Yeni Üyelik
32.
Bölüm

Kötü Masal

@seydnrgrsu

🔥

 

 

 

 

 

"Cihan..."diye mırıldandım ama silüet bir değil iki taneydi. Ve benim karşımda gördüğüm Cihan değildi. Gözlerim karşımda gördüğüm manzarayla daha da iri açılırken dudaklarım şaşkınlıkla aralanıverdi.

 

Murat abi ve kim olduğunu bilmediğim bir kadın vardı duvarın en dibinde. Gözlerden uzak, kimsenin olmadığı bu gece vaktinde yabancı bir kadın ve Murat abi... Hem de hiç görmek istemediğim bir vaziyette.

 

Nefes alamamış, kalakalmıştım. Dudaklarımdan hayret nidaları dökülecekken beni daha şaşırtan bir şey oldu.

 

Bir el kuvvetlice ağzıma kapandı ve bedenim hızla geri çekildi.

 

Çığlık atmak, bedenimi sıkı sıkı kavrayan koldan kurtulmak için debelendim. Daha doğrusu debelenmeye çalıştım çünkü bu yaşadığım ani şok bedenimi kaskatı kesivermişti.

 

"Hişşşt hişşşt hişşt..." dedi beni geri çekip kulağımın dibinde fısıldarken. "Sakin ol sakin ol." Nasıl sakin olacaktım! "Elimi çekeceğim ama bağırma." Dedi bedenimdeki kolunu gevşetip. Sırtımı duvara yaslamıştı. Gözlerim belki yuvalarından fırlayacaktı belki de fırlamıştı bile. Ensemden sırtıma, oradan da tüm vücuduma yayılan soğuk dalga bedenimi tamamen uyuşturmuştu ama savunma içgüdüm devreye girip yumruklarımı onun göğsüne indirmeye başlamıştı. Elini ağzımdan çekmeye yeltendi fakat benim çığlık atacağımı anlayıp tekrar ve deminkinden daha yumuşak kapattı elini ağzıma. "Sakin ol benim."

 

Nasıl sakin olacaktım pardon!

 

Paldır küldür kaçırılır gibi kenara çekilince insan ister istemez korkuyordu da!

 

Elimi daha sert bir biçimde göğsüne vurmaya devam ediyordum. Buna engel olamıyordum sanırım.

 

 

 

 

 

"Sakin ol." Dedi kısık bir bağırmayla bir elimi yakalayıp. "Benim dedim ya. Sakin ol."

 

"Ne yaptığını sanıyorsun sen!" dedim elini ağzımdan zorla indirip. "Sen ne yaptığını sanıyorsun!" Korkudan göğüs kafesime oturan şeyle kendimi olduğumdan daha da ağır hissediyordum. Beynimde ziller çalıyordu. Kafamın içinde yardım çığlıkları atan filler vardı. Karşımdakinin ise o olduğunu anlamam birkaç saniye anca sürmüştü. Dizlerimin bağı çözülürken artık bacaklarımın beni daha fazla taşıyamayacağını hissedip kendimi bırakacaktım ki belimden kavradı sıkıca.

 

"Dur dur dur. Sakin ol."

 

"Bir..." dedim derin bir nefes almaya çalışıp. "Daha..." Bu sıralar ciğerlerim haddinden fazla sıkışır olmuştu. "Sakın..." Krizlerimin arasındaki süreler azalıyordu ve ben çok fazla sıkışır olmuştum. "Bunu yapma..." Derin derin soludum.

 

"Ben korkutmak istemedim." Dedi masum masum. Çok sağolsun o istememişti ama korkmak benim hatamdı! Arkamdan sessizce gelip elini ağzıma gereceğini ve beni karanlıkta geri çekeceğini hesap edememiştim. Özür dilerdim. Kusura bakmasındı. "Bana bak. Nefes al. Nefes al." Bir elini yanağıma koyup sarstı hafifçe. "İyi misin?"

 

Derin, depderin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Gördüklerim ve az önce yaşadığım korkuyla bayılmanın eşiğinden dönmüştüm. Elimi tekrar onun göğsüne vurmak için kaldırdım ama zerre dermanım olmadığından tutundum sadece. Parmaklarımın arasında gömleğinin yakasını sıkabildiğim kadar sıktım.

 

"Bu krizlerin normal mi senin?" dedi fısıltıyla. Düşen başımı kaldırmaya çalıştı.

 

"Hı hı..." diyebildim zorlukla. Normal değildi bana kalırsa. Çünkü son günlerde neredeyse her gün astım krizim tutar olmuştu. Nefes alamadıkça da yaşadığım sıkıntıyı anlatacak kelimem yoktu size.

 

"Hiç normal değil." Diye mırıldandı. Kafamı yukarı kaldırıp daha derin bir nefes alıp rahatlamaya çalıştım. Şimdiki sorunumuz benim nefes alamamam ve krizlerimin sıklığı değildi. Ben az önce hiç görmemek isteyeceğim bir şeyi görmüştüm! Ben az önce hiç yaşanmamasını istediğim bir şeyi görmüştüm.

 

"Sen... Sen... Ben..." dedim telaşla. "Orada..." Beynimdeki ziller derin bir sessizliğe gömüldü aniden. Akamadığım nefesleri unutuverdim.

 

"Hişşt hişşt hişşt." Elini tekrar ve deminkinden daha yumuşak ağzıma kapatırken beni çektiği duvardan kafasını hafifçe uzatıp o hiç görmemeyi tercih ettiğim manzaraya çevirdi bakışlarını.

 

"Ama... Ben..." demeye çalıştım tekrar telaşla.

 

"Gördüm. Ben de gördüm."

 

"Yanlış gördün de. Lütfen." Dedim elini ağzımdan çekip. Hafifçe sarsmıştım bedenini. Endişe ve öfke gördüğüm bakışlarını çevirdi bana doğru. Bekledim 'yanlış gördün' demesini. Ama o demedi. Derin bir nefes aldı. Çenesi hafifçe kasıldı. Göz kapaklarını ağır ağır açıp kapattı. Hatta derin derin yutkundu. Adem elması sinirle oynadı. Ama ben yine bekledim 'sen yanlış gördün' demesini.

 

Demedi.

 

"Bircan abla..." dedim titrek bir sesle. Sol gözümden bir damla yaş yanağımdan aşağı hızla kayıvermişti. "Yıkılacak..." Ellerimi saçlarımın arasına daldırıp sertçe çekiştirdim. "Mahvolur..."

 

"Kimseye şimdi bir şey belli etmeyeceğiz." Dedi sinirli bir sakinlikte. Ellerimi hızla çekerken şaşkın bakışlarımı çevirdim ona.

 

"Ne?" diyebildim zorlukla. "Ne demek o?"

 

"Şimdi kimseye bir şey söylemeyeceğiz." Duvardan tekrar uzatmıştı başını.

 

"Ne demek söylemeyeceğiz? Saklayacak mıyız yani bunu Bircan abladan?" Ben bunu asla ama asla kabul edemezdim. Düpedüz gördüğüm bu şeyi ondan nasıl saklayabilirdim? Hem bu öyle saklanacak bir şey miydi? Bilmeye hakkı yok muydu? "Ne di-" Cümlemi tamamlayamadan beni belimden kaldırdığı gibi garajın açık kapısından içeri soktu. Bir elini de ağzıma kapatmıştı.

 

"Biri geliyor." Dedi telaşla. Kendimi paldır küldür bir masanın üzerinde bulurken nefesimi de tutmuştum. Zaten nefesimi tutmama neden olan diğer şey de onun sertçe ağzıma kapattığı eliydi. Kalbim güm güm kulaklarımda atıyor, bedenimi buz gibi bir dalga sarıyordu. İçimdeki ses haykırışa geçmişti: Gelen ya Bircan ablaysa!

 

"Ya ne yapsaydım hala. Nereden bilebilirdim ki ben sıkışacağını."

 

"Anne valla başka tuvalete girmem ben!"

 

"Yani ben size daha ne diyeyim çocuklar! Eh be! Eh be! Eh-Oha!" karanlık olan ortam birden aydınlanırken üç çift kocaman açılmış şaşkın bakış karşıladı bizi. Ümmü hala eli düğmenin üzerinde öylece kalırken ağzını şaşkınlıktan açabildiği kadar açmıştı da.

 

"Oha!" dedi aynı halası gibi Dilan.

 

"Gürsel tornavi- Oha!" diye onlara eşlik etti en son koşa koşa gelen Seyhan da. "Sen bakma ablacım!" diye elini hızla Aker'in gözlerine gerip onu arkasına çekti.

 

"Şey biz...Biz valla tuvaletin kapısı şey oldu. Ne olmuştu Dilan?" Elini sertçe Dilan'ın koluna vurdu Ümmü hala.

 

"Şey oldu. Valla ben bir şey görmedim!" dedi ağlamaklı bir sesle hızla arkasını dönen Dilan.

 

"Kusura bakmayın biz sizin burada olduğunuzu bilemedik!" dedi onun gibi bir ses tonuyla Ümmü hala. "Yürüyün hayde! Hayde kız!" dedi Seyhan'ın kolunu çekiştirip.

 

"Ben göremiyom bir şey! Tuvaletim sıkıştı!" diye sızlandı Aker. Seyhan'ın ellerinden kurtulmaya çalışıyordu. Seyhan elini onun gözünden çekmeden tek eliyle kucaklayıp yalpalaya yalpalaya koştu Dilan'ın peşinden. "Seyhan abla ben de görceeem!"

 

"Kusura bakmayın çocuklar. Valla sizin olduğunuzu bilmiyorduk. Işığı kapatayım mı ben?" dedi mahcup bir tonda Ümmü hala. Yer yarılabilir miydi acaba hemen şu an? Ya da bulunduğumuz yere gök taşları meteorlar ve başka gezegenler düşebilir miydi? Allah'ım hemen şu an bu rezil durumu örtbas edecek bir durum olabilir miydi!

 

"Git hala." Dedi sakin bir tonda istifini bile bozmadan. Ben ağlamak istiyordum. Hemen şimdi şu anda zırıl zırıl ağlamak istiyordum. Allah'ım yer yarılsın içine girmek istiyordum!

 

"Tamam tamam..." dedi arkasına bile bakamadan giden kadın. O gitmişti gitmesine de ya burada gördükleri? Ya yanlış anladıkları? Ya bana olanlar! Ya benim bu talihsiz başıma ardı arkasınca gelenler!

 

"Şu Murat soysuzunun başımıza açtığı şeye bak!" dedi dişlerinin arasından. Ben ağlasam bir şey der miydi ya! Ağlayabilir miydim! "Geberteceğim, elimde kalacak!"

 

"Şu elini bir çek ya!" dedim sinirle. Kafam dank etmişti bacağımda hissettiğim eliyle. Bacağımdaki sıkıca duran eline vurdum sert bir şekilde. "Çekil üstümden!" İtelemeye çalıştım ileri doğru. "Yanlış anladılar zaten! Rezil olduk!"

 

"Şu an önemli olan bu mu?"

 

"Ya Allah Allah! Çekil işte!" Fazla yakın durmasak olmaz mıydı? Zaten günlerdir kaçmayı başarmamın ardından bu derece de burun buruna olmak hayatın bana sillesiydi zannımca. Ama o pek oralı değil gibi kafasını garajın kapısından uzatıp dışarıyı kontrol etti.

 

"Gitmiş... Şerefsiz... Sen kadının kim olduğunu gördün mü?" Çatık kaşlarının altındaki bakışlarını bana çevirdi. Görmemiştim. Tek gördüğüm loş ışıkta anlık olarak Murat abinin yüzüydü o kadar. Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Şerefsiz..." diye mırıldandı tekrardan.

 

"Ne yapacağız?" dedim beni oturttuğu masanın üzerinden dikkatle inerken. "Söylemeyecek miyiz Bircan ablaya? Saklayacak mıyız?"

 

"Şimdilik evet."

 

"Nasıl evet ya!" diye yükseldim. "Nasıl saklarız ondan böyle bir şeyi! Olmaz! Ben saklayamam!" Kesinlikle akla mantığa sığan bir şey değildi bu. Basit bir şeyden bahsetmiyorduk. Söyleyeceğimiz öyle pembe bir yalan da değildi. Hem rengi mi olurdu yalanların? Eğer rengi varsa bu en koyu siyah değil miydi?

 

Kapıdan hızla dışarı çıkmamı kolumu kavraması durdurdu. Biraz da kendine doğru çekmişti beni.

 

"Ne! Ne var! Bırak kolumu!"

 

"Şimdilik kimseye bir şey söylemeyeceğiz." Dedi bana nazaran daha sakin ve tane tane.

 

"Bu saklanacak bir şey değil. Ben yalan söyleyemem."

 

"Sana yalan söyle demiyorum." Diğer eliyle de diğer kolumu tuttu. Kafasını benim bakışlarımın hizasına indirdi. "Kimseye şimdilik bir şey demeyelim diyorum."

 

"Ama Bircan abla... Nasıl saklarız ondan bunu?"

 

"Ben şimdi bu konağı yakıp yıkamaz mıyım sanıyorsun? Onu yakıp yıktığım bu konağın dibine gömemez miyim sanıyorsun? Yaparım. Onu silmem saniyemi bile almaz." Koyu kahvelerinin hemen ardında ışıldayan o koyu öfkeyi görmemek için kör olmak gerekirdi. Ve görüyordum ki yapardı. Kendi gözleriyle gördüğü bu ihanetin bedelini saniyeler içinde ona ödetirdi. Nerden biliyordum ben de bilmiyordum ama onu ezbere biliyor gibi hissediyordum.

 

Niye böyle hissediyordum?

 

"Ama Bircan abla..." diye mırıldandım güçsüz bir biçimde.

 

"Zaten ablam için şimdilik susacağız. Çünkü ablamı tanıyorum. Karşısına geçip gördüklerimizi anlatmamız elimize bir şey geçirmeyecek. İnanmayacak çünkü. Bizim delile ihtiyacımız var. Kanıtlamamız gerekiyor. O yüzden şimdilik kimseye bir şey demeyeceğiz. Şimdilik."

 

"Yıkılacak... Kahrolacak öğrenince." Sol gözümden bir damla yaş hızla kayıverdi yanağımdan aşağı. Bu ihaneti zerre hak etmeyen bir kadındı. Ayrıca kim hak ederdi ki ihanete uğramayı?

 

Hayalleri vardı. Umutları... Yıllardır bir çocuğu olsun diye ettiği yakarışları vardı. Çevresinden duyduğu onca şeye sabrediyordu. Çektiği evlat hasreti yetmiyormuş gibi bir de insanların lafıyla, ettikleriyle ve dedikodularıyla uğraşıyordu. Ama bunca zahmete belki de onun dediği gibi Murat sayesinde katlanıyordu.

 

Görmüştüm. Bu konağa ilk adım attığım andan beri görmüştüm. Kocasını çok seviyordu. Ona öylesine bağlıydı. O yokken onu anlatışı, o yanındayken ona bakışı öyle bir masaldı ki. Ama her masalın kahramanı iyi değildi işte. Her masalda bir kötü olmak zorundaydı. Bu masalın kendi kötüydü. Hem de her detayıyla.

 

Ben o gece o bahçede şahit olduklarımı saklayamazdım ama Bircan abla için susmak zorunda kalmıştım. Her şey onun içindi. Ve o gece hayatımın en uzun gecelerine eklenmişti.

 

Omuzlarıma bir yük daha eklenmiş, vicdanıma suçluluk tohumları ekilmişti o gece.

 

Uykusuz ettiğim sabah gecekinden daha ağırdı artık omuzlarıma. Attığım her adım, aldığım her nefes suçluluğumu katladıkça katlıyordu.

 

Kötü bir şey yaptığımı biliyordum. Hayatımın en büyük yalanını söylemek zorunda kalmıştım.

 

Şimdi de dilimi ve vicdanımı bağlayan yalanla bana saf sevgiyle bakan kadının gözlerinin içine bakıyordum. Ona en büyük haksızlığı ben etmiyor muydum şimdi?

 

"Bircan abla..." diyebilmiştim zar zor. Saat sabahın yedi buçuğuna gelirken asla yatmadığım yatağı tam on iki kez düzeltmiş, iki kere de nevresimlerini değiştirmiştim. Sabaha kadar odanın içinde bir o yana bir bu yana atmadığım kadar adım atmıştım. Giyinme odasındaki bana ait kısmı üç kere düzeltmiş, banyodaki rafların altını üstüne getirmiştim. Hepsini bana bağıran vicdanımı susturmak için yapmıştım.

 

Ama susmamıştı.

 

Aksine sabahın yedi buçuğunda kapıma dikilen Bircan ablayla daha da bağırmaya başlamıştı. Avaz avaz.

 

Niye gelmişti? Dün olanları görmüş müydü? Benim de o anlara şahit olduğumu ve ona yalan söylediğimi biliyor muydu? Kendisine yalan söylediğim için bana kızgın mıydı? Kızmakta elbette haklıydı. Kesin kızmıştı! Hatta içinden bana beddualar bile ediyor olabilirdi. Zaten suç bendeydi. Saklamamam lazımdı. Böyle bir şeyi ondan asla saklamamam lazımdı.

 

"Bu saatte rahatsız ediyorum seni Elif ama..." Gözlerinde, duruşunda, bakışında tuhaf bir ifade vardı. Yoksa her şeyi anlamış mıydı? Bu bakışlar onu mu anlatıyordu yoksa bana? "Uyumuyordunuz inşallah?"

 

Uyumak mı? Göz kapaklarım zerre değmemişti birbirine. O ise kendini çalışma odasına kapatıp evin kameralarını inceleyeceğini söylemişti. Cesaret edip inememiştim de yanına. Zaten bir şey olsa o da derdi değil mi bana?

 

Yani ne o ne de ben zerre uyumamıştık.

 

"Yok. Uyumuyorduk..." dedim zar zor bakışlarımı kaçırırken. Ona bakamıyordum. Baktıkça içimdeki suçluluk iğne olup batıyordu tenime.

 

"Benimle gelir misin? Sana bir şey göstermem lazım." Daha benim cevap vermeme fırsat bile tanımadan bileğimden kavrayıp hızla merdivenlerden inmişti. 'Hayır' demeyi bırak tepki bile veremiyordum. Sarsak adımlarımı ona uydurmaya çalışıyordum sadece. Kendi odasına gelince de durup hızla kapıyı açmış ve beni de içeri sokmuştu.

 

Derin bir nefes alırken telaşlı parmakları boynunu buldu. Hızla kaşıdı. Sonra parmaklarını saçlarının arasına daldırdı hızla. İki adım sağa attı. Sonra sola üç adım.

 

"Bak çok garip gelecek sana Elif ama..." dedi. Sesi o kadar telaşlıydı ki. "Of!" Dedi yüksek sesle. "Bak bu aramızda kalacak ama tamam mı?"

 

Kafamı olumlu anlamda sallarken içimdeki merak yavaş yavaş yerini korkuya bıraktı.

 

"Ben bir şey yaptım." Dedi daha heyecanlı bir sesle.

 

"Ne?" Diyebildim zar zor. Nedendir bilmiyorum ama yüzüne bakınca içimi bir suçluluk kaplıyordu. Yavaşça yutkundum.

 

"Şüpheleniyordum." Kulaklarımda bir uğultu peydah oldu. "İçime doğuyordu. Hissediyordum." Kalbime ince bir sızı doldu. Ne yani farkında mıydı?

 

"Nasıl yani? Sen..." diyebildim zorla.

 

"Tam on yedi gün geçince dedim ki acaba olabilir mi? Ben test yaptım Elif. Ama sonucuna bakmaya korkuyorum. Benim yerime sen bakar mısın?"

 

O an başımdan aşağı kaynar sular dökülüvermişti. Duyduklarım zihnimde bir anlam kazanamadan etrafa saçılmıştı hızla. Kalbime deminkinden daha büyük ve daha keskin bir acı dolarken o beni kolumdan tutup banyoya doğru yürütmüştü. Bir yandan da heyecanla bir şeyler söylüyordu. Ama ben idrak edemiyordum.

 

"Lütfen Elif. Ben bakamam. Sen benim için bak." Demişti. Demişti ama benim bakışlarıma göz yaşlarım engel olmuştu bile.

 

Ben içimde ona karşı dün gece gördüklerimi nasıl itiraf edeceğimi düşünürken şimdi nasıl bakacaktım hamile olup olmadığına. Ya hamileyse ne yapacaktım?

 

Benim boynuma nasıl bir yük binmişti böyle?

 

"Bak ne görüyorsan dümdüz söyle tamam mı? Sakın saklama." İçeriden seslendi bana ama ben kafamın içindeki uğultudan zar zor duyuyordum bana dediklerini. Gözlerim karardı, kirpiklerime biriken yaşlar hızla yanaklarımdan aşağı kaydı. Derin bir nefes alırken ellerimi lavaboya yaslayıp ayakta kalmaya çalıştım.

 

"Sakin ol Kamer..." diye mırıldandım. Sakin olsam ne olacaktı?

 

"Elif? Bakabildin mi?"

 

Derin bir nefes daha alırken ellerimi çekip gözlerimden süzülen yaşları sildim hırsla. Sakin olmak zorundaydım. Bir adım daha atıp krem mermerin üzerinde duran çubuğa bakmaya çalıştım. Ama yapamıyordum. Ya hamileyse ben ne yapacaktım?

 

"Hadi Kamer..." diye mırıldanıp bir cesaret açtım gözlerimi.

 

"Elif bakabildin mi? Neymiş? O kadar heyecanlıyım ki... Yani bilmiyorum ama bu ay o kadar farklı hissediyorum ki. Bir haftadır zaten garip bir bulantı vardı midemde. Dikkate almadım. Üç gündür de başım dönüyordu. Olabilir dedim. Ama bugün hesaplayıp on yedi gün geç-"

 

"Tek çizgi." Dedim bir çırpıda.

 

"Ne?" Dudakları titredi önce. Heyecan dolu bakışları bana inanmadı. "Tek çizgi mi?" Kafamı hızlıca sallarken banyodan hızlıca çıktım. Peki benim rahatlamam gerekirken içime dolan bu garip şey neydi? Omuzlarımdaki ağırlık neden artıvermişti?

 

"Tamam ben üzülmedim. Sen de üzülme tamam mı?" Peki benim onu teselli etmem gerekirken onun beni teselli etmesi neydi şimdi? "Ben alıştım Elif. Her ay bu sonuçla karşılaşmaya alıştım."

 

"Kusura bakma abla." Ciğerlerimde yine o bilindik sızı vardı. "Benim derse yetişmem lazım."

 

Kaçmam gerekiyormuş gibi hissediyordum sadece. Yüzüme çarpan gerçekten de, içime dolan suçluluktan da, omuzlarıma binen yükten de sadece kaçmam gerekiyormuş gibi hissediyordum.

 

En iyi yaptığım şeyi yaptım.

 

Kaçtım...

 

🔥

 

Parmaklarının arasındaki kağıtları küçük küçük parçalara ayırıyordu Baran. Zihninde bir o yana bir bu yana dağılmış olan parçalar gibiydi önündeki küçük yığıntı. Ağzında ekşi acı karışımı bir tat vardı. Dünden beri bir lokma bir şey yememiş onun yerine ardı ardına hiç söndürmeden sayamadığı kadar sigara içmişti. Göz kapaklarının dibindeki karıncalanma ve yanma hissi arada bir sol gözünün seğirmesine neden oluyordu. Ensesinin sol tarafında ise tarif edemediği kadar koyu bir ağrı vardı. Ve o ağrı vücudunun her zerresine fütursuzca yayılıyordu.

 

Peki ya sinir?

 

Her hücresindeydi.

 

Kafasının içinde dönüp duran görüntü, kalbini sıkıştıran bir azap vardı. O kadar öfkeliydi ki her yeri yakıp yıkacak, o soysuzun her bir parçasını dünyanın en uzak köşelerine atacak haldeydi. Ama ilk defa bu kadar eli ayağı bağlı hissediyordu.

 

İlk defa bir konuda aklına geleni yapamıyordu. Gerçi bu ilk değildi. İlk defa eli kolu bu denli bağlanmamıştı. Ama bu farklıydı. Konu kendisi olunca her şeyi yapardı. Kendini gözü görmezdi ama ya ablası... Ona bu durumu nasıl açıklayacaktı?

 

Kalbi kırılacaktı, üzülecek, kahrolacaktı. Ablasını çok iyi tanıyordu. Narin bir kadındı ve o soysuza herkesten, her şeyden daha fazla bağlıydı. İşte işini en zorlaştıran kısım da buydu ya. Murat'ı mahvetmek saniyesini almazdı. İzini silmek istese şimdi bile bunu yapar onu bir daha hatırlamamak üzere yok ederdi. Hayatlarından çıkarması işten bile değildi. Ama Murat denen soysuz ablasının hayatının ta kendisiydi. Onunla evlenmek için her şeyi göze alan kadın şimdi bu ihaneti nasıl kaldırırdı hiç bilmiyordu?

 

'Şimdilik kimse bilmeyecek' derken de aklındaki tek şey buydu. Ablasına bu durumu nasıl izah edeceği, nasıl kabul ettireceğiydi. Çünkü ablası kendisine inanmayacaktı. Bunu adı gibi biliyordu. Her konuda yanında olan, bu hayatta en büyük destekçisi olan, annesinden daha fazla annelik yapan ablası ona inanmayacaktı. Oysa her koşulda her dediğine inanırdı. Ama bu sefer inanmayacaktı.

 

Çünkü konu canından çok sevdiği, hayatının merkezine koyduğu kocasıydı.

 

Onun için gözünü bile kırpmamıştı üniversite hayatını bitirirken. Onun için tüm aşireti karşısına almıştı. Ve yıllardır da onun ta gözünün içine bakarak yaşıyordu. Şimdi elinde hiçbir kanıt olmadan 'ben bunu gördüm' demesi yetmeyecekti.

 

Akşamdan beri defalarca aynı senaryo dönüp duruyordu kafasının içinde. İçinde harlanan ateşe kalsa şimdi basıp gider o soysuzun gırtlağına çökerdi. Ama yapamıyordu işte.

 

"...Toplantıyı ayarlayayım mı Baran bey?" Bakışlarını ağır ağır önünde yığdığı kağıt parçalarından kaldırırken ne zaman geldiğini bilmediği Bade'ye baktı ifadesizce. Genç kadın kendisinden bir cevap bekliyordu. Ama neyin cevabını bekliyordu?

 

"Ne?" dedi çatallaşmış sesiyle. Boğazında büyük bir yumru vardı.

 

"Sipariş edilen demirlerle ilgili. Dün sipariş edilenin iki katını istemiştiniz. Mücahit Beyle bunun için bir toplantı ayarlayayım mı?" Kafasını toplayamıyordu ki. Karşısında anlatılanların hiçbirini anlayabilecek halde değildi.

 

"Bugün hiçbir şey ayarlama." Dedi bir eliyle cebini yoklayıp. Bir sigara içse iyi olacaktı. "Kimse gelmesin odama."

 

"Ayrıca Maran bey mali raporları tekrar gözden geçirmenizi istedi. Kendisi bu ayki harcamalarda bir sıkıntı olduğunu söyledi."

 

"Tamam bakarım." Dedi yine kestirip. İşle ilgili hiçbir şeyi düşünesi yoktu.

 

"Bir de..." dedi kapıdan çıkmaya yeltenen genç kadın. Elindeki not defterinin kapağını tekrar açtı. "Sipariş edilen demirlerin ödemesini sordu Mücahit bey. Geçen ay elden yatırdınız ya. Neden böyle olduğunu, şirketin hesabından neden ödeme yapılmadığını soruyor."

 

"Konuşurum ben Bade." Dedi artık sabırsızca. Çünkü cebinde sigara paketi yoktu. Elini pantolonunun cebine tekrar attığında eline geçen astım ilacıyla duraksadı. Parmaklarının arasındaki soluk yeşil kutuyu yavaşça çevirdi. Hafifçe kutuyu okşadı. Dudaklarına kendinden habersiz yerleşen gülümsemeye Bade şaşkınca bakıyordu. Onun şaşkın bakışlarını görünce kaşlarını yine eski haline getirdi. "Tamam çıkabilirsin Bade." Dedi ilacı cebine hızla geri koyup.

 

Kafası darmadağınıktı. Sigara paketini bulmak için elini çekmeceye attı ama bu sefer yine kendisini soluk yeşil kutu karşıladı. Buraya ne zaman bırakmıştı bunu? Hiç hatırlamıyordu. Parmakları kutuya temas edecekken kapı bir kez tıklatılıp Salim girdi içeri. Hep böyle yapardı. Hızlı ve ciddi bir girişi olurdu. Her zaman kapıyı bir kere çalar sonra konuşmadan dururdu girdiği yerde.

 

"Beni çağırmışsın." Dedi bir elini pantolonunun cebinden çıkarırken. Onunla birlikte içeri yoğun bir sigara kokusu da hücum etmişti. Koku Baran'ın suratını buruştururken kendisinin de böyle kokup kokmadığından şüphe etti. Burnunu hafifçe gömleğinin yakasına doğru yaklaştırdı. Ne yapmıştı bu böyle kendine? Sigara bataklığından falan mı çıkıp gelmişti?

 

"Neredeydin dünden beri?" Peşinden bir dakika ayrılmazdı halbuki.

 

"Verdiğin işi hallediyordum." Çoktan unutmuştu onu Baran. Kafa mı kalmıştı kendinde. 'Ha' der gibi bir tepkiyle karşılık verdi. "Bir şey mi oldu?"

 

"Murat'ı takip etmeni istiyorum." Dedi hiç lafı dolandırmadan. "Peşine birilerini tak." Cümlede onun adı geçince kaşları biraz daha çatıldı Salim'in. Yüzü sinirle gerilirken Baran'a doğru iki koca adım attı.

 

"Bir şey mi yaptı?" Şerefsiz diyecekti ama son anda durdurmuştu kendini. Ama sinirinin yanı sıra garip de merak dolmuştu içine. Baran kendisinden niye böyle bir şey istiyordu? Hem de durduk yere?

 

"Hiç." Dedi Baran rahat bir şekilde. Ama zerre rahat değildi. Bu cevap hiç tatmin etmemişti Salim'i.

 

"Hiç? Dümdüz hiç?"

 

"Hiç." Dedi yine Baran. Ama bu Salim'e yeten bir cevap değildi. Baran da onu az çok tanıdığından devam etti. "Buraya yeni geldi biliyorsun. Bir gözleyelim istiyorum. Rutin yani." Ama Salim'in bakışlarından yine tatmin olmadığını belirten bir ifade geçiyordu. 'Ne' der gibi kafa salladı Baran onun bu haline.

 

Ama sorgulamadı Salim. Üstelemedi. Baran'ın burnu kötü koku almasaydı şayet böyle bir şeyi istemezdi. Eğer o kötü bir koku aldıysa kesin bir şey çıkacaktı.

 

"Bizzat ben ilgilenirim." Dedi geri geri iki adım atıp kapının kolunu el yordamıyla bulurken.

 

"Sen değil başka biri. Sen diğer işle ilgileneceksin. Gece vakti tırların yola çıkması lazım."

 

"Ben hem onunla hem de tırlarla ilgilenirim." Ama Salim Murat konusunda kararlıydı. Bizzat kendi ilgilenmeliydi. Bu işi başka kimseye bırakmamalıydı.

 

"Olmaz." Dedi net bir sesle Baran. "Sen akşam yola çıkacak tırlarla ilgilen. Biliyorsun bu akşam bitmeli o iş. Dikkat çekmememiz lazım."

 

"Ben ikisini de hallederim." Ama kabul etmeyecekti Salim. Konu Murat'ın ne yaptığı değildi burada. Konu Bircan'dı. Çünkü Baran ablası söz konusu olmasa asla böyle gizli kapaklı işlere kalkışmazdı.

 

"Salim." Dedi Baran kararlı bir tonda. "Sen dediğimi yap." Hoşuna gitmedi Salim'in. Sinirle soludu.

 

"Tamam." Dedi kapının koluna elini atı. 'Tamam' demişti ama dinlemeyecekti Baran'ı. Murat'ın peşine elbette onun istediği gibi birilerini takacaktı ama bizzat kendisi ilgilenecekti bu işle.

 

"Gece kaçta yola çıkacaksınız?" dedi Baran koltuğundan kalkıp. İki elini ceplerine atmıştı.

 

"Gece yarısından sonra. Etraf tenhayken çıkarız."

 

"Dikkat edin. Kimse görmemeli." Sesi deminkinden daha ciddi bir hal alırken ağır ağır sallamıştı başını Salim. Çıkacaktı ama açtığı kapıyı yavaşça geri kapattı.

 

"Saldırganlar. Neredeyse tüm bölgeyi taradık." Sesi kararmıştı Salim'in. Bakışlarının karardığı gibi. Sağ elinin işaret parmağıyla kirli sakallı çenesini kaşıdı yavaş yavaş. "Bir iz yok. Siktiğimin herifleri sanki buhar olup uçtu gitti."

 

"Peki ya bağlantı? Hasan Bozan'la olan bağlantılarını da mı bulamadık?" Koyu kahveleri sinirle ışıldayan Baran ellerini ceplerinden çıkarıp sertçe önündeki masaya vurmuştu. Neredeyse iki ay geçmişti uğradıkları saldırının üzerinden. O kanlı günün üzerinden geçen iki ayda aramadıkları yer, sorgulamadıkları insan kalmamıştı. Ama yoktu. O gün kendilerine bunu yapanlar sanki buhar olup uçmuşlardı. Kaçırdıkları bir nokta vardı. Üzerinde durmadıkları bir ayrıntı. Hem bu sadece kendini ilgilendiren bir konu da değildi. Onun babasıyla ilgili de bir konuydu bu. Ama ne? O günden sonra o zarflardan bir daha hiç gelmemişti. Biri babasının kaza yaptığı gün biri de o kanlı günde gelmişti. O günden sonra bir tek hareketlilik olmamıştı. İşte bu daha can sıkıcıydı. Tehlikenin hangi noktadan geleceği belli değildi. Her ihtimali hesaplamak zorunda, onun attığı her adımdan haber almak zorundaydı.

 

Onu korumak zorundaydı.

 

Salim'in 'hayır' anlamında başını sallaması daha da sıkmıştı canını. "Bir bağlantı olmalı. Bana zarfları gönderenle ona o zarfı gönderen aynı kişi. Bir bağlantı olmak zorunda ama ne?"

 

"Gözüm kulağım her yerde. Bugün geçen gittiğimiz depodaki adamı konuşturmaya çalışacağım."

 

"Sence konuşacak mı?"

 

"Sıkıyorsa konuşmasın." Kapının kolunu indirip geri dışarı adım attı Salim. Hedefi ilk önce o soysuz Murat'tı. Gidecek, peşine en güvendiği adamı takacak ama her adımını o izleyecekti. Kendisi için yoğun bir gün olacaktı.

 

Hızlı ve sert adımları koridoru aşarken avcunun içindeki siyah misketi sıkabildiği kadar sıktı.

 

'Bir bağlantı olmalı' diye yineledi Baran içinden bakışlarını pencereden en uzak noktaya kilitlediğinde. Onun babası ve kendisi arasında bir bağlantı olmak zorundaydı. Ama ne? Oysa o aralarındaki tek bağlantının iki aşiretin yıllardan beri sürdüregeldiği 'düşmanlık' olduğunu sanıyordu.

 

Değildi.

 

Başka bir şey vardı.

 

Kafası çözülmesi gereken binbir düşünceden ötürü allak bullakken telefonuna ardı arkasınca mesajlar geldi. El yordamıyla masadan telefonunu alıp Gürsel'den gelen mesajları açtı. Günlük raporlarına başlamıştı yine.

 

İlk mesajda dershanedeki hocaların kim olduğuyla ilgili şeyler yazmıştı. Kaç yıllık öğretmenler, kaç yıldır dershanede çalışıyorlar, kaç yıldır burada yaşıyorlar ve aileleri hakkında uzunca bir yazı yazmıştı. Ama en çok Fizik hocası Yiğit beyin üzerinde gezindi bakışları. Bekar olan adam kendiyle aynı yaştaydı. Yüzündeki yamuk gülüşe dişlerini gıcırdatarak baktı. Gürsel'in düştüğü nota bakılırsa öğrencileriyle sıcak ve samimi ilişkiler kurduğundan fiziği sevdirmediği ve yüksek not aldırmadığı kimse yoktu. Hakkındaki izlenimler hep olumluydu ama nedense kendisi diğer herkesten biraz farklı düşünüyordu.

 

Sinirlenmişti.

 

Nedenini bilmiyordu ama yüzündeki o yamuk gülüşü görünce istemsizce sinirlenmişti. Telefonu kapatıp masanın üzerine atmaya yeltenmişti fakat Gürsel'den yeni bir mesaj daha gelince sinirle soluyup geri açtı telefonu.

 

'Dershaneye geçiyoruz abi' yazmıştı ilk önce. Sonra da konağın kapısında çektiği bir fotoğraf vardı. Onun fotoğrafı. Seyhan kolundan tutmuştu. Tam adım atacakken kardeşi onu durdurmuştu sanki. Fotoğrafta öyle çıkmıştı. Üzerinde lacivert çiçekli bir elbise vardı. Ayaklarında beyaz spor ayakkabı. Sabah güneşi kahve tonlarındaki açık bıraktığı saçlarında kızıllıklar oluşturmuş, rüzgar saçlarını geri savurmuştu. Peki niye saçlarını açık bırakmıştı? Hep toplardı halbuki. Saçlarını toplamayı mı unutmuştu? Niye unutacaktı ki? Bu öyle unutulan bir şey miydi?

 

'Bana ne ki' dedi içinden kendi kendine. Telefonu kapatıp tekrar masaya atmaya yeltendi ama yapamadı. Geri açtı. Fotoğrafı biraz daha yakınlaştırdı. Yüzündeki o şaşkın ifadeye baktı. Ya hep böyle şaşkın bakıyordu insana ya da hep öfkeli. Kendisine çoğunlukla öfkeli bakışlar atıyordu. Peki niye kendisine hep böyle öfkeli bakıyordu?

 

'O herkese böyle öfkeli, yaşadıklarına öfkeli' dedi içindeki ses. Hak vermeden edemedi. Böylesine zor şeyler yaşayan birinin öfkeli bakması işten bile değildi.

 

Fotoğrafı biraz daha yakınlaştırırken üzerine neden ceket almamış diye sorguladı. O gün hava serindi. Hem rüzgar elbisesinin yakasını da geri savurmuştu.

 

'Bana ne' diye kızdı telefonu kapatıp masaya bu sefer gerçekten fırlatırken. Eliyle çıkmış sakallarının olduğu yüzünü sıvazladı. İki üç gündür tıraş olmayı unutuyordu. Halbuki kendine ettiği bir yemin vardı. Asla sakallı gezmeyecek, boynundan kravatını çıkarmayacaktı. Eve gidince ilk işi sakallarını kesmek olacaktı.

 

Gözlerini kapatıp kafasını boşaltmaya çalıştı. Ama telefonuna ardı arkasınca yine mesajlar gelince küçük bir küfür kaçtı dudaklarından.

 

Mesajlar yine Gürsel'dendi. Bu sefer Leyla hakkında birkaç araştırma yapmış ve onun bilgilerini atmıştı. Hemen altında Şilan, Azad ve Diyar hakkında da bilgiler vardı. Çevrelerinde kendileriyle iletişimi olan kim varsa didik didik araştırıyordu. Ve Gürsel bugün gayet iyi çalışıyordu. Geçenlerde kovma konusundaki blöfü işe yaramıştı. Sanırım arada böyle yapmak, gözünü korkutmak gerekiyordu.

 

Tek tek kişiler hakkındaki yazıları okurken bakışları bu sefer bir fotoğrafın üzerinde kaldı. 'İstanbul, Eylül 2016' yazan fotoğrafa bakabildiği kadar baktı. Fotoğrafta sol tarafta Leyla, sağda uzun boylu ve kim olduğu yazmayan bir kız ve en ortada o vardı. Masada mumları yanan büyük bir pasta, arkada 'İyi ki doğdun Kamer' yazıyordu.

 

'Kamer kim' derken buldu kendini Baran. Fotoğraftaki bilinmeyen kız mıydı? Ama o zaman pastadaki mumları neden o üflüyordu? Bir adı daha mı vardı yani? Buna bunca zaman neden ve nasıl dikkat etmemişti?

 

Fotoğrafı biraz daha yakınlaştırdı.

 

Odağını pastayı gülerek üfleyen, üzerinde açık mavi askılı bir elbise olan ona çevirdi. Yüzündeki çocuksu gülüşle önündeki pastayı üfleyen ona bakabildiği kadar baktı. Silkelenirken diğer fotoğrafa geçti. Bu fotoğrafta elindeki soda şişesini kaldırmış bir kolunu da Elindeki birayla kahkaha atan Leyla'nın omzuna atmıştı. Fotoğrafta sadece ikisi vardı. Kafasını Leyla'nın kafasına yaslamış ve içten olduğu belli olan bir kahkaha atmıştı. Üzerinde siyah dar mini bir elbise vardı. Bu sefer saçlarını tepeden sıkıca toplamış, boynu ve omuzları olabildiğince açıkta kalmıştı.

 

Telefonu kapatıp cebine attı bu sefer. Gözlerini sımsıkı yumdu. 'Kendine gel' dedi içinden. 'Düşünme, sakın düşünme' diye telkinler verdi kendine. Ama yapamadı. Gözlerinin önünde beliren görüntüye engel olamadı. Niye düşünüyordu? Niye önemsiyordu onu? Korumak zorundaydı eyvallah, çünkü onun yüzünden vurulmuştu ama gerisine gerek var mıydı? Niye her adımını bilmek istiyordu, niye her an kriz geçirir diye içinde tuhaf bir endişe vardı? Niye sırf kriz geçirir diye korkusundan her ceketinin cebine astım ilacı koymuştu? Peki ya yiyip içtiği şeyler niye ilgilendiriyordu onu bu kadar? Mesela bugün giymediği ceketten ona neydi? Açık bıraktığı saçlarından yayılacak kokudan ona neydi? Peki o koku niye o kadar tanıdıktı? Neden her seferinde ezbere biliyor gibi hissediyordu? Neden kendisine nişana gitmeyip de o gölette karşılaştığı 'peri kızını' anımsatıyordu? Neden o yağmurlu İstanbul'un eylül akşamını hatırlatıyordu?

 

'Ya oysa' diyordu içindeki umutlu ses. Ama nedense 'o değil' diye diretiyordu hemen sonrasında. Peki niye içindeki ses sanki onun olmasını temenni ediyormuş gibi bir tonda sesleniyordu kendisine?

 

Peki ya o gün gördüklerini niye silemiyordu hafızasından? Mesela o siyah tülün altındaki görüntüyü unutması ne kadar sürecekti? İlla su içerken üzerini ıslaması mı gerekiyordu? Hadi ısladı o anda krizinin tutması şart mıydı? Değiştirmese olurdu ama değiştirmese hasta da olurdu. Değiştireyim derken gördüklerine ne olacaktı peki? Siyah incecik tül niye gizleyememişti bir şeyleri? Göğüsl-

 

"Kendine gel lan." Dedi sinirle gözlerini geri açıp. "Ergenler gibi ne yapıyorsun sen Allah aşkına..." Hızla saçlarını karıştırdı. Kafasını iki yana sallayıp gözlerinin önünde beliren görüntüyü uzaklaştırmaya çalıştı. Düşünmeyecekti. O gece onun üzerini değiştirirken gördüklerini düşünmeyecekti. Göğüslerinin üzerinden taştığı siyah tül çamaşırı düşünmeyecekti. İçini tümden gösteren o çamaşırı düşünmeyecekti.

 

Düşünmemeliydi!

 

Kendi kendine kızarken kapı çalınmadan hızla açılıverdi.

 

"Şu raporlara bakman lazım!" diye gereğinden hızlı ve telaşlı bir giriş yaptı Maran. Bu şaşılası bir hareketti. Allah'tan bugün odaya kimse girmesin demişti. Gözlerini istemsizce bileğindeki saate çevirdi Baran. Çünkü Maran'ı bu saatte hem de çalışırken görmek pek mümkün değildi. O normalde öğlene doğru anca gelir, çayını kahvesini içtikten uzun bir süre sonra çalışmaya başlardı. Şaşılacak hareketti doğrusu.

 

"Sana da günaydın." Dedi Baran koltuğunu düzeltip otururken. Onun imasına karşılık vermek yerine önüne hızla elindeki raporları bıraktı. Kendisini çiftlik evinde kovduğundan beri şirkete uğramamış, konağa bile gelmemişti. Maran kendisini ikinci kez şaşırtıyordu.

 

"Mali raporlarda bir tuhaflık var. Şuna bak." Baran kendisinden daha sakin bir şekilde aldı eline kağıtları. Bakışları rakamların üzerinde dolaşırken kaşları yavaş yavaş çatıldı. "Kâr etmemiz gerekirken zarar ettiğimizi sen de görüyorsun değil mi? O kadar kârlı antlaşma yapmış olmamıza rağmen hem de!"

 

"Tamam sakin ol." Diye mırıldanması yetmemişti ama Maran'a.

 

"Nasıl sakin olayım! Bunun ne demek olduğunun sen de farkındasın değil mi? Gidişatın hiç iyi olmadığının. Gidip dayıma diyemedim bile."

 

"Deme zaten kimseye bir şey."

 

"Ne yani?" diye şaşkınca yükselmişti Maran'ın sesi. "Şirketin bu kötü gidişatını saklayacak mıyız? Daha Kirman Mimarlık'a ödeme yapılacak! Kemal bey bizden dönüş bekliyor ama bu duruma bak!"

 

"Kirman Mimarlık'a ödeme yapılmayacak." Diye kestirip attı Baran. Eline aldığı kalemle rakamların altını tek tek çizmeye başladı bir yandan.

 

"Ne demek ödeme yapılmayacak? Anlaştık o kadar. Ben dünya kadar uğraştım, tüm planlar çizildi. Dosyalar hazırlandı."

 

"Yapılmayacak Maran. Ortaklık olmayacak."

 

"Senin ne dediğini kulağın duyuyor mu! O kadar hazırlık o kadar emek-"

 

"Olmayacak!"

 

"Buna sen mi karar vereceksin!" Elini sert bir biçimde masaya indiriverdi Maran.

 

"İtirazın mı var!" Yerinden hışımla fırladı Baran.

 

"Evet!" İkisinin sesi koca şirketin duvarlarını aşarken odanın kapısı sertçe açıldı.

 

"Giremezsiniz dedim ya." Diye itiraz ediyordu kapıyı sertçe açan Elif'e Bade. Kolundan tutup geri çekmek istemişti ama Elif sinirle itmişti kolunu.

 

Şaşkınca bakıyordu Maran ve Baran bu manzaraya.

 

 

🔥

 

İnsanın kafası karmakarışık olunca önündeki yazıları, sayıları da karmakarışık algılıyordu. Yazılanlar, söylenenler hep birbirine giriyordu. Peki ya hayatı karmakarışık olunca?

 

İşte içimdeki sesin sorduğu bu soruya maalesef cevabım yoktu. Şu sıralar hiçbir soruya cevap veremediğim gibi buna da veremiyordum.

 

"Senin cevabın ne Elif? Elif? Beni duyuyor musun?" Yiğit hocanın bulanık görüntüsüne Asmin'in yan tarafımdan dürtmesi eklenince gözlerimi kırpıştırıp ne olduğunu anlamaya çalıştım.

 

"Ben mi? Pardon?" dedim şaşkın bakışlarla etrafıma bakıp. Sınıfta derin bir sessizlik ve bana çevrilmiş bakışlar vardı. Az sonra da o bakışlar Yiğit hocanın omzuma koyduğu eline çevrildi.

 

"Bugün çok dalgınsın Elif? İyi misin? Bir sorun yok değil mi?" Sorunun biri bitmeden diğeri başlıyordu. Belki de bu hayattaki en büyük sorun bendim. Sayılır mıydı? Ama şimdi zihnimde ve bedenimde ziller çalıyordu. Çünkü Yiğit hoca elini omzuma koymuştu.

 

Elini? Benim omzuma?

 

Bedenimi saran tedirginlik ve korkuyla yana çekilirken omzumdaki elini de itelemiştim hızla. Beynim vücuduma kendini koruması için sinyaller gönderiyordu adeta.

 

"Elif?" dedi o da şaşkınca bu halime bakıp. "Bugün çok dalgın gibisin. İyi misin? Bir sorun yok değil mi?" dedi yine.

 

"İyiyim. Bir şey yok." Zoraki bir biçimde gülümsemeye çalıştım ama dışarıdan bakan birinin iyi olmadığımı görmesi çok da uzun sürmüyordu işte. Asmin de elini dizime koyup iyi olup olmadığıma bakmak için bakışlarını bana çevirdi.

 

"Hadi bir ara verelim. Sen de bu sırada kendini toparla. Bugünkü konu önemli." Bir adım geri çekilip benim sırama yaslandı. "Konuşmak ister misin?"

 

"Gerek yok." dedim kestirir atar gibi. Masanın üzerindeki eşyalarımı hızla çantama doldurdum.

 

"Özel bir konu mu?" dedi bu sefer de. Zaten hey heylerim üzerimdeydi. Sormasa olmaz mıydı? Hem biz neden hoca öğrenci ilişkisini korumuyorduk şu an?

 

"Evet." dedim yine aynı kesinlikle. Asmin'in meraklı bakışları altında toparlanıp ayağa kalktım. "Hava alıp geliyorum." dedim ona. Gerçekten sağlam bir şekilde hava almaya ihtiyacım vardı.

 

Darlanmıştım en ağırından.

 

"Of...Hayır sana ne benim kafamın dağınıklığından? Anlat dersini git işte. Sorma. Sorma yani ne gere-" Tam sınıfın kapısından çıkıyordum ki Bircan ablanın karşıma çıkmasıyla kalakaldım. "Abla? Senin ne işin var burada?"

 

"Elif. Kusura bakma buraya kadar geldim. Rahatsız ettim seni de." Tuhaf bir şey var üzerinde. Anlatamadığım kadar tuhaf. böyle garip bir heyecan, anlamsız bir tedirginlik.

 

"Yok rahatsız etmedin de..." Onu görünce dilim damağım neden kuruyuvermişti böyle aniden? Ben ondan gerçekleri sakladığım için omuzlarıma çöken yükten kaçmaya çalışırken o niye benim karşıma çıkıyordu? "Bir şey mi oldu?" Yoksa...

 

"Yok. Olmadı. Ama olabilir de."

 

"Olabilir de? Ne olabilir de?"

 

"Hastaneden bir arkadaşım var. Doktor. Ona belirtilerimi anlattım." Sesini alçaltıp kulağıma doğru eğilmişti. "Testin negatif olduğunu söyledim. O testlerin yanılma payı oluyormuş yani Testte negatif çıksa bile pozitif olma ihtimali varmış. Gel bir kan testi ver dedi."

 

"Nasıl yani?" Tutulup kalmıştım resmen.

 

"Ben de o kadar heyecanlandım ki kiminle hastaneye gideceğimi bilemedim. Senden başka da güvenebileceğim biri yok. Benimle gelir misin Elif?"

 

"Ben mi?" dedim zar zor. "Nasıl?"

 

"Elif lütfen. Sen yanımda olursan o kadar rahat olacağım ki. Sonuç negatif bile olsa en azından yanımda sen ol istiyorum."

 

Böyle bir şey miydi yani?

 

Gerçek miydi?

 

Kabusun ucuna zincirler mi eklenecekti?

 

Peki ben ne yapacaktım? Ona bakarken içimdeki suçluluk yetmiyormuş gibi bir de masum bir bebek gelirse ben ne yapacaktım?

 

'Hayır' diyemedim tabi Bircan ablaya. Vicdanımdaki tonlarca ağırlıkla onun yüzüne baka baka gittim yanında.

 

 

🔥

 

 

"Sen kal burada Gürsel." Arabaya bir binişim vardı bir de inişim. görmeniz lazım. Paldır küldür kendimi arabadan atarken üzerine bastığım zemin kayıyordu ayaklarımın altından. Üzerime çevrilen garip bakışlara aldırmadan döner kapıdan hızla geçmiş nereye gideceğimi bilemeden olduğum yerde sağıma soluma bakınmıştım nefes nefese.

 

"Kime baktınız?" dedi hemen girişteki büyük cam bölmeli masanın ardında oturan benim yaşlarımdaki kadın. Benim içeri paldır küldür girişimle birlikte ayağa kalkmıştı.

 

"Ben şey...Şey..."Kafamı toparlamam lazımdı. Kelimelerimi bir sıraya sokmam lazımdı. "Yukarı çıkmam lazım."

 

"Yukarı mı? Kim için geldiniz?"

 

"Benim acil yukarı çıkmam lazım!" dedim telaşla. Önümdeki turnikelerden geçmek istedim ama yapamadım.

 

"Hanımefendi böyle giremezsiniz. Kim için geldiniz? Randevunuz var mı?"

 

"Ya ne randevusu! Benim acil yukarı çıkmam lazım diyorum size!" Cam bölmenin ardından çıktı. Girişteki tuhaf bakışlar tam üzerimdeydi ama hiçbiri umurumda değildi.

 

"Buraya elinizi kolunuzu sallayarak giremezsiniz. Güvenlik! Bakın iş görüşmesi için geldiyseniz Cihan bey şirkette değil."

 

"Bakın benim yukarı çıkmam lazım! Onunla görüşmem lazım!" Kadın tutmuştu kolumdan. Beni girişe doğru itmeye çalışıyordu bir yandan.

 

"Hanımefendi zorluk çıkarmayın! Cihan bey yok! Baran bey de müsait değil! Lütfen çıkar mısınız!"

 

"Yenge ne oluyor?" Ben tam kapıdan paldır küldür dışarı atılacakken Gürsel yetişmişti çok şükür. "Hop hop bırak yengenin kolunu! Selma!" Yazmıştım kızım Selma seni kara kapaklıya! Ama şimdi benim derdim başkaydı.

 

"Bak Gürsel bu hanımefendi zorla içeri girmeye çalışıyordu."

 

"Yalnız önce kolunu bırak Elif yengenin."

 

"Allah aşkına benim yukarı çıkmam lazım! Çekilir misiniz!"

 

"Alamam diyorum! Randevunuz yok! Ne için geldiğiniz belli bile değil!" Sinirle o da yükseltmişti sesini. "Yol geçen hanı mı burası her önüne geleni içeri alalım!" Güvenlikler de girmişti bu curcunaya ohhh! Cennet Mahallesi Pembe ve Yunus'un kavgasına dönmüştü ortalık.

 

"Elif yenge o Selma! Çek o elini! Baran ağamın karısı!"

 

"Ne?"

 

"Çek şu elini!" Elini hızla itelerken turnikelerin diğer tarafına dolanıp hızlı adımlarımı asansöre yönelttim. "Kaçıncı kat!" diye bağırdım bir yandan da. Gürsel de peşimdeydi.

 

Çabuk olmalıydım, hızla onun yanına gidip olanı biteni anlatmalıydım.

 

Üçüncü kata geldiğimizde asansör tam açılmadan kendimi dışarı atıp koşar adım ilerlemeye başladım koridorda. Bir yandan da elimle içi kitap dolu çantamı tutmaya çalışıyordum.

 

"Durun durun ne oluyor!" dedi şaşkınca ben koridorun en sonundaki odaya koşarken masada telefon kulağında olan kız ne yapacağını bilememişti. Bugün herkes neden bana bu soruyu soruyordu! Acelem vardı!

 

"Şu oda mı?" dedim elimle en sondaki odayı gösterip. Ama cevap beklemeden devam ettim.

 

"Giremezsiniz! Bir dakika! Ne yapıyorsunuz!"

 

"Çekil!" dedim önüme geçen kıza. aşağıdakinin hemen altına onu da eklemiştim. gerçi adını bilmiyordum ama sorun değildi.

 

"Giremezsiniz dedim ya!" Ama ne onu ne de bana engel olmaya çalışan bir başkasını dinlemeyecektim o gün. Pat diye odanın kapısını açtım. "Baran bey ben engel olmaya çalıştım ama hanımefendi beni dinlemedi." Bana karşı kükreyen kadının sesi kedi gibi incelivermişti bir anda. Ama konumuz bu değildi.

 

"Elif?" dedi şaşkın bir tonda Maran. Ben yanlış mı geldim diyecektim ama yanlış gelmediğimi anlamam uzun sürmedi. o da buradaydı. ve Maran'la birlikte şaşkın bakışları bana çevrilmişti.

 

"Konuşmamız lazım." dedim kolumu tutan kızın ellerinden kurtulup.

 

"Elif bir şey mi oldu?" dedi Maran. Ama ona bakmıyordum. Odağımda Maran değil o vardı.

 

"Konuşmamız lazım." dedim yine bastıra bastıra.

 

"Konuşalım?" Şaşırmıştı. Ama donuk bir ifade vardı yüzünde. Çatık kaşları anlık olarak gevşedi.

 

"Yalnız." dedim Odanın içinde bizden başka olan üç kişiye kasıtla.

 

"Çıkın dışarı." dedi ellerini yasladığı masadan çekip.

 

"Baran-"

 

"Sonra Maran."

 

"Ama Baran bu konu çok önemli." Israrcı bir dille yineledi Maran. Bilmiyordum hangi konu onlar için önemliydi ama bu hepsinden daha da önemliydi.

 

"Şimdi daha önemli bir işim var Maran. Sonra." Elindeki kağıdı çarpar gibi masaya bırakan Maran hızlı adımlarla geçip gitti yanımdan. "Odaya kimseyi alma Bade." dedi o da. Bu sayede kara kapaklıya eklediğim ismi de öğrenmiş olmuştuk. Bade... "Ne oldu?" Bade çıkarken kapıyı kapatmıştı ama ben geri hızla dönüp kilitledim. Çünkü bu konuştuklarımızı kimsenin duymaması gerekiyordu. "Niye kilitledin kapıyı?"

 

"Bircan abla..." dedim lafı dolandırmadan. Ben öyle der demez de yüzündeki ifade değişmişti. "Hamile olabilir."

 

Sessizlik çöktü bir anda odaya. Bir tepki vermesini bekledim, Bir şey demesini istedim ama öylece baktı bana.

 

"Anlamadım? Nasıl yani?" dedi bir zaman sonra. Masanın arkasından dolaşıp bana doğru iki büyük adım attı.

 

"Hamile... Galiba.."

 

"Ne demek galiba? Nasıl ya?"

 

"Hastaneden geliyorum ben. Tahlil verdi. Şüpheleniyormuş. Gebelik için..." Derin bir nefes almam gerekmişti.

 

"Ee? Hamile mi yani?"

 

 

"Daha belli değil. Ama sanırım hamile." Eliyle yüzünü sıvazladı sinirle. Derin bir nefes almaya çalıştı. Sonra hızını alamadı ve yan tarafımdaki duvara sertçe elini geçirdi. Beklemediğimden olduğum yerde sıçrayıp gitmiştim.

 

"Nasıl ya! Ben... Ben ona bugün... Ben bugün gidip konuşacaktım onunla!" Elini bir kere daha duvara vurmaya yeltendi ama benim hızlı davranmam durdurdu onu.

 

"Dur yapma." dedim korkuyla. Elini tutmaya çalıştım.

 

"Nasıl bir bataklık bu!" dedi sinirle. Kendini sıkıyordu. Vücudu gerilmişti ve bu iki avcumun içinde tutmaya çalıştığım elinden bile belliydi. Nefes almaya çalıştı. "Ben şimdi nasıl diyeceğim ablama! Nasıl yapar bunu ona nasıl!"

 

"Dur!" dedim tekrar yumruk atmak için çekmeye çalıştığı elini sıkarken. "Dur artık! Ablana bu şekilde yardımcı olamazsın!"

 

"Olamıyorum zaten!" Elini çekmeye çalıştı ama müsaade etmedim.

 

"Senin sakin olman lazım. Şimdi ne yapacağını iyi düşünmen lazım. Bunu en doğru ona nasıl anlatırsın hesap etmen lazım." Sımsıkı yumduğu bakışlarını açtı. Derin bir nefes çekti ciğerlerine.

 

"Haklısın..." diye mırıldandı. Bakışlarını avuçlarımın arasında tuttuğum eline çevirdi. Yeniden bir sessizlik çöktü odaya. sessizliği ise bölen onun masanın üzerinde çalan telefonu oldu. Elini avuçlarımın arasından çekip masaya yürüdü. "Ahmet arıyor." dedi telefonu açmadan önce. Hızla kulağına götürdü. Dinledi, dinledi... Kaşları her saniye biraz daha çatıldı. "Tamam." derken ise sesi alçalabildiği kadar alçalmıştı.

 

"Ne oldu?" dedim merakla ben de onun yanına varıp.

 

"Ablam... Tahlil sonuçları çıkmış." Dudaklarında belli belirsiz bir titreme vardı. Kulağındaki telefonu zorla masaya bırakıp ellerini yasladı.

 

"Çıkmış mı?" Kalbime garip bir sızı girerken sabahtan beri derime batan iğneler daha çok canımı yakmaya başlamıştı. Nefesimi tutmuştum.

 

"Hamile değilmiş." Tuttuğum nefesimi yorgunca verirken asla rahatlamamıştım ama. Tamam rahatlanacak bir şey değildi ama o neden böyleydi?

 

"Ee?" dedim hafifçe omzuna dokunup.

 

"Tahlillerinde bir anormallik varmış. Ahmet, onkoloji servisinden bir arkadaşına göstermek istediğini söyledi."

 

İşte o zaman başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.

 

Duyduklarım zihnime bir balyoz darbesi gibi inivermişti.

 

Onkoloji demişti...

 

Anormallik varmış demişti...

 

 

 

 

🔥

 

 

 

 

"Elif?" Bakışlarımı parça parça ayırdığım peynirlerimden kaldırıp karşımda gülümseyerek bana bakan Bircan ablaya çevirdim. "Kahvaltıdan hemen sonra çıkarız olur mu?" dedi.

 

'Hayır' diyemedim. Zaten günlerdir dediğim 'hayırlar' pek bir etki de etmemişti Bircan ablada. Onun yerine tepkisiz bir biçimde baktım ışıl ışıl olan iri gözlerine.

 

"O zaman kahvaltıdan sonra Salim bizi bırakır." Dedi gülümseyerek ve önündeki çayına uzandı. Tepkisizliğim onun tarafından nasıl olduysa 'evet' olarak algılanmıştı. "Geçerken Ümmü halamı da alacağız. Unutmayalım."

 

O gün bize verilen 'kutsal görevi' yerine layıkıyla getirmemiz gerekiyordu. 'Güloğlu' ailesine nişan karşılığı götürülecekti ve bu görev ucundan kıyısından da olsa benim üzerime de sıçramıştı. Her ne kadar Bircan ablaya 'ben hastayım' diye döktüğüm dillerin faydası olmamıştı bile. 'Aa Elifcim, ailenin büyük gelini olarak bulunman münasiptir' diye eklemiş sabahın köründe gideceğimden emin olmak için odaya gelip kendi seçtiği siyah elbiseyi giydirmişti. Hastayım laflarıma kulak asmamıştı bile. Hastayım diyordum anlamıyor muydu! Gerçi ona bir şey de diyemiyordum ya.

 

İki gün geçmişti. İki gündür ne Ahmet'ten ne de onun arkadaşından ses çıkmıştı. Ama biliyorduk ki bugün yarın Bircan ablayı tekrar hastaneye çağıracaklar, bu sefer şüphelendikleri 'kanser' için gerekli tetkikleri yapacaklardı. Ahmet bunun için İstanbul'dan bu konuda deneyimli bir hocasıyla görüşme bile ayarlamaya çalışıyordu. Bu süreçte de gözü kulağı Murat'ın üzerindeydi. Belli etmiyordu ama her adımını izlettiğini biliyordum. Bir bahaneyle de onu şantiyeden konağa getirtmiyordu zaten.

 

"Otelin raporlarını gözden geçirdim." Dedi masadaki sessizliği bölen Mehmet ağa. "Bugün kesinlikle elinde olmalı Ragıp beyin."

 

"Ben teslim ederim dayı." Maran günler sonra ilk defa geliyordu konağa. Hemen yanına oturduğu Mehmet ağaya bakarken Mehmet ağa ellerini masanın üzerinde bağladı ve sert bakışlarını ona değdirmedi bile. Aralarında tuhaf bir gerginlik vardı ve bu tüm sofraya yayılmıştı.

 

"Baran bizzat sen gidip ver. Ragıp beye söyledim. Senin getirmeni bekliyor. Hazırlanan dosyaları da belleğe hazırladık. Çalışma odasına bıraktım. Oradan al." Maran'ı es geçmişti. Yok gibi davranıp bakışlarını onun üzerine çevirmişti.

 

"Tamam baba. Kahvaltıdan sonra çıkarım."

 

"Biliyorsun Ragıp beyi. Titiz bir adam. Hem nasıl emek verdin günlerdir." Çaktırmamaya çalıştığım bakışlarım çenesini sıkan Maran'a kaymıştı. Ortamda fazladan bir gerginlik vardı.

 

"Elif ben kahvaltıdan sonra beklerim seni bahçede." Beni götürmekte ve o insanların arasına sokmakta ısrarcıydı Bircan abla. Sandalyemi geri itip yavaşça kalktım masadan. Oturduğumda toplanan siyah dar elbiseyi düzelttim ve müsaade istedim.

 

Ayağımdaki siyah stilettoların verdiği rahatsızlıkla söylene söylene taş basamakları çıkmaya başladım. Hem bana neydi insanların nişanından. Beni ne ilgilendiriyordu? Arada Cihan'ın hatırı olmasa asla gitmezdim ya. Şirin çekilecek bir kız değildi bana göre. 'Ah canım eltim canım eltim' diye yalandan sarılmaları yok muydu bir de.

 

Derin bir nefes alıp ayaklarımın ucunu daha şimdiden acıtan stilettolarımla bakışmaya başladım ikinci katta mola verdiğimde. Ben rahatlığın insanıydım. Ayaklarıma yapılan bu bir çeşit eziyetti.

 

"Aa Elif. Sen evin büyük gelinisin' diye çıkışmıştı ben spor ayakkabılarımı giymek için uğraşırken. Beyaz ayakkabılarımı elimden zorla alıp yerine bunları vermişti. Ha zaten üzerime geçirdiğim elbise ve ayakkabı yetecekti ya.

 

"İlahi Bircan abla..." dedim sitemle. Önüme düşen saçlarımı geri itelerken bakışlarım çalışma odasının kapısına kaydı. İşte o an, tam da o an içim fesat bir şekilde dolup taşmış ve ben aklıma gelen hainlikle kapıya doğru ilerlemiştim.

 

Yağmurun altında saatlerce yürüdüğümü unutmamıştım. Baş sorumlusu Berfin ve Rojbin hanımdı fakat kaç gündür konağa uğramadıklarından ve beni fiziksel olarak yağmurun altına atan o olduğundan küçük bir intikamı o hak ediyordu. Elbet Rojbin hanım ve Berfin'e de sıra gelecekti.

 

Kaç gündür kendimi yeni toparlayabilmiştim.

 

"Günlerdir çalıştığın projen teslim edilmeyince ne olacak?" dedim kendi kendime. Masanın üzerinde duran 'İZOL OTEL' yazan dosyanın kapağını açtım ve dosyanın içinde duran kırmızı flash belleği aldım elime. "Aa buhar olup uçtu bak." dedim kendi kendime.

 

Bu proje için ne kadar emek verildiğini herkes çok iyi biliyordu. Ama şu an ne verilen emek ne de başka bir şey umurumda değildi. Biraz burnunun sürtmesi gerekiyordu. Hem başına gelecekleri beni o deli gibi yağan yağmurun altına atmadan önce hesap etmesi lazımdı.

 

Flash belleği alıp hızla çıktım odadan. Etrafta kimse yoktu. Bu işime gelmişti. Ama bunu kimsenin görmeyeceği ve benden bilinmeyecek bir yere koymam lazımdı.

 

Ayağımdaki ince topukluların izin verdiğince hızlı hızlı taş basamakları inerken ikizlerin sesiyle elim ayağım birbirine dolanmış ve ben nereye adımlayacağımı bilememiştim o heyecanla. Derin bir nefes aldım ve en alt kata indim.

 

Geri odaya çıkamazdım ya da buralarda bir yere koyamazdım. Sanki şu an herkes bunu arıyormuş gibi de bir panik oluşmuştu bende. Nereye gideceğimi bilemeden büyük kolonun arkasına pusmuştum. İlerideki Mehmet ağalar, mutfak tarafındaki Fatma ablalar elimi ayağıma dolandırmıştı.

 

O sırada bakışlarım bodrum kata inen dar basamaklara kaydı. Bildiğim kadarıyla ve Fatma ablanın dediğine göre oraya kimse inmezdi. Bu da benim açımdan iyi bir şeydi. En azından oraya koyacağım kimsenin aklının ucuna dahi gelmezdi.

 

Dikkatle dar basamakları inerken durup durup arkama bakıyordum. Maraton koşmuşum gibi nefes nefese kaldığımda loş ve tozlu yerdeki tek kapının önünde durdum. Üzerindeki anahtarı çevirip hiç düşünmeden girdim içeri.

 

Bir depo ya da kiler gibi bir yer umarken şaşkın bakışlarım ortadaki büyük bilardo masasında takılı kaldı. Beklediğimden daha temiz olan bu oda bir çeşit bilardo salonu gibiydi. Sağ tarafta iki siyah deri koltuk, tavandan sarkan sarı ampuller ve ortadaki büyük yeşil masa.

 

Odanın tam ortasına ilerlerken koltukların sol tarafındaki küçük mutfak çarptı gözüme. Küçük bir yaşam alanı ve büyük bir oyun odası bir aradaydı.

 

"Vay canına..." diye mırıldanırken buldum kendimi. Bunca zamandır bu konaktaydım ama buranın varlığından haberim bile olmamıştı. Yavaşça ilerleyip bilardo masasının tam önünde durdum ve ellerimi masanın kenarına dayadım. Yeni temizlenmiş gibi zerre toz yoktu. Şaşkın ve meraklı bakışlarımı tavandan tabana her noktada gezdirdim.

 

"Canın oyun mu istiyor?" diyen sesi duymamla yerimden sıçrayıp gitmem bir olmuştu. Baş parmağımı damağıma bastırıp geri dönerken küçük bir çığlık da kaçmıştı dudaklarımdan.

 

"Ben bilardo sevmem." dedim kendimi toparlayıp. Arkamda duran elimin arasındaki flash belleği çaktırmadan belimdeki siyah kemerin içine yerleştirdim.

 

"Canın oyun mu istiyor?" dedi aynı sorusunu tekrar yinelerken. Ellerini göğsünde birleştirdi. Onu karşımda görmeyi beklemiyordum. Acaba ben buraya inerken görmüş müydü beni? Ama görmesi imkansızdı? Benim aldığımı biliyor muydu? Ama bilemezdi ki. Görmemişti bile.

 

"Bilardo sevmem. Hem pek bilmiyorum." dedim düz bir tonda. Haberim yokmuş gibi davranacaktım. İfademi düz ve serin tutmaya çalıştım.

 

"Öyle mi?" dedi bana doğru tam iki adım atıp. Aramızda yalnızca bir adımlık mesafe kalmıştı. Bu mesafe benim adımıma göre birdi. Eğer o adım atmaya kalksa daha kısaydı. "O zaman burada ne işin var?" hafifçe yutkundum.

 

"Temizlik..." dedim aklıma gelen ilk şeyle. Buna kimsenin inanmayacağını biliyordum. Bu halimle ben bile inanmıyordum ki... Zaten az önce masada Şirinlere gidecek olmaktan bahseden de ben değildim...

 

Allah'ım yer yarılabilir mi? Rica ediyorum hemen.

 

"Oyun peşinde değilsin yani?" dedi kaşını hafifçe kaldırıp.

 

"Cık..." diyebildim.

 

"Bilardodan bahsetmiyorum." dedi. Hafifçe yutkunurken çatık bakışlarından kaçırdım bakışlarımı. "Flash bellekten bahsediyorum." Sesi epey ciddiydi. İfadesi gibi. Gerçi her an bağırmaya programlı birinin sesi başka nasıl olacaktı ki zaten.

 

"Anlamadım." Kekelememeye ve sakin kalmaya özen gösterdim. Kural bir: salağa yat. "Ne flash belleği?"

 

"Bilmiyorsun yani?" Çatık kaşları hafifçe gevşedi ve başını bana doğru eğdi.

 

"Neyi bilmediğimi de bilmiyorum mesela." dedim hafifçe omuz silkip.

 

#sonunakadaryalan

 

#bilememezliktengelelif

 

"Günlerce üzerinde çalışılmış projelerin olduğu flash bellek. Hani babamın demin kahvaltı masasında bahsettiği."

 

"Sizin işlerden hiç anlamıyorum. Anlamadığım şeye kulak vermem." dedim tekrar omuz silkip. Keskin bakışlarının beynimin içini okuyor gibi bir hali vardı ama geri adım atamazdım. Korkudan da öyle hissediyor olabilirdim. Sakin kalmalıydım.

 

#sakinolelif

 

"Bilmiyorsun yani?" dedi dudaklarını hafifçe bükerken. Kafamı iki yana 'hayır' der gibi salladım.

 

"Neyse ne. Bircan abla beni bekler." dedim yanından geçmek için hamle yaptığımda ama ani hareketiyle durdurdu beni. Az önce onun çatık bakışlarına bakarken bir anda görüş açım değişmiş ve ben bilardo masasının yeşil yüzeyine bakar olmuştum. Hem de epey bir yakından. "NE YAPIYORSUN!" dedim yüksekçe.

 

 

 

 

 

Beni yüz üstü masaya yaslamıştı. Omzumdan sertçe bastırması yüzünden de kıpırdayamıyordum. Masanın üzerine yaslı ellerimi vurmaya çabaladım. "BIRAK! YA MANYAK MISIN SEN!"

 

"Flash bellek nerede?" Sesi benimkine göre sinir bozucu bir sakinlikteydi.

 

"YA BIRAKSANA! ÇEKİL! BIRAK!"

 

"Son kez soruyorum. Flash bellek nerede?" Nefesini tam kulağımın dibinde hissederken çırpınmaya çalışmalarım bir sonuç vermiyordu ne yazık ki. Ayaklarımla tepinmek istedim ama bacaklarıma yasladığı bacakları da buna engel oldu. Eliyle omzuma biraz daha sert baskı uyguladı.

 

"BIRAKSANA BE! ÇEKİL ÜSTÜMDEN MANYAK!"

 

"Senin aldığını anlamayacağımı mı sandın?"

 

"Ne..." diyebildim şaşkınca.

 

Sonra bir elini belime sardı ve kemerime uzandı. "Aa." Dedi sahte bir şaşırmayla. Kulağıma çarpan nefesi rahatsız ediyordu. "Buradaymış bak." Anlamıştı. Kemerimin içindeki flash belleği çekti ve aldı. Üzerimden çekilirken sertçe vurdum elimi masaya. Sinirle ona döndüm. Yüzüme dökülen saçlarımı savurdum geri.

 

"Küpeni..." dedi parmaklarının arasında tuttuğu Emir'in hediye ettiği çiçekli küpemi havaya kaldırıp. "Tam masamda düşürmüşsün." Elim gayriihtiyari kulağıma gitti. Zaten böyle bir şansızlık da dünyada bir tek benim başıma gelirdi ya...

 

"MANYAKSIN!" dedim ayağımı yere sertçe vurup. "SADECE MANYAK DEĞİL ADİSİN DE!" hızlı adımlarımı ona doğru attım ve sertçe omzuna vurdum. Odanın kapısını açıp sinirle ona bir bakış attım. "MANDA HERİFİN TEKİSİN!"

 

#mandalarçiftliğinedönsün

 

"Adi herif!" dedim taş basamakları tepine tepine çıkıp. geri dönüp bağırmak, içimden ona karşı haykırmak istedim ama Bircan ablayı görmemle birlikte susmak zorunda kalmıştım.

 

"Elif?" Şaşkınca bakakalmıştı Bircan abla halime. Önüme düşen saçlarımı iteledi iki eliyle. "Ne bu hal? Ne oldu sana?" Kollarımdan tuttu. "Aaa!"Kaşları imayla havalandı. Bakışları omuzlarımdan geri çevrilmişti.

 

 

"Bir şey yok gidelim mi biz?" dedim yanımızdan geçen ona bakmadan. Eğer bir insan ateş soluyabiliyorsa şu an ben onu yapıyordum.

 

"Gidelim gidelim. Baran sen nereye gideceksin?"

 

"Şirkete uğrayacağım." Bakma kızım bakma diye diye konağın kapısına vardım Bircan ablayı bile beklemeden. Gün zor başlamış sinirle devam ediyordu benim için.

 

Dediğim gibi de sinirlerimin üstüne sinir katılarak, katılan sinirlerim katlanarak geçip gitmişti. Şirin ve ailesinin abartılı ikramları, yapmacık tavırları, Gülsüm hanımın kutupları andıran soğuk bakışları eşliğinde çok güzel bir bohça verme merasimi geçirmiştik. O gün en çok duyduğum ise 'Tabi senin böyle nişanın olmadı ama üzülme' olmuştu. Kara kapaklı defterimde yolunacaklar listesine Berfin'den sonra eklediğim Şirin'in yanına çarpılarımı da özenle atmıştım o gün.

 

"Eltiymiş..." diye mırıldandım elimdeki boş bardakla mutfağa doğru ilerlerken. "Tabi kendisi daha iyilerine layıkmış. Olsun ya. Zaten bu konağın onun gibi birine ihtiyacı var. Olsun gerçekten. Eltisi batsı-"

 

"Emin misin Ahmet? Bak bu." Telefonla konuşuyordu mutfak masasında. Beni görünce de susmuştu. "Tamam. Tamam kardeşim."

 

"Ahmet miydi o?" dedim Şirin'e olan bütün sinirimi unutuverip. Çünkü Ahmet İstanbul'a uçmuştu bu sabah. Kafasını salladı hafifçe. Bakışları elinin arasında sıktığı telefonundaydı. Yüzü kireç gibiydi. Omuzları çökük, aldığı nefesler bir hayli yorgundu. "Bir şey mi oldu?" Elimdeki bardağı masaya bırakırken onun tam karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum. "Ne oldu?" dedim korkuyla.

 

"Ablam..." Titrek bir nefes aldı. "Kanında 'blast' adı verilen hücrelere rastlanmış."

 

"Yani? O ne demek?"

 

"Yani... Ablam... Lösemi..."

 

 

 

 

🔥

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Peki ya Bircan ablaya olanlar?

 

Yeni bölüm tahminlerini alayım

 

Elif ve Baran asıl şimdi ne yapacak?

 

Sizce Baran'ın gizli kapaklı yürüttüğü şey ne?

 

Hadi yorumlara

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%