@seydnrgrsu
|
Merhaba hoş geldiniz
Aslında bugün bölüm atmayacaktım ama dayanamadım. Bunun şerefine herkes en az üç yorum yapıyor okkkeeeyyy
Upuzun bir bölüm haberiniz ola
Rekor yorum ve oy bekliyorum bu bölüme guzularım
Simge-Aşkın Olayım
Kubat-Manda Yuva Yapmış Söğüt Dalına
Sakın dinlememezlik yapmayın
🔥
'KÖR KÜTÜK'
Korku... İnsanın iliklerine işleyen bu korku... Kaybetme korkusu...
Hayatımda birçok şeyin acemisiydim. Bir çok şeyde deneyimsiz... Ama kaybetme konusunda üzerime yoktu. Ölümle küçük yaşta tanışıp ruhundaki o kapanmaz yarayı hâlâ ilk günkü tazeliğinde taşıyan biriydim ben.
Deli ederdi bu korku insanı. Nereye adımlayacağını bilemez, kime sığınacağını, kimden yardım dileneceğini hele hiç bilemezdi. Yalnız kalmak isterdi ama ondan da korkardı. Ruhundaki o acının dinmesi içinse her şeyi yapmaya razı gelirdi.
Boğazını eller sıkardı, söyleyemezdi. Nefesini bir yumru keserdi, dile getiremezdi. Her şey rüya derdi, ama uyanır geçmezdi. Harlı bir ateş değil kor kor yanan alevdi işte o acı.
"Ya babama bir şey olursa..." diye saçlarının arasındaydı Dilan'ın eli. Gözleri kan çanağına dönüvermişti. Başını ablasının göğsüne gömüp hıçkırıklara boğuştu kendini. "Ya ona bir şey olursa..."
"Olmayacak!" diye yükseldi o anda Seyhan'ın sesi. İkizinin aksine daha dik duruyor, gözünden bir damla yaş dahi akıtmıyordu. Oysa ne kadar direndiğini görmemek için kör olmak şarttı.
Koridordaki üzgün bakışlar bir anda kendine çevrilmişti.
"Ne bu haliniz ya!" diye daha da yükseltti sesini. "Babam içeride! Ölmüş gibi davranıyorsunuz hepiniz! Kaldırın başınızı ya! Kendinize gelin! Sen de kes artık ağlamayı Dilan!"
"Asıl sen nasıl bu kadar soğukkanlısın ya!" Ablasının göğsünden zar zor çekmişti kendini Dilan. "Nasıl bu kadar korkmuyorsun?"
"Korkmadığımı kim söyledi Allah aşkına! Ama ağlayınca sanki iyi mi edeceğiz onu! Babam içeride, annem sakinleşsin diye başka odada! Hepiniz dağıldınız ya! Şu halinize bakın! Cihan abim bir köşede, ablam desen ağlamaktan helak oldu, halalarım nerede kim bilir! Baran abim yok! En ihtiyacımızın olduğu zamanda hem de!"
Dediğinde de haksız sayılmazdı ama. Kimse kimseyi görmüyor gibiydi koridorda. Cihan başını elleri arasına almış bir koltukta ağlıyor, Bircan abla Dilan'ı sakinleştirmeye çalışıyordu. Gülsüm hanım sakinleşmeyince bir iğne yapılıp odaya alınmış, Rojbin hanım da onun başında bekliyordu. Ümmü hala ise misafirler yüzünden evde kalmıştı. Herkes ayrı bir köşede ağlamakla meşguldü.
Benimse tam göğsümün ortasında bir yumru vardı. Altı yıl kadar önce bu koridorda aynı bu şekilde bulduğumda insanları çok geçti. Yetişememiştim babama... Ve Kamer'i on dokuz yaşımda bu koridorda bırakmıştım.
Elimdeki su şişesini sıkarken geri çevirdim yönümü. Derin bir nefes alıp üzerime üzerime çöken koridordan dışarı attım kendimi. Bakışlarım merdivenin hemen yanındaki bankta hüngür hüngür ağlayan ve pembe elbisesinin tül eteğini sinirle çekiştiren Şirin'e sonra da onu sakinleştirmeye çalışan insanlara kaydı. Kaza yüzünden nişan da iptal edilmişti. Onca hazırlık, misafirler hep boşa gitmişti. İnsan ona üzülmeden de edemiyordu. Ne zamandır bu anı bekliyordu çünkü.
Merdivenlerden yavaşça inip hastanenin arkasına doğru dolaştım. Yürüdüm yürüdüm ve hayli yürüdüm.
Tam tahmin ettiğim gibi insanlardan en uzak noktada, kimsenin olmadığı duvarın dibindeki bankta oturuyordu öylece. Sırtı dönüktü. Başı önüne eğik, omuzları ilk defa çökkün bir haldeydi. Yanına vardığımı fark edememişti bile. Elimdeki suyu ona doğru uzatmasam görmezdi de sanırım.
Bakışları yavaşça uzattığım şişeden bana çevrildi.
"Nereden anladın burada olduğumu?" Omuzlarındaki çökkünlük sesine yorgunluk olarak düşmüştü.
"İnsan böyle zamanlarda genelde yalnız kalmak istiyor..." dedim bakışlarımı önümdeki boşluğa çevirip. "Acıdan sanırım..." Uzattığım şişeyi aldı ve içti.
"Sanırım..." diye mırıldandı. Konuşacak halde değildi. İnsan böyle zamanlarda konuşsa kelimelerinin yetmeyeceğini biliyordu çünkü. Susmak ise doğru kelimeleri bulamadığından sığındığı bir liman oluyordu. O da öyle yaptı. Susmayı tercih etti.
"İçeridekilerin sana ihtiyacı var." Bakışlarımı hafifçe ona doğru çevirdim. Bakışları öbek öbek bulutların olduğu gökyüzündeydi.
'İnsan sevinince toprağa, üzülünce gökyüzüne bakarmış. Çünkü yerde tevazu, gökte ferahlık vardır' Babamın sesi çınladı kulaklarımda. 'Peygamberimiz öyle dermiş' diye eklerdi.
Belki de ben de onlar gittikten sonra günlerce tek başıma o yüzden bakmıştım gökyüzüne.
"...Herkes dağılmış durumda."
"Bana ihtiyaçları yok." Sesi bir hayli tok, sanki üzüntüsünü bastırmaya çalışmasının katılığını taşıyordu.
"Yanılıyorsun..." dedim bedenimi iyice ona çevirip. "Herkes bir köşede ne yapacağını bilemez bir halde. Toplanmaya ihtiyaçları var."
"Ben mi toplayacağım?" İlk defa koyu kahve harelerinde üzüntü görüyordum. Her daim ifadesiz dümdüz olan bakışlarında gördüğüm ilk duyguydu bu. Ne yapacağını bilememezlikten, çaresizlikten gelen bir üzüntü.
"Evet. En büyükleri sensin hem. Bir arada olmaya ihtiyacınız var. İnsan acıda bölünürse bir daha hiç birleşemiyor maalesef. Kalka hadi." Ben önce ayaklanıp kalktım banktan. Öyle baktı suratıma 'Saçmalama' der gibi. "Hadi..." dedim ısrarla. Önüne baktı önce. Sonra gökyüzüne. Etrafında gezindi bakışları. Sonra kalktı yavaşça. Tam o anda sağ yanağıma bir yağmur damlası düştü. Ben de kaldırdım bakışlarımı yukarı.
"Abi! Yenge!" diye bir çığlık duyuldu hemen. Seyhan'ın çığlığı. "Babam iyi! Babam çok iyi!"
🔥
"Yav yeter ha!" diye bir isyan yükseldi salondan. "İstemiyim haa! Çekilin hele benim başımdan!"
"Ama baba..." diye elindeki çorba kasesiyle kalakaldı Bircan abla. Ümmü hala ise elindeki tencereden uzattığı biber dolmasıyla bakıştı bir müddet. Dilan elindeki ayranı nereye koyacağını bilemedi. Rojbin hanımın elinde ise börek vardı. Bir tepsi börek. Berfin'in açtığı börek. Börek...
"Vallahi sen beni ne diye çıkardın hastaneden oğlum ha!" diye yükseldi bu sefer Ahmet'e doğru. onun da bakışları takmaya çalıştığı serum ve Mehmet babası arasında gidip gelmişti.
"Taburcu edin beni diye ortalığı inlettiydin ya baba." dedi Seyhan yastığını düzeltirken. "Çıkarın beni diye bağırdın saatlerce. Hatırlatırım."
"Heeee!" diye onayladı odadaki tüm kafalar Seyhan'ı.
"Demez olaydım." Homurdandı Mehmet ağa. En somurtkan haliyle tek tek baktı odaya doluşanlara. "Vallahi kazadan değil ama sizin beni boğmanız yüzünden ölüp gideceğim."
"Ağzından yel alsın." Kulağını çekip sehpaya vurdu alelacele Gülsüm hanım. "O ne biçim söz tövbe tövbe..."
"Yav çek hele şu dolmayı ağzımın dibinden Ümmü! Yemeyeceğim dedim ya!" Eliyle ağzına dayanan biber dolmasını iteledi.
"Aaa abi. Yemen lazım. Daha Fatma kemik suyuna çorba hazırlıyor aşağıda. Onu da yiyeceksin. Hele bir lokma al bakayım şundan bir." Tekrar uzattı dolmayı ona doğru ama abisinin sinirli bakışlarıyla çekilmek zorunda kaldı. Bu sefer de Rojbin hanım boş durmadı. Elindeki büyükçe bir dilim böreği dayadı abisinin ağzına.
"Yahu çekilin hele! Yemeyeceğim dedim ya size!"
"Babam haklı. Bu kadar şeyi bir anda nasıl yesin." Nihayet Ahmet dahil olmuştu. "Mide spazmı geçirteceksiniz o olacak."
"Haaah de oğlum de! Kurtar hele beni bunlardan."
"Hem dinlenmesi lazım şimdi. serumuna ilaç kattım yeni. Uyuyacak. Bunları da yiyemez. Daha sonra. Hadi biz çıkalım." Eliyle herkese çıkması için işaret etti ama 'yesin, bunu da yesin' homurtuları yükseliyordu her birinden.
"Yemeden olur muymuş hiç!" diye itiraz etti Ümmü hala. Koca bir tencere dolmayı ne ara hazırlamıştı hem o? Vallahi pratik kadındı. Eline koluna sağlıktı.
"Olur halam olur." Omuzlarından güç bela iteledi Ahmet onu. "Hiçbir şey yiyemez."
"Dolma da mı?"
"Dolma da hala." Bıkkınca gülümsedi.
"Börek?" dedi bu sefer Rojbin hanım.
"Börek de olmaz hala." Sabırla cevapladı Ahmet.
"Ee perde pilavı?" dedi bu sefer Ümmü hala.
"Yok kuzu çevirme hala!" diye yükseldi en son Ahmet. "Adam daha yeni taburcu oldu. Bir sürü ilacı var. Saçma sapan yemekler hazırlamayın.
"Ee bu adam patlıcan kebap da mı yiyemeyecek?" dedi Rojbin hanım.
"Ben yiyeceğim hepsini. Vallahi halalarım söz size ben yiyeceğim. Madem hazırladınız. Vallahi billahi yiyeceğim. Ama babama vermeyin kurbanınız olayım." Bu sert uyarı kimseye sirayet etmiş gibi değildi bana kalırsa. Her an gidip Mehmet ağanın ağzına yemek depiştirecek gibi bir halleri vardı.
"Vallahi kilitlerim salonun kapısını!" diye yükseldi Ahmet onların akıllarından geçeni sezdiğinde. "Yaparım!"
"Aman iyi be..." diye homurdandı Ümmü hala. Elindeki dolma tenceresine sıkı sıkı sarılıp merdivenlerin yolunu tuttu. "Ahmet ya sabır bakışları ata ata indi onların arkalarından.
Gerçekten ya sabırdı da işten elden ne gelirdi.
Mehmet ağanın iyi olduğu haberi geldiğinden ve taburcu edileceği dendikten sonra soluğu konakta almıştık. Misafirler o dakikadan sonra dolup taşmıştı. Eş dost akraba iş yaptığı insanlar ve daha niceleri... Misafirin biri gidip biri geliyordu. Bahçeye kurulan upuzun sofranın ise haddi hesabı yoktu. Hüseyin İzol oğlunun iyi olması şerefine ise kazan kazan yemek pişirtmişti.
Ama bu sırada olan Ahmet'e oluyordu bana kalırsa. Bunca kalabalığın arasında babasının sağlık durumunun yanı sıra onu elindeki tepsi tepsi tatlılar, börekler, yemeklerle görmeye gelenleri kontrol altına almaya çalışıyordu. Perhiz şarttı ama her an Mehmet ağanın ağzına baklavalar, börekler, dolmalara dayayan insanları zapt etmek ise hayli zordu. En başta halalarını zapt edemiyordu.
"kalabalığın ardı arkası kesilmiyordu. Gelenler gitmeden yenisi ekleniyor, masaların ucuna yeni masalar kuruluyordu. İçeriden bahçeye, terasa ve odalara taşınan yemeklerin, çayların, kahvelerin haddi hesabı yoktu Mehmet ağanın iyi olduğu haberi alındığından beri.
Ümmü hala onca hazırladığı yemeğin yanında üst kattaki büyük işlemeli koltukların bulunduğu salonda da sabah Kur'an okutmuştu. 'Kem göz nazar çıksın, gitsin bizi bulan bu musibetler' demişti. Hatta sabahtır da evde olan herkese durmadan okunmuş su içiriyor, gelen geçeni durdurup bir 'Fatiha' okuyordu. En son hepimizin boynuna nal kadar bir nazar boncuğu asacağından korkuyorum diye kaçmıştı Seyhan.
Sahi o neredeydi? Kalabalıktan istifade görünmüyordu ortalarda. Fazla tehlikeye oynuyordu. Hiç dikkat etmiyordu. Onun yerine ben korkuyordum olduğum yerde.
Dilan ise günlerdir dibinin dibini yaşadığı depresyonundan çıkmakla kalmamış neşesinin üstüne neşe yaşıyordu. Babası iyiydi en başta. Ama depresyona girmesine neden olan nişan ise iptal edilmişti. Sanırım bu evin bir kaderiydi bu depresyon. Çünkü biri çıkınca diğeri giriyordu hemen.
Dilan çıkmıştı depresyonundan ama sıra Cihan'a gelmişti. Babasına sevinmesi bir yana şimdi de iptal edilen nişana sıkıyordu canını. Kaç gündür dokunsanız ağlayacağı bir halde dolaşıyordu ortalarda.
Şimdi de tam karşımda yüzünden düşen milyonlarca parçayla halının desenlerini sayıyordu.
"Vallahi ben dayanamayıp bir daha Kur'an okutacağım." Ümmü hala oturduğundan beri kırkıncı kez demişti bunu. "Bu evde nazar var, kem göz var. Başımızdan musibetler öte gitsin."
"Masulet kim anne?" Aker tüm şaşkınlığıyla annesine bakıyordu geldiğinden beri. Bir kıkırtı yükseldi oturanlardan.
"Masulet değil bir tanem. Musibet. Kötü şey demek yani." Bircan abla onu kendi kucağına çekip kıvır kıvır olan saçlarını şefkatle okşamıştı.
"Nereye gidecekler peki? Evleri nerede?"
"Aman bizden ırak olsunlar da nereye giderlerse gitsinler. Çıksın gözleri." Kulağını çekiştirip yanındaki sehpaya vurmuştu Ümmü hala. Tam bir nazar savardı.
"Hiii!" dedi korkuyla Aker. "Gösleri neye çıkıyor kii?" Kendi bal rengi gözlerini iri iri açıvermişti korkudan.
"Yok kıvırcığım öyle göz değil o." Bircan abla şefkatle alnına bir öpücük bıraktı bu sefer.
"Nereden olacak canım bu evde hem kem göz?" diye burun kıvırdı kardeşine Rojbin hanım. Kendisinden ala kem göz var mıydı bu dünyada sanmam. Bu konuda yüksek lisansı bile vardı bana kalırsa.
"Allah hepimizi beladan korudu. Evladımı hem bana hem de sizlere bağışladı." Elindeki ziftten kara çayını yavaşça önündeki sehpaya bıraktı ve geldiğinden beri ilk kez konuştu Hüseyin ağa. "Allah bizlere bir daha böyle acı günler yaşatmasın."
'Allah bizlere bir daha böyle acı yaşatmasın...' On dokuz yaşındaki Kamer'in babasının ardından günlerce duyduğu şey bu olmuştu. 'Allah bir daha böyle acı yaşatmasın...'
Daha acısı var mıydı? Daha sancılısı var mıydı? Yedi yaşına daha yeni basan bir kız çocuğu ölümle tanışınca bir de üstüne hayatının direğini kaybedince daha acısı olabilir miydi?
Yedi yaşındaki Kamer de on dokuz yaşındaki Kamer de yaşamamış en acısını...
Derin ve yorgun bir soluk dudaklarımdan kaçıp giderken bakışlarımı tek tek babalarının yaşadığı için şükürler eden evlatlar da dolaştırdım. Gerçekten Allah kimseye böyle bir acı vermesindi. Ben bu acıyı etimle kemiğimle biliyordum. O yüzden kimse de yaşasın istemezdim.
"Mehmet'in durumu malum. Zor günlerden geçtik de çok şükür durumu iyi. Allah onu bize bağışladı. Ama işler de beklemiyor maalesef." Derin bir sessizlik çökmüştü salona birden.
Ben bu konağa geldiğimden beri asla işle ilgili bir şey çıkmamıştı Hüseyin ağanın ağzından. Duyduğuma göre de yıllardır ne şirkete adım atarmış ne de işlere karışırmış. Elini eteğini çekmiş yani anlayacağınız.
"Bir ne güne duruyoruz baba." Diye atıldı birden Mervan bey. "Bizler şirkette de şantiyelerde de işlerin başındayız. Gönlün için rahat olsun. Hem Maran dayısının işlerine pek hakim."
"Öyle dede. Dayımın bana bıraktığı tüm işleri eksiksiz yapmaya çalışıyorum. İçin rahat olsun."
"İçim rahattır." Elindeki bastonu hafifçe önüne vurdu. Bu sözlerimin devamı var der gibi bir eylemdi. "Bu kadar insan babanızın işlerini aksatmayacaksınız elbet."
"Aklın kalmasın dede. Dayımın devam ettiği işleri ben devraldım. Yani geçici olarak. O ayağa kalkana kadar. Hatta Kemal Kirman'la yapacağı iki gün sonraki görüşmeye de ben gidiyorum. Dayım bana detayları anlatmıştı." Bütün bakışlar bir anda Maran'a dönmüştü ama o yüzündeki gülümsemeyle dedesine bakıyordu.
"Cihan sen?" Bakışlarını sol tarafında geldiğinden beri halıyı derin derin izleyen Cihan'a çevirdi.
"Ben izinliyim dede." Dedi bakışlarını bir anlığına halıdan kaldırıp tekrar yerine çevirirken. Uzun bir süre de izinde kalacaktı sanırım. Öyle bir hali vardı.
"Maran'la sen şirketteki işleri devralın. Babasının yerine de Baran vekillik etsin."
"Baran mı?" derin sessizliği bölen ilk ses Mervan beyin olmuştu. "Maran günlerce Mehmet'le beraber hazırlandı o geceki görüşmeye. Tüm detaylara beraber çalıştılar. Baran nasıl altından kalkacak ki?"
"Kalkar. Niye kalkamasın?" Puslu mavi bakışlarını Mervan beyin üzerinden çekip sağ tarafına çevirdi bu kez. "Elindeki işleri Cihan'la Maran'a devret. Babanın işlerine sen bakacaksın. Kimle görüşülecek, kimle toplantı yapılacaksa sen gireceksin."
Sözlerinin üzerine tekrar sessizliğe büründü salon. Aker bile Bircan abla ile olan kısık sesli muhabbetini kesip dedesine bakmaya başlamıştı. Bu sessizlik ta ki Maran apar topar ayağa kalkana kadar sürdü.
"Nereye?" dedi gür sesiyle Hüseyin ağa. Ona bakmıyordu ama sözleri direkt torununaydı. Bu konuşma ise Maran'ın hiç hoşuna gitmemiş gibiydi. Bakışları ise dedesinin sağında oturan ondaydı.
"Kemal beyle olan projenin detaylarının olduğu dosyayı hazırlayacağım. Baran için."
🔥
İki gün geçmişti Hüseyin ağanın konağın salonunda soğuk rüzgarı estirmesinin üzerinden. Sadece salonda değil evin her köşesinde hissediliyordu o buz gibi hava. O konuşmanın üzerinden beri Rojbin hanım sadece bir kere gelmişti konağa. Oysa gün içinde gelip gitmelerinin hatta gitmemelerinin haddi hesabı yoktu. Babasının aldığı bu karar hiç hoşuna gitmemişti.
'Oğluna yapılanın haksızlık olduğunu düşünüyor' diye fısıldamıştı dün sabah Bircan ablaya mutfakta Ümmü hala. 'Maran'ın bu kadar çalışıp karşılığını bu şekilde almasına bozuldu' diye de eklemişti. 'Dedem en iyisini düşünür her zaman, haksızlık da yapmaz' diye Rojbin halasının sözlerine içerlediğini belli etmişti Bircan abla.
Peki o buz gibi hava esen iki günden sonra ne mi olmuştu? Aslında pek bir şey olmamıştı. Yine Ahmet evde yemek savaşları vermiş, eve gelen gidenin haddi hesabı olmamıştı. Ama bunlar küçük göze görünmeyen şeylerdi. Kimseye bir şey olmamıştı ya ona şükür ediyorduk her birimiz.
Kimseye bir şey olmamıştı da bana az sonra bir şeyler olabilirdi. Çünkü içinde olduğum arabadan indikten sonra hiç güzel şeyler olmayacağına garanti verebilirdim. Hatta size on yıllık garanti belgesi de imzalayabilirdim.
Nerede miydim?
Kemal Kirman'la yani namı diğer 'geçmişten gelenle' yapılacak görüşmenin olduğu büyük konağın önündeydim. Kirman Konağı...
Dedesi ile olan ilişkilerini düzelttikten sonra bizim evin karşısında olan evden taşındıkları ve yerleştikleri Kirman Konağı. Zaten bu konağa taşındıkları sene İstanbul yolcusu olmuştu o da.
'Ben ne alakayım' diye bağırmamak için kendimi zor tutarken 'sen kel alakasın' der gibi benden taraftaki kapı açılmıştı. Mehmet ağa ve Gülsüm hanıma vekalet ediyorduk bu gece biz.
"Çok kalır mıyız?" dedim o önümden bir adım mesafede yürürken üzerimdeki ince şala sarınıp. Üzerimdeki krem triko elbisenin üzerine bir ceket almadığım için kızıyordum içten içe kendime. Çünkü hava artık soğumaya başlamıştı.
"Bir işin mi var?" bana doğru çevirmeden aynı serilikte atmaya devam etti adımlarını. Olabildiğince huysuz biriydi ama bugün huysuzluğuna huysuzluk ekleyip tam kafa atmalık hale gelmişti.
"Bor oşon mo vor?" dedim kısıkça. Ben öyle deyince kısa bir bakış attı omzunun üzerinden bana doğru. "Ben gelmek zorunda mıydım ayrıca?"
Gelmemek için kırk değil kırk bin takla atmıştım konağın içinde. Başım ağrıyor mu dememiştim, midem bulanıyor mu dememiştim, ay fena oluyorum diye oradan oraya mı atmamıştım kendimi. Yapmıştım bunların her birini ama yine de kimseye bir şey dinletememiştim. Neymiş efendim bu gece çok önemliymiş, imzalar atılacakmış, projenin diğer ortakları orada olacakmış da bilmem ne.
Bana neydi???
"Çok sürmez. Yemek, imza, bitti. Programına uygun mu?" tam kapının önüne geldiğimizde durup döndü bana doğru.
"Çok uygun." dedim tüm huysuzluğumla.
Çok kalabalık olmayan, resmiyetten uzak samimi bir yemek masası karşılamıştı bizi. Projenin İstanbul ortakları, yurt dışı ortakları ve ev sahipleri. Yıllardır görmediğim, Kemal'in kız kardeşi Lorin de buradaydı. Küçükken fazla zaman geçirmişliğimiz olmadığından beni de pek hatırlamamıştı zaten. Ama tüm sıcakkanlılığıyla sarıp sarmalamıştı. İyi bir ev sahibi olmaya çalışıyordu.
Abisi gibi kıvır kıvır kumral omuzlarında biten saçları, ince yüzü ve minyon haliyle pek kibar ve bir o kadar da sıcak bir kızdı. Yeşile çalan ela bakışları ise pırıl pırıldı. Yemek masasına geçen herkesle itinayla ilgileniyordu.
"Mehmet beyi duyduk. Çok geçmiş olsun." Dedi adı Ramiz olan ellili yaşlarında orta boylu kır saçlı adam. İstanbullu ortaklardan biriydi. "Kendisi nasıl? En kısa zamanda ziyaret etmek isteriz."
"İyi. Durumu gayet iyi. Bekleriz."
"Bir de nişan günüymüş değil mi olan kaza. Çok yazık. Ama verilmiş sadakanız varmış. Cana gelmesin de." diye girmişti bu sefer söze Ramiz beyin eşi Nermin hanım. Durup durup kısa küt sarı saçlarına dokunuyordu geldiğimizden beri. Bakışları ise sürekli benim üzerimdeydi. Rahatsız ediyordu.
Sadece onun bakışları değil. Bu ortamda bulunan her detay rahatsız ediyordu beni. Bu ortamda nefes almam doğru değilmiş gibiydi. Her şey baştan başa yanlıştı.
Her şey o kadar rahatsız ederken bir de Nermin hanımın gereksiz sorularıyla uğraşıyordum. Yemekten sonra oturduğum tekli koltukta büzülebildiğim kadar büzülüyordum sorularının karşısında. Erkeklerin oturduğu tarafa ters bir şekilde oturup kimseyi görmemek için verdiğim savaşın ise haddi hesabı yoktu.
Kemal'i görmemek için uğraşıyorsun dedi içimdeki ses. Haksız değildi. Bunun için de girmediğim hal ve pozisyon kalmamıştı geldiğimden beri.
"Sen ne işle uğraşıyorsun Elif? Konuşamadık yemekten beri." Nermin hanım tüm dikkatiyle bir kez daha dönmüştü bana. Konuşmadık dediği de iki dakika bana soru sormaması demekti akşamdan beri.
"Bir işle uğraşmıyorum." diye geçiştirmek gerekiyordu artık. Anlatsam anlamayacakları hayat hikayemi kimseye dökecek biri değildim. Yüzündeki eğreti gülüş buruştu da buruştu.
"Buralarda sanırım böyle bir gelenek var." Diye sürdürdü sözlerini. Beni rahatsız eden bakışlarını benden çekip diğer hanımlara çevirmişti. "Beyler çalışsın hanımlar yesin öyle değil mi?" Rahatsız edici de bir kahkaha attı. Kendisine destek olarak de birkaç kadının gülüşmesi eşlik etti. "Ee bir de yeni evli sayılırsın tabi. Evliliğin tadını da çıkarmak lazım öyle değil mi?"
"Siz tam olarak ne işle meşgulsünüz?" dedim ezilip büzüldüğüm koltukta sırtımı dikleştirirken.
"Şekerim." Diye girdi söze. Elleriyle kısa küt sarı saçlarına dokundu tekrar. "Vakıf başkanıyım ben. bir günüm o kadar dolu oluyor ki sabahtan akşama görüşmediğim insan, toplantı yapmadığım saat kalmıyor. Bizim vakıf da işler malum çok." Yüzündeki rahatsız gülümsemenin yanına gururlu bir ifade de eklenmişti.
"Kocanızın kurduğu vakıf yani. Onun sayesinde başkan olduğunuz." Büyük hem de büsbüyük bir parantez açmıştı gülümseyerek bakan Lorin. İkilinin arasında anlamsız bir elektrik vardı. Ama beni çarpıp rahatsız eden elektrik ise karşı taraftan peydah olmuştu. Bakışlarım sırtımı dikleştirdiğim ve Nermin hanıma tam olarak döndüğüm için Kemal'le kesişivermişti. Benimkisi gayriihtiyari bir bakıştı ama onun bakışları direkt benim üzerimdeydi.
Çekmedi.
Bense ecel terleri döker oldum olduğum yerde.
"Ben bir lavaboya gideyim." Dedim elbisemin boynunu çekiştirip. Rahatsızlığım dolardan hızlı yükselince ortamı terk etmek de şart olmuştu.
'Üst kat' demişti Lorin. Göstermek istemişti ama kendim halledebileceğimi söyleyip insanların arasından sıyrılıp çıkmıştım koşar adım yukarı.
Nefes almam lazımdı. Bunalmıştım. Tıkanmaya da başlamıştım.
Ama şimdi en önemlisi rahatsızdım. Olabildiğince...
Onun tarif ettiği gibi üst kata çıkmış, koridorun sonundaki koyu kahve kapıyı açıp bulmuştum lavaboyu. Dar sayılabilecek alanda ardı arkasında yüzüme su çarptım. Buz gibi su fayda etmiyordu ama.
"Bir şey yok..." dedim sıkışan göğsüme elimi koyup. Keşke çantamı da alsaydım yanıma. En azından fıs fısımdan sıkıp nefesimi düzene sokardım. "Sakin..."
'Gelmemeliydin' dedi içimdeki ses. Gelmemek için direnebildiğim kadar direnmiştim de yine de kendimi burada bulmuştum. 'Ait olmadığım yerde ait olmadığım insanların arasında sırıtan aykırı birisin' dedim kendi kendime.
Aynadaki aksime huysuz bakışlar attım.
Geldiğimden beri diken üzerindeydim. Boğazımdan tek bir lokma dahi geçememiş, aldığım nefes ise zehir olmuştu. Güncel konu işti, ana amaç ise ilişkilerin kuvvetlenmesi. İş ortaklığından daha çok aile dostluğuna dönüyordu mesele.
Kısa bir 'hoş geldin' den öteye geçmemişti Kemal'in benle muhataplığı. Zerre bakmamış, varlığımı zerre görmemiş gibiydi. Bu iyi bir şeydi. İki yabancı gibi olmak o gece olan en iyi şeydi. Peki beni bu denli rahatsız eden neydi? Niye bu kadar diken üzerindeydim?
'Varlığı yetiyor' dedi içimdeki ses. Bir zamanlar ise 'Yokluğu' kasıp kavurmuştu zihnimi.
Çeşmeyi açıp ardı arkasında tekrar çarptım yüzüme suları. Ellerimi lavaboya yaslayıp derin nefesler alıyordum ki banyonun kapısı çat diye açılınca korkuyla döndüm geri. Gördüğüm simayı ise burada hiç beklemiyordum.
Ellerimi havluya alelacele kurulayıp kapıya yöneldim. Zaten dar bir banyoydu. Benim geçmem için bir adım geri çekilmesi gerekiyordu. Ama çekilmedi. Durdu önümde. Bir şey demem için bekledi sanki. Ama benden ses çıkmadı. Kaşlarım çatıldı.
"Elif bekle." dedi onun yerine.
"Çekilir misin geçmek istiyorum." Bakışlarımı yüzüne kaldırmıyordum. Elim sinirle kapının kolunun üzerinde duruyordu.
"Elif bir dakika."
"Çekil." dedim sinirle karışık. Ama sesimi ve duruşumu düz tutmaya çalışıyordum.
"Elif..." dedi ısrarla. Sinirli bakışlarımı nihayet kaldırdım yüzüne. Neyin ısrarıydı bu!
"Ne! Ne istiyorsun!" Benim sinirli bakışlarımın aksine şaşkınlıkla bezeliydi bakışları. 'Onun bakışlarında hep bir perde olur' dedi zihnim. Ama şaşkınlığının önünde hiç perde yoktu.
"Konuşmak istiyorum sadece." dedi sanki dünyanın en normal şeyini istiyormuş gibi.
"Konuşmak mı? Dalga mı geçiyorsun sen benimle! Çekil şuradan!" Kapının koluna asıldım ama iyice önüme geçince açamadım.
"Elif yapma böyle konuşalım."
"Çekil şuradan! Saçma sapan işin oluyor!"
"Elif... Seni görünce ne kadar şaşırdığımı görmedin mi?" Görmüştüm. Yüzünden geçen o bariz ifadeyi çok net görmüştüm. O gün, o sofraya geldiğinde anlık ama böyle küçük bir anlıktı. Belki de ben öyle sanmıştım. Beynimin ne zoru vardı benimle?
"Görmedim." dedim dişlerimin arasından gördüklerimin aksine.
"Yapma böyle Elif."
"Bak şu an burada bulunmamız bile çok saçma. Çekil şuradan." Tekrar kapı koluna uzandım ama mani oldu. Bileğimi tutmak için hamle yaptı ama hızla geri çekildim. Bana dokunmasını bırak buna teşebbüsünü bile kaldıracak halde değildim. "Çekil! Ne yapıyorsun sen ya!" dedim daha sert bir şekilde.
"Elif ben seni orada görmeyi beklemiyordum. Şaşkınlığım o kadar büyük ki."
"Çekil şuradan Kemal çekil."
"Sen hiç şaşırmadın mı Allah aşkına?"
"Niye şaşırayım! Bana ne senden?"
"Evlenmişsin Elif..." Sesinin tonu alçalmıştı. "Ama hiç değişmemişsin..."
"Öyle mi?" dedim tek kaşımı kaldırıp. Altı yıl insanı öyle bir değiştiriyordu ki... Gidenler vardı önce. Benden, ruhumdan, kalbimden ve evimden eksilenler... Değişmiştim. İster istemez...
"Hâlâ aynı Elifsin."
"Yanılıyorsun. Ama bir şey diyeyim mi?" Yüzüm tiksinir gibi bir hal aldı. "Asıl sen hiç değişmemişsin."
Değişmişti. Hem de öyle bir değişmişti ki. Mesela uzun kıvır kıvır saçları yerine jilet gibi tıraşlı ve fönlüydü. İki yakasını sıkan kravatlardan nefret ederdi. Şimdi boğazını lacivert bir kravat sıkıyordu. Takım elbiseden nefret ederdi. Ama takım elbiseler içindeydi. Sakaldan hiç hoşlanmazdı, kaşındırıyor derdi. Ama şimdi kirli sakalları vardı yüzünde.
"...Hâlâ aynı saçmalıklarına devam ediyorsun."
"Allah aşkına sen hiç şaşırmadın mı beni gördüğüne." dedi. Peki ne bekliyordu. 'Evet Kemal seni gördüğüme o kadar şaşırdım ki anlatamam' diye ağlamamı falan mı? Yanılıyordu. Altı yıl önce onun için son kez döküp kurutmuştum gözümdeki yaşları.
"Niye şaşırayım. Çekil şuradan çıkmak istiyorum." Tekrar uzandım kapının koluna ama sıkı sıkı yapıştı koluma. Korkuyla çevrildi bakışlarım kolumdaki eline.
"Yapma böyle Elif."
"Bırak..." dedim cılız bir biçimde. İçimdeki o korku birden harlanıvermişti.
"Amcan zorladı değil mi seni evlenmeye? Yoksa sen hayatta evlenmezsin o adamla."
"Kemal bırak..." dizlerimin bağı çözülüyordu.
"Birbirinizin nefes aldığı ortama bile girmezsiniz siz. Allah aşkına. Ama öğrendim amcan yapmış."
"Kemal bırak..."
"Bırakmayacağım Elif. Zerre isteyeceğin bir şey değil senin bu. Yapmazsın. Tanıyorum ben seni." Beni kolumdan çekmeye çalıştı ama var gücümle ittim geri onu. Ama kolumdaki elini bırakmadı.
"Ne istiyorsun benden manyak!"
"Ben gitmemeliydim..." Çıkıverdi bir anda ağzından.
'Sen kendini ne sanıyorsun Elif?' büyük bir kahkaha atmıştı. Elleriyle kıvır kıvır saçlarını iteledi. 'Baksana sen kendine bir. Bak Allah aşkına!' Büyük bir kahkaha daha. 'Sen gerçekten inandırdın mı buna kendini!' Büyük bir kahkaha daha...
"...Elif ben hata ettim. Çocukçaydı... O zaman göremedim..."
'Sen ve ben ha!' Büyük bir kahkaha daha. 'Kızım sen kafayı mı yedin! Nasıl böyle saçma bir şeyi düşünebilirsin!' Daha büyük bir kahkaha.
"...Amcanın başına bunları açacağını asla akıl edemedim. Düşünmem lazımdı..."
'Sen kafayı yemişsin cidden!' Büyük bir kahkaha. 'Sen baksana bir kendine! Seni sevebileceğime nasıl inandın sen Elif! İki güler yüz gösterdik diye sana aşık olacağımı falan mı sandın sen!' Koskocaman bir kahkaha. Benimse sol gözümden süzülen bir damla yaş...
"...Seni zorla evlendirdiklerine inanamıyorum. İnanamıyorum Elif. Sen bırak Baran gibi biriyle evlenmeyi onun olduğu yerde nefes almayı kabul dahi etmezsin. Yalan mı Elif? Sen evlenmedin onunla. Yalan bu evlilik. Amcanın kendi çıkarları uğruna seni o aileye vermesi-
Dediği son şey bu oldu çünkü avcumun içindeki sızıdan hemen sonra yüzü yana savrulmuştu.
"Ne saçmalıyorsun sen! Ne saçmalıyorsun!" Eli yavaşça tokat attığım sağ yanağına giderken hafif bir gülümseme oluştu yüzünde.
'Sen sevilecek insan mısın Elif!' Büyük hem de büsbüyük bir kahkaha.
"Ne yalan söyleyeyim tokadından daha çok acıttı alyansını yüzümde hissetmek." Gülümsemesi daha da büyüdü ve daha sinir bozucu bir hal aldı. Titreyen sol elime kaydı bakışlarım. Parmağımdaki ince alyansa...
"Çekil!" dedim var gücümle onu yana doğru itip kapının koluna uzanırken ama o benden daha hızlı davranıp bir kolunu belime sarmaya çalıştı.
"Ne yapıyorsun çekil! Dokunamazsın bana!" Daha da hızlı iteleyip kendimden uzaklaştırdım onu.
"Doğru evlenmişsin artık sen. Ama zorla..."
"Pisliksin! Hem de en adi pislik! Senden nefret ederken o kadar haklıymışım ki! Tiksiniyorum senden Kemal! Tiksiniyorum!"
"Öyle mi! Altı yıl önce ölüp bitiyordun ama aşkından. Kalbimin içindeki boşluk hafifliyor seninle, kendimi iyi hissediyorum diyordun. Ne oldu Elif hanım!" Tekrar elimi tokat atmak için kaldırdım ama ani bir şekilde yakaladı havada. "O bir kere olur. Ben bana dediğin aşk sözlerini unutmadım."
"Hastasın sen..." Yüzümdeki tiksinir ifadeyle bileğimi geri çektim. Ama bırakmadı. "Ruh hastası!" Beni kendine çekmek için hamle yaptığında banyonun kapısı pek de nazik olmayacak şekilde açıldı. kapıdaki yüzü görünce ise bileğimdeki eli çözülüverdi.
"Baran..." dedi düşen sesiyle. Bir adım geri çekilirken üstünü başını topladı. "Ben lavaboya gelmiştim de Elif varmış. Yani Elif hanım..." Bir anda değişmişti suratı. Normal bir şey yapıyormuş gibi rahat bir hal almıştı tavırları. Bana döndü sonra. "Kusura bakmayın."
Kazık yutmuş gibi dikiliyordum. Resmen donup kalmıştım. Şiddetli bir ağlama isteği vardı içimde ama beceremiyordum. Tam boğazımın çukurunda büyük bir yumru vardı. Yutkunmama izin vermediği yetmezmiş gibi ağlamama da engel oluyordu.
"Dur!" tam kapıdan çıkacak olmuştu ki onun kolunu kavramasıyla durmak zorunda kaldı.
"Ben aşağı döneyim. Misafirlere ayıp olu-"
"Taşak mı geçiyon lan sen!"
"Baran ayıp oluyor ama." Bakışları kolundaki el ve o elin sahibi arasında gidip geliyordu. "Ne yapıyorsun?"
"Asıl sen ne yapıyorsun burada!"
"Baran bak sen yanlış anladın. Ben burada Elif hanımın olduğunu bilmiy-"
"Bilmiyor muydun? Ne zırvalıyorsun lan sen!" Diğer eli sertçe Kemal'in yakasını kavrarken iki adımda gerideki lavaboya yaslamıştı onu. 'Dur' diyecek oldum ama çok hızlı davranmıştı. "Bilmiyormuş! Duydum lan deminden beri dediklerini!"
"Bak yanlış anladın Baran. Her şeyi yanlış anladın."
"Öyle mi? Anlat bileyim o zaman doğrusunu!" hırsla sarstı onun yakasını.
"Şu elini bir çek ama önce."
"Benim dinleme şeklim bu. İşine gelirse!"
"Elif bir şey der misin Allah aşkına." Bakışlarını zar zor bana çevirmişti.
"Demez!" diye kükredi onu bir kez daha sarsarken.
"Allah aşkına bu ne zorba hareketler! Çek şu elini!" İteleyecek oldu Kemal onu ama o bir adım dahi kıpırdamıyordu yerinden. Kızılca kıyamet ha koptu ha kopacaktı. "Biz Elif'le önceden tanışıyoruz. Desene bir şey Elif!" Yakasını sıkan ellerden kurtulmak için çabalarken bana çevirdi tekrar bakışlarını.
"Demez demedik mi lan! Sen bana bak bana! Çevir bakışlarını bana!" Sertçe onun çenesini kavrayıp kendine çevirmişti yüzünü. "Aç bakalım sen şu önceyi!"
"Önceden tanıyoruz birbirimizi sadece! Hepsi bu!"
"Ha ondan mı demin ben kapıyı açmadan zorbaca davranıyordun!" Kafasını hafifçe geri kaldırdı.
"Allah aşkına hiç mi insanlık namına bir şey öğrenmedin! Çek şu elini!"
"Öğrendim..." diye mırıldandı kafasını daha da geri çekerken. Anlamıştım yapacağını. 'Dur' diye kolundan tutacak oldum. Hatta tutmaya çalıştım da. "Bak ne öğrendim uygulamalı olarak anlatayım sana!"
Ben daha 'Dur' diyemeden de kafasını onun tam burnunun üzerine hizalayıp gömdü. Böyle bam diye. Şaşkınlıktan ellerimi ağzıma kapatırken bana döndü.
"İyi öğrenmiş miyim kafa atmayı? Nasıl?" Yuvalarından ha fırladı ha fırlayacak olan bakışlarım bir acıyla burnunu tutan Kemal'in bir de hiçbir şey yapmamış gibi sakin sakin duran onun arasında gidip geldi.
"Sen... Sen ne yaptın?" Ama cevap vermek yerine bileğimi sıkı sıkı kavrayıp dışarı çıkardı beni. Benim bir sürü adım attığım uzun koridoru beş adımda adımladı. Bense yalpalayarak ayak uydurmaya çalışıyordum ona. Bakışlarım ise geride, kapısı açık banyodaydı.
"Arabayı getirin." dedi bileğimi bırakmadan ve demin oturduğumuz salona doğru asla bakmadan.
Ben büyük bir şokun içinde debelenirken araba gelmiş ve ben onun tarafından hızla bindirilmiştim arabaya. Bedenime sanki buzdan iğneler batıyormuş gibi hissettim bir anda. Boşluğa düşmem gerekirken ise büyük bir ağırlığın altında kaldım. Ve nihayet boğazımdaki yumruyu yutup akmak için çabaladıkça çabalayan gözyaşlarımı serbest bıraktım.
Ağladım... Omzum sarsıla sarsıla, ciğerlerim çıkarcasına. Kendimi tutamıyordum. Zaten tutmaya kalksam da gözyaşlarım zaferini ilan ettiğinden başarılı da olamazdım.
Ben ağladım o sormadı. Ben ağladım araba boş yolda hızla ilerlemeye başladı. Ben ağladım tepki bile vermedi.
Ama neden sonra sormaya karar vermiş olacak ki derin bir nefes aldı. "Önceden mi tanışıyorsunuz?" dedi. Dümdüz, nötr bir ses tonuyla. Ağlamalarımın arasından kısa bir 'hı hı' kaçtı. Ama ellerimi yüzüme gerdiğimden daha çok 'ho ho' diye çıkmıştı sesim.
"Sevgilin miydi?" Tekerleklerin taşlı yoldaki gıcırtılı sesine karıştı sesi. Bu sefer de 'I-ıh...' dedim. Beni hiç sevmeyen bir adamdı o. Çocuk masumluğunda olan duygularımla ise dalga geçmeyi seçmişti.
'Allah aşkına kim seni neden sevsin Elif!" Büyük bir kahkaha... 'Şu haline, şu tipine bir baksana sen. Kızım senin benden başka arkadaşın bile yok. Kimse sevmiyor seni!' Kocaman bir kahkaha...
"Ne istiyor o zaman o aşağılık senden!" Sesi normalin üstüne hem de epey üstüne çıkmıştı bir anda.
"Bilmiyorum..." diye mırıldandım ağlamalarımın arasından. Gerçekten bilmiyordum. Ne yapmaya çalışıyor, demin neden öyle davranmıştı bilmiyordum. Tek bildiğim hastalıklı hali değişmenin aksine daha da tehlikeli bir boyut kazanmıştı.
"Bak sevgilin ya da değil. Daha önce ne yaşadığınız beni ilgilendirmez ama-"
"MERAK ETME!" diye yükseliverdim birden. "Merak etme soyadına bir zarar vermem! Lekelemem ağalığını, soyadını, itibarını! Korkma yani!" Ellerimle hırsla gözümden düşen yaşları sildim. Bakışlarım camdan dışarı çevrildi. 'Ağlamana bir dur de Kamer' diye haykırdı zihnim. Sonra bakışlarım ilerdeki market levhasına takıldı.
"Bak hayı-"
"Durdur şu arabayı!" dedim birden. İlk defa anlık olarak bana çevirdi kafasını. yüzünde kestirilmez bir ifade vardı. "Bakma öyle durdur!"
"Ne?" dilinden şaşkınlıkla döküldü.
"DURDUR!"
Araba yavaşça yolun sağında durduğunda ise hiç düşünmeden indim. Geride kalan markete doğru attım hırslı ve öfkeli adımlarımı. Arkamdan o da inmişti. Homurtuları ve sertçe kapattığı kapının sesinden anlamıştım bunu.
"Ne yapıyorsun sen?" dedi arkamdan ama onu dinlemeden hızlı adımlarla girdim markete. Kasanın başında uyuklayan yaşlı bir adam vardı. Benim gürültülü adımlarımla ise afallayarak açmıştı gözlerini.
Hızlı adımlarım en ilerideki reyona yöneldi. 'Şimdi ben buraya neden geldim' diyen Şaban tavrı vardı üzerimde. Hırsla elime ilk geçen şişeleri aldım. Yetmedi birini daha birini daha. Derken beş şişeyle kasanın yolunu tuttum.
"Ne yapıyorsun sen?" dedi beni o halde elimdeki şişelerle görünce. "Bunlar ne?" Ona oralı bile olmadan şişeleri hala uykusundan tam uyanamamış amcanın önüne koydum epey sert bir şekilde.
"Geç." dedim sinirle.
"Allah aşkına derdin ne senin?" fısıltıyla sormuştu bunu. Bense sabırsızca yaşlı adamın şişeleri kasadan geçmesini bekliyordum.
"Parasını bundan alacaksın." dedim şişeleri kavrayıp dışarının yolunu tutarken. Kucağımdaki şişeleri zar zor zapt ederken arabaya geldim ve büyük bir uğraşla bindim içine. Şişelerden birini zar zor açıp hiç düşünmeden dikmeye çalıştım kafama havalı havalı. Ben sanıyordum ki öyle lıkır lıkır içerim ama daha ilk yudumda yamuluvermiştim. Ağzım yüzüm ekşiyip kedi poposundan daha beter bir hal alırken umursamamaya çalıştım ama.
'Unutturuyor şu meret insana olan biteni' diyen amcamı dinleyesim tutmuştu ömrümde ilk defa. Hayatıma hayrı asla olmayan adamın yine hayatımı kaydıran bir hareketi. Bana da bu yakışır zaten.
Amcacım... Çınlasın kulakların...
Zorla bir yudum ve bir yudum daha. Boğazımdan mideme kadar olan yolda büyük yangınlar başlarken 'İçeceksin Kamer' diye diretiyordu içimdeki ses. Çünkü altında ezildiğim yükten nasıl kurtulurdum bilmediğimden kaçış yolunun bu olduğunu sanıyordum.
"Sen gerçekten ne yapıyorsun?" Ben zorla şişeden yudumlar almaya çalışırken yan tarafımdan yükseldi sinirli bir homurtu. "Cidden ne yapıyorsun şu anda?" Ama ona cevap vermek yerine içmeye devam ettim. Daha doğrusu içmeye çalışmaya.
Baktı böyle bana. Cevap vermem için bekledi. O bekledi ben içtim. Ben içtim o konuşayım diye bekledi. Şişenin yarısına gelmiştim bile. Arabayı çalıştırdı ve yavaşça hareket etti boş karanlık yolda.
"Sevgilim değildi..." diye mırıldandım parmaklarım arasındaki şişeyi sabit tutmaya çalışırken. Başımda tuhaf bir dönme peydah olmuştu. "Arkadaş bile değildik... Evimizin karşısında otururdu. Abim ölünce dünyaya küsmüştüm. Evdekilerle bile konuşmuyordum." Bir yudum almaya çalıştım. Dilim de hafif bir karıncalanma vardı. "Sonra bir gün o geldi taşındı evimizin karşısına. Ben içimdeki ölüm acısıyla savaşırken insanlar benden kaçıyordu ama o..." Bir yudum daha. "O kaçmak yerine nasıl olduğumu sordu. Hatta konuştu benimle. Ben üzüntünün içinde boğulurken insanlar beni görmemeyi seçti ama konuştu sadece. Konuştu." Bir yudum daha.
"...Bense dünyanın en..." Parmağımı havaya kaldırıp sallamaya çalıştım ama önümdeki görüntü kayıyordu. "En salağı olduğumdan ona aşık oldum sandım." Büyük bir kahkaha attım. Tıpkı onun altı yıl önce attığı gibi. "O ne dedi biliyor musun?" Kafamı histerik bir biçimde ona çevirdim. Sokak lambalarının turuncu ışıkları vuruyordu bana bakmayan yüzüne. Sormayacağını biliyordum 'ne' diye. Ama o sormasa da anlatacaktım. Dilimin bağı çözülmüştü bir kere.
"Ne?"
"Sen sevilecek insan mısın dedi bana. Seni bu hayatta kim sever dedi." Gülmeye çalıştım ama zoraki çıktı. "Haksız da sayılmaz..." Kafamı geri çevirirken cama yaslamaya çalıştım. "Beni kimse sevmez..."
🔥
"Manda yuva yapmış söğüt dalına!" Büyük bir kahkaha kaçarken dudaklarımın arasından, aniden durdum. Ben mandanın yuvasını nereye yaptığını bilmiyordum ki! "NEREYE YAPMIŞTI YUVASINI!" dedim ağlamaklı bir şekilde.
"Elinin körüne!" dedi en ters haliyle. Zaten ne zaman düzdü ki bu adam!
"Hişşş!" dedim onu susturabilmek için. Parmağımı dudaklarına bastırmam lazımdı. Ancak bu şekilde sesi kesilirdi. Aynı hastane koridorlarındaki hemşire tablosundaki gibi yapacaktım. Ama dudaklarını bulamıyordum. Ben onu susturmak için uğraşıyordum ama kolumu koparırcasına çekiştiriyordu. Kol benimdi, çekmese iyi ederdi. "Saygılı olur musun! Konser veriyorum burada! Ne biçim herifsin sen be! Sanata saygı-" dedim elimi havaya kaldırıp. Parmaklarımla 'sıfır' yapmaya çalıştım. "SIFIR! SIFIR! SIFIR!"
Dünya sanki bir fırıldaktı ve ben bu fırıldağın tam merkezinde bir o yana bir bu yana savruluyordum. Bu aynı şeye benziyordu; küçükken Azad'ın dededen kalma bir oyuncağı vardı. Döndükçe 'fişşş' diye ses çıkarırdı ve ben bu sesi hep ıslık sesine benzetirdim.
"Ağzını açanı yakarım tamam mı?" dedi kolumu çeken sesin sahibi. Belki kolumu koparmış bile olabilirdi. "Burada hiçbir şey görmediniz!" Sesindeki ton karşımızda duran sekiz tane adamı birden muma çevirivermişti. Peki bu sekiz adamın her biri neden birbirine benziyordu? Türkiye'de sekiziz diye doğum yapan biri var mıydı? Hayır vardıysa bile niye hepsi bu ailenin korumalığını yapıyordu?
"Tabi ağam." dedi hepsi aynı anda aynı ses tonuyla. Demek ki sekizizler aynı tonda da konuşabiliyordu.
"HAH! BULDUM!" dedim büyük bir aydınlanmayla. Beni çekiştirmesi yüzünden parmak uçlarımda duruyordum. Acaba bir fasulye sırığı olabilir miydi? Ya da ben mi çok kısaydım? "SÖĞÜT DALI! EVET!" dedim coşkuyla.
"Ömründe hiç içmiyorsan ne diye içersin ki?" dedi daha düşük tonda. Kendi kendine mi konuşuyordu o? "Hadi içtin, ne diye burnuna içersin ağzın dururken?" sesi fısıltı gibi çıkıyordu ve ben kafamın içinde halaya durmuş filler yüzünden onu zar zor duyuyordum. Kafamın içinde elinde bağlamasıyla oturan Kubat, hemen onun karşısında elinde mendiller olan filler vardı.
"Hişşşşt!" demeye çalıştım sertçe. Bir türlü ağzımdan kelimeler özgürlüğüne kavuşamıyordu. Acaba dişlerim dökülmüş olabilir miydi? Yoksa kelimeler bu denli peltek çıkmazdı ağzımdan.
"Hadi yürü!" dedi sert bir şekilde. Ama hiç yürüyesim yoktu. Hatta o çekiştirdikçe fırıldaktan hallice dünya daha da hız kazanıyordu.
"Hayır!" dedim gömleğinin yakasını çekiştirip. "Yürümeyeceğim! ÇÜNKÜ!"
"Çünkü ne!" dedi aniden durup. O durunca savrulacak gibi olmuştum.
"Yürümeyi bilmiyorum..." Gözyaşım gözümün önüne kadar gelivermişti bir anda. Yürümeyi unutmuştum aniden. Adım nasıl atılır bilmiyordum. Ve o da durup durup bana 'Yürü' dememeliydi!
"Sabrımı mı sınıyorsun sen benim? Biri görecek şimdi! Haberin var mı saat kaç!"
"HAA!" dedim büyük bir şaşkınlıkla. "Saat mi kaçmış? Kime!"
"Sen şaka mısın?" dedi dönen suratıyla birlikte. Yüzü dönüyordu. "Gecenin bir yarısı! Yürü!"
"Vallahi de bilmiyorum ki ben yürümeyi..." dedim hafifçe dudağımı ısırıp. Aklıma ilkokuldaki bizi sürekli azarlayan sınıf öğretmenim gelmişti bir anda. "Bilsem yürümem mi!"
"Yürümeyecek misin?" dedi derin bir nefes alırken. Kaşları her zamanki gibi çatıktı. Yüzü dönse bile bunu ayırt edebiliyordum. Hatta uzun kirpiklerini ağır çekimde açıp kapadı. Kirpikleri neden bu kadar uzundu?
"Bilmiyom bilmiyom..." dedim dudak büküp.
"Seninle mi uğraşacağım ben!" dedi. O der demez de birden ayaklarım yerden kesildi. Sanırım ya yer altımdan kaymıştı ya da bir şeyler beni uçuruyordu.
"Vaaov!" dedim kahkaha atıp. "Uçuyorum!" ama onun kucağında olduğumu anlamam sadece ve sadece üç saniye sürdü. Çünkü zapt edemediğim başım onun boynuna düştü ve burnuma odadan çıktıktan sonra hep arkasında kalan o ferah, deniz kenarında yürüyormuş gibi bir his bırakan kokusu doldu. "Ay uçmuyormuşum ya..." dedim hayal kırıklığı içinde. "Tühhh!"
"Gece gece düştüğümüz şu hale bak!" O konuştukça boynundaki damarların kıpırtısını hissedebiliyordum.
"Manda yuva yapmış söğüt dalına!" dedim tekrar içli içli.
"Hay sana da mandana da ha!" dedi ben kucağında sarsılırken.
"Yavrusunu sinek kapmış!" derken elimle ona vurmaya çalıştım. Bir elimle ona vurmak diğer elimle içinde şişelerin olduğu poşeti tutmak o kadar zordu ki.
"Yok manda falan!" bağından kurtulan saçlarım ağzıma doluyordu ve bu benim güzelim türkümü söylememe engel oluyordu.
"Niye bu türküyü söylüyorum biliyor musun!" dedim saçlarımı yüzümden çekmeye çalışıp. Bakışlarım üst kata çıkan merdivenleri bulmuştu. Bu evde tam tamına yüz yirmi üç basamak vardı.
"Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum."
"Ya bir sor!" dedim hışımla gömleğine asılıp. İki saniye kadar mühlet verdim ona ama sormadı. "Sorsana ya!"
"Niye.." dedi kafasını bana doğru çevirip. Bıkmış gibi bir hali vardı.
"Çünküüü!" dedim olabildiğince kelimeyi uzatırken. Basamakları çıkarken durmuştu ve öylece bakıyordu suratıma. "MANDA SENSİN!" Dudağımı hafifçe dişlerken ne tepki verecek diye baktım ama sadece gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı.
"Ben mi?" dedi sakin mi şekilde. Ben yüzüme kükreyecek diye bekliyordum. Çünkü tam öyle bir hali vardı.
"Evet! Sensin! Sana özel! Kaba bir mandasın çünkü! Sığırgillerden! Büyükbaş! En büyük baş! En en en büyük baş!" Ağzımdan kaçan kahkahayla birlikte kafamı geri attım. Bu sayede saçlarım geri de savrulmuştu. Yüzüm açılmıştı be!
"Sabır..." dedi fısıldar gibi. Sesi kafamdaki halaya karışıp gitti. Biraz eğildi ve uğraştıktan sonra kapıyı açtı. Burası odanın kapısıydı. Adı 'yatak odası' olan, benim genelde pencere önünde tünediğim, onun öyle bir uğradığı, genelde kapısının hep çarpıldığı oda.
Ama bu sefer kapı nasıl olduysa gelip benim başıma çarpmıştı. "AYYY!" dedim acı bir inlemeyle. Çok sert çarpmamıştı ama başım o kadar acımıştı ki. "Bu kapı gelip benim kafama nasıl çarpıyor ha!" dedim kucağında debelenip.
"Evet. Geldi kapı kendi çarptı zaten. Sen çarpmadın yani!" Omzuyla kapıyı itip kapattı az önce kafama çarpan kapıyı.
"Senin suçun!" dedim gömleğinin yakasına yapışıp. "Senin yüzünden!"
"Benim?" Yüzünün tam ortasında büyük bir soru işareti belirivermişti.
"Ne biçim pilotsun sen be! Hem konserimi yarıda kesiyorsun hem de doğru düzgün gelemiyorsun! Manda pilot!" Bir şeyler mırıldanmıştı ama ben kafamdaki uğultudan sesini pek de net duyamıyordum. Hem oda öyle bir dönüyordu ki.
"Yeter be!" dedi beni sert denilebilecek bir şekilde yumuşak bir şeyin üzerine bırakırken. Saçlarım gömleğinin düğmelerine takıldığından küçük bir çığlık kaçmıştı dudaklarımdan. Odadaki gri koltuğun üzerindeydim. Can havliyle elimdeki poşete sarıldım. "Ver şunu." dedi elimdeki poşeti almaya çalışıp.
"Hayır!"
"Versene şunu ya!"
"Hayır dedim! Çek ellerini!" boştaki elimle ellerine vurdum sertçe. "Daha hepsini içemedim. Ziyan mı olsun! Günah..." Dudaklarımı bükebildiğim kadar büktüm 'günah' derken.
"İçmeyi bilmiyorsun ki. Şu haline bak."
"Allah Allah!" dedim ona doğru burnumu kıvırıp. Bir yandan da siyah poşetin içindeki şişenin birini zar zor elime aldım. Ama ne kadar uğraşsam da bir türlü kapağını bulamıyordum. Elimdeki şişe bile dönüyordu. "Açılmıyor!" dedim zorlayarak.
"Ver şunu!" Elimdeki şişeye uzandı ama tekrar eline vurdum çekmesi için. Ama o çekmedi ben de vurmaya devam ettim. "Bıraksana şunu ya!"
"Asıl sen bırak!"
"Bırak! Kör kütük sarhoşsun zaten!"
"Bırakmam! Asıl sen bırak! Yoksa ısırırım!" Ve dediğimi yapıp dişlerimi batırıverdim eline. Acı bir inleme kaçtı dudaklarından. Ama çekmedi elini.
"Allah aşkına bırak şunu ya! Sen ne anlarsın içmekten! Çakmak çaksam havaya uçacaksın!" dedi şişeye tekrar asılıp. Ama bence ben ondan daha kuvvetliydim çünkü şişeyi kendime doğru asılmamla onun bırakması bir olmuştu. Hem kapağı da açılıvermişti. Dudaklarıma dayayıp büyük bir yudum alırken şişenin ve odanın dönmesi yüzünden birazı da boynumdan aşağı dökülüp gitmişti.
"Uçacaksın! Uçacaksın! Havalara uçacaksın! Ayağını yerden kesicem senin! Kalbime konacaksın!" şarkım kahkahalarımın arasına karışıp gitmişti. İçimden gelen o gülme dürtüsüne engel olamıyordum. Ve kafamın içinde 'karışık kaset' çalıyordu neredeyse. Kral Müzik'ten halliceydim anlayacağınız.
"Hey Allah'ım..."
"Aaa Baraaaan!" dedim Sesimi Berfin gibi çıkarmaya çalışıp. Nereden aklıma gelmişti bilmiyorum ama fillerin yanında beliren Berfin'le birlikte kahkahamın dozu da artmıştı. "Börek yaptım sana kendi ellerimle açtım!" İki elimi havaya kaldırıp sallamaya çalıştım. "Yemeyecek misin Baraaan! Sıcak sıcaaaak..." Kahkahalarımı durduramıyordum ama o dümdüz bakıyordu. Duruşu odun yutmuş gibiydi. Belki de odun onu yutmuştu. "Yolacağım o kızı..." diye mırıldandım kahkahalarım son bulduğunda. "Öyle bir yolacağım ki..."
Tekrar şişeye uzanıp büyük bir yudum almaya çalıştım. Her yudum önce boğazımı yakıyor sonra midemi yakıyor en son da dilimde tuhaf bir uyuşukluğa neden oluyordu. Dilimi şişmiş gibi hissediyordum. Acaba dilim bir balon muydu?
"Bırak artık şunu." dedi elimdeki şişeye tekrar uzanıp. Deminki gibi sertçe çekmemişti.
"I-ıh..." dedim kafamı iki yana sallayıp. Gözlerimi önce sıkıca yumdum sonra geri açtım ve dönen görüntüsünü sabitlemeye çalıştım. Bakışlarımda bulanıklık da vardı. Ve ayakta dikilmeyi bırakıp koltuğa oturmuştu.
"Ağlıyorsun..." dedi. O demese ben ağladığımın farkında bile değildim. Hatta dediğine inanmadım da. Elimi bir gözüme götürdüm ve yanağımdan aşağı süzülen yaşa dokundum parmaklarımla. Parmaklarıma bulaşan şeyin göz yaşı olup olmadığını anlamak için dudaklarıma götürdüm ve tuzlu tadını aldım.
"Gerçekten ağlıyorum." dedim gülmeye çalışıp. Ama kahkaha atma çabam boşa çıktı, onun yerine boğazımdan bir hıçkırık kaçtı.
"Bırak şunu artık." Tekrar elimdeki şişeyi çekmek istedi ama vermeye hiç niyetim yoktu.
"Olmaz..." dedim ağlamalarımın arasından. Engel olamıyordum kendime. "Keşke kafasını kırsaydın..."
"Burnunu kırdım."
"Keşke kafasını kırsaydın. Pislik herif!" Boğazımdan tekrar bir hıçkırık koptu. Zihnim karmakarışıktı ama Kemal'in kollarımdan tutmaya çalışmasını çok net hatırlıyordum. Ve aklıma geldikçe kusasım geliyordu.
"İğrenç herif! İğrenç!"
"Ver şunu artık." Şişeyi bir kez daha çekiştirdi ama elimle göğsünden sertçe itmem yüzünden geri çekildi. Hatta hızımı alamayıp bir kere daha yumruk attım. "Yapma."
"Nefret ediyorum! Anladın mı! Nefret!" Elimdeki şişeyi çekip aldı. Ben de iki elimle birlikte gerek göğsüne gerekse omuzlarına vuruyordum. "Her şeyden, herkesten nefret ediyorum!" Vurdum vurdum daha sert vurdum ona. Ama ne yaparsam yapayım asla hırsımı alamıyordum.
"Yapma." dedi bir kez daha. Hatta ellerimi tutmak istedi ama daha hızlı vurmaya başlamıştım.
"Cehenneme döndü hayatım anlıyor musun! Cehenneme! Gittikçe boka batıyorum! Gittikçe daha da nefret edilesi oluyor her şey!"
"Dur artık!" Bileklerimden sertçe tutması yüzünden durmak zorunda kalmıştım. "Dur!"
"Herkes hayatımı cehenneme çeviriyor baksana! Sen, senin ailen, amcam! Herkes!"
"Baksana sen bana!" Bileğimden sertçe kendine doğru çekti beni. "Benim ne farkım var senden! Bak şu hale!"
"Bırak!" Bileğimi hızlıca bırakmasıyla koltukta geri doğru savruldum. Ama ne yapsam da içimdeki öfkenin o harlı alevi sönmeyecekti. Onun elimden aldığı ve şimdi önümüzdeki sehpada duran şişeye uzandım sarsak bir hamleyle. Güç bela tekrar dudaklarıma götürüp göz yaşlarıma karışan içkiyi içimin alevi sönsün diye diktim kafama.
"Ohooo!" dedim şaşkınlık, gülme ve ağlama karışımıyla. Elimdeki şişenin dibini görmek üzereydim ve bakışlarım diğer şişeyi içmeye çalışan ona kaydı. "Bana içme diyene bak!" Büyük şişeyi kafasına dikerken hiçbir şey dememişti. Hatta içmekten nefes bile almaya fırsat vermiyordu kendine.
O içti ben içtim.
Ben içtim o içti.
İçtik...
"Nefret ediyorum..." dedi dibini gördüğü şişeyi sertçe sehpaya bırakıp. Şişe dengede duramayıp yuvarlanıverdi yere. Büyük bir kahkaha kaçtı dudaklarımın arasından. Bir şişenin düşmesi bu denli komik olmamalıydı.
"Ne var biliyor musun?" dedim başımı sabit tutmaya çalışıp. "Bu şeyin içimdeki yangını söndürmesi gerekirken arttırmasını İsveçli bilim adamları bir çözüm bulmak zorunda. Ve ayrıca-" Parmağımı onun gözünün önünde salladım. "Bu oda dönüyor! Sen ne biçim ağasın! Dönmeyen oda yaptıramıyor musun!"
"Dönmemesi lazımdı aslında..." dedi gülerken. Sanırım onu ilk defa gülerken görüyordum. "Ben de anlayamadım. Gerçekten dönüyor."
"Dedim sana!" dedim elimle omzunu kavrayıp. "Vallahi de billahi de dönüyor." Yüzüme boş boş baktı bir süre. Sonra kahkaha atmaya başladı. Hatta o kadar çok kahkaha atıyordu ki kafasını geri yatırdı ve koltuğa yasladı. Kahkahasının sesi kulağımı çınlatıyordu. Kahkahaları kahkahalarıma karışıyordu.
"Dönüyor!" dedi kahkahalarının arasından.
"Dönüyor!" dedim onun gibi. Sanki içimde bir şey patlamış gibiydi. Asla önüne geçemiyordum. "Hişşt hişt hiiişt..." dedim onu göğsünden çekip. "Şarkı açmam lazım telefonunu ver."
"Telefon mu?" dedi şaşkınlıkla kafasını kaldırıp. "Telefon ne?"
"Nasıl bilmezsin?" dedim şaşkınlıkla. Kahkaham dururken gözlerim iri iri açılmıştı. "Graham Bell... Aloooo...." Serçe ve baş parmağım düz diğerlerini kıvırıp 'telefon' yapmaya çalıştım.
"Biliyorum. Dur." Elini cebine attı. Aradı aradı ama bir türlü bulamadı. "Hah!" dedi ne zaman sonra. "Buldum!" Elinden telefonu sarsakça kaparken bir yandan da ekranı görmek için büyük bir savaşa girmiştim. Başım o kadar dönüyordu ki. 'Manda yuva yapmış' türküsünü açmam lazımdı. Listeyi kaydırmaya çalışırken türküyü arıyordum bir yandan. "Hah!" dedim heyecanla ayağa fırlayıp. Başım döndüğünden düşecek gibi olmuştum.
'İnsan yalnız doğar da, yalnız ölmezmiş n'aber?
Bizden uzak olsun keder'
Ben Kubat'tan 'Manda yuva yapmış'ı beklerken başka bir melodi dolmuştu bir anda etrafa. "Bu ne be?" dedim şaşkınca. Ama değiştirmek için uğraşmak yerine odanın ortasına yürüyüp etrafa dolan melodiye eşlik etmeye başladım. Ellerimle havada sarsak bir şekilde ritim tutuyordum.
'Sormana hiç gerek yok, yanmışım tarifi zor
Söylerim günde bin kere.'
Kollarımı iki yana açıp bir o tarafa bir bu tarafa sallanmaya başladım. Ben bu şarkıyı nereden biliyordum ki?
"Düşeceksin." dedi kahkahalarının arasından. İşaret parmağımı dudaklarıma bastırıp ona susmasını işaret ederken bir yandan da şarkıya eşlik ediyordum. Oda fır fır dönerken hiçbir şey umurumda değildi. Hatta arada bir dengemi kaybedip düşecek gibi olmam bile umurumda değildi. Şu an hiçbir şey umurumda değildi! Dünya rayından çıkmıştı sanki.
"Düşeceksin." dedi bu sefer kulağımın dibindeki ses. Sırtım onun göğsüne çarpmıştı. Yanıma gelmişti. Burnunu saçlarımın arasında hissettim o an. Ona doğru dönmeye çalıştım.
"Yüzün gülünce güneş doğar ya. Gözlerimi kısarım, güller açar bir anda." Elimle hafifçe göğsüne vurdum şarkıya eşlik ederken. Tam pencerenin önündeydik. Avludan vuran ışıklar loş denebilecek şekilde aydınlatıyordu odayı. "İşte seninle bir ömür böyle. Günler, güneşler dolup ellerimizde."
Bakışlarımı onun yüzüne çevirmeye çalıştım. İşaret parmağımı göğsüne dayadım.
"Sormana hiç gerek yok. Yanmışım tarifi zor. Söylerim günde bin kere." Geri doğru adım atmaya çalıştım ama başım o kadar çok dönüyordu ki eğer kollarımdan tutmasa sanırım bir sinek misali yapışırdım yere. Beni kendine doğru çekerken başım göğsüne yaslandı. Başımı kontrol edemiyordum.
"Ne var biliyor musun?" Sesi peltek çıkıyordu.
"Sormana hiiiç gerek yoook! Yanmışım tarifi zooor!"
"Çok tanıdık geliyorsun." Saçlarımın arasına daha çok dayadı burnunu. "Kokun... Aradığım kokunun aynısı."
"Söylerim gündee biiin kereee!"
"Diyorum ki bazen. Acaba o geceki peri kızı sen misin? Sonra diyorum ki... keşke sen olsan."
"Yüzün gülünce güneş doğar ya. Gözlerimi kısarım güller açar bir anda." Kafamı ona doğru kaldırmaya çalıştım. Ama şarkı söylemekten de vazgeçemiyordum. "İşte seninle bir ömür böyle. Günler, güneşler dolup ellerimizde-"
'Söylenmedi hiç sana layık düşler benden önce.'
Şarkı devam ediyordu ama ben eşlik edemiyordum. Dudaklarımın üzerine sıcak bir baskı çökerken büyük elleri kavramıştı yüzümü.
'Tutsak yüreğim, biliyorsun sen de ince ince.'
Şarkı etrafımızda çalarken o beni öpüyordu. Sıcak ve mayhoştu tadı. Yumuşak ve baş döndürücü.
'Yangın yeri hep, Buralar sayende
Yok şikayet.
Gel bir sarayım
Aşkın olayım.'
Kokusu , nefesleri ciğerlerime doluyordu.
Beni tam burada, şu anda öpüyordu! Kafam güçlü bir şekilde dank derken içimde tuhaf bir hareketlilik oldu.
Bırakmadı. Hatta yüzümü kavrayan elleri öyle sıkı tutuyordu ki beni. Nefeslerim onun yüzünden kesilivermişti. İçimdeki yangının aynısı dudaklarıma yayılmıştı. Hatta dudakları o kadar yavaş dokunuyordu ki dudaklarıma afallayıp gitmiştim. İçimdeki o tuhaf hareketlilik büyürken var gücümle itmeye çalıştım onu. Afallayarak baktı suratıma. Yüzümdeki ellerini çekmedi. Hatta tekrar eğilmek istedi bana doğru.
"Kusacağım..." diye mırıldandım. Yüzü yüzüme iyice yaklaşmıştı. İçimdeki hareketlilik büyüdü. "Kusa-" Kelimemi tamamlayamadan büyük bir öğürtü koptu dudaklarımdan.
Kustum.
İçimde ne var ne yok üzerine boşalıverdi.
🔥
B Ö L Ü M S O N U
Nasıl buldunuz bölümü?
Sizce gelecek bölüm ne olacak?
Bu bölüm için buraya bir mum dikiyoruz 🕯️
Sizce Elif ne yapacak?
Baran??
Gelecek bölüm görüşmek üzere
Sizi seviyorum Allah'a emanet olun
Beğenmeyi ve yorum yapmayı beni takip etmeyi unutmayın 🌸
|
0% |