Yeni Üyelik
11.
Bölüm

Kor Kurşun

@seydnrgrsu

'KOR KURŞUN'


Melek Mosso- Keklik Gibi


Elif buse Doğan- Yazın Kar Yağar Başıma


B A R A N   D.   İ Z O L


Üç gün...


Yirmi dokuz yıllık ömrümde bana en uzun gelen üç gün.


Kavurucu sıcak vardı sabahın erken saati olmasına rağmen. Zihnimi kaynatan bir ateş vardı ve üç gündür sönmüyordu. O ateşin kibritini bundan günler önce çakmışlardı ama harlanması tam üç gün öncesine dayanıyordu.


Boğazımı sıkan gömleğin yakalarını parçalamak pahasına çekiştirirken ziftten koyu kahvemden bir yudum aldım ve üç gündür söndürmediğim sigaralardan birini dudaklarımın arasına yerleştirdim.


Sigaranın rahatsız edici aroması içtiğim ziftten koyu kahve ile birleşince ağzımda tarifi olmaz kötü bir tat bırakmıştı.


Bakışlarım sigaranın gri dumanının savrulduğu manzaradaydı. Bakıyordum ama görmüyordum. Zihnimde dönüp duran deli öfke düşüncelerimi bir enkaza çevirmişti. Zihnimde ardı kesilmeyen depremler, önünü alamadığım seller vardı.


Derin bir nefes alıp parmaklarımla burun kemerimi sıkabildiğim kadar sıktım. Üç gündür kirpiklerim birbirine değmemişti. Başımdaki zonklamanın bir nedeni uykusuzluğumdu. Az uykuya alışıktı bedenim. Ama bu hepsinden farklıydı.


Ensemi ovalarken kapı tıkladı belli belirsiz. "Baran ağam..." dedi çekingence çay ocağında çalışan Feyzo. "Çayım tazedir. Simit aldırayım ister misin?"


"Çık Feyzo." dedim ona bakmadan. Günlerdir tek bir lokma yemiyor tüm öğünlerimi hiç söndürmediğim sigaralar ve kahvelerle geçiştiriyordum. Onu daha dün akşam bir daha buraya gelmemesi için kovmuştum ama yine de geliyordu.


Öfkem karşısında bir şey diyemeden kapıyı yavaşça kapattı ve gitti.


Sigaram biterken hiç durmadan cebimdeki paketi çıkardım ve yenisini ateşledim. O sırada kapı tekrar açıldı. Damarlarımda dolaşan öfkem başıma hücum ederken köpürerek döndüm arkamı. "Sana gelme demedim lan ben! Kimse girmeyecek demedim mi bu odaya!"


Elimdeki paketi sesimdekinin aynı sinirle karşıma fırlattığımda boş paket burada görmeyi hiç ummadığım dedemin ayaklarının önüne düşmüştü.


 Hüseyin İzol...


Beni bu kara kadere mahkum eden adam.


Cayır cayır yandığım ateşin kibritini kendi elleriyle çakan adam.


Dedem...


"Alevlerin ta dışarıya kadar geliyor evlat." dedi gür otoriter sesiyle. Ateşler içinde olduğumu görmüştü demek ki.


Elindeki işlemeli siyah bastonunun ucuyla az önce çaycı sanıp fırlattığım sigara paketini iteledi. Sonra üzeri aynı demin itelediği sigara paketi gibi boş paketlerle dolu olan siyah deri koltuğa ilerledi ve bastonun ucuyla koltuğun üzerindeki paketleri yere itip oturdu. Tayyar abi ise eliyle koltuğun üzerinde kalan paketleri toplayacak oldu ama dedemin hareketiyle hızla geri çekilip ceketinin önünü ilikledi.


"Bizi yalnız bırak Tayyar." dedi ona bakmadan dedem. Sesindeki soğuk dalga Tayyar abi tarafından bir emir olarak algılandı ve onu ikiletmeden geri çekildi.


Böyleydi dedem. Tek bakışı, tek hareketi ve tek sözü yeterdi. Bana da yetmişti ya hani. Tek sözüyle beni bu kara kadere mahkum etmişti. Dudaklarının arasından çıkan kelimeler belirlemişti kaderimi.


"Görmeyeli epey değişmiş." Bakışları odanın her santiminde dolaştı yavaş yavaş, sindire sindire. Görmeyeli diye bahsettiği yaklaşık beş yıllık bir süreçti. "Epey oldu değil mi?" dedi bana sanki sohbet edecekmişiz gibi bir havaya bürünüp. Tayyar abiye iki çay kap gel dese tam yerinde olacaktı bir de.


Sanki ağız tadı bırakmıştı insanda. Sanki çay içecek keyif bırakmıştı.


Eğer damarlarımda kan yerine sinir dolaşmıyor olsa muhtemelen onun burada, bu odanın içinde, tam karşımda oturmasını garipseyebilirdim. Ama onu akıl edecek halde değildim.


Eliyle koltuğun kenarını pat patlarken bana döndü bakışları. "Ee?" dedi mavi gözleri tam gözlerimde durduğunda. "Eve ne zaman gelirsin?"


Ona bakışlarımdaki kızgınlığı ya görmüyordu ya da görmezden geliyordu. Keşke bakışlarımdaki kızgınlığa biraz olsun baksaydı da kızgın bakışlarımın ardındaki kırgınlığı görebilseydi. Gerçi bunca yıl görmemişti bundan sonra mı görecekti?


"Niye merak ediyorsunuz ağam? Önemser miydiniz siz beni?" Yarısı anca içilmiş sigaramı masanın üzerinde duran küllüğe yavaşça bastırıp söndürdüm. Sesimdeki soğukluk hoşuna gitmemiş olacak ki kaşları hafifçe çatıldı.


"Üç gün..." dedi bakışlarını tekrar odanın içinde gezdirip. "Üç gündür adım atmıyorsun eve." Hesap sormaya gelmişti anlaşılan.


"Niye geleyim?" Zaten çok az uğradığım eve artık uğramamak için güzel bir bahanem vardı. Uzatmanın ya da bunu sorgulamanın bir manası yoktu.


"Bu akşam..." dedi ağır ağır. Sesindeki gür aksan emir verir gibiydi. "Seni o sofrada göreceğim."


Tek kaşım kendimden bağımsız havalanırken yüzümde sinirimi baskılamaya çalıştığım bir gülümseme oluştu. Aramızda kalın, görünmez bir duvar vardı ve dedem kendi elleriyle ördüğü o duvar yüzünden ne beni görebiliyordu ne de sesimi duyabiliyordu.


"Bu akşam..." dedim hafifçe gülerek. Ağzımdaki kötü tattan ötürü yüzüm anında ekşimişti. "Hangi sofraya?"


"Bu akşam seni konakta göreceğim." dedi mavi derin bakışlarını yavaş bir şekilde bana çevirip. Bakışlarından ruhuma buz gibi bir hava esiyordu. "Evinde." diye eklemeyi ihmal etmedi.


Ama bir sorun vardı. Ev neredeydi? Benim gidebilecek bir evim mi kalmıştı? Beni buna mahkum ederken neyden mahrum bıraktığını görmüyor muydu acaba?


"Benim evim yok." dedim kestirir atar gibi. Darmadağınık masada dolaştı ellerim.


"Yerin de yurdun da bellidir. Ne demek yok?" Sesine hiddet serpiştirildi. Eli sertçe dizine çarptı. Sinirlenmişti. Sinirlendirmiştim onu. Bu iyi bir şeydi. Yarım ağız gülümserken bakışlarımı ona çevirdim tekrardan.


"Ev mi bıraktınız benim için? Nereye geleyim ben? Ne diye geleyim?"


"Unutuyorsun evlat." Elindeki işlemeli bastonu sertçe vurdu yere. Bakışlarım yere çarpıldığında tok bir ses çıkaran bastonu buldu. "Evlisin artık sen. Eve uğramamak da ne demekmiş! Hem de ilk günden! Seni evde bekleyen bir karın var artık! Geleceksin dediysem geleceksin!"


"Çok iyi ya..." Ellerimi iki yana açtım. "Çok iyi! 'Baran eve dön', 'Baran evlen', 'Baran onu yap', 'Baran bunu yap'. Neyim ben! Kukla mıyım dede!" Ona kimse ama kimse sesini yükseltemez böyle de bir saygısızlık yapamazdı. Ne dediyse oydu. Dedikleri bizim için hep bir emir olmuştu ama benim için yeteri aşmıştı bu yaptığı. Hem yıllarca kulağıma 'düşmanlık' kelimesini fısıldayan kendisi değil miydi?


"Kendine gel! Haddini aşıyorsun!" Yaşına ters bir çeviklikle fırladı yerinden. Bastonunu tam üç kez sertçe vurdu yere. "Saygısız! Döneceksin dediysem o kadar!"


"Hayır dede..." Sesimdeki harareti ne olursa olsun kısık tutmaya çabaladım karşısında ama içimi yakana faydam da engelim de yoktu. "Evlen dedin evlendim. Ama yıllarca kulağıma 'düşmanımız' diye fısıldadığın ailenin kızıyla aynı çatı altına girmem."


Mavi derin bakışları hiddetle alevlendi. Ağır adımlarını atıp tam karşımda durduğunda bende aynı onun gibi öfkeyle yanan bakışlarımı onda sabitledim.


"Düşmanlık falan yok! Bitti! Sen evlendin düşmanlık da bu vesileyle bitti!" Cümlesinin özünde 'Seni bu uğurda kurban ettim' vardı.


"Düşmanlık bitti? Öyle mi?" Dikkatli dinlemeliydi sesimi. Ama dinlemedi. Dinlese hayal kırıklıklarımı, ona olan güvencimin boşa çıkmasının verdiği burukluğu duyacaktı. Duymadı.


"Bitti." Net, düz ve kararlıydı sesi. Tıpkı düşünceleri gibi. Parmağını tam gözümün önünde salladı. İçimde bir fırtına koptu o an. İçimdeki gök yarılırcasına çatırdadı. "Hatta akşam değil derhal şimdi döneceksin konağa!"


"Peki ne olacak ben eve dönünce? Benden habersiz bana biçtiğin bu kadere boyun eğeceğimi mi düşünüyorsun sen dede? Kabul etmeyeceğimi bilmiyor musun? Ne çabuk unuttun bana dediklerini? Hani tüm evlatların, tüm torunların senden bir parça taşıyordu da ben direkt senin yansımandım? Kendinden pay biçsene bana."


"Uzatma Baran!" Sesi hiddetle yükseldi. Gözlerindeki alevler zihnime sıçramaya başladı. "Şimdi uzatmadan konağa dönecek üzerine ne düşüyorsa yapacaksın!"


"Dönünce ne olacak dede! Benden o kıza kocalık yapmamı falan mı bekliyorsun sen!"


"Evet! Yapacaksın çünkü üzerine düşen budur! O kız İzolların gelini, senin de nikahlı karındır! Koluna takacak koynuna alacaksın!"


"Dönmeyeceğim..." dedim sesimin tonunu alçaltıp sırtımı ona dönerken. Elimle saçlarımı çekiştirdim sertçe. Zihnimde şimşekler çaktı ardı ardına.


"Döneceksin Baran! O eve, o sofraya o kızın yanına döneceksin! Bitti!" Eliyle sertçe yaslandığım masaya vurdu.


"Öyle mi?" dedim hızla geri dönerken. "Tamam. Sen kazandın. Döneceğim." Yüzünde bir anda afallamış bir ifade oluştu ama sildi attı hemen o ifadeyi. Çatık kaşları baskıladı duygularını. "Ama hiçbir şeyin eskisi olacağını bekleme Hüseyin ağa." Hiddetli bakışlarım onu buldu. "Beni en iyi sen bilirsin Hüseyin ağa. Bundan sonra eskisi gibi olmayacağımı en iyi sen bilirsin." Boynumda gevşekçe duran kravatı çektim ve sıktım onun gözlerine baka baka.


Sandalyeme asılı ceketimi bir hışım çekip aldım elime. Ona baka baka kapıya ulaşırken mavi derin gözleri çatık kaşlarının altından süzüyordu beni.


"Baran?" dedi açtığım kapıda dikilen Maran elinde tuttuğu kağıtlarla. Benim hararetli halimi görünce şaşkınca bakakalmıştı bana. "Dede?" derken şaşkınlığı daha da arttı. Onu burada görmeyi beklemiyordu çünkü. Kimse onu burada görmeyi beklemiyordu. Ben de Maran'ı bu saatte şirkette görmeyi beklemiyordum açıkçası.


Herkes için belirli bir çalışma saati vardı fakat Maran için bu saatler epey esnek oluyordu. Babam Rojbin halamın hatırından ses çıkaramıyordu ona.


"Dede? Hayırdır hangi rüzgar attı seni buraya?" Şaşkın bakışlarını ona çevirdi. "Baran sen iyi misin?" Bana döndü sonra. Elimle hafifçe omzuna vurup hızla attım kendimi şirketten dışarı. Kimseye bir şey anlatamıyordum. Kimse bir şey anlamıyordu çünkü.


E L İ F K A M E R B O Z A N


"Keklik gibi kanadımı süzmedim,


Murat alıp doya doya gezmedim,


Bu kara yazıyı kendim yazmadım.


Gözümden bir damla yaş süzüldü. Kırılmış kanatlarımla dizlerimi karnıma çekmiş alnıma yazılan kara yazıya ağlıyordum hiç durmadan.


Alnıma yazılmış bu kara yazı,


Kader böyle imiş ağlarım bazı


Gönül ey sebebim ey."


Gözümden bir damla daha süzülürken yol kuran diğerlerinin peşi sıra inmişti yanağımdan. O gün rüzgar hafif bir serinlikte esiyor ve ıslak yanağımı okşuyordu. Yaşlı bakışlarımın manzarasında konağın tepeden gördüğü Midyat vardı.


Bereketli Mezopotamya'ya tepeden bakıyordu alnına kara yazılar yazılan kız...


'Kader' değildi bu. Bana dayatılan, zorla bana yaşatılan bu şeyin adı kader değildi. Olmamalıydı.


Bu bana zulümdü.


Bu bana ölümdü.


"Alnıma yazılmış bu kara yazı,


Kader böyle imiş ağlarım bazı..."


Bu bereketli toprakların kara yazısına mecburdum ben. Yıllardır bu topraklara kördüğüm olmuştum ve kurtaramıyordum kendimi. Tırnaklarımla avcumun içindeki yaraları kendimden habersiz kazırken gözümden süzülen yaşları silme gereği duymuyordum bile.


Elimden alınanlara ve mahkum bırakıldığım bu hayata ağlıyordum. Kaybettiğim her şeye ağlıyordum.


Parmaklarım bileklerimdeki sargıda, abimin emanetinin boşluğunda dolaşıyordu. Abimden kalan bilekliği nişan günü kaçarken kaybetmiştim. Yıllarca gözümden sakındığım o emaneti nasıl kaybetmiştim aklım bile almıyordu.


"Ne güzel söylüyordun." dedi arkamdan bir ses. Hızla yüzümdeki yaşları silerken kafamı geri çevirdim. Gözümden damlayan tek bir yaşı bu evdeki kimsenin görmesini istemiyordum. Ağlamanın bir güçsüzlük olmadığını biliyordum ama onların böyle düşüneceğinden de emindim.


"Ne güzel sesin varmış senin Elif..." dedi yaslandığı kapı pervazından kendini çeken Bircan abla. Dolu dolu olmuştu gözleri. Hatta gözünden bir damla kayan yaşı çenesine inmeden parmaklarıyla sildi.


"Bir şey mi oldu?" dedim mesafeli bir sesle. Her gün bir iki dakikalığına buraya uğramayı adet edinmişti.


"Hiç..." dedi burnunu çekerek. "Seni merak etmiştim de ben. Öyle içten, öyle yanık söylüyordun ki ses edemedim. Dinledim valla. Çok güzelmiş sesin maşallah..." Üzerimdeki ince hırkanın kollarını çekiştirip oturduğum pencereden indim dikkatle. "Gelsene aşağı Elif. Üç gündür kapattın kendini buraya."


"Gelmeyeyim ben abla." dedim çekingence.


"Ama Elif yemeklere bile inmiyorsun. Çekiniyorsun farkındayım ama çekinmene gerek yok ki. Hem ben önümüzdeki hafta döneceğim Urfa'ya. Gitmeden şöyle güzel vakit geçirmeyelim mi?" Uzanıp ellerimi kendi elleri içine aldı. Elleri benim ellerimden hayli sıcaktı. "Buz gibisin." dedi o da farkına varıp. "Hava da hiç soğuk değil halbuki."


"İyiyim." dedim ellerimi onun ellerinden çekip.


"Hadi gel. Kırma beni. Mutfakta beraber çay içelim olmaz mı? Hem sen kahvaltına dokunmamışsın bile." Bakışları gri koltuğun önündeki sehpaya konan ve bakışlarımla bile dokunmadığım kahvaltı tepsisini buldu. "Hadi lütfen." İri koyu kahve gözleriyle hiç de kırılmayacak bir şekilde bakıyordu gözlerimin içine.


"Abla lütfen." dedim ısrarcı diline karşılık. "Gelmeyeyim ben."


"Sen kalabalıktan çekiniyorsan merak etme. Kimse yok bugün." Kalabalıktan çekinmem de bahanelerden biriydi elbette. Üç gündür akın akın insan güya 'düğün tebriği' ve 'gelin görme' adı altında konağa geliyorlardı. Ama ben bunun yıllardır süren husumetin gerçekten bitip bitmediğini görmek için geldiklerinden emindim.


Emin olmak istiyorlardı. Gerçekten bu husumet bitti mi bitmedi mi emin olmak istiyorlardı.


Bircan ablaya karşı koymamış, şimdi mutfakta meraklı bakışların arasında Bircan ablanın gösterdiği yere doğru ilerliyordum.


"Hoş geldin yenge!" dedi adımın yanına katiyen yakışmayan sıfatı koyarken ikizlerden biri. Epey coşkulu epey sevinçliydi. Ayırt edilemeyecek derecede birbirlerine benzedikleri için hangi isimle hitap edeceğimi bilemeden hafifçe gülümsedim.


"Çay dolduruyorum hemen sana yenge!" Aynı coşkuyla yerinden fırlayıp ocakta kaynayan çaydanlığa doğru koştu. "Seyhan sen de dolaptan hazırladığımız keklerden çıkarsana. Yengemle yeriz." Coşkulu ve çay dolduran Dilan'dı demek ki. Bahçeye açılan kapının kenarında kolları göğsünde bağlı halde duran ve hiç gülmeyen de Seyhan olmalıydı.


"Benim işim var." dedi kardeşinin sesindeki coşkunun binde biri bile olmayan dümdüz sesiyle ve yaslandığı kapıyı açıp dışarı çıktı. Şaşkın bakışlarım onun çıktığı kapıda takılı kalırken Bircan abla elini koydu dizimin üzerine.


"Seyhan soğuktur biraz." Gözlerinde kardeşi adına bir mahcubiyet belirmişti Bircan ablanın. "Alışacak ama."


"Soğuk mu? Buzdolabıdır benim ikizim. Ama sen bakma ona yenge. Ay ne iyi ettin böyle. Vallahi çok mutluyum şu an. Üç gün sonra ilk defa oturacağım seninle." Dilan coşkusuyla birlikte çay doldururken hızını alamayıp dökmüştü de birazını. "Ay heyecan yaptım yengemi burada görünce."


"Aman gelin kızımız gelmiş." Kapıda elindeki tepsiyle dikilen kadın beni görünce şaşkınca açmıştı gözlerini. Her gün sabah akşam üşenmeden odaya gelip bana yemek getiriyordu.


"Gel gel Fatma sultan. Yengem bizimle çay içecek."


"Hoş gelmişsin gelin kızım. Ben şu tepsileri bırakayım. Size bir şeyler ikram edeyim." Elindeki tepsileri hızlıca tezgaha koyan kadına ben dahil hepimiz gülümseyerek bakıyorduk. "Böreklerim vardı. Daha yeni yaptım. İkram edeyim hemen size." Nefes nefese bir halde dolaptan büyük börek tepsisini çıkardı ve tabaklara pay etti.


"Siz de yemez misiniz?" dedim masaya tabakları bıraktığında. Kızarmış yüzünde yeşil boncuğu andıran şaşkın bakışları hepimizin üzerinde dolaştı.


"Gel Fatma abla. Sen de ye bizimle."


"Geleyim madem." dedi ağzı kulaklarına kadar açılan kadın. Kendine de bir bardak çay doldurup oturdu karşımıza.


"Gelenler de pek bir merak ederdi yengemi." dedi Dilan coşkulu sesiyle. Üç gündür konağa gelen insanları konağın en üstündeki o taş pencereden izlemiştim tek tek. Onların merakı ben değildim. Bunu herkes biliyordu halbuki.


"Edilmeyecek gibi de değil ki. Maşallah gelin kızım pek bir güzel su gibi."


"Öyle ya." Edilen iltifatlara ne bir gülümseme ne bir başka bir şekilde cevap verebildim. Bakışlarımı parmaklarımın arasında tuttuğum çay bardağından yukarı kaldıramıyordum. Bakışlarım parmaklarımın kenarındaki soyulan derilere kaydı. Daha fazlası avuç içlerimdeydi. Elimdeki bardağı masaya bırakıp ellerimi görünmesin diye sakladım masanın altına doğru. Hırkamın kollarını biraz daha çekiştirdim bileğimdeki sargıları kapatabilmek için.


"Nasılsınız mutfak kuşları?" dedi kapıdan giren ses. Uzun, gür siyah saçlarını savurmuş, koyu harelerini tek tek bizde dolaştırmıştı. "Yine burada mı tünüyorsunuz?"


"Berfin?" dedi Bircan abla. Üç gün önce konağa ilk adım attığımda beni tutup 'Geldiğin yeri unutma' diye uyaran kadının kızıydı. Duruşu, bakışı ve hareketleriyle onun aynısıydı.


Geldi ve fazla abartılı bir şekilde tek tek sarıldı masanın etrafında oturanlara. En son bana baktı tepeden. Sarılmadı. Teşebbüs bile etmedi. "Gelin hanım da buradaymış." dedi rahatsız olduğum bakışlarıyla. "Bana da bir çay koysana Dilan."


"Nerede olacaktı Berfin sen de?" Dilan gülerek kalktı ayağa. Pek memnun olmuş gibi değildi onun geldiğine. Bu beni ilgilendirmezdi ama o buradaysa beni 'kibarca' uyaran annesi de burada demekti.


"Bilmem. Çiftlik evinde falandır diyecektim. Gerçi Baran üç gündür şirketten çıkmıyormuş."


"Baran abin mi?" dedi Dilan sert sayılacak bir şekilde onun önüne doldurduğu bardağı bırakırken. Kız omuz silkip saçlarını geri savurdu umursamaz bir halde. Rahatsız olduğum bakışlarını dikmişti üzerime.


"Abim dedi canım. Ben nereden bileyim. Orada yatıp kalkıyormuş."


"Sen kendin mi geldin Berfin? Kim getirdi seni?" dedi Bircan abla. Sesindeki tuhaf ton bana ortamın gerildiğini hissettiriyordu. Ya da bana öyle gelmişti.


"Annemle geldim canım. O da burada." Bakışları tekrar beni buldu. Sanki annesinin burada olduğunu bizzat bana söylemişti.


"Ben odaya çıkayım artık. İzninizle." dedim yerimden kalkarken. Zaten keyfim yoktu. İyice rahatsız olmak istemiyordum. Zaten onlar da gerildiğimi anlayıp ses etmemişlerdi.


"Oo gelin hanım." dedi görmeden odaya çıkayım diye dua ettiğim kadın bir anda önümde belirirken. "Nihayet teşrif edebildiniz mi konağın içine."


"İzninizle." dedim samimiyetsiz bir şekilde gülümseyip.


"Madem günler sonra çıktın odadan. Ellerinden bir kahve içelim öyle değil mi? Yeni gelin kahvesi tadalım."


"Hala ben yaparım." diye atıldı Dilan arkamdan ama kadın eliyle 'hayır' dedi ona.


"Gelin hanım yapsın." dedi bastırarak. "Benimki şekerli kayınvalideninki de az şekerli olsun." diye ekledi. Derin bir nefes aldım ve gerisin geri döndüm. Fatma abla kadının memnuniyetsiz çıkışını görmüş ve çoktan kalkmıştı yerinden.


"Ben yapayım gelin kızım." dedi hızlıca.


"Annem o yapsın dedi Fatma abla. Bırak sen." Omzumun üzerinden baktım masada çayını yudumlayan Berfin'e.


"Bırak abla ben yaparım." dedim kadının elinden cezveyi alıp. Buz gibi olmuştu bir anda mutfak.


"Ya da sen bırak ya." dedi ben kahveleri yapmaya giriştiğimde Berfin. Yanı başımda bitmişti bir anda. "Annem içemez şimdi. Ben yaparım. Hem Gülsüm yengem benim kahvelerime bayılır."


"Gerek yok." dedim buz gibi bir sesle. Elimden almaya çalıştığı kaşığı geri çektim. Ama onun yüzünde benimkinin aksine öyle soğuk bir ifade yoktu. O sanki halinden gayet memnun gibi bakıyordu bana.


Biri şekerli biri de az şekerli kahveyi tepsiye yerleştirip buz gibi bakışlarımı ne Berfin'e ne de bir başkasına değdirmeden salona ilerledim.


"Bugün pek gelen giden yok herhalde Gülsüm." Kahvesinden sesli bir yudum almıştı Rojbin hanım. Ben kapıya en yakın noktada onlara en uzak olan yerde elimdeki tepsiyle dikiliyordum. Böyle dikilmelere alışıktım aslında. Amcam her akşam ya terasta ya da avluda sardığı sigaraları eşliğinde kahvesini içer beni de mutlaka yanında bekletirdi. Beklemek koymazdı bana. Bana koyan onun sigarasından çıkan zehirli duman olurdu. Rahatsız olduğumu bile bile orada bekletirdi illa beni.


"Yok abla." dedi ona göre sakin ve sessiz bir yudum alan Gülsüm hanım. Buz gibi bakışları asla bana dokunmuyordu.


"Ee olmaz tabi." dedi kolundaki altınlardan gelen şıngırtılarla Rojbin hanım. "Niye olsun? Neye gelecek insanlar öyle değil mi? İnsanlar niye yorsun kendini?" Arada bir soğuk bakışlarını bana değdirip kahvesinden yudumlar alıyordu Rojbin hanım. Koyu kahve gözlerinde bana karşı belirgin bir öfke vardı ve ben o öfkeli bakışlar bana her değdiğinde daha da batırıyordum tırnaklarımı avuçlarımın içindeki yaralara.


"Ne duruyorsun!" dedi yüksekçe bana doğru. "Orada dikileceğine al şu boşları!" onun niyeti ne kahve içmekti ne de başka bir şey. Tek bir niyeti vardı onun. Biliyordum. Beni rahatsız etmek. "Şu babamı da anlamıyorum..." dedi ben fincanları tepsiye koymak için yanlarına ulaştığımda. "Tutturduğu şeye bak. Al işte. Yandı çocuk. Bu işe hiç bulaşmayacaktık. Hele de Baran'ı hiç bulaştırmayacaktık."


"Tamam Rojbin." dedi ona göre daha soğuk olan sesiyle Gülsüm hanım. Sesindeki tondan ona 'uzatma' diye uyarılar akıp gitmişti. Ben fincanları tepsiye koyarken Rojbin hanım durmayacağını belli eden hoşnutsuz sesler çıkardı.


"Ama haksız mıyım Gülsüm? Yalansa yalan de. Yanmadı mı çocuğun başı? Olacak iş miydi bu? Bunca yılın getirdikleri var. Husumet var. O aileden değil gelin o ailenin günahı bile alınmazdı ya..." Sabrım artık taşma noktasına geldiğinde sinirli bir soluk çektim içime. "Ne o gelin hanım?" dedi benim burnumdan soluduğumu fark edip. "Hoşuna gitmedi mi dediklerim? Yalan mı? Denk mi senin ailen bizim ailemize? Senin o soyun-"


"Rojbin hanım kendinize gelin!" Her insanın bir sabır noktası vardı ve ben benimkine epey dayanmıştım. Sağolsun karşımdaki kadın o noktayı epey zorlatmıştı bana. Sabır taşı olsam şimdiye çoktan çatlamıştım karşısında.


"Hele şuna bak! Şu terbiyesize bak Gülsüm! Bağırıyor bir de utanmadan!" Sanki deminden beri yanında olsam bile yokmuşum gibi ileri geri konuşan o değildi. "Sen kime sesini yükseltirsin ha!"


Yerinden bir hızla kalkıp tam karşıma dikildiğinde artık taşan sabrıma mukayyet olamıyordum. Elimdeki tepsiyi sertçe yere çarpıp tam önünde dikildim. "Haddinizi aşıyorsunuz Rojbin hanım! Ailem hakkında ileri geri konuşamazsınız." Her ne olursa olsun sesimi sakin tutup kendimi frenlemeye çalıştım. Nefesim daralmaya başlamıştı.


"Öyle mi!" dedi hiddetini daha da arttırıp. Sertçe bileğimi kavradı bir hamlede. Bileğimdeki sızı ciğerlerime dökülürken dişlerimi sıkarak acımı bastırmaya çalıştım. "Düşman soyu değil misiniz siz ha! Evlenince bitecek mi sandın yoksa! Bu dava bitmedi! Sen babam olmasa değil bu ailenin soyadını almayı nefes bile alamazdın! Hem sen hem de senin o soysuz ail-"


"Yeter Rojbin hanım! Yeter ama!"


"Rojbin sakin ol artık." Gülsüm hanım da dahil olmuştu. Kadının kollarından tutup geri çekmek istedi ama bileğimi koparırcasına tutan kadına engel olamadı.


"Yenge! Hala!"


"Kız ne bakarsınız! Çıkarın şu kızı şuradan!" Gülsüm hanım tekrar çekti bana alev saçan gözleriyle bakan kadını ama yine başaramadı.


"Bana bak! Yılanın başını küçükken ezeceksin derler! Sen kime diklenirsin ha! Ama senin soyun ne ki sen ne olasın!"


"Bırakın kolumu!" Bileğimi çekmeye çalıştım ama kadın bir mengene gibi sıkıyordu. Bileğimin acısından gözümden bir damla yaş kayıp gitti. "Bırakın dedim bırakın!" sertçe omzundan geri ittim dayanamayıp.


"Anne! Rojbin hala ne oluyor burada!" Bir anda ortalık buz kesmişti duyulan sesle.


"Gel Baran gel!" dedi demin bana köpüren kadın ne ara ağlamaklı bir tona büründürdüğünü anlamadığım sesiyle. "Gel de göz bu kızın bana ettiği terbiyesizlikleri."


"Ne terbiyesizliği Rojbin hanım..." diyecek oldum ama kadın sertçe kolumdan tutup beni ortaya doğru savuruvermişti.


"Baran yok bir şey." Diye araya girdi Bircan abla. Gelip benim kolumdan tutacak oldu ama Rojbin hanım ondan daha seriydi.


"Terbiyesizin önde gideni bu. Daha dün bir bugün iki. Bu eve gelin olarak geldiğini hele de ne için geldiğini unutuyor herhalde!" Bakışlarım çatık kaşlarının altından bana değil de halasına bakan ona kaydı. "Terbiyesini sen mi verirsin yoksa ben mi vereyim!" Koluma tekrar sertçe yapıştı ama bu sefer onu durdurmayı başarmışlardı.


"Tamam hala!" dedi sert sesiyle. Kolumu halasından kurtarıp sertçe kendi tuttu. Benim kolumla alıp veremedikleri neydi? Benimle alıp veremedikleri neydi Allah aşkına!


"Neler dediğini bir görsen Baran! Neler ettiğini bir görsen! Kahve fincanlarını suratımıza çarpmadığı kaldı bir tek!"


Hayatımda hiç bu kadar aşağılandığımı hatırlamıyordum. Bana bakan bir sürü gözün arasında çaresizce kolumu ondan kurtarmaya çalışırken kadının zehir dilinden akan yalan sözlere bakakalmıştım öylece.


"Yürü..." dedi sert ama kısık bir sesle.


"Bırak..." dedim dişlerimin arasından. "Ben kimseye bir şey demedim de yapmadım da." Bakışları bende değildi. Başını benden tarafa hiç çevirmemişti bile. Başka bir şey de demeden beni tutup arabaya bindirdi herkesin gözü önünde.


Kimse müdahale etmemişti. Kimse Rojbin hanımın bana dediklerini söyleyememişti.


Bileğimin, kolumun acısı umurumda bile değildi. Kalbim acıyor, ağrıyordu en çok.


"Beni niye buraya getirdin!" dedim çiftlik evinin bahçesinde duran arabadan kendimi atarcasına inerken. "BENİ NİYE BURAYA GETİRDİN!"


"Sus..." dedi benim hararetli halime zıt bir sakinlikte.


"BEN KİMSEYE NE BİR ŞEY SÖYLEDİM NE DE BİR ŞEY YAPTIM TAMAM MI! BENİ NİYE BURAYA GETİRDİN!"


"Sus..." dedi tekrar aynı sakinlikle. Karşımda durup burnunun kemerini sıktı eliyle. Sinirlerim alt üst olmuştu bir de onun sakinliği daha da çıldırtıyordu beni.


"SUSAYIM ÖYLE Mİ! BEN BANA DENİLENLERİ NASIL YUTUP DA SUSAYIM!"


Eliyle yüzünü sıvazlarken arkasını döndü. Esen rüzgar o geri dönerken ceketini açmış belindeki silahı ortaya çıkarmıştı.


"NE O BENİ Mİ VURACAKSIN!" dedim bağırarak. Canıma minnetti. Eğer yapacaksa durmadan bir an önce yapmalıydı.


"Ne?" dedi adımları taş yolda eve doğru ilerlerken bir anda durup. Geri döndü yavaşça.


"Belindeki silahı diyorum! Beni mi vuracaksın! İleri geri konuştum ya hani halana karşı! Onu diyorum! Ondan ötürü beni mi vuracaksın!"


"Kendine gel. Şu anda saçmalıyorsun." Saçmalamıyordum. Aksine öylesine haklıydım ki. "Bak halama ne dedin bilmiyorum ama demek ki kadını boşuna kızdırmamışsın." Bakışları bir an olsun bana dokunmuyordu.


"Öyle mi?" dedim sahte bir kahkaha atarken. Sesim gök gürültüsüne karışıp gitmişti. Demin bulutsuz olan gökyüzü bir anda kapkara bulutlarla çevrelenmişti. Aynı öfkem ve kaderim gibi.


"Doğru... Haklı halan... Sen düşmansın dedi bana. Sonuna kadar haklı." Derin bir nefes alırken boynundaki kravatı çekiştirdi sertçe. Bakışlarım ceketinin açıkta bıraktığı silahtaydı. "Bana sen düşmansın dedi! Boşuna kızdırmamışım değil mi halanı?"


"Bu iş çok saçma bir hal aldı..." dedi sinirle soluyup. Geri dönüp gitmeye niyetlendiğinde aklıma ilk gelen şeyi yaptım. hızla belinde duran silahı çektim ve namluyu tam ona doğrulttum.


"Ne yapıyorsun sen?" Bendeki sinirin de deliliğin de binde biri yoktu onda. Afallamış bir halde elimde duran soğuk metale baktı ama kendini toparlayıp çatık bakışlarını bana çevirdi.


Namlunun tam ucundaydı. Ama namlunun ucunda duran birine göre fazla sakindi.


"Halan haklı! Bu dava bitmedi!" dedim sertçe. "Madem ben düşmanım! Madem ben o düşman bilinen ailenin kızıyım! Madem bu dava bitmedi! O zaman her şey usulüne göre olsun!" Zaten elimde bir hayatım kalmamıştı. Uzatmanın da bir alemi yoktu. Eğer bu davayı bitirecek yegane şey buysa her şey usulüne uygun yapılmalıydı.


Ama o sanki kendine silah doğrultmuyormuşum gibi bakıyordu bana. Hatta dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme gördüğüme yemin bile edebilirdim. Aramızdaki şu kısacık mesafeden kendini vuracağımı bilmesi lazımdı.


Titreyen elimi kavradı bir hamlede. Sertçe göğsüne çarparken bakışlarından daha sert sesiyle konuştu.


"Eğer o silahı eline alıyorsan tetiğe basacaksın. Ha eğer vuramayacaksan hiç eline almayacaksın!" kızgın iki küreyi andıran bakışları bakışlarımdaydı. Beni kendine daha çok çekip sert nefesi kulağımı delercesine konuşuyordu. Sonra da beni sertçe geri itti. Kızgın bakışlarını benden çekip döndü arkasını ve iki adım attı eve doğru.


"Unuttuğun bir şey var!" dedim sertçe. Elimdeki silahı tekrar ona doğrulttum. "Eğer düşmanının elinde bir silah varsa ona sırtını dönmemen gerekir!" Hiç tereddüt etmeden soğuk metalin tetiğine dokundum.


Titreyen ellerimdeki silahtan bir kurşun çıktı. Silahın sesi gök gürültüsünün sesini bastırdı.


B Ö L Ü M   S O N U


Nasıl Buldunuz bölümü?


Sizce ne olacak bundan sonra?


Elif'in başına neler gelecek?


Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın.


Beni buradan seydnrgrsu takip edebilirsiniz.


İnstagram: elifwattpad_offical , seydnrgrsu


seydanurgursu


Beni buradan, instagramdan ve Tiktok'dan takip edip duyurulara, bölüm tarihlerine ve editlere ulaşabilirsin.


sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%