Yeni Üyelik
26.
Bölüm
@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz


Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın 🖤


Hadi bakam yeni bölümü 1k beğeniyoruz Okkey mi guzularım❤️


🔥


Elindeki kağıda bir kez daha baktı Leyla. Sonra derin mavi bakışlarını büyük binaya çevirdi. Sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarından. Buraya gelirken hiç böyle hayal etmemişti. Böyle şeyler yaşanacağını hiç düşünememişti.


Önündeki taş basamakları yavaş ve dik adımlarla çıktı. Tam kapıya geldiğinde ise üzerindeki açık mavi elbiseyi çekiştirip düzeltti. Saçlarını rüzgar savurmuştu, onlara da eliyle çeki düzen verdi. Her zaman iyi giyinmeye, iyi görünmeye olabildiğince dikkat ederdi.


Evlerinde mükemmel bir düzen hakim olduğundandı belki bu huyu. Babası Trabzonlu Selahattin son derece dikkat ederdi böyle şeylere. Dakik, her zaman jilet gibi giyinen ve işine özenen biriydi. Leyla da böyle bir düzenin içinde büyümüştü. Makedon göçmeni düzenli bir anne ile Trabzon yerlisi daha düzenli bir baba.


Katı kurallar içinde, kırmızı kalemle çizilmiş sınırlar arasında geçmişti çocukluğu. Disiplin hayatının her alanındaydı. Hiçbir zaman ise bir prenses gibi olamamıştı. Onun prensesliği babasının boynuna sarılınca başlardı. Yoksa ne o ne de ablası Ferda kurallarla yürüyen, gezen, uyuyan ve asla dışarıda prenses olmayan birer çocuktu. Prenseslik evin duvarlarının dışında biterdi.


Çok çalışırdı babası, çok çalışkandı. Gecesi ve gündüzü her zaman iç içeydi. Leyla da onun bu hallerine hayrandı. Belki de bu mesleği seçmesinde en büyük etken, rol model babasıydı.


"Hadi bakalım bitirelim şu işi..." diye mırıldandı.


Girişteki kadın onu görür görmez içten bir şekilde gülümsemişti. Otuzlu yaşlarında, saçları sanki dersini gerdirdikçe gerdirmişler gibi epey bir sıkı topuzla topluydu. Bu görüntü ona küçükken onunla ilgilenen dadısı Mihriban hanımı hatırlatıyordu.


"Hoş geldiniz Leyla hanım." dedi tüm sevecenliğiyle. Ama pek hoş gelmemişti Leyla. 'Hoş hoş gideceğim' diye yanıtladı içinden ama dışından kısa bir 'Hoş buldumla' geçiştirdi onu.


"Baran bey müsait mi?" dedi tedirgin bakışlarla etrafı süzüp. Niye bu kadar tedirgindi emin değildi. Gerçi hayatında ilk defa böylesine büyük bir projeden her Allah'ın günü çekilmiyordu insan. Asıl tedirginliği bundan sonra olacaklaraydı. İstanbul'a döndüğünde müdürüne nasıl bir izahta bulunacaktı?


"Bugün şirkete gelmedi." dedi kadın. Gülümsemesi yüzünde sabit gibiydi.


"Peki ne zaman gelir?" Kadın o sorunca eğilip bilgisayarı kontrol etti.


"Tüm programlarını iptal etmiş."


"Hadi ya..." diye söylendi kendi kendine. O sırada telefonuna bildirim düştü. Check in yapması gerekiyordu. Akşam İstanbul yolcusuydu çünkü.


"Cihan bey var ama yukarıda. Eğer görüşmek isterseniz odasında."


"Olur..." diye mırıldandı bir anlık tereddütten sonra. Projeden çekildiğini belirten yazıyı ona teslim edebilirdi en nihayetinde. Kadının haber vereyim sözlerine gerek yok deyip asansörün yolunu tuttu.


Üçüncü kattaydı onun odası. Koridorun en sonundaki beyaz kapı. Yavaş adımlarla elindeki kağıda baka baka yürüyordu Leyla. Oysa buraya gelmeyi ne kadar çok istemişti. Sırf bu projenin başına atanan Nevin hanım bacağını kırmasa gelemiyordu. Şans dedi içinden... Bir de şanssızlık...


Elindeki kağıda baka baka yürürken aniden karşıdan gelen birine çarptı. Ama ne çarpmak. Tarihteki ilk araba kazası gibi. Bam güm...


"Öküz müsün ya!" Sözleri döküldü sinirinden ağzından. Çok gergindi çok..."Ne bakmıyorsun önüne!" Çarpmanın etkisiyle geri sendeleyip gitmişti.


"Asıl sen kör müsün?" diye yükseldi Cihan. O çarpıncaya kadar elindeki dosyalar saçılıvermişti etrafa. "Ayrıca pek de kibarsın maşallah!"


Öyle anlık bir tepkiydi Leyla'nınki. Bir anda çıkıvermişti ağzından. Özür dileyecekti ama Cihan'ın ani yükselişiyle onun da sinirleri yükselişe geçmişti.


"Senin gibi kaba birinin de bunu demesi..." Gözlerini son derece devirdi Leyla.


"Ben mi kabayım!" dedi suratı buruşan Cihan. Kendine bu sıfatı asla yakıştıramıyordu. Kabalık ve Cihan?? Asla ne aynı anda ne de ardı arkasınca ağza alınmalıydı.


"Yok canım sen değil. Başkası. Sen olur musun hiç. Pamuk gibisin maşallah. Kibarlıktan kırılırsın falan diye korkmuyorlar mı acaba senin için?" Leyla thaf hem de epey tuhaf bir biçimde gıcık gidiyordu ona. Daha önce hiç böylesine gıcık gittiğini de hatırlamıyordu birine.


"Bir şey derdim de...." Büyük bir of çıktı Cihan'ın ağzından. Eğilip etrafa saçılan dosyaları toplamaya girişti.


"De lütfen. İçine atarsan kanser falan olursun maazallah." Kollarını göğsünde birleştirmişti Leyla. Zaten hey heyleri üstünde, cinleri tepesindeydi. Gelene gidene giydiresi vardı bugün.


"Bakacak mısın öyle?" dedi Cihan eğildiği yerden. "Sanki bunlar senin yüzünden saçılmadı etrafa. Gel de bir yardım et."


"İnsan gibi olsan yardım ederim ama..."


"Gelip sataşan sensin, çarpan sensin, etrafı dağıtan sensin. Nasıl kendini suçsuz ilan edebiliyorsun şaşırıyorum yeminle." Cık cıklayıp döndü önüne. Söylenmesine devam ediyordu bir yandan. "Prensesimize bak hele... Elini hiçbir şeye süremiyor. Böyle bunlar böyle. Emir vermeyi bilirler anca. Elini sıcak sudan soğuk suya değiremezler. Sen nasıl bu hallerle inşaat mühendisi oldun acaba?"


"Bana bak!" diye yükseldi Leyla. Yere eğilip hırsla toplamaya başladı kağıtları. Onunla ilk tanıştığından beri yıldızları asla barışmamıştı. Ne onu ne abisini ne de ailesini hiç mi hiç sevememişti. İşin ucunda Elif vardı çünkü. Elif Leyla'nın her şeyiydi. "Hiç insan gibi tepki veremeyeceksin değil mi?" elindeki kağıtları hırsla Cihan'ın göğsüne çarptı.


"Sen hayırdır ya?" dedi Cihan afallamış bir halde. Tamam her seferinde sıkı bir ağız dalaşına giriyorlardı ama bugün fazla mı yükselmişti ne? "Ne bu haller edalar?"


"Bak seninle hiç uğraşamayacağım. Abin olmadığı için muhatap olmak zorunda kaldım seninle. Şunu da al. İşleme mi koyuyorsun ne yapıyorsan yap!" Leyla elindeki kağıdı tekrar onun göğsüne çarpmak için harekete geçmişti ki Cihan sertçe kavradı elini. Kızın alev alev yanan derin maviliklerine baktı.


"Sen bana emir veremezsin!"


"Öyle mi! Bak nasıl veriyorum! Al bu kağıdı işleme koy! Daha da uğraştırmayın beni! Ayrıca çek o elini!" Sinirle bileğini tutan eli savurdu kenara.


'Fazla asi' dedi Cihan içinden. Her gördüğünde illa ya laf sokmuştu kendine ya da terslemişti. Asla ortası yoktu bu kızın. Asla...


Sinirli adımlarıyla geri çekildi Leyla. Yüzüne gerilen saçlarını hırsla savurdu geri. Geri geri adım atarken dönüp dönüp çevirdi alev alan bakışlarını.


O koridordan kaybolunca 'çattık ya' diye söylenen Cihan eğilip demin göğsüne çarptığı kağıdı aldı. Projeden çekildiğini belirten kağıt. Gidiyordu Leyla. Anlamıştı bunu. Derin bir soluk kaçtı ağzından. Fazla mı yükselmişti az önce ona? Kırmıştı belki de...


Aslında böyle biri değildi Cihan ama ona karşı gereksiz bir siniri oluyordu her seferinde. Peşinden gitmek için adım attı ama cebindeki telefon çalınca durdu. Ekrandaki ismi görünce de her şeyi unutuverdi bir anda. Etrafını kırmızı kalpler sardı, arka fonda taze aşk şarkıları çaldı. Kafasındaki karışık kasette Ferdi baba vardı. 'Çiçekler açsın, böcekler ötsün' diyordu.


"Şirinim!" dedi coşkuyla. Uçarak geri odasına doğru döndü. "Söyle bir tanem... Sen iste yeter..."


Telefondaki Şirin beğendiği elbiseden bahsediyordu ona. Nişanda giymelik olandan. Dört güne nişanları vardı çünkü.


"... Sana feda olsun tabi..." diye gözünden, kulağından ve her türlü organından çıkan kalplerle odasına girdi.


🔥


'Kötülük de iyilik de insanın mayasındadır' derdi babam. Bahçedeki güllerle ilgilenirken bana bir şeylerden bahsetmesi ve benim de hayran hayran onu dinlemem en sevdiğim anlardan biriydi.


'Mayana ne katıldıysa onu pişirir insan, onu sunar insana'. Alnında boncuk boncuk terler olurdu. Bir de 'affetmek işte bundan verilmiştir insana' diye eklerdi.


Ben başıma gelen bunca şeyi affedebilir miydim bilmiyorum ama affetmeyeceğim şeylerin başında gelenler vardı. Kinci biri misin diye sorsanız buna cevabım 'elbette hayır' olurdu. Ben sadece bana yapılanları unutamıyordum hepsi bu.


Sıkıntıyla iç çekerken yanımdaki sıra çekildi Asmin tüm sakinliğiyle sıraya yerleşti. Parmaklarım bileğimdeki boşlukta öylece dolanırken kafasını bana doğru eğdi.


"Elif? İyi misin?"


"Evet. Sen nasılsın?" Aslında pek iyi olduğum söylenemezdi de 'iyiyim' demek adettendi işte.


"İyi. Çok dalgın gördüm bugün seni. Bir şey mi oldu?" Bir şey değil de bir çok şey olmuştu sayılır mıydı? Yani dün yaşadıklarım bir sürü şeye de bedeldi. Dalgın olmam ise çok normaldi.


Rojbin hanımın yüzüme çarparcasına attığı kutular çıkmıyordu aklımdan. Bir de dedikleri... Çirkin iftirası...


Bir de Gülsüm hanımın 'Sen karışma Rojbin' diye keskin bir biçimde uyarmasından sonra kendini konaktan apar topar atışını çıkaramıyordum aklımdan.


"Yoo... Bir şey olmadı. Yorgunum sadece." Bakın bu konuda yalancı değildim. Cidden yorgundum. Her manada.


"Senin konuşman mı işe yaradı bilmiyorum ama Furkan benden bir daha not istemedi." İşte bu o kadar şeyin arasında olan en güzel şeydi. En azından Asmin rahat bir nefes alabilecekti.


"Ya..." dedim yüzüme keyifli bir gülümseme yerleşirken. "Rahatsız etmedi yani bir daha?"


"Yok etmedi." Gözleri büyük bir rahatlamayla ışıldayıvermişti.


"Bak buna çok sevindim." dedim keyifli keyifli. Haddini bilmeyene haddini bildirmek en sevdiğim şeydi. Söylemiş miydim bunu? Gerek konuşarak gerek kafa atarak yapardım bunu. Başarıya giden yolda her şey mübah mıydı bilmiyorum ama had bildirmede her şey mübahtı. En azından benim açımdan...


Asmin'in üzerinden giden o yükle sanki ben de hafiflemiştim ve bu hafiflikle çantamdan fizik notlarımı çıkarıp koydum masanın üzerine. İki ders üst üste fizik. Sorun bakalım her dersi yapan ben öğrenciliği boyunca sadece hangi derste zorlanırdım; Fizik!


Asmin'e kafamın takıldığı yerleri gösterirken sıramızın tam önünde hafif bir boğaz temizleme sesi oldu. Bakışlarımı önümdeki kağıtlardan kaldırırken ise gördüğüm tiple birlikte yüzüm hafifçe ekşidi.


"Elif hanım." dedi gayet resmi, gayet ciddi bir tavırla insan yobazı Furkan. Ama sesi tam öyle çıkamamıştı. "Ben geçen gün yaşananlardan ötürü sizden özür diliyorum. Size öyle davrandığım için çok üzgünüm." Sesi epey peltekti çünkü burnunda kocaman bir sargı, göz altlarına yayılan koyu mor halkalar vardı. Göz kapakları şişmişti.


"Ne?" döküldü şaşkınca dilimde. "Anlamadım?" Şaşkın bakışlarımı Asmin'e çevirirken onun da benden pek bir farkı yoktu. Hatta şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı bu görüntü karşısında.


"Özür dilerim Elif hanım. Hem sizden hem de Asmin senden. Bir daha böyle bir şey olmayacak."


"Senin kafana saksı falan mı düştü Furkan?" dedi Asmin. "Ne bu halin?"


"Özür diliyorum işte. Bir daha not istersem ne olayım valla."


"Onu mu diyorum? Bu halin ne?" o öyle deyince elini sargısına attı alelacele ama acımış olacak ki yüzü acıyla kıvrıldı.


"Kaza... Görünmez kaza..." Daha da bir şey demeden hızlı adımlarla geçti arkadaki sırasına. Bizse abalak abalak bakıyorduk arkasından.


"Sen inandın mı kaza deyişine?" dedi Asmin omzunun üzerinden ona bakmayı sürdürürken.


"Valla inanıp inanmamayı geçtim ama her ne olduysa iyi olmuş. Hak etmiş başına gelenleri insan yobazı." Küçük bir kıkırtı kaçtı Asmin'in dudaklarından. Bir yandan da 'oh olsun' diyordu.


Gerçekten de oh olsundu o insan yobazına. Biz kıkırdarken sınıfın kapısı açıldı ve Yiğit bey tüm pozitif enerjisiyle girdi sınıfa. Olabildiğince güler yüzlü bir adamdı.


"Günaydın günaydın gençler ve kendini genç hissedenler." Muazzam coşkusu yanımda oturan Asmin'i kıkırdatmıştı. Beğeniyordu da onu. "Ovvv!" dedi bakışları arka sıradaki insan yobazını bulduğunda. "Furkan? Bu ne hal?"


"Kaza..." diye homurdandı insan yobazı.


"Geçmiş olsun da nasıl bir kazaymış bu?"


"Görünmez olanından hoca." Tekrar mutsuz bir homurtu kopardı insan yobazı. Daha da sıkmadı onu Yiğit hoca. Enerjisiyle tekrar döndü ders anlatmaya.


🔥


"Üç saat fiziği kaldıramadı benim bünye..." Asmin dağılmış kıvır kıvır saçlarına elini daldırırken bir sağa bir sola sallandı.


"Al benden de o kadar. Gün bitti bende bittim." Yorulmuştum ama dudaklarımda huzurlu bir gülümseme vardı. Özlemiştim bu maratonu. Koşuşturmalı öğrencilik yıllarımı çok özlemiştim hem de.


"Neyse... Ben bir hastaya iğneye yetişeceğim. Yarın görüşürüz." Masanın üzerindeki kitapları kucaklayıp ayaklarını sürüye sürüye çıktı sınıftan. Ben de topladığım çantamı koluma asıp kalktım sıramdan.


"Elif?" diye seslendi ben sınıftan çıkacakken Yiğit hoca. En arka sırada Emine abla ile birlikte soru çözüyorlardı. Matematik hocası olmadığı için bir dersi daha o almış ve bizde beyin bırakmamıştı sağolsun. "Sorun varsa gitme çözelim." Oturduğu sıradan ayaklanıp geldi yanıma.


"Yok olanları derste sordum zaten."


"Fizik bu. Başka derse benzemez. Bol pratik ister. Evde mutlaka bugün söylediğim testleri çöz."


"Çözerim." dedim minnettar bir gülümsemeyle.


"Çözemediklerin olursa çekinme yaz bana. Numaram var değil mi sende?"


"Var..." dedim kısa ve öz. Elini sarıya çalan saçlarının arasına atıp genişçe gülümsedi. Otuzunda ya vardı ya yoktu. Mardin'den taşınmak ve ailesinden uzaklaşmak istemediği için mezun olduğundan beri bu dershanede çalışıyordu ve bu kararından gayet memnundu. Böyle anlatmıştı ilk ders. Asla katı ve somurtkan bir hoca değildi. Oysa benim lisedeki fizik hocam kısa boylu, göbekli ve olabildiğince katı bir adamdı. Harry Potter'daki ruh emiciler gibi tüm ders ruhumuzu emer ve giderdi. O zaman tüm fizik hocalarını öyle sanırdım.


Ama Yiğit hoca bendeki bu algıyı değiştirmişti. Ruh emici lise hocamın aksine muhabbeti gayet keyifli ve bir o kadar da akıcı ders işleyen biriydi. Fizikle barışamayan ben bile şu kısacık zamanda soruları epey rahat çözer hale gelmiştim.


"Size iyi akşamlar..." dedim kapıya yönelip.


"Sorular çözülsün bak mutlaka!" diye bağırdı arkamdan. Çözeceğimden kimsenin şüphesi olmasındı. Çünkü Rojbin hanımdan sonra öyle bir hırs oturmuştu ki içime. Bu hırsla değil üniversiteyi kazanmak dünyayı fethedecek kuvveti buluyordum kendimde.


Hızlı adımlarla dershaneden çıkıp bahçeyi geçtim ve giriş kapısının ilerisinde park halinde olan Cihan'ın arabasına doğru yürüdüm. Ön kapıyı açıp yerleşirken bir yandan da çantaya attığım alyansımı arıyordum. Dershane sınırlarında çıkarıp konak sınırlarında takıyordum sadece.


"Çok beklettim değil mi Cihan. Kusura bakma. Bir türlü toplanamadım." Kafamı koca çantanın içine sokmuştum alyansı bulmak için. "Hem bak ne ol-" Kafamı çıkardığımda gördüğüm yüz ağzımın iki karış açılmasına neden olmuştu. "GÜRSEL!"


"Yenge!" otuz iki diş sırıtıyordu bizim sarı civciv.


"Oğlum senin ne işin var burada?"


"Baran ağam geri aldı beni işe." Gözünden sevinç konfetileri patlatılıyordu.


"Şaka yapıyorsun!" dedim ayarsız ses tonumla.


"Vallahi yenge. Çağırdı dün beni yanına. Kovmadım dedi." Otuz iki diş meydandaydı. E haliyle benimde. Seyhan duyunca onun da öyle olacaktı.


"Yemin et!" dedim inanamadığımdan. Çünkü öyle keskin konuşmuştu ki hönkürük.


"Valla. İnanmadım önce. Kovdun mu ağam dedim kovmadım dedi. Kovdun mu dedim. Kovmadım dedi. Yetmedi bir daha sordum yenge emin olayım diye. Kovmadım ulan dedi en sonunda." Büyük bir kahkaha patlattım. Şener Şen'in 'kovmirim ula kovmirim' repliği gelivermişti bir anda aklıma.


"Oh be!" diye derin bir nefes aldım. "O kadar rahatladım ki anlatamam. Yemin ederim kaç gündür vicdan azabından ölüyorum."


"Yok yenge. Asla senlik değil bu durum. Ağam aksine haklı. Ayrılmamam lazımdı senin yanından. Benim işim bu."


"İşin bu tamam da sen de insansın. Beş dakikanın hesabını yaptı o da."


"Yok yenge. Beş üç fark etmez. Ben boyumun ölçüsünü aldım. Daha da ayrılmam artık yanından."


"Hadi ya..." diye yüz ekşittim yalandan. Suratı bozulur gibi olmuştu ama gülümsediğimi görünce şaşkınca kırpıştırdı gözlerini. "Şeyin haberi var mı?" dedim araba yola doğrulduğunda. Muhtemelen yoktu.


"Yok yenge. Direkt buraya geldim."


Dünkü yaşadığım ruh emme serüveninden sonra bugün olanlar az biraz yüzümü güldürmüyor değildi. İnsan yobazının suratının dağıldığına üzülemediğim gibi Gürsel'in de işe alındığına son derece sevinmiştim. Benim yüzümden olması da ayrı bir vicdan azabı çektiriyordu zaten.


Araba konağın önünde durduğunda Gürsel'e tam kapının önünde durmasını söyleyip koşar adım girdim içeri. Hatta uçar adım.


"Seyhan..." diye nefes nefese çıktım basamakları. Yine tam tahmin ettiğim gibi depresyon modu açık bir halde dizleri karnında öylece uzanıyordu bizim yaralı aşık yatağında. "Seyhan!"


"Yenge..." diye hafif bir mırıltı döküldü dudaklarından. Ama doğrulamadı da yerinden.


"Ne yapıyorsun burada? Kalk hadi!" Elimdeki çantayı gelişigüzel kenara fırlatıp yatağının yanına dolaştım çekiştirdim kolundan.


"Yenge bırak vallahi hiç kalkacak halde değilim."


"Kalkman lazım!" Var gücümle asıldım koluna ama milim kıpırdamamıştı yerinden.


"Yenge bırak..."


"Sana bir şey göstermem lazım. Çok önemli! Kalk hadi."


"Yenge inan canım istemiyor."


"Kalkmazsan yeminle avaz avaz bağırırım. Kalk ya! Bahçedeki şeyi görmen lazım. Çok önemli bir şey..."


"Ne olabilir Allah aşkına bizim bahçede?" Ayaklarını yerde sürüye sürüye kalkıp peşimden geldi pencerenin önüne. "Ne olabilir sanki? Dümdüz bahçe işt- Gürsel?"


"Önemli değil miymiş?" dedim kaşlarımı kaldırıp. Şaşkınlıktan ağzı açılıvermişti. Bir dışarı bir de bana bakıyordu şaşkın şaşkın.


"Yenge... Yemin et. Ben yanlış görmüyorum değil mi?"


"Cık..." derken kollarını sıkıca dolamıştı boynuma.


"Abin kovmamış." Öyle sıkı dolamıştı ki kollarını nefesi zar zor alıyordum.


"Yenge..." dedi ağlamaklı sesiyle. Geri çekilirken gözünde biriken yaşlar da az sonra ağlayacağının habercisiydi zaten.


"Bak bu sefer de ucundan döndünüz. Ama-" dediğimde gözünden bir damla yaş süzülmüştü bile. "Ama bir dahakine böyle şanslı olmayabilirsiniz."


"Biliyorum..." hızlıca salladı kafasını. bence bir cambazdan farksızdı ikisi de.


Ama daha çok minnaklar dedi içimdeki ses. Çok acemiler diye ekledi. Öyleydi ama ne kadar olsa bile dikkat etmeleri şarttı. En nihayetinde cümbür cemaat yaşanan büyük bir ailesi vardı. Bir de bu ailenin töredir adettir gelenektir dayatmaları biraz fazlaydı.


"Yenge..." dedi göz yaşlarını ellerinin tersiyle silerken. Ben de tam kapıdan çıkıyordum. "Şey bu... Yani seni de zor durumda..."


"Küçük bir sır..." diye mırıldandım.


Küçücük bir sır... Herkesin hayatında olan küçücük bir sır...


🔥


O akşam masada bir nebze olsun Seyhan tarafındaki kötü hava dağılmıştı. En azından ağlamaklı suratıyla değil de yüzünde güller açarak oturuyordu tam karşımda. Her akşam masaya otururken 'hastayım' bahanelerini bırakmıştı artık. Bir de içi içine sığmıyordu yaralı kuşun. Üç günlük depresyonundan çıkmıştı. Hatta neşesi o kadar fazlaydı ki durup durup Aker'e bulaşıyordu. Yemeğin başlamasından beri ikisinin kıkırtıları karışıyordu sofradaki muhabbete. Gündemimiz ise Cihan ve Şirin'in nişanıydı.


Seyhan nasıl bugün Gürsel'in geri döndüğünü görünce depresyondan çıktıysa Dilan da abisinin nişan muhabbeti ilerledikçe depresyonunda kademe atlıyordu. Omuzları yere değecek kadar çökmüştü.


Nişan dört gün sonraydı. Şehrin en gözde yerlerinden birini ayarlamıştı bu sabah Cihan. Öyle bahsediyordu. Yaklaşık kaç kişi geleceğini, ailelerin asıl oturtulacağını bile düşünmüşlerdi Şirin'le ikisi. Herkes sessizce onu ve anlattıklarını dinliyordu.


"Kusacağım..." diye mırıldanıp ayaklandı Dilan. Nişan muhabbeti uzadıkça midesi kaldırmamıştı bu durumu anlaşılan. Zaten yüzü de kireç gibi olmuştu. Ciddi manada kusacaktı sanırım. Abisinin Şirin'in adını her zikredişinde gözünden çıkan kalpleri görünce de bir kez daha gözünü devirip suratını ekşite ekşite kalktı sofradan.


"Çok kalabalık olacağız..." diye mırıldandı Ümmü hala. Onun derdi bunca insana nasıl yetişileceğiydi. "Nişan böyle olacaksa..."


"Olsun oğlum bir kere evleniyor." diye neşeli bir cevap verdi Gülsüm hanım. Kaç hafta sonra ilk defa bir konuda konuşulurken yüzü asık değildi. Normalde dümdüz bakan kadın bugün oğlunun nişanı için bu hallerini bir kenara bırakmıştı anlaşılan.


"Öyle de sanki bana da kalabalık geldi." diye Ümmü halayı onayladı Mehmet ağa. "Nişan sonuçta."


"Yapmayın baba. En nihayetinde iki taraf da kalabalık aile sayılır. Kalabalık olacak tabi. Sizin aklınız kalmasın biz Şirin'le her şeyi düşündük."


'Şirin hanım buyuruyor abim de onun ağzından çıkan her şeye tamam diyor' demişti sabah Dilan. Acayip efkarlıydı. Hatta Fatma abladan başına bağlamak için patates kesmesini bile istemişti de iki saat gülmüştü Fatma abla. Ben bile artık 'fazla abartıyor' diye düşünmeye başlamıştım. Çünkü bu kadar olması da normal değildi. Sonuçta abisi mutluydu. Gerisinde de bize hayırlısı olsun demek düşmez miydi?


"Rojbinler nerededir?" dedi nişan muhabbetini bir anda bölen Hüseyin ağa. Puslu mavi bakışları tek tek dolaşmıştı üzerimizde. "Neden sofrada değillerdir?"


"Evlerinde yemek istediler baba." Gülsüm hanım bana attığı kısa bakıştan sonra yanıtlamıştı onu. Bir saniye bile sürmeyen bu bakışta o kadar çok anlam vardı ki...


"Rojbin abla nereden çıkmıştır bu?"


"Nereden çıkacak Gülsüm senin bu gelininin odasından!" Bileğim sıkı sıkı tutulup salondan dışarı çıkarılırken duyuyordum uzaklaşan sesleri. "Başımıza geleceklerden haberiniz yok mu? Millet ne diyecek arkamızdan! Demeyecekler mi koskoca aşiret bebeksiz kaldı, soyları kurudu diye!"


"Sen karışma abla. Baran'ı duydun! Kimse karışmayacak!"


İlk defa aynı tarafta olmamıştı Rojbin hanım ve Gülsüm hanım. İlk defa birbirlerine zıt düşmüşlerdi. Ve bu zıt düşüşten sonra ayak basmıyordu Rojbin hanım ve ailesi konağa.


"Yemekten sonra çağırın da Mervan'la konuşacaklarım var."


Ben bu eve geldiğimden beri sürekli burada olduklarından eksiklikleri hemen fark ediliyordu.


"Çağıralım baba da hayırdır bir sıkıntı mı var?"


"İşle ilgili soracaklarım var kendisine." Puslu mavi bakışlarını önüne çevirmişti Hüseyin ağa. O konuşmaya başlayınca deminden beri Seyhan'la kıkırdayan Aker bile susmuştu. O denli çekiniyordu dedesinden. O konuşurken kimsenin konuşmaması gerekir diye bir kural vardı sanki. Ve yediden yetmişe herkes bu kurala sessizce uyuyordu.


"İşle ilgili mi?"


"Ne soracağım sizi ne zamandan beri ilgilendirir oldu." Bir anda yükselmişti Hüseyin ağanın sesi. Gerim gerim germişti masadaki havayı. Yanımdan 'sanki soruyorsun da' gibisinden homurtular yükseldi.


"Yok baba. Yanlış anladın." Mehmet ağanın babasına karşı sesi mahcubiyetle düşüvermişti. "Sen işle ilgilenmezsin de o yüzden şey ettim ben."


"Bir daha şey etme." Yan tarafındaki aslan işlemeli bastonuna uzanıp ayağa kalktı. "Size afiyet olsun." Bütün huzuru kaçırdıktan sonra da afiyet olur muydu bilemiyorum. Çünkü kendisi gittikten sonra kimse nefes alamadan kalakalmıştı öyle.


"Abi Leyla hanımın kağıdını işleme koydum." dedi tüm bu ağır sessizliği ilk bölen Cihan. Kafasını bizden tarafa doğru eğmişti. Ben de cümlenin içinde 'Leyla' ismini duyunca pür dikkat kaldırmıştım bakışlarımı ona doğru. "Yeni sorumluyu ne zamanlar gönderirler dersin?"


"Kısa zamanda gelmesi gerekiyor. Kemal bey çoktan çizimlere başladı. Sen kağıdı ne zaman işleme koydun?"


"Sabah. Leyla hanım şirkete geldi. Sen olmayınca da projeden ayrıldığını belirten kağıdı bana verdi. Sen yoksun diye de ben işleme koydum."


Leyla... Projeden ayrılacağını söylemişti ama bunu ne zaman yapacağını bana haber vermemişti. Elimi cebime atıp sabahtan beri kapalı olan telefonumu açtım masanın altında. içime değişik bir tedirginlik dolmuştu. Dershane bildirimleri, gereksiz mesajlar derken Leyla'dan düşen üç mesajı açtım direkt. Bir fotoğraf atmıştı. Havaalanında... Bir saat öncesine ait. Valizi ve kendini gösteren bir selfie... 'Mardin'e şimdilik elveda' yazmıştı altına. Bir de upuzun bir mesaj...


'Kuzucuğum... Biliyorum çok ani oldu bu. Bana da nasıl kızacağını da tahmin edebiliyorum ama böyle olması gerekiyordu. Zaten gideceğim belliydi. Kaç gündür de seni gideceğim diye darlıyordum. Daha fazla uzatmaya gerek yoktu değil mi? Aramadım diye kızma. Böyle haber verdim diye de hiç kızma çünkü haber versem hem derslerinden geri kalacaksın hem de ağlamalarına kıyamam. Küsme olur mu? Hem temelli gitmiyorum ya. Bakarsın birkaç haftaya tekrar gelirim ziyaretine. Ayrıca o aileden de nefret ediyorum! Bir şey olduğunda direkt arıyorsun beni! Bana bak kuzucuğum susmak, geri çekilmek yok! Sen benim Kamer'imsin. Unutma! Ayrıca Cihan öküzüne de öküz olduğunu benim yerime hissettir olur mu? Seni çok seviyorum kuzucuğum. En kısa zamanda tekrar görüşmek üzere... Leyla...'


"Leyla ya..." diye mırıldanıp ayaklandım olduğum yerden. Bir yandan da aramaya başladım. Kızgındım ama kendime. Çünkü Leyla her seferinde benim için bu denli çabalarken yine benim yüzümden mutsuz oluyordu. Buraya sırf benim için gelmişti. İstanbul'daki düzenini de hep benim için aksatıyordu. Peki ya ben? ben ne yapıyordum?


Bu denli vefaya karşı vefasızlık...


🔥


Sabah sabah rüyamda mı görmüştüm bilmiyorum ama burnumu çeke çeke dizlerimin üzerinde duran albüme bakıyordum. Leyla ve İstanbul anılarım... Bir yılda kazandığım bir kardeşlik, bir yılda biriktirdiğim anılar ve bir yılda yaşadığım onca şey.


Önlük giyme törenim, Leyla ile odamızdaki ilk fotoğrafımız, Leyla'nın ısrarla bir gün bizim fakültede derse girmesi ve onunla olan nice anılarım. İstanbul'da attığım her adımda yanımda olan arkadaşım. Şimdi ise benden çok uzakta yine İstanbul'da ama be yokum bu sefer yanında.


Gece boyu uyuyordur diye telefon edemediğim gibi uyuyamamıştım da. Sabah hava aydınlanır aydınlanmaz da telefonu elime alıp bir tur kızmış on tur ağlamıştım kendisine. Haber vermeden gitti diye kırılmıştım da. Şimdi ise onunla olan fotoğraflarıma bakıp yine ağlıyordum.


Her şeyin geride bir anı olarak kalmasına ağlarken yeri geliyor gülüyor yeri geliyor hunharca burnumu çekiyordum. Albümün her sayfası onunla olan anılarımla doluydu. En arkada ise babam, annem, Emir ve benim olduğum bir fotoğraf çıkıvermişti. Bunu buraya koyduğumu hatırlamıyordum bile.


Uzun uzun iç çekip uzun uzun baktım önümdeki bu fotoğrafa.


Parmaklarım elimdeki fotoğrafın üzerinde dolaşıyordu. Bir kâğıt parçasına sıkışmış, içten bir tebessüm ve yorgun gözlerle bakan babam, şefkat dolu bakışları aşık olduğu adamın çehresinde olan annem, ağız dolusu gülen dört yaşındaki Emir ve hepsine sıkıca sarılan Kamer...


Eksik ve buruk gülümsemeler...


Evladını toprağa koyan ama diğer evlatları için yaşayan iki büyük ve içlerinde eksiklik olan iki kardeş...


Kurban bayramında çekilmiş ve yine albümde yerini alan bir kişi eksik bir fotoğraf. Abim yok... Eksiğiz... yarım bile değiliz. Yoka yakınız...


Ama abimin varlığını hissettiğim bilekliğim bileğimde. Babamın omzundan sarkan elimde parıl parıl parlıyor. Şimdi ise bileğim bomboş. Bileklik bileğindeyken ruhu sanki bizimle.


Göz pınarlarıma biriken yaşları silerken odanın kapısı açılıyor. Elimdeki fotoğrafı masanın üzerine bırakıp kalkıyorum oturduğum sandalyeden. Bakışlarımı ona değdirmeden masanın üzerindeki kitaplarımı kucağıma alıp çantama koyuyorum. Zaten onun da bakışları değmiyor bana. Kulağındaki telefonla meşgul.


O gün hava bir tık serin olduğundan adımlarımı giyinme odasına attım ceketimi almak için. Üzerime geçirirken fotoğrafı almadığım dank etti. Kaybedemezdim.


Ceketi giymeyi bile unutup geri çevirdim adımlarımı. Pencerenin önüne doğru adımlamıştım ki durdum. Masanın üzerinde duran fotoğraf onun parmakları arasındaydı. Dikkatle bakıyordu elindeki fotoğrafa. Bakışlarını ağır ağır çevirdi bana doğru. Fotoğrafı bırakmadı.


Babam, annem, Emir, Kamer ve üç mavi küçük taşlı bileklikte olan Ezman'ın aile fotoğrafı...


"Bu..." dedi kaşları hafifçe çatılırken. "Bu ne?"


Adımlarım olduğum yerden yavaşça hızlanırken önüne döndü tekrar. Bakışları fotoğrafın üzerindeydi ama benim hızlı davranıp elinden çekip almamla bana çevrildi.


"Evet Salim bu ne demek!" dedi kulağındaki telefona doğru. "Bu ne!" ben fotoğrafı alelacele komodinin çekmecesine ters bir şekilde koyup çantamı düzelttim kolumda. O ise pencerenin önünde kulağından çekmediği telefona bağırmakla meşguldü. Oralı olmadan kapıya yönelmiştim ki sesi durdurdu beni.


"Nereye!" Önce bana demiyor diye kapının koluna asıldım ama tekrarladı sorusunu. "Nereye dedim!"


"Dershaneye." dedim baygın bakışlarımı ona çevirip. Sanki bilmiyormuş gibi sorması da ayrı bir şeydi.


"Gidemezsin." Baygın bakışlarım çatıklaştı bir anda. Sağıma soluma bakındım öylece.


"Gidemem?"


"Evet. Kapat kapıyı." Bana bile bakmadan elindeki telefonla bir şeyler yapmaya başlamıştı.


"Sormamda bir sakıncası yoksa neden gidemeyeceğimi öğrenebilir miyim?" Elindeki telefonda olan bakışları tuhaf bir şekilde bana çevrilmişti. Sanırım çemkirmemi falan bekliyordu. Ama biraz daha bekleyecekti bunun için.


"Kapat kapıyı." dedi afallayan bir sakinlikte. Benim ise sorgular bakışlarımı görünce derin bir nefes aldı. "Bugün bir yere gitme."


"Neden!"


"Sorma ve gitme. Bitti."


"Başa mı döndük? Ben bu evreyi geçtik diye hatırlıyorum çünkü. Ve yoruldum sana aynı şeyleri söylemekten ama sen bana karışamazsın."


"Kapat kapıyı." dedi oralı olmadan. Masanın üzerine bıraktığı iki mavi kapaklı dosyadan birini açıp sandalyeye oturdu. "Kapıyı kilitlememi istemiyorsan çek elini kapıdan geç içeri." Ceketini çıkarıp sandalyesine astı ve eline bir kalem alıp dosyalarla ilgilenmeye başladı. Sertten daha sert bir şekilde kapıyı çarpıp geçtim ben de içeri. Kolumdaki çantayı var gücümle yatağın üstüne çarptım. Ama o benim gürültüme kafasını bile kaldırmadı.


"Sen ne yapıyorsun burada!" dedim sinirli sinirli.


"Hiç sen ne yapıyorsun." diye mırıldandı gayet sakin bir halde.


"Sana sinir oluyorum ne olacak! Gerçekten ne yapıyorsun sen!" kollarımı göğsümde kavuşturup tam karşısına dikildim.


"Bak bir dünya işim var. Dosyaları bitirmem lazım. Sessiz olursan iyi olur."


"Ben niye gidemiyorum dershaneye? Neden! Dersim var bir dünya!"


"Bugün kimsenin bir yere gitmesini istemiyorum. Oldu mu?"


"Olmadı! Sen git deyince gidecek gitme deyince gitmeyecek miyiz biz? Hayırdır!" Elimi sertçe masanın üstüne vurduğumda dosyada olan bakışlarını masaya çarptığım elime çevirdi. Tepki bile vermeden geri dosyadan çıkardığı kağıtlara döndü. "Niye gidemiyorum? Ayrıca seni niye dinliyorum ki ben? Gidiyorum..." Ayaklarımı pat pat vura vura yatağa fırlattığım çantamı kaptım.


"Konaktan çıkarmazlar seni..." diye mırıldandı kafasını kağıtlardan kaldırmadan.


"Öyle mi?"


"Öyle..." Tekrar sinirle koluma geçirdiğim çantayı fırlattım yatağa. Üzerimdeki ceketi de aynı şekilde çıkarıp kapıya yöneldim.


"Nereye?"


"Cehennemin dibine! Gelmek ister misin!" Sinirle kapıyı çarpıp söylene söylene indim merdivenleri. Sabahki duygusallığımın üstüne yaşadığım bu sinir mahvetmişti beni.


"Hönkürük... Allah'ın hönkürüğü... Kimse gidemezmiş... Bak bak bak... Sen kimsin acaba? Sen ne diye karışıyorsun acaba?"


"Elif kızım?" Ben söylene söylene mutfağa girdiğimde Ümmü hala ve Fatma ablanın şaşkın bakışları çevrilmişti üzerime. "İyi misin sen? Ne bu halin?"


"İyiyim." Dedim ama iyi olmanın yanından bile geçemez bir halde. Öfkeliydim. Hem de olabildiğince.


"Kıpkırmızı olmuş suratın. Bir şey olmadı inşallah?" Ümmü hala yanıma dolaşmıştı elindeki dolmaları bırakıp.


"Yok hala iyiyim. Siz ne yapıyorsunuz?"


"Nişan için gelen giden olur diye yemeklik şeyler hazırlıyoruz. Dilan'a dedim başım ağrıyor diye gelmedi. Seyhan ders çalışıyor. Bircan odasında."


"Kızlar gitmedi mi bugün okula?"


"Yok gitmediler valla." Herkes ben gibi bugün konağa tıkılıp kalmıştı anlaşılan.


"Yardım edeyim ben?"


"Yok kızım biz bitirdik zaten. Ama sen pek iyi değilsin gibi. Bir şey olmadığına emin misin?" Kendimi yaslandığım lavabodan çekip su bardağı almak için üstteki dolaba uzandım.


"Yok hala iyiyim ben." Sürahiden bardağı doldururken bakışlarım lavabonun üzerinde duran kasenin içindeki limonlara kaydı. Ve bir anda ampuller patladı zihnimde.


'Sen Baran'ı öldürmeye mi çalışıyorsun? Nefret eder limondan...'


Berfin'e teşekkür edeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Kasedeki limonlarla birlikte dolapta ne kadar limon bulduysam doldurdum büyükçe bir kasenin içine. Güzelce sudan geçirip dilimlemeye başladım.


"Elif ne yapıyorsun sen?" dedi bu sefer de şaşkınca Ümmü hala.


"Hiç." Diye omuz silktim. "Canım bir limon istedi anlatamam." Kadın hayatında tabi ilk kez görüyordu bu kadar çok limonu doğrayanı. Elime ne kadar limon geçtiyse dilimledim de dilimledim.


Koca bir tabak limon dilimini tepsiye yerleştirip tuttum odanın yolunu. Elimdeki dolu tepsiyle zar zor kapıyı açıp girdim içeri. Hönkürük yine aynı pozisyonda bu sefer daha da dalmış bir şekilde duruyordu masanın başında. Kaşlarını çatabildiği kadar çatmış, tüm dikkatini önündeki kağıtlara vermişti.


Varıp tam karşısındaki gri koltuğa oturdum ve tuzluktan biraz tuz döktüğüm limon diliminin birini kemirmeye başladım. Madem o beni konaktan hem çıkarmıyor hem de buradan gitmiyordu o zaman olacaklara da katlanacaktı.


Limonu kemirirken bir yandan alttan alttan ona bakıyordum ne yapacak diye. Önce elindeki kalemi sallamaya başladı. Sonra kalemi sertçe sol kaşına sürttü. Yüzü bu arada hafifçe buruşmuştu. Sonra önündeki kağıtlara tekrar eğildi ama hızla geri çekildi. Gözlerini sertçe kapatıp açtı. Derin bir nefes almaya çalıştı ama limonun kokusunu almış olacak ki eliyle burnunu kapatmaya çalıştı.


"Ne yapıyorsun!" dedi en sonunda dayanamayıp. Yedinci dilim limonu kemiriyordum ki artık ekşiden ağzım uyuşmuş gibiydi.


"Hiç sen ne yapıyorsun?" dedim yanaklarımın içi limon dolu dolu. Ağzımdan az kalsın bir limon parçası fırlayacaktı dışarı.


"Şunu yemeyi kes!" Bakamıyordu benden tarafa. Sertçe boynundaki kravatı çekiştirip gevşetmeye çalıştı.


"Nöyi?" dedim yeni bir dilime daha tuz döküp.


"Soruyor musun? Kes şunu yemeyi!"


"Nö vör yöö... Sön dö östör mösön?" elimdeki bir dilim limonu ona doğru uzattım ama onun suratı limondan daha sarı bir hal almıştı bile çoktan. Yerinden doğrulurken ellerinin titrediği çarptı gözüme. Hızlı adımlarla önüme gelip sertçe kavradı kolumdan.


"Hadi..." dedi beni oturduğum yerden kaldırmaya çalışıp.


"Aa istersen bak daha çok var tabakta. Tuz da ister misin?" Ama o çoktan iki kolumu kavramıştı beni kapıya doğru sürüklerken. "Ama bak tadı çok iyi." Dedim elimdeki kalan dilimi ona doğru uzatıp. Bu hamlemle daha da sarardı yüzü. "Ekşi ekşi..."


Sertçe kapıyı açmıştı ki eli kapıyı çalmak için yukarı kaldırılmış Ümmü hala ile Bircan abla karşıladı bizi.


"Çocuklar..." diye mırıldandı şaşkınca bakakalan kadın. O beni dışarı itelemeye çalışıyor bense ona limon uzatmaya çalışıyordum. "Elif kızım..."


"Elif... Baran ablacım iyi misin?"


Beni aniden bıraktığında koşar adım içeri banyoya koştu. sonrasında duyduğumuz öğürtü sesi oldu.


"Demek ikisinde de oluyor belirti..." diye mırıldanan Ümmü halaya bakmadan elimdeki limonla koştum banyoya.


"Sen manyak mısın?" dedi havluyla ağzını kurulayıp geri dışarı çıkarken.


"Eğer beni kısıtlarsan sonuçlarına katlanırsın." Hafifçe omuz silkmeme alev alev yanan bakışlarıyla bakıp susmayı seçti. Beni tanımıyordu. Kısıtlandığımda gözümün döneceğini bilmesi gerekirdi.


🔥


Gökyüzündeki kuşları izler onlara imrenirdim çoğu zaman. Kanatları vardı ve kimseye hesap vermeden canları ne zaman isterse çekip gidebiliyorlardı. Sıkılmalarına, korkmalarına ya da birinin kovmasına gerek bile kalmıyordu çoğu zaman. İstiyorlardı ve çekip gidebiliyorlardı.


Özgürlerdi.


Ben ise kanatlarımı evimizden çıkan cenazelerden sonra yitirmiştim. O zamandan beri de ne kaçmayı başarmış ne de canım istediğinde çekip gitmiştim.


Kapalı bir kutu gibiydi hayatım. Kapısı penceresi olmayan. Sıvasını, harcını ise amcamın kardığı, başka insanların ise tuğlalarını diktiği kapalı bir kutu. Ben ise o kutunun tam ortasında bir o yana bir bu yana adımlasam bile kendime bir çıkış yolu bulamıyordum.


Yıllardır bana biçtikleri hayatı benden istedikleri biçimde yaşamaya çalışıyordum işte.


"Elif hadi gel..." Omzuma dokunan elle dalıp gittiğim yerden çektim bakışlarımı. "Bak hepimizin hazırlanması bitti neredeyse. Bir sen kaldın." Bakışlarımı ağır ağır Bircan ablaya çevirdiğimde tüm şefkat dolu bakışlarıyla bakıyordu bana. Üzerinde koyu yeşil uzun bir elbise vardı. Uzun siyah saçlarına iri dalgalar yapılmıştı ve tüm saçı sol omzundan aşağı dökülüyordu.


"Vallahi nişana gelemezsin sonra Elif." dedi geriden Berfin'in sesi. Günlerdir konağa ayak basmayışına annesiyle birlikte nişanı bahane edip son vermişlerdi. Rojbin hanım benimle konuşmamayı tercih ederken Berfin yine aynı Berfin'di. Üzerinde krem uçuş uçuş uzun bir elbise vardı. Saçları son derece ihtişamlı, makyajı ise saçları ve elbisesine göre de ağırdı.


"Ben senin giyeceklerini hazırlattım. Geç hemen saçını halletsinler de geç kalmayalım. Biraz sonra Murat almaya gelecek bizi."


"Sığacak mıyız ki bir arabaya?" diye hayıflandı geriden Berfin. "Baran'ı arayabilirim." Bir yandan da kıpkırmızı bir ruj sürüyordu aynaya dikkatle bakarken.


"Dilan nerede Seyhan?" Bircan abla kimseye oralı olmadan etrafına bakınmaya başladı. Dilan... Sabahtır hiçbir yerde yoktu.


"Evde kaldı o. Midem bulanıyor dedi."


"Ay hasta olacak günü bulmuş. Nişana gelemeyecek mi?" Abartılı bir biçimde döndü oturduğu koltuktan geri Berfin.


"Kız hasta." Diye yineledi Seyhan. "Ne bekliyorsun?"


"Yani geçmiş olsun da. Abisinin nişanı. Hem Şirin ne kadar üzülür."


"Ya sorma..." diye mırıldandı Bircan abla ama bozmadı yüzünü. Gülümseyerek bana döndü. "Hadi Elif. murat gelecek birazdan."


"Yok abla ya..." diye mırıldandım. Sırf buraya da sabah onun ısrarıyla gelmiştim zaten.


"Aa olur mu Elif? bugüne bugün elti sayılırsın. Bak sayılırsın diyorum." Güldü Berfin. En sinir bozucu bir şekilde hem de. Ben de güldüm sinirim bozulmadı diye. O sırada Bircan abla kolumdan çekiştire çekiştire oturtmuştu beni koltuğa.


"Ben bir şey istemiyorum." Dedim elindeki tarakla bana bakan kadına doğru. sabahtır Berfin'in saçıyla uğraştığından yüzüne apayrı bir yorgunluk çökmüştü.


"Sen bakma Elif'e." Saçımdaki tokayı sıyırıp çıkardı ben daha ne oluyor diyemeden. "Elif sadedir. Sen ne giyeceğini de biliyorsun. Gerisi sana emanet."


"Ama ama-"


"Elif lütfen." Diye çıkıştı Bircan abla. "Sen başlayabilirsin." Dedi bana oralı olmadan kadına dönüp. Kadın da dünden razıymış gibi saçlarıma dokunmaya başlamıştı bile. O saçlarımla uğraşırken bir başkası da makyaja girişmişti. Kesin kaidem yüzüme asla abartılı bir makyajın yapılmamasıydı. Berfin'e benzemekten korkuyordum en az.


Dakikalar sonra saçlarım iri dalgalar halinde bırakılmış yüzüme ise hafif bir makyaj yapılmıştı.


"Çok sadesin." diye burun kıvırmıştı Berfin. Evet ona kıyasla çok ama çok sadeydim.


"Hadi giyin Elif. ben de Murat'ı arayayım da bizi almaya gelsin."


"Bence tek araba bize yetmeyecek. Ben Baran'ı da arayacağım." Diye girmişti araya Berfin. Elbisesinin kırışmasından, saçının ve makyajının bozulmasından korkuyordu son derece. Oysa saçlarını yolma isteğim geçen günkü gibi hâlâ yerli yerindeydi.


Şimdi yapışsak ya şu kıvır kıvır bülbül yuvasını andıran saçlarına dedi içimdeki ses. Eğer öyle bir şey yapsaydım muhtemelen kıyamet kopardı burada.


Ben de aynada bana hiç de yabancı olmayan aksimden bakışlarımı çekip Bircan ablanın gösterdiği giyinme kabinine yürüdüm.


Siyah bir bluz ve siyah bir pantolon giyecektim. Bircan abla her ne kadar 'emin misin Elif' dese de ne Şirin'in nişanını ne de bir başkasının nişanını umursayamazdım. Kabinin içindeki siyah hurcu elime aldım ve fermuarı yavaşça indirdim. Ama gördüğüm manzara beklediğim manzara değildi. Benim bluzum ve pantolonumun yerinde siyah bir elbise duruyordu.


"Abla?" dedim kulağında telefonla az ötede duran Bircan ablaya doğru kafamı uzatıp. "Bu benim giyeceklerim değil."


"Onlar senin."


"Nasıl benim? Yanlış bu. Benim değil. Pantolonum ve bluzum yok."


"Biliyorum yok. Bunu giyeceksin Elif." Masumane bir gülümseme vardı yüzünde yaptığı şeytaniliğe ters bir biçimde.


"Nasıl ya..." diye isyanı bastım.


"Hiç kusura bakma. Berfin haklı biliyor musun? Sıradan bir misafir gibi olacak değilsin herhalde. Hadi çabuk giyin Murat gelmek üzere." Kabinin perdesini ben daha isyanımı tamamlayamadan pat diye geri çektiğinde elimdeki elbiseyle kısa bir bakış yaşamıştık.


"Alacağın olsun Bircan abla... Görürsün sen..." Kendi kendime söylene söylene giydim siyah uzun elbiseyi.


"Alacağın olsun! Gerçekten alacağın olsun abla!" diye diye çıktım kabinden dışarı.


"Eteğini düzeltelim Elif hanım." Dedi demin makyajımı yapan güler yüzlü kadın. Eğilip dizimin üzerine kadar uzanan yırtmacı düzeltti. Geri doğrulup önüme düşen saçlarımı özenle geri iteledi. "Ha bunları da takalım." Yan taraftaki masanın üzerindeki kutulardan eline aldığı altınları benim şaşkın bakışlarım altında boynuma geçirmeye başladı.


"Ne oluyor? Bircan abla nerede? Diğerleri?"


"Onlar gitti." Kadın bana bakmadan belime geçirdiği kemeri takmaya çalıştı.


"Ne demek gitti?"


"Murat bey geldi gittiler." Saçımı yapan diğer kadın da sağ bileğimi tutup bilezikleri geçirdi tek tek.


"Basıl ya? Beni bırakıp mı gittiler?"


"Yok sizi dışarıda başka bir araba bekliyor. Sığamayız dediler."


"Alacağınız olsun gerçekten..." diye ağlamaklı bir mırıltı döküldü dudaklarımdan. Saniyeler içinde de kollarım, boynum ve belim altınlarla bezenmişti.


Aynadaki aksimle göz göze geldim kadınlar etrafımdan çekildiklerinde. Benden bir hayli uzak bir görüntüydü bu. Bana ait değildi. Kendşne biçilen bu ömrün altında ezilen biriydi bu. Ne Elif'ti ne de Kamer...


"Çok güzel oldunuz Elif hanım..." dedi makyajımı yapan kadın. Hayran bakışları üzerimdeydi. Bir de bana sorsaydı keşke...


"Yemin ederim İzolların gelini derdim sizi tanımasam bile."


"Araba dışarıda mı?" dedim hafifçe boğazımı temizleyip. Rahatsızlığım katlanarak büyümüştü. Bir de öfkem... Alacağı vardı o Bircan ablanın benden.


Masanın üzerinde duran küçük siyah çantamı elime alıp dikkatle adımladım dışarı doğru. elbisenin eteği her adımımda topuklularımın ucuna takılıyordu çünkü. "Hay Allah..." diye mırıldandım tam kapıya çıkınca. Eteğimi yana savurup önüme düşen saçlarımı hızla geri attım. O anda da onunla kesişti bakışlarım. Siyah arabaya yaslanmış, elindeki telefondan anlık olarak çekmişti bakışlarını.


"Sen niye geldin?" dedim iki basamağı dikkatle inerken. Her adımımda altınlarım cumhuriyet korosu gibi ses çıkarıyordu. Burnunun üstüne indirdiği güneş gözlüğünün üzerinden bakıyordu. "Ne?" dedim garip bakışlarına. "Niye geldin dedim duymuyor musun?"


Limon vakasından sonra bir hayli sinirliydi bana. Üç gündür homurdana homurdana bir hal olmuştu. Bir de odayı çamaşır sularıyla temizletmişti Fatma ablaya. Neymiş koku çıkmıyormuş...


"Ablam nerede?"


"Ne demek nerede? Gittiler." Saçlarım rüzgarda savrulunca tutmaya çalıştım ama şıngırtı koptu bileklerimden. "Beni de burada bıraktılar. Alacakları olsun..." Ağzımın içinde gevelendim. Hâlâ tuhaf bakıyordu deminki gibi. "Ne! Ne bakıyorsun öyle!"


"Keşke kaynak gözlüklerimi alsaydım garajdan. Gözlerim mahvoldu altından." Gözlüğünü gözüne itip çekildi arabadan.


"Ha ha ha!" dedim yalandan kahkahamla. "Ne komiksin. Keşke ben de ağrı kesicimi içseydim. Başımı ağrıtıyorsun." Sinirle kollarımı göğsümde kavuşturmaya çalıştım ama bileklerimden çıkan şıngırtıyla daha da sinirlerim bozuldu.


"Geç." Dedi benden taraftaki kapıyı açıp diğer tarafa dolanırken.


"Kaynak gözlüğüymüş..." kendi kendime söylene söylene bindim arabaya. Bir şey demeden o da diğer tarafa geçip çalıştırdı arabayı. Bakışlarım dirseklerime kadar uzanan bileziklerdeydi. Çoğu da el işçiliğiydi. Kollarımda tuhaf ve rahatsız edici bir ağırlık vardı. O ağırlık sadece kollarımda ve boynumda da değildi ayrıca. Bu durum nefesimi de daraltıyordu. Camı biraz indirip esen rüzgarla temiz hava almaya çalıştım ciğerlerime. Hatta yetmedi çantamdaki astım spreyimi alıp iki fıs gönderdim benim ciğerlere.


Yol boyunca ne o ne de ben konuştum. Zaten bakışlarımı da camdan başka yöne asla çevirmedim. Ta ki araç nişan yapılacak alanın önünde ani fren yapana kadar. O kadar sert biçimde durmuştuk ki.


"Ne oluyor?" diyebildim şaşkınca. Çatık kaşları elinde tuttuğu telefondaydı. Sonra uzanıp torpidoyu açtı yavaşça. "Ne oluyor? Neden öyle durd-" Kelimelerim ağzımda onun eline aldığı sarı zarfla birlikte sessizliğe gömülüvermişti. "Bu..." diyebildim. Vurulduğum gün bana kim olduğunu bilmediğim bir çocuğun verdiği zarfın aynısıydı. Babamın kazada ölmediğini yazan zarfın aynısı...


"Bekle." Dedi kesin bir şekilde. Elindeki zarfı alelacele cebine atıp indi arabadan. Bense donup kalmıştım olduğum yerde. İçime tuhaf bir korkuyla eş zamanlı olarak bir sızı peydah olmuştu. "Hadi." Diye çekiştirdi elimi bir anda. Hızlıca benden tarafa dolaşmış beni de aynı hızla indirmişti. Elim ise elinin içinde sıkı sıkı duruyordu.


"Ne oluyor..." diye mırıldanabildim sadece. Hızlı adımlarla nişan alanına doğru yürürken elim sıkıca elinin içindeydi. Adımlarımı ona uydurmaya çalışıyordum bir yandan.


"Bir şey yok. Güvendeyiz ama." dedi geri dönüp. "Tamam?" Etrafımıza çevrildi bakışlarım. bir sürü koruma, bir sürü insanda dolaştı bakışlarım. "Kimseye bir şey demek yok. Ben ne olduğunu öğreneceğim." Elimi bırakmadan kapıya doğru yürüdü.


Bir sürü insan vardı hem girişte hem de içeride. Davetliler akın akın geliyordu. Gülsüm hanım ile Şirin'in ailesi yan yana dizilmişti girişte. Mehmet ağa yoktu Gülsüm hanımın yanında. Kalabalığın ilerisinde ise pembe kabarık elbisesi ve lacivert takım elbisesiyle Cihan duruyordu. İkisinin de ağzı kulaklarındaydı ve tam buradan belli oluyordu heyecanları.


"Salim." dedi elimi bırakmayan ses. Yanı başımızda biten Salim'i çekip kulağına bir şeyler fısıldadığında Salim önce hızla kafasını sallamış sonra da hızlı adımlarla gitmişti yanımızdan. "Sen ablamların yanına git. Ben geri geleceğim." Elimi bırakacak oldu ama içgüdüsel olarak ben sıkıca yapıştım bu sefer eline. Hatta diğer elimle de kolunu tuttum. Bakışları yavaşça kolunu tuttuğum eline çevrilmişti. "Bir şey yok."


"Ne demek bir şey yok!" diye kızdım kısık sesle. "O zarfı biliyorum." Hiç iyi şeylerin habercisi olmadığını o da biliyordu benim gibi.


"Baran! Herkes seni beliyor! Nerede kaldın sen!" Berfin elbisesinin eteğini tuta tuta ulaşmıştı yanımıza.


"Bir dur Berfin ya..." diye sesli bir soluk verdiğinde elimi bırakmadan beni diğer tarafa doğru çekiştirdi. O anda telefonu çalmaya başladı. Ben ahtapot misali koluna yapıştığımdan tek eliyle telefonu açıp kulağına götürdü. Karşıdan gelen sesi dinledi dinledi ve dinledi. Her saniyede kaşları biraz daha çatılırken yüzü tuhaf bir hal aldı.


"Ne oldu..." Elindeki telefonu kapatamadan eli aşağı düştü.


"Babam... Kaza yapmış..."


🔥


B Ö L Ü M S O N U


Sizce ne olacak bundan sonra?


Mehmet ağaya ne oldu?


Ee nişan iptal edildi 😳😳


E Baran bilekliği görmediiii🥹


Yeni bölüme Kubat'tan Manda Yuva Yapmış dinleyerek gelin🌸


Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın 🌸


Sizi seviyorum Allah'a emanet olun 🖤

Loading...
0%