dedi kahkahaları arasından.

 

"Cehennemin dibine mi?" dedim homurtuyla. "Şilan'ı da götür. Al valla götür."

 

"Yok. Trabzon'a. Eve yani." Gözlerinden süzülen yaşları sildi elinin tersiyle. Nefeslenir gibi döküldü kahkahaları dudaklarından.

 

"Ne?" diyen ilk Şilan oldu. "Ne diyorsun sen?"

 

"Yarın gece uçağım var. Bugün burada son günüm."

 

"Nasıl ya?" Koltuktan inip yanı başına çöktüm. "Niye gidiyorsun ki?"

 

"Babam kovulduğumu öğrendi. Uçak bileti almış bana da. Dön dedi." Yüzündeki gülmeyi silmeden bize çevirdi bakışlarını. Ama ne ben ne de Şilan gülebiliyorduk. "Bakmayın öyle." Diye devam etti. "Misafirlik de bir yere kadar. Kaç gün daha kalacaktım ki zaten burada. İşsiz güçsüz nereye kadar. İlla dönecektim. O da yarın gece işte."

 

"Leyla..." diye mırıldanırken ellerini elimin arasına aldım.

 

"İstanbul'da olsam da dönecektim ki zaten. İş olsa da dönmem gerekecekti. Ha İstanbul ha Trabzon. Yine gelirim."

 

"Öyle tabi de." Diye mırıldandı bu sefer de Şilan. "Çok ani oldu sanki."

 

"Ani dediğiniz iki hafta kızlar. Ya üzülmeyin. Ben babamın şirketinden daha çok kaçarım yanınıza. Merak etmeyin. Her hafta gelirim belli mi olur?" Bir kolunu benim omzuma bir kolunu da Şilan'ın omzuna attı. "Valla suratınızı böyle yapmaya devam ederseniz küserim ama. Ben üzülüyor muyum baksanıza siz? Ayrılmıyoruz. Her zamanki gibi ben yine işlerimin peşinden gidiyorum. Ve yine geleceğim. Belki siz de gelirsiniz. Ay evet evet! Balayı için Karadeniz çok iyi olur! Ateşinizi bir nebze dindirir Karadeniz'in havası."

 

Bu halinde bile bana laf sokmaktan geri kalmıyordu ya. Ben gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan sarıldım ona.

 

"Demek son günümüz ha?" dedim ağlamamın arasından. Şilan da doladı kollarını bize.

 

İşte hayat böyleydi. Bazen kan bağı gerekmiyordu biriyle aranızda 'kardeşlik' denen bağın kurulması için.

 

🔥

 

Elimdeki telefondan saati kontrol ediyordum. O gün ne hikmetse zaman olduğundan hızlı akıyordu. Şimdiden öğleden sonra olmuştu bile. sıkıntıyla iç çekerken bakışlarımı telefonumdan çekip önümdeki kitaplara çevirmeye çalıştım. Ben ki matematik çözmeyi oldum olası severdim ama ne hikmetse o gün canım zerre bir şey istemiyordu. Aklım Leyla'nın gidecek olmasındaydı.

 

Bir soru bile çözmeden saatlerce bu masanın başında oturduktan sonra yüzüne bile bakmadığım kitabı kapatıp kenara çektim. Notlarımı okurum belki diye defterimi koydum onun yerine. Derin bir nefes alırken rastgele sayfaları çevirmeye başladım. Parmaklarım yaprakları çevirmeyi 'yasemin' çiçeğine rastlayınca bırakmıştı. Dudaklarımda küçük bir tebessüm oluşurken çiçeği aldım ve burnuma götürdüm. Kokusunu içime çektikten sonra özenle sayfanın arasına bırakıp 'integral' notlarımı açtım.

 

Her gün üşenmeden defterimin arasına koyduğu çiçekler en sıkıntılı anımda bile gülümsetiyordu beni.

 

Ben öyle aklımda onun bıraktığı çiçek, dudaklarımda neden olduğu gülümseyele boş boş sayfalara bakarken omzumdan dolanan kollarla önce ürpermiş sonra da ciğerlerime dolan kokusuyla gözlerimi kapatıvermiştim. Dudakları saçlarımın arasında yer bulurken gülümsemem daha da büyüdü.

 

"Çok çalışmadın mı?" diye fısıldadı kulağıma doğru.

 

"Aslında hayır. Boş boş oturuyordum. Vakit geçiriyordum yani."

 

"Hımmm" derken saçlarımın arasına bir öpücük daha bıraktı. "Peki bunun Leyla hanımın gitmesiyle bir alakası var mı?"

 

"Ta kendisi." Ona doğru dönmeye çalıştım. "Ne bileyim alışmıştım ya. Garip geldi şimdi. Ama zaten İstanbul'da olsa da gidecekti ki. İş bu. Beklemiyor maalesef."

 

"Öyle." Bir eliyle yüzümü kavrarken burnunu yanağıma sürtmüştü. Gözlerim tekrar kapanırken garip bir büyü sardı yine etrafımızı. Yanaklarım hızla ısınırken nefesimi tutup kalp atışlarımı düzene sokmaya çalışmıştım ki çalan telefonuyla gözlerim aralanıverdi.

 

"Ahmet?" dedi geri çekilirken. Parmaklarıyla omzumdan dökülen saçlarımın uçlarıyla oynamaya başladı. "Ne demek yok? Baktın mı her yere?" bakışları bana çevrilirken kaşlarını çattı. "Gitmiş mi? Etrafta yok mu? Tamam." Karşıyı dinledi. "Tamam geliyorum."

 

"Ne olmuş?" dedim yerimden kalkıp.

 

"Berfin. Ortalarda yokmuş."

 

"Ne demek ortalarda yokmuş?"

 

"Hastaneye kadar gitmiş Ahmet. Geldiğimde yoktu dedi. Ben bir bakacağım." Alnıma hızlı bir öpücük bırakıp kapıya. "Dur ben de geliyorum," diye ben de takıldım peşine. Çıkmadan da yatağın üzerinde duran hırkamı kaptım hızlıca.

 

"Oğlum nereye?" dedi biz merdivenleri hızlı adımlarla inerken Gülsüm hanım. Hemen arkasında da Rojbin hanım vardı.

 

"İşimiz var." Diye geçiştirdi onu. Benim elimden tutup avludaki arabaya doğru adımladı.

 

"Dur hele bir şey diyeceğim." Dedi Gülsüm hanım ama dinlemenin zamanı değildi.

 

Büyük işlemeli ahşap avlu kapısına vardığımızda ise durmamıza neden olan kapının açılması oldu. Adımlarım olduğu yere mıhlanırken elimi tutan eli sıkmıştım hızlıca. Bakışlarım ise kapının önünde duran Berfin'deydi. Ama hem beni hem de Baran'ı şaşırtan her yerde aradığımız Berfin değildi. Berfin'in elini tuttuğu Kemal'di.

 

Elini sıkı sıkıya tuttuğu Kemal...

 

Nam-ı diğer 'Geçmişten Gelen'...

 

 

 

 

 

 

🔥

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce ne olacak yeni bölümde?

 

Yeni bölüm tahminlerini alayım

 

Elif'in tepkisi, yaşadıkları?

 

Baran?

 

Peki Berfin ne yapıyor? Kemal neden döndü? neden birlikteler?

 

Peki Leyla?

 

Ya Cihan?

 

Hadi satır aralarına bebekler

 

Beğenmeden geçmeyelim

 

sizi seviyorum Allah'a emanet olun.

Loading...
0%