Yeni Üyelik
60.
Bölüm

Ningişzida’ya Sinen Yasemin Kokusu

@seydnrgrsu

Merhaba guzularım hoşgeldiniz

 

Nasılsınız iyi misiniz?

 

Bölüm upuzuuuun baştan diyeyim. O yüzden en az yirmi(20) yorum yapıyor herkes okkkey mi? Vallahi küserim

 

Yıldızı parlatmayı sakın unutmayın

 

Soru: Sizce 'NİNGİŞZİDA' ne demek?

 

Tahminleri buraya alayım

 

Mabel Matiz-Kömür

 

 

 

 

 

🔥

 

6 yıl önce... İstanbul

 

 

Omuzlarından aşağı dökülen sarı saçlarından bir tutam almış parmakları arasında oynuyordu Leyla. Bakışları ise önünde duran kalın kitaptaydı. Çok güzel bir romana başlamıştı dün. Fırsat bulduğu her dakika okumuş hatta gece 'bir sayfa bir sayfa daha' diyerek gözünü kırpmamıştı. Şimdide bir saatlik öğle arasında yemek yemek yerine kaldığı yerden devam etmeyi tercih etmişti.

 

Bir yandan çubuk krakerinden yerken bir yandan da heyecanla tarıyordu bakışları sayfaları. Olayların en heyecanlı yerine gelmişti. Etrafında bir sürü insan yemek yemek için oturup kalkmış, kimileri girişteki fotokopiciden ders fotokopilerini almış, ileride bir çift kavga etmiş, bir kızın üzerine yanlışlıkla kahve dökülmüştü. Ama hiçbirini fark etmemişti Leyla. Öyle dalmıştı ki kitaba dünya yansa sanırım külleri kitabın sayfasına gelmesin diye biraz daha önüne çekerdi.

 

"Leyla! Ben de seni arıyordum!" Duyduğu ses onu öylece daldığı dünyadan bir hışım çıkarırken bir elini göğsüne atıp nefeslenmek zorunda kalmıştı.

 

"Erkan... Aklını mı kaçırdın! Niye sessiz sessiz yaklaşıyorsun!"

 

"Sessiz gelmedim ki." diye omuz silkmişti Erkan. "Seslendim iki kere duymadın ama. Nasıl daldıysan kitaba. Kusura bakma ben korkutmak istememiştim seni."

 

"Yok. Sorun değil de. Azıcık aklım çıktı yani." Kitap ayracını dikkatle kaldığı sayfaya koyup kitabını kapatmıştı Leyla. Bu ayracı geçen hafta Elif gittikleri bir el işi sergisinden almıştı kendisine. Yurtlarına yakın bir pasajda kadınların el emeği işlerini sattıkları bir sergiydi bu. Üzerindeki mor keçe çiçeği gören Elif'in aklına ise direkt Leyla gelmişti. Leyla'ya mor çok yakışıyordu.

 

"Cidden özür dilerim," dedi Erkan bütün mahcubiyetiyle. Asla Leyla'yı korkutmak istememişti. Hatta kantinin kapısından girerken iki kere seslenmişti ama Leyla öyle bir dalmıştı ki önündeki kitaba asla duymamıştı kendisini. "Nasılsın?" dedi az önceki durumun verdiği mahcubiyetle.

 

"İyi sen?" derken oturduğu sandalyede geri yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu Leyla. Erkan'ın bu bir şey demek için kendi kendini yediği hallerine bakarak ise aslında kendisinin iyi olup olmadığının merakı içinde olmadığının farkındaydı. Ama kendisinin demesini bekledi.

 

"İyi ben de..." derken çekingen bir şekilde gülümsedi Erkan. Bir elini ensesine atıp kaşıdıktan sonra sarı saçlarını karıştırdı hızla. Bir şeyler demek için dudaklarını araladı ama sonra vazgeçti. Halbuki oldu olası sosyal, konuşkan ve cana yakın biriydi. Bu konuşkan halleri sebebiyle okulun herhangi bir etkinliğinde daima başrolü çekerdi. Bu sayede de hatrı sayılır bir kitle edinmişti kendine. Gerçi bunda iyi fiziği ve dönüp bir daha bakılası karizmasının da etkisi büyüktü. Hatta diğer fakültelerden sırf onu görmek için mühendislik fakültesinin kafeteryasına gelen kızlar bile vardı.

 

"Dışarıdaki arkadaş grubunu bırakıp benim nasıl olduğumu sormaya gelmedin herhalde. Öyle değil mi?" Ve Leyla'nın kendisini anladığını fark edince nefeslenir gibi gülüvermişti. Bakışlarıyla da kapının önünde kendisini bekleyen kızlı erkekli grubu işaret etti.

 

"Yok öyle değil de. Ben aslında akşamki konseri sormak için gelmiştim. Bizim kulübün hazırladığı. Grup bu akşam Köşe Bar'da sahne alacak. Müzikler, içkiler falan. Eğlence bol."

 

Hiç fena fikir değildi. Daha önce o grubun birkaç yerde daha çıktığını ve biletlerin çabuk tükendiğini biliyordu Leyla. Hatta gitmek için Elif'e ne diller dökmüştü ama Elif ertesi gün komitesi olduğundan gidememişlerdi. Epey de merak ediyordu. Ama garibine giden ilk elden davet edilmek olmuştu. Gerçi nedenini az çok tahmin edebiliyordu ya.

 

"Bilmem ki. Biletler bitmiş olmalı şimdiye kadar."

 

"Yok. Ben davet ediyorum. O yüzden bilet sorun değil." Leyla'nın kaşları havalanırken devamını bekledi Erkan'ın diyeceği şeyin. "Şey peki?" derin bir nefes almıştı. "Arkadaşın, Elif yani. O da gelir mi?"

 

"Bilmem ki?" diye imayla dudak büktü Leyla. İşte Erkan'ın karın ağrısı de bu sayede dillenmiş olmuştu. "Gelsin mi?"

 

"Gelirse çok sevinirim. Yani grup... Kalabalık olur. İyi olur yani. Ya daha fazla çeviremeyeceğim. Ben onun gelmesini çok istiyorum. Gidip sana soramadığım için gelip sana sordum aslında." Tepki vermesi için öylece bakmıştı Leyla'nın yüzüne.

 

"Keşke ona sorsaydın."

 

"Yalan gelecek ama hayatımda ilk defa utanıyorum."

 

"Niye utanıyorsun anlamıyorum. Gidip dümdüz soracaksın Elif'e."

 

"Sanırım beni geri çevirir diye de korkuyorum. Bilemiyorum Leyla. Ama yalan yok, Elif'ten çok hoşlanıyorum." Kırık bir tebessüm oturmuştu Leyla'nın dudaklarına. "Neyse gelirseniz çok mutlu olurum. Belki de Elif'le bu sefer kendim konuşma fırsatı yakalamış olurum."

 

"Sorarım. Ama ısrar etmem." Başıyla onu onaylarken yavaşça kalkıp gitmişti Erkan. Onun arkasından da kitabını eline alıp not defterini çantasına dikkatle koyduktan kendi kendine konuşa konuşa kalkmıştı Leyla masadan.

 

"Ah benim kuzucuğum. Bir bakışına fakültenin en karizmatik, en yakışıklı oğlanını kendine aşık ettin ya. Ne diyeyim ben sana?" Gülüyordu bir yandan. "Ah kuzucuğum ah..." Hızlı adımlarla bahçeye çıkmış girişe doğru yürürken tam köşeyi döneceği anda ise sertçe birine çarpmıştı. Sendeleyip geri gitmişti ama elindeki kitabı fırlamıştı yere. Ama felaket bu değildi. felaket, yere düşen kitabının üzerine çarptığı kişinin elindeki çayın da dökülmüş olmasıydı.

 

"Yaaa..." diye ağlamaklı bir şekilde mırıldanırken gördüğü şeyin kötü bir kabus olmasını diledi. "Kitabım..."

 

"İyi misiniz?" demişti kendine çarpan ve bu felakete yol açan kişi.

 

"Sence iyi miyim!" diye yükseldi Leyla'nın sesi. "Mahvettin kitabımı! Kitabım!" eğilip kitabını almaya çalıştı ama komple ıslanmıştı kitap. Mahvolmuştu. "Önüne niye bakmıyorsun!"

 

"Bir anda çıktın karşıma. Ben bilemedim."

 

"Bilememişmiş. Asıl sen bir anda çıktın karşıma! Şu haline bak kitabımın! Çay içecek başka yer yoktu sanki!" Sinirle karşısındakinin omzuna vurup mahvolan kitabıyla çıkışın yolunu tutmuştu Leyla. Tüm keyfi kaçmıştı. Derse girme isteği bile gidivermişti. Bu yüzden de kendini yurda giderken bulmuştu.

 

Ertesi gün bir önceki günün tüm olumsuzlukları üzerinde devam ederken ders başladıktan yaklaşık yirmi dakika kadar sonra gelebilmişti fakülteye. Ders çok sıkıntılı bir fizik profesörünün dersiydi. Adam öyle bir bezdiriyordu ki insanı dersten çıkan herkes 'acaba okulu bıraksam mı' diye geçiriyordu içinden.

 

Buna rağmen ayaklarını sürüye sürüye amfiye girip bir şey demeden en arkaya geçmişti. Erkek öğrencilerin yoğun olduğu bir bölümde sınıfta sayılı kızlardan olan Betül'ün yanına oturduğu içinse kendini şanslı saymalıydı. Ona küçük bir baş selamı veridkten sonra not defterini çıkarıp dersi dinlemeye başladı.

 

"Bu sanaymış," diye fısıldadı biraz sonra Betül. "Sabah Ferit verdi."

 

Kendisine uzattığı pakete tereddütle bakarken Ferit diye bir tanıdığının olup olmadığını düşündü. Ama yoktu.

 

"Ferit kim?" Ama cevaplamadı Betül. Dersi dinlemeye geri döndü. Leyla ise çaktırmadan masanın altında açtı paketi. Ama gözlerine inanamadı. Dün üzerine çay dökülen kitabının aynısıydı bu. Hem de çay dökülmemiş tertemiz hali. Kitabı eline aldığında ise ayaklarının önüne bir not düştü. Eğilip aldı notu.

 

'Dün için çok özür dilerim. Kitabın için ise ayrıca özür dilerim. Umarım bu, dün yaptığım kabalığı telafi eder.'

 

Ferit Kaya

 

Dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm yerleşirken bu küçücük jestin kendini neden bu denli etkilediğine anlam verememişti ama bu ilk iletişimlerini başlatmıştı.

 

🔥

 

'Ben sendeki yerimi gördüm...'

 

Azad'ın sesi kulaklarımda acı bir şekilde yankılanırken yanağımdan aşağı kayan yaşı sertçe sildim ve gaz pedalına biraz daha yüklendim. Dakikalardır içim şişmiş, bir volkanı patlamasını andırır gibi dolup taşmıştım. Tek yapabildiğim ise gözümden bir damlacık yaşın süzülmesi oluverdi.

 

Ama zerre pişman değildim. Ne o silahı ona doğrulturken ne de onu da karşıma alırken.

 

Bu hayat benimdi. Ve ben bugüne kadar hep birileri karşımda durduğu için bu hale gelmiştim. Bundan sonrasına ne tahammülüm ne de iznim vardı. O yüzden şimdi inandığım ne varsa bu uğurda savaşmaya hazırdım.

 

Ben onsuz tam 'üç ay on yedi gün' geçirmiştim. Her bir zerrem acıyla kavrulmuştu üç ay on yedi günde. Bundan sonra değil bir güne bir saniyeye bile tahammülüm yoktu benim.

 

Bu yüzden de ne amcam ne yengem ne Azad ne de annem bana engel olamayacaktı. Bundan sonra yanımda olmayan herkesi gözümü kırpmadan karşıma alacaktım.

 

Tepeye giden toprak yolda gaza basabildiğim kadar basarken kafamın içinde çınlayıp duran Azad'ın sesini uzaklaştırmak istedim ama bir türlü yapamadım. Aklımı, ruhumu sıktığı gibi şimdi de ciğerlerimi sıkıştırıyordu dedikleri. Nefes alabilmek için gömleğimin yakasını çekiştirirken arabayı da yoldan kenardaki araziye doğru sürüp ani bir frenle durdum. Toprak yoldan tozlar etrafa doğru kalkarken arabayı kapatıp sarsak adımlarla indim.

 

Derin bir nefes almak için çabaladım ama bu benim için çok zor olmuştu. Arabayı kilitledikten sonra üstüme başıma kalkan tozlara aldırmadan göletin oraya doğru yürümeye başladım ama titreyen bacaklarım ve kararan bakışlarım işimi bir hayli zorlaştırıyordu. Gömleğimin yakasını daha büyük bir hızla çekiştirdim nefes almak için ama zerre fayda etmedi.

 

Bir parçacık oksijen bile ulaşmadı ciğerlerime. Zorla bir iki adım daha atmıştım ki bakışlarım temelli karardığından ve dizlerimden güç temelli çekildiğinden olduğum yere dizlerimin üzerine çöküverdim.

 

Bedenimde müthiş bir sızı baş göstermişti. Krizim beni bu dağ başında tutmuştu ve benim bunun için yapabilecek zerre bir şeyim yoktu. Bedenimdeki acı daha da artarken iki elimi de yere koyup dudaklarımı araladım nefes almak için. Eğer arabaya dönebilseydim çantamda ilacım vardı. Ama gelin görün ki benim şuradan şuraya kalkacak dermanım kalmamıştı.

 

Ve ben bu dağ başında tek başımaydım.

 

Bulanan bakışlarım benden üç dört adım ileri fırlamış arabanın anahtarını buldu. Onu almam lazımdı, arabaya gitmem lazımdı, çantamdan ilacıma ulaşmam lazımdı.

 

Ama yapamadım. Onun yerine dudaklarımdan acı bir inleme döküldü. Bedenim eş zamanlı olarak titremeye başlarken soğuk bir ter süzüldü gitti boynumdan aşağı.

 

Ölüyordum.

 

Bu dağ başında nefes alamadığım, kriz geçirdiğim için ölüp gidecektim.

 

"Ba..." 'Baran' demeye çalıştım ama dilim zerre dönmedi. Çığlık atmak istedim ama yapamadım. Bedenim yere yığılırken taşların etime daha da acı vererek battığını hissettim.

 

Gözümden bir damla yaş kayıp giderken bir hırıltı kaçtı boğazımdan.

 

'Bitti' diye haykırdı içimdeki ses. 'Her şey buraya kadarmış' diye çığırdı sonra.

 

Bitmişti. Baran'a gidip 'Seni affettim' diyemeden bitmişti.

 

Bitmişti.

 

Tam 'bitti' diye vazgeçtiğim noktada bedenim sarsıldığını hissettim. Sanki güçlü bir çift el sıkıca kavramıştı beni. Ama göremiyordum. Kimdi, ne taraftan gelmişti, bu dağ başında beni nasıl bulmuştu. Belki de zihnim ölmeden önce böyle bir oyun oynuyordu bana. Oysa ben yaşadığım güzel şeyler gelir gözlerimin önüne sanıyordum. Belki de Azrail böyle alıyordu insanın bedeninden ruhunu.

 

"Ba..." Yine 'Baran' demeye çalıştım, son nefesimde bile dudaklarımda onun ismi olsun istiyordum ama diyemedim bir türlü. Yapamadım. Ben dudaklarımı aralayınca bir koku doldu ciğerlerime. Genzimi yakan baharatlı, odunsu bir koku. Yabancı bir koku...

 

"Sakin ol!" dediğini duydum bedenimi tutan her kim veya her neyse. Zihnimdeki çığlıkların arasından ulaşmıştı sesi bana. Kadın mıydı erkek miydi ayırt edecek bilincim yoktu. Ama katı ve kalın bir sesti. "Sakin ol bak bana!"

 

Yapamadım. Bakmayı geç birbirine kenetlenmiş kirpiklerimi bile aralayamadım.

 

Sonra beni tutan kolların gevşediğini hissettim. Birkaç saniye sonra da zihnimde ardı arkasınca cam kırılma sesi yankı buldu.

 

"Hadi!" dedi aynı ses. Dudaklarıma ilacım dayandı hemen ardından.

 

Bir fıs...

 

Ciğerlerim acıyla kasıldı.

 

İki fıs...

 

Sonunda temiz hava ciğerlerime ulaştı.

 

Üç fıs...

 

Bedenim gevşerken nefes alabildiğimi hissettim. Titremelerim kesildi yavaşça. Hemen ardından acı kayboldu. Bedenim bir savaştan çıkmış gibi gevşerken bilincim de kapandı hemen sonra.

 

Aradan ne kadar zaman geçti ne oldu bilmiyordum ama göz kapaklarıma sertçe vuran güneş ışıkları kirpiklerimi zorladıkça zorladı ve ben az da olsa bakışlarımı açmayı başardım.

 

Toprak zeminde boylu boyunca yatıyordum. Yakıcı güneş derimi delercesine vuruyordu üzerime. Canımı acıtan taşlar bedenimdeki ağrıyı katlarken zorla yan tarafıma döndüm ve bir elimi yere koyup kalkmak istedim. Zorla yerden doğrulmayı başardım ama kalkamadım. Ne bedenimdeki ağrı ne de zihnimdeki allak bullaklıktı ama beni kaldırmayan. İki adım ötemde duran 'yasemin çiçekleriydi' öylece kalakalmama neden olan.

 

Bugün ikinci defadır gördüğüm 'yasemin çiçekleri'...

 

Yerimden yavaşça doğrulurken toprağa bulanan ellerimi silkeleyip gözlerimi ovuşturdum sertçe. Bir sanrı olduğunu, zihnimin beni yanılttığını düşündüm. Hatta emindim de yerden sarsakça doğrulurken. Ama parmaklarım çiçeklere temas edince anladım sanrı olmadığını.

 

Gerçekti...

 

Elimi yakacak, korkuyla tüm bedenimi titretecek kadar gerçekti hem de.

 

Çiçekleri hırsla yere çarparken sağıma soluma bakındım. Bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde birinin olması da imkansızdı ama bir umut baktım işte.

 

"Kim uğraşıyor benimle..." diye mırıldanırken yola doğru ilerledim. Sanki birini görebilecektim de ya da bu çiçekleri oraya her kim koyduysa zaten beni bekleyecekti. Hırsla bir ayağımı yere vurup arabaya doğru ilerledim. Tabi arabanın yanına varmamla öfkem de korkumda eş zamanlı olarak artıverdi. Arabanın kapısındaki cam paramparça olmuştu.

 

Kriz geçirdiğim anda zihnimde ardı ardınca kopan şangırtılar gerçekti. Önce beni bu dağ başında bulmuş sonra ilacımı almak için camı parçalamış ve beni kurtarmıştı. Bir de bıraktığı yasemin çiçekleri vardı. Sabah arabaya bıraktığı çiçekleri dile getiremiyordum bile.

 

Kimdi bu?

 

Beni bu denli felaketin ortasında bulup bu denli zihnimde felaketlere yol açan kimdi?

 

🔥

 

"Alır mısın abi?" Elimdeki parayı taksiciye doğru uzatırken o almak yerine sokağı kapatmış kamyonlara homurdanıyordu.

 

"Ne biçim insanlar var? Kimden aldınız ehliyeti acaba?"

 

"Abi?" dedim ısrarla elimdeki parayı sallarken. "Alacak mısın artık?"

 

"Kusura bakmayasın kızım. Şu hale bak. Kapatmışlar komple sokağı. Hiç öteki arabalar nasıl geçecek diyen yok. Geri geri gideyim desen arkam da dolu. Vallahi aklım şaştı." Normal bir zaman olsa belki durur haklılığına vurgu yapan bir iki kelam ederdim ama zerre halim ve sağlıklı düşünebilme yetim yoktu. O yüzden de bir şey demeden kapıyı açıp indim.

 

Haklıydı da şimdi. Zaten dar bir sokaktı bizim konağın önü. Şu yan taraftaki taş eve taşınanlar yüzünden günün yirmi dört saati buradan gitmeyen kamyonlarla iyice daralmıştı. Hayır yani gündüz vakitleri çuvala girmemişti en nihayetinde. Bari karanlık çöktüğünde bu kamyonlar buradan gitseydi.

 

Komşumuz Mahmut amcaya hak vere vere konağa yürürken bakışlarımı içeri eşyalar taşınan taş eve çevirdim. İki üç adam kamyonun üstünde ellerindeki kolileri yerdeki diğer iki adama veriyorlar, onlar da hızla içeri taşıyorlardı. Taşınacak olan her kimse gelmeden mahallemizde epey gürültüye neden olup rahatsızlık vermişti sağolsun.

 

Ama elalem beni zerre ilgilendirmezdi. O yüzden taşınanı da taşınırken daralttıkları sokağı da gerimde bırakıp girdim içeri.

 

Etraf sessizdi. Bir tek mutfaktan Meryem ve Gülnur ablanın sesi geliyordu. Bileğimdeki kahverengi ince kayışlı deri saate baktığımda aslında bu sessizliğin yemek saatini geçtiğinden olduğunu idrak etmem pek uzun sürmedi. Amcam ve erken yeme alışkanlığı...

 

Onlara görünmeden küçük ve sessiz adımlarla çıktım yukarı. Niyetim Şilan'ın yanına gitmekti. Sabahtan beri kendi derdime daldığımdan konuşma fırsatı bulamamıştık asla. Sabahki hayal kırıklığı gitmiyordu gözlerimin önünden. Koridorun sonundaki odaya adımladım ve kapısını çalmak için elimi yukarı kaldırdım ama içeriden yengemin sesini duymamla vazgeçmem bir oldu.

 

En iyisi kimseye görünmeden odama çıkmaktı. Ama öncesinde terden yapış yapış olmuş suratımı yıkayacaktım. Odaya girmeden banyonun yolunu tuttum ve soğuk suyla defalarca yıkadım yüzümü. Soğuk su tenimdeki rahatsız edici hissi yok edebilmişti bir tek. Peki ya aklımdaki, içimdeki bu rahatsız edici his?

 

Böyle sanki kaburgalarımın arasına bir diken sıkışmışta her hareketimde, her nefes alışımda batıyor gibi bir his uyandırıyordu. Ve bu diken, bilinmezliğin dikeniydi. Bilmediğim bir şey, bilmediğim biri ve bilmediğim ihtimaller tarafından etrafımın sarıldığı hissini uyandırıyordu bende.

 

Derin bir nefes alırken ellerimi soğuk mermerden çekip suların indiği yüzümü sıvazladım. Açık çeşmeden ellerimi tekrar ıslattıktan sonra boynumu ve ensemi de ıslatıp havluya oralı olmadan beni boğan gömleğimi çekiştirmeye çalıştım. Bakışlarım ise karşımda bana buz gibi bakan aksimdeydi. Bir hayli soğuk ve katı bakışları ile sanki benden çok uzak bir 'Elif' vardı karşımda. Ve ben bu bakışların sahibi olan Elif'ten o dakika rahatsız oluvermiştim.

 

Rahatsız edici, uzak, katı ama bir o kadar da emin bakıyordu.

 

Mesela önceki Elif kardeşi Azad'a silah doğrultmazdı. Yani gözünü bu denli karartmazdı. Ama karşımdaki Elif sabah tam da bunu yapmıştı. Mantıksız, düşüncesiz ve içgüdüleriyle hareket edivermişti.

 

Ama rahatsızlığımın altında içten içe de haklı bir isyanım vardı: Hayatıma karışılmasını istemiyordum...

 

Derin bir nefes alırken gömleğimin tüm düğmelerini açıp saçlarımı da rastgele topuz yaptım tepeden. Birbirine giren kahküllerimi bile ellemeden çıktım banyodan.

 

Tek istediğim hiçbir duygunun barınmadığı, hiçbir düşüncenin beni rahatsız etmediği bir uyku çekmekti. Bu yüzden de üzerimi bile değiştirmeden ta böyle atacaktım kendimi yatağa.

 

Odaya girdim ensemi ovuştura ovuştura. Işığı açmadan önce pencereye doğru yürüdüm. Ahşap pencereyi iki elimle itip serin havanın içeri dolmasına izin verdim. Gözlerimi kapatıp derince soludum havayı içime.

 

Kafamda bir ton düşünce vardı ve ben hangisini hangi sırayla düşüneceğimi bile bilmiyordum. Tek istediğim bu düşünceleri kafamdan atıvermekti. Ama bunu da nasıl yapacaktım bilmiyordum. Gözlerimi kapatıp pervazı sıktım güçsüz bir şekilde. Sanırım yaşadıklarımı hazmetmek pek kolay olmayacaktı benim için.

 

Annem vardı tam karşımda. Hemen yanında da Azad. Bu denkleme amcamı dahil edemiyordum bile çünkü tüm dengeleri değiştirirdi, biliyordum. Ortaya çıkan gerçekler vardı sonra. Artık kimden nasıl hesap soracağımı da biliyordum. Ama beni bunlar dışında rahatsız eden bir başka şey vardı: Yasemin çiçeklerini koyan gizemli kişi.

 

Ve bunlarla uğraşmak zorunda olan tek başıma ben...

 

Çok bilinmeyenli bir denklemin tam ortasındaydım. Nereye koyarsam koyayım ne sonuca gidiyordum ne de bir çıkış yolu bulabiliyordum.

 

Zihnim allak bullaktı. Duygularım karmakarışıktı. Ve ben elimde bir dünya sorunla dımdızlak kalmışım gibi hissediyordum. Ellerimle yüzümü sıvazlarken derin bir nefes aldım ve geri döndüm. Ama dönmemle yüreğimin ağzıma gelmesi de bir oldu.

 

Çok şükür ki hiçbir anım aksiyonsuz geçmiyordu benim. İlla bir heyecan illa bir macera şarttı.

 

"Sen ne arıyorsun burada!" dedim sesimdeki çığlıklarla. Ne istiyordu ben bilmiyorum ki. Kalbime mi insin yoksa ben korkudan olduğum yere mi yığılıvereyim? Ne!!

 

"Kitaplarına bakıyordum," Yaslandığı çalışma masamdan çekilirken dikilmişti karşımda. "Yanlış bir şey mi yaptım?" Gayet masum ve gayet normal bir şekilde sorması yok muydu. Hiç değişmemişti.

 

"Komple yanlış olabilir misin?" dedim sinirle. Bir yandan da arkamdaki pencereyi kapattım acele bir şekilde. "Senin ne işin var burada ya!"

 

"Özledim. Ayrıca karımın yanında olmak en doğal hakkım." Bana doğru bir adım attı. Ben de kapıya doğru geri geri yürüdüm.

 

"Yaklaşma!" diye uyardım ama durmadı. "Ya hiç mi korkmuyorsun? Biz dünden beri ne yaşıyoruz, başımıza neler geldi hiç mi demiyorsun?"

 

"Cık..." dedi bana doğru bir adım daha atarken. Tam dibimde durmuştu.

 

"Şu pencereye korkuluk takacağım o olacak. Herife bak ya! Dün neler geldi bizim başımıza acaba! Hem de kimin yüzünden!"

 

"Basıldık," dedi gevşek diyebileceğim bir gülümsemeyle. "Tam burada," derken bir elini başımın yan tarafına, duvara yasladı. "Pek münasip olmayan bir şekilde." Diğer elini de diğer taraftan duvara yasladığında duvar ve geniş bedeni arasında kalıvermiştim. İçli bir nefes almaya çalıştım ama tümden onu soludu ciğerlerim. Günlerdir hasret kaldığım kokusu doldu ciğerlerime.

 

O an sımsıkı sarılmak geldi içimden ona. Sarılıp tüm dertlerimi unutmak, sarılıp tüm dertlerini unutturmak ve onu içinde olduğu bu bilinmez tehlikeden korumak istedim. Ne kadar sarılırsam sarılayım hasretim diner miydi bilmiyorum ama içimi yaktı bitirdi o an o istek.

 

Tuttum kendimi. Bu yüzden de sıktım yumruklarımı.

 

"Korkmuyor musun?" dedim gözlerimi hafifçe kısıp. "Yine her an biri gelebilir." Sesimi olabildiğince sinirli çıkarmaya çalışıyordum.

 

"Gelsin..." dedi başını biraz daha bana eğerken. Burnu hafiften burnuma sürttü.

 

"Yine basılabiliriz."

 

"Olsun..." dedi burnunu bu sefer de sol yanağıma usulca sürtüp.

 

"Amcam vurur..." diye mırıldanırken elimle kapının anahtarını bulmaya çalıştım. İçimde çığlık çığlığa bağıran bir mantığım vardı. Yanlış olduğunu, yapmamam gerektiğini vurguluyordu. Ama içimde mantığımın sesini de bastıran hatta hiç olmadığı kadar güçlü çarpan bir organ da vardı. Ve ben hangisini dinlemek istediğimi biliyordum.

 

Kilidi bir tur çevirdikten sonra sertçe ittim onu göğsünden. Sendeleyerek iki adım geri gitti. Yüzü acıyla kasıldı. Elini omzuna atacak oldu ama vazgeçti. Geçen gece gördüğüm yaraları sızlamıştı büyük ihtimalle. Koşup yarasına bakmak, öpüp iyi hissetsin istedim ama tuttum yine kendimi.

 

"Mesela Azad'ın söylemiş olma ihtimali? Ondan da mı hiç korkmuyorsun?"

 

"Korkmuyorum... Ayrıca hatırlatma o salağı bana. Ona apayrı sinirliyim. Gecenin bir yarısı senin odanda..." Bir şeyler geveledi devamında ağzının içinde. "Tövbeler olsun ki kendini siktirmek istiyor." Sinirle sıktı çenesini.

 

"Baran!" diye uyardım. "Düzgün konuş!"

 

"Ne?" diye sordu. "Kendi kaşınmıyor mu?"

 

"Çocuk nereden bilsin düşmanlarının oğlunun gece yarısı ablasının odasında olacağını. Tövbe tövbe di mi?"

 

"Gecenin yarısında onun senin odanda ne işi var acaba!" derken yükseldi sesi. Tabi korkum da bu sayede bir kademe daha arttı. Her an biri duyabilirdi. Ben kime ne açıklama yapacaktım acaba yine burada olduğu ortaya çıkarsa? Daha ilk geldiğini bilmiyorlar diye mırıldandı içimdeki ses. "Ayrıca kırılıyorum. Düşmanının oğlu falan. Kocan için. Cık cık cık..."

 

"Eski kocam." diye düzelttim. Çalışma masama doğru adımlayıp masadaki küçük lambayı açtım.

 

"Kocan." dedi bastıra bastıra. "Ben bu boşanmayı kabul etmiyorum."

 

"Kanunlar senin kabul etmediğinle pek ilgilenmiyorlar maalesef." diye mırıldandım. "Biz üç ay önce boşandık, tek celsede bitirdik. O yüzden saçmalama."

 

"Ben bunu saymıyorum, saymayacağım da." derken arkama gelmiş kollarını benim iki yanımdan masaya yaslamıştı. "Dün dediğim gibi hiçbir kanun beni senden, seni de benden ayıramaz."

 

"Allah Allah?" dedim ona doğru dönerken. "Kim diyor bunu?"

 

"Baran kanunları. Anayasasının ilk maddesinde de 'İki cihanda Elif Baran'ın, Baran da Elif'indir' diye yazıyor. Diğer maddesinde de 'ilk madde değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez' diyor." Ciddi ciddi dedi ve ne tepki vereceğim diye baktı suratıma. Sinirli bir gülüş döküldü dudaklarımdan. "Bak sen de biliyorsun," dedi o da gülerek.

 

"Peri kızı..." diye mırıldandı sonra. "Peri kızım..." Parmakları usulca kâküllerime dokundu. Tedirgin bir dokunuştu bu. Çekiniyordu, çekingendi. "Ben dünyada cehennemi yaşadım senden ayrıyken. Daha fazlasına tahammülüm yok. Daha fazla ayrı kalmaya da sabrım yok. O yüzden bırak izin ver, ben tekrar nefes alabileyim. İzin ver tekrar can bulsun kurumuş toprağım." Gözlerindeki dolu doluluğu fark ettim. Bir nefeslik mesafe vardı aramızda belki de o kadar bile yoktu. Ama ben 'tamam' demedikçe de aşamıyordu o mesafeyi.

 

"Niye geldin?" diye mırıldandım titrek bir sesle. Bir elimi yavaşça tişörtünün yakasına doğru çıkardım. Bakışları yavaşça dudaklarıma indi. Aslında sorum bir hayli basitti ve ben cevabını çok iyi biliyordum. Acı bir gülümseme oturdu dudaklarına.

 

"Geleceğimi biliyordun peri kızı. Hatta emindin. Ama sen beni gelmeye mecbur bırakmayı seçtin. Aklındaki tilkiler... O tilkilere ayrı sana ayrı aşığım." İçli bir nefes aldı. Gözlerini yavaşça kapatıp kokumu solumak ister gibi. Sonra boşluğa düşer gibi oldu. Elimi yakasından hızlıca çekmem ve kollarının altından çekilmem yüzündendi bu.

 

"Elif..." diye mırıldandı. Bense yatağımın yanındaki komodine adımlamıştım. En alttaki çekmeceyi açıp elimi ileri soktum. "Bak ben-"

 

"Otur." dedim elime aldığım merhem kutusuyla geri dönerken. Kaşları anlamsızca çatılıverdi ben öyle deyince. "Otur dedim."

 

"Ne?" diye anlamsız bir mırıltı döküldü dudaklarından. Tabi anlamamıştı ne demek istediğimi. Elimdeki merhem kutusunu bırakmadan önüne dolaştım ve omuzlarından ittim onu geri doğru. Afallamış olduğundan karşı da koyamamıştı. Oturuverdi öylece yatağın üzerine. Şaşkınca bakıyordu bana. Merhemi kutusundan çıkarışıma, kapağını yavaşça açışıma aynı şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu.

 

Ama sonra daha da şaşırdı yaptığım karşısında. Gözleri irice açılırken şaşkınlıktan dudakları da aralanıvermişti.

 

"Bunlar..." diye mırıldandım kaşının üzerindeki yaraya bakmaya çalışıp. Bir yandan da kucağına iyice yerleşmeye çalışıyordum. "Bu nasıl oldu?"

 

"Bilmiyorum..." diye mırıldandı.

 

"Birileri kaşını yarıyor," elime aldığım bir parça merhemi usulca kaşının üzerindeki yaraya sürdüm. Sonra elmacık kemiğindeki yeşillenmiş morluğa dokundum. "Birileri yüzüne vuruyor," sonra elime biraz daha merhem alıp dudağındaki yaranın kenarına sürdüm. "Birileri dudağını patlatıyor ama bilmiyorsun. Nasıl oluyor bu?"

 

"Bilmiyorum gerçekten." Omuz silkti yavaşça.

 

"Neredeydin üç aydır? Nerede kaldın?" Başımı hafifçe geri çekip koyu harelerine bakmaya çalıştım. Aslında 'üç aydır bensiz ne yaptın' diyordum. 'Üç aydır nasıl dayandın, bak ben dayanamadım, ben yapamadım'.

 

"Doktoru arıyordum. İstanbul'da. Buradayken de zaten arıyordum onu. Sonra İstanbul'da dediler. Ben de İstanbul'a gittim."

 

"Üç ay... Üç ay sadece doktoru mu aradın?" Çenesindeki morluğa merhem sürmeye başladım. Benim dokunmaya kıyamadığım yüzüne kim vurmuştu böyle?

 

"Hiçbir adres yoktu. Hiçbir ipucu... Bir tek bir salon adı vardı sadece. Görünürde spor salonu ama içinde yasadışı dövüşlerin döndüğü bir salon."

 

"Ve sen de?" dedim aklıma gelen acı ihtimalle. İçim cız etti. Nasıl acımamıştı kendisine?

 

"Başka türlü o doktora ulaşmam imkansızdı Elif. Bak ben bu kadar bile sürmesini istemiyordum. Zaten bulduğum gibi de geldim buraya."

 

"O salonda mı oldu bu?" dedim ağlama isteğiyle dolup taşarken. Her bir yarasını tek tek sarmak istiyordum. Saracaktım da zaten.

 

Kafasını salladı yavaşça.

 

"O doktor... O mu yaptı?"

 

"Doktor sadece bir piyon. Ulaşılması zor bir piyondu ama. Çok bekledim ona ulaşana kadar. Parmağında oynatan birileri var onu. Orada da burada da... Yarın savcıya ifade verecek. Salim bugün götürdü onu. Aynı zamanda avukatı da. Yıllar süren yalan bitti. Her şey tek tek dökülecek ortaya. En ufak izi olan dahi çekecek cezasını."

 

"Biliyorum..." diye mırıldanırken alt dudağımı ısırdım ağlamamak için.

 

"Sana bu yalanı söyleyen herkes hesabını verecek. Sana bu acıyı çektiren herkes yargılanacak. Söz veriyorum Elif. Söz veriyorum."

 

"İnanıyorum..." diye fısıldadım. Diğer elimi ensesine dolarken sağ gözümden kayan yaşla onun gözlerine bakmaya çalıştım. "Bir tek sana inanıyorum..."

 

"Peri kızı..." diye mırıldandı titrek bir sesle. Bir koluyla sıkıca sardı bedenimi. "Peri kızım..."

 

"Her bir yarana şifa olmak istiyorum..." dedim içimde tutamadığım duygularım dilimden yuvarlanırken. Önce kaşının üzerindeki yaraya dokundurdum dudaklarımı. "Her birine merhem olmak istiyorum." Sonra elmacık kemiğini öptüm. "Her birini sarmak, ilaç olmak istiyorum." Sonra dudaklarına dokundurdum dudaklarımı. Düşünmedim sonrasını. Engel de olmadım içimdekilere. Sıkı sıkı bedenini sararken hasretle öptüm dudaklarını.

 

Her öpüşümde ayrılığın acısı doldu içime, her birinde üç ay on yedin günün sızısı... Bu sefer niyetim savşmak değildi. Çıktığımız bu savaşta şifa olmaktı ona. Hem ona hem de kendime.

 

Bir eli belimi sıkıca sararken diğeriyle de gelişigüzel topuz yaptığım saçımdaki tokayı çekiştirdi. Uzun saçlarım hızla omuzlarıma, belime dökülürken burnunu kulağımın arkasına dayadı.

 

"Bu koku..." diye mırıldandı. "İşte şimdi nefes alabiliyorum ben. Kamer... Peri kızı... Her bir saç telinden üç ay on yedi günün hasretini gidermem lazım."

 

"Benim de..." diye mırıldanırken ben de onun saçları arasına daldırdım parmaklarımı. "Benim de gidermem lazım..." Dudaklarım acele bir şekilde tekrar kapandı dudaklarına. O da beni usulca tutup geri yatırdı yatağa.

 

Sağ elinin işaret parmağıyla kâküllerime dokundu. "Niye kestin?"

 

"Beğenmedin mi?" dedim acı bir gülümsemeyle. Benim de bakışlarım onun sakal olmayan yüzünde dolanıyordu.

 

"Senin her halin büyüleyici. Hele böyle..."Derin bir nefes aldı.

 

"Peki sen niye kestin sakallarını?" Biliyordum aslında. En azından tahmin edebiliyordum. Acı bir gülümseme otururken dudaklarına saçlarımı okşadı. "Kesme bir daha."

 

"Gitme bir daha..."

 

"Gitmem." dedim ağlamaklı bir sesle.

 

"İzin vermem zaten." Güldüm. İzin vermesindi bana asla. Çünkü ben öyle yapacaktım. Ne gitmesine ne de onu benden almalarına... Tişörtünün yakalarından kavrayıp çektim kendime doğru.

 

"Ya biri gelirse..." dedi gülerek. Şu an şu haldeyken böyle önemsiz ayrıntılara takılmasak olmaz mıydı? Önemsiz??

 

"Kilitledim ki..." dedim gülerek. Ben gülünce daha çok güldü. Bir elimle tişörtünü çekiştirdim.

 

"Pencereden biri görürse?" dedi bu sefer. Oynuyordu.

 

"Benim odama bakan hiçbir yer yok." Dudaklarımız arasında milimler kalmıştı. Hadi bitsindi şu hasret.

 

"Sesimizi biri duyarsa?" dedi bu sefer de. Gittikçe daha sinir bozucu oluyordu.

 

"En üst kattayız. Duyulmaz." Bu sefer daha hızlı çektim yakasından kendime doğru. Dudaklarını öpmeye çalışırken hafifçe yine çekti kendini. "Baran..." diye sitemimi koyuverdim en sonunda.

 

"Şu fotoğraf..." dedi komodinde duran aile fotoğrafımı kafasıyla işaret edip. "Kapatsak olur mu?"

 

"Ne?" dedim şaşkınca bakışlarımı annem, ben, abim ve babamın olduğu fotoğrafa çevirip.

 

"Şimdi abinle baban bakarken. Tövbe tövbe." Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyordum ama şaşkınlığım tepkisine değil ciddi oluşundaydı.

 

"Ciddi misin sen?" derken elimi uzatıp fotoğraf çerçevesini ters bir şekilde koydum. "Oldu mu?"

 

"Oldu oldu." dedi memnun bir gülümsemeyle. "Peri kızı... Bir daha olmasın... Bir daha hiçbir şey ayırmasın seni benden."

 

"Senden de beni..." Tek düzgün kurabildiğim cümle bu oldu. Sonrasında her bir nefesimiz, her bir zerremiz karıştı birbirine. Gece bitmesin istedim, güneş doğmasın daha...

 

🔥

 

"Şilan..." diye mırıldandım masada. "Akşam geldim ama yengem yanındaydı. Konuşamadık." Fısıldıyordum çünkü Ezo ve Diyar abim sofradaydı. Kahvaltıya başlamak için ise diğer herkesi bekliyorduk.

 

"Konuşacak bir şey yok." Dedi katı bir şekilde. "Tek bir kelime etmek istemiyorum bu konuda."

 

"Yanlış anlaşılmadır belki. Meryem bu. Saçma sapan duyup gelmiştir." Öfkeli bakışları hızla çevrildi bana. Uzun sık kirpiklerini sinirle açtı kapattı.

 

"Kimin ne yaptığı umurumda değil Elif. İnan umurumda değil."

 

"Şilan bak-"

 

"Oo Elif hanım. Şirkete gideceğim diye erken kalkmışsın belli." Neyimiz eksik derken amcam sağolsun tüm heves kırışıyla dahil oldu kahvaltıya.

 

"Ben hep erken kalkıyorum amca. Kendinle karıştırdın beni herhalde." Zerre umursamadı ama beni. Güldü böyle sinir bozucu bir şekilde. Eğer iştahı açık olup da bir an önce kapanmasını isteyen varsa amcamın karşısına gelebilirdi. Hemen iştahınız kapanır diyetinize büyük bir katkı sağlardı.

 

Yani onun da kendince yetenekleri vardı.

 

"İyi iyi. Şirket bugün epey hareketli geçecek." Keyifle gülerken oturdu yerine.

 

"Hayırdır? Elif niye şirkete geliyor?" Diyar abim anlamsız bakışlarını babası ve benim aramda gezdirdi. Bilmiyordu tabi.

 

Senin haberin yok tabi." Dedi amcam. "Elif şirkette imza yetkisini kullanacakmış bundan sonra. Çalışacak yani bildiğin."

 

"Elif?" dedi bana bakışlarını çeviren Diyar abim.

 

"Buna hakkım var. Kendi tarafımızda olan biteni kendim kontrol etmek istiyorum."

 

"Bize güvenemiyor Elif hanım." diye de alt yazı geçti amcam. Haksız değildi. Tam da bundandı yaptığım.

 

"Neyine güvenemiyorsun ki abicim? Aklına takılan bir şey mi var?"

 

"Dediğim gibi kendim kontrol etmek istiyorum o kadar. Babamın bıraktığı bir koltuk var. Ben sadece babamdan bunu devralmak istiyorum." Dediğime sinir bozucu bir kahkaha attı amcam.

 

"Kararlısın yani?" dedi diyar abim. Emin olmaya çalışıyordu.

 

"Kararlıyım." Dedim bastıra bastıra.

 

"Ben işlerin altından kalkamayınca göreceğim seni. Bugün limana gidecek malların sayımı var. Üstüne bir sürü toplantı. Ha en önemlisi Karahan Bey gelecek. Son imzalar için. Sözleşme gözden geçirilecek."

 

"Eee?" dedim dik bir şekilde. "Yani? Yapamayacağımı mı düşünüyorsun?"

 

"Eh geçen gün Karahan Bey'i karşılayamadığından bir şeyler belli oldu gibi ama."

 

"Adamın işi çıktı, gitti. Ben mi gönderdim!"

 

"Artık seni görünce bir iş yapamayacağız diye düşünmüş de olabilir." Güldü yine bıyık altından.

 

"Amca!"

 

"Tamam. Ben bugün tüm gün şirketteyim. Sana yardımcı olurum." Diyar abim girmese aramıza muhtemelen biz girecektik birbirimize.

 

"Anne ya?" diye geldi en son Azad sofraya. "Benim siyah tişörtüm vardı. nerede?"

 

"Bekçi miyim ben oğlum? Ayrıca ablan ütülemişti en son senin tişörtlerini."

 

"Doğru. Bizim evimizde bir prens olduğundan, eline de ütü yapıştığından ben ütülemek zorunda kalmıştım. Bak çok şımartıyorsunuz bu çocuğu!" dedi Şilan tüm siniriyle. "Kendi ütüsünü yapmaktan aciz."

 

"Aman sana da bir şey denmiyor bugünlerde. Nerede benim tişörtüm!"

 

"Nereye çıkardıysan oradadır!" sinirle yükseldi Şilan.

 

"Yok çıkardığım yerde!"

 

"Nerede çıkardığını bilmiyor daha salak..." diye mırıldanırken peynirinden hırsla bir lokma attı ağzına Şilan.

 

"Oğlum! Sanki başka tişörtün yok gibi davranma. Ayrıca sen de düzgün davran kardeşine." Yengem el atmasaydı muhtemelen sofra Şilan'ın da siniriyle kaos yerine dönecekti. Çünkü biliyordum ki içindeki kırgınlığın acısını bir şeylerden çıkarmak istiyordu.

 

"Yap kahvaltını da Elif hanımla geç kalmayın şirkete." Güldü yine en sinir bozucu şekilde.

 

"Küçük arabayla gelebilir." Evet ben de bugün herkes tarafından terslenme gününde falan olabilirdim. Belki de 'Dünya Elif'i Tersleme Günü'ydü bugün.

 

"Gelirdi de camı patlak arabayla nasıl gelecek acaba?" Sorgular imalı bakışlarını bana çevirdi amcam. "Ha Elif hanım?"

 

"Kaza falan mı yaptın yoksa?" Annemin telaşlı bakışları çevrildi bana.

 

"Nezih Usta aradı sanayiden. Arabanın bir günlük daha işi var dedi. Ben basit bir şey sanıyorum. Meğer Elif hanım koca camı parçalamış. Ha Elif hanım! Ne oldu arabaya?"

 

"Büyütülecek bir şey yok."

 

"Koca cam inmiş be! Ne diyorsun sen?"

 

"Görünmez kaza. İnsanlık hali oldu mu? Neyse size afiyet olsun. Merak etme amca ben kendim hallederim arabayı. Bir de onu dert etme sakın. Ayrıca kendim de gidebilirim Azad." Sandalyeyi hızla geri itip uzaklaştım. Arkamda homurdanarak kalmıştı amcam. Sabah bir tur sinir etmeden asla bırakamıyordu. Asla!

 

Hızlı adımlarla önce mutfağa varıp Gülnur abla ve Meryem'in olmadığından emin olduktan sonra dolabı açıp kimse uyanmadan sakladığım tabağı aldım. Etrafı kontrol ede ede de elimdeki tabağı tutup hızlıca koştum yukarı.

 

"Baran..." diye fısıldadım kilidi çevirirken. "Baran?"

 

"Elif?" kafasını kapının arkasından uzattı ben açınca.

 

"Tut şunu." Derken elimdeki tabağı onun eline tutuşturdum.

 

"Ne bu?"

 

"Atom bombası. Konağı havaya uçurma planım var." Anlamsızca baktı suratıma. "Neye benziyor! Sandviç. Yemen için."

 

"Karnım zil çalıyordu yemin ederim. İyi oldu. Sağol." O tabakla birlikte sandalyeye geçerken ben de kapıyı arkadan kilitledim. "Yalnız..." diye mırıldandı ağzı dolu dolu. "Bu tişört küçük geldi bana."

 

"Azad'la bedenin bir mi senin Allah aşkına." Gözlerimi devirdim dediğine. Vallahi de küçük gelmişti tişrt. Her an patlayacak gibiydi üstünde. Ne yapacaktık. Diğeri makinedeydi.

 

"Tıfıllığına bakmadan bir de bana dikleniyor gerizekalı..." kocaman bir ısırık aldı ekmeğinden.

 

"Ben o tişörtü alabilmek için neler çektim biliyor musun sen? Resmen hırsızlık yaptım."

 

"Aferin benim karıma." Dedi gülerek. Ekmeğinden daha çok ısırdı ama belli ki o ekmek onu pek doyurmayacaktı. Bu haline dudaklarımdaki tebessümle bakarken içim cız etti ama. Kızdım sonra. Ninos'a kızdım ama.

 

"Ninos yemek falan hazırlamıyor mu?" dedim sinirle. "Aç mı bırakıyor seni?" Güldü ben öyle sorunca. Hoşuna gitti sanırım. "Ne!"

 

"Yok bırakmıyor. Ama senin elinden başka şimdi. Ben senin elinin değdiği şeyleri özlemişim."Güldüm. hatta şımardım da. Ama gitmem gerektiği dank etti o an kafama.

 

"Benim gitmem lazım. Amcam dıngırdamasın."

 

"Nereye?" Son lokmasını da ağzına atarken şaşkınca baktı bana.

 

"Şirkete."

 

"Niye?"

 

"Artık imza yetkimi kullanmaya karar verdim." Sandalyeden kalkarken üstünü silkeledi.

 

"Sınav? Elif senin hazırlanman gereken bir sınav var biliyorsun. Zaten benim yüzümden diğeri heba oldu." Ağzının kenarındaki ekmek kırıntılarını silkeledim. Sonra da ellerimi yanaklarına yerleştirdim. Tabi bunu yapmam için parmak ucumda yükselmem gerekmişti.

 

"Ondan vazgeçtiğimi kim söyledi?" Uzanıp dudaklarına küçük bir öpücük bıraktım.

 

"Ben bu kararlı ve gözü kara Elif'e bir daha aşık oldum yalnız."

 

"Azıcık da kork ama..." dedim dudaklarına doğru fısıltıyla.

 

"Hıııı..." dedi belimden sıkıca kavrayıp.

 

"Ben bile yapabileceklerimin sınırını bilmiyorum. Haberin olsun." Bir daha öptüm.

 

"Tehdit mi bu?"

 

"Hı hı..." diye epey cilveli bir şekilde onayladım onu.

 

"Bayıldım." Eğilip boynuma bastırdı dudaklarını.

 

"Ben gidiyorum. Sen de herkesin çıktığından emin olduktan sonra dikkatlice çık. Yakalanma sakın!" Parmağımı ona doğru sallayıp kollarının arasından ayrılırken masanın üzerinde duran çantamı kaptım. "Ay!" dedim sonra ona doğru. "Dudağında rujum kaldı." Güldü. Gülerek ben de dudağındaki ruj izimi temizledim. "Kilitliyorum bak kapıyı."

 

İçimden zerre gitmek gelmezken istemeye istemeye çıkıp kilitledim kapıyı. Derin bir nefes aldıktan sonra saçlarımı geri atıp hızlı ve hırslı adımlarla indim aşağı.

 

Dediği gibi ne Azad ne de amcam beklememişti beni. Bu da demek oluyordu ki geriye kalan Diyar abimin arabasını ben alacaktım. "Abi hadi gidelim!" diye bağırdım içeri. Arîn doğduğundan beri şirkete en son gelen maalesef o oluyordu. Şimdi de Baran'ın evde saklandığını ve gitmek için beklediğini hesap edersek onun evde olması büyük tehlikeydi. Bu yüzden kendimi garantiye almak zorundaydım. "Bak alıyorum arabayı. Gelemezsin şirkete. Hadi!"

 

Bakışlarım ise odamın penceresindeydi. Beni tül perdenin ardından izlediğini bildiğim için güldüm yukarı doğru. Hafifçe de el salladım.

 

🔥

 

1 hafta sonra...

 

"Azad..." diye mırıldanırken konağın kapısında onu yakalamak için adımlarımı daha da hızlandırmıştım ama durmadı. Bir haftadır durmadığı gibi şimdi de durmadı. "Azad dur."

 

"Ne!" dedi ahşap büyük kapının önüne geldiğimizde. Harlı bir öfkeyle döndü bana doğru. "Ne var ne!"

 

"Konuşalım..." dedim onun bu denli öfkeli olmasına karşılık epey sakin bir şekilde.

 

"Ne konuşacağız? Neyimiz var bizim konuşacak?"

 

"Azad yapma böyle. Bir haftadır bakmıyorsun suratıma." Uzanıp kolunu tutmak istedim ama geri çekildi.

 

"Onu bana o silahı doğrultmadan önce düşünecektin. Duydun mu abla? Sen konuşacak tüm kelimeleri o silahla birlikte bitirdin. Sen o herife bizi tercih ettin."

 

"Benim kimseyi kimseye tercih ettiğim yok. Asıl duydun mu?" Sıkıca kavradım kolunu. "Ben sadece inandığım şeyin peşinden gideceğim. Anladın mı?"

 

"O herifin masum olduğu mu yani inandığın?"

 

"Evet. Çünkü masum. Amcanın katillerini arıyordu sadece. Hiçbir şey yapmadı."

 

"Yalan söyledi? Sana söylediği yalan? Nasıl inanabiliyorsun hâlâ? Peki ya devam edip etmediğini nereden biliyorsun?"

 

"Çünkü onu tanıyorum." Dedim sesimdeki azarlayıcı tonla. "Çünkü yapmadığından eminim."

 

"İyi..." dedi siniri bir gülmeyle. "Niye boşandın o zaman? Niye döndün geldin bu eve?"

 

"Azad!" dedim taşan sabrımla. "İleri gidiyorsun."

 

"Ben sadece seni korumaya çalışıyorum. İster tamam de ister hayır. Ben yine de seni korumaya devam edeceğim. Ve o herif bu sokağa bile giremeyecek duydun mu?" Öfkeli yeşil gözlerinden alevler saçılırken parmağını sallaya sallaya söylediği son cümlesinin ardından kapıyı sertçe açıp girmişti içeri.

 

Ama unuttuğu bir şey vardı. Baran tam bir haftadır benim odamdaydı.

 

Derin bir nefes aldıktan sonra saçlarımı omuzlarımdan geri atıp ben de girdim içeri. Saat yemek saatini çoktan geçmişti. Muhtemelen herkes kendi köşesine çekilmişti bile. Sağolsun amcam karşımdan yapamazsın dedikçe ben şirkette kalmaya direnmiştim. O ise patron kafasıyla öğleden sonra bir görüşmeyi bahane edip gitmişti.

 

Ben şirkette olduğum her dakika ise huzursuzdu. Beni umursamadığını gösterse de varlığımın onu huzursuz ettiğini biliyordum. O yüzden de sırf o huzursuz olsun diye her Allah'ın günü gidecektim o şirkete.

 

Konaktan içeri girerken beklediğim sessizlik karşılamamıştı beni. Onun yerine Arîn'in huzursuz ağlamaları vardı evin içinde.

 

"Ama ne yapayım uyutamıyorum bir türlü..." diye de hemen peşinde Ezo'nun sızlanmaları vardı. Ezo kucağında Arîn'le, yengem peşinde elindeki biberonla dolanıyorlardı salonun ortasında.

 

"İyi akşamlar..." dedim onların bu telaşlı hallerine doğru.

 

"Gel gel. Sen de katıl bebek uyutma serüvenimize." Şilan da elindeki mama tabağıyla girdi hemen arkamdan.

 

"Hayırdır?" dedim onlara doğru.

 

"Arîn hanımın uyumayacağı tuttu."

 

"Valla düzene girdik diye seviniyordum. Ama bugün asla uyumuyor. Uyumadıkça da ağlıyor. Ne yapacağımı bilemedim." Ezo Arîn'den daha kötü görünüyordu ama. Belli ki küçük prenses epey hırpalamıştı onu.

 

"Biraz ben de uğraşayım mı?" dedim kolumdaki çantayı koltuğa bırakırken. Kollarımı uzattığımda ha ağladı ha ağlayacak bir halde bıraktı Ezo da Arîn'i kollarıma. Gözleri ağlamaktan kızarmış, yanakları ise al al olmuştu. Tepesinde üç telcik sarı tüy ise diken dikendi sinirinden. Kucağıma gelince ise dudaklarını büze büze iç çekmişti.

 

"Ay valla Elif. Seni arıyordu herhalde."

 

"Ben onu uyuturum. Sen de dinlen bu arada." Minnettar bakışlarla yanımdan giderken ben de Arîn'in alnına küçük öpücükler bırakıp sallamaya başladım kollarımın arasında. "Anneye neler yaptın öyle? Ha güzelim?" dedim tatlı tatlı esneyişine.

 

"Çok ağladı bugün," diye mırıldandı Şilan. Hasta olduğunu bahane edip bir haftadır işe gitmiyordu. Bedeni değildi belki ama ruhu hastaydı. Hastalıktan çok ise mutsuzdu.

 

"Şilan..."

 

"Sakın açma konuyu Elif. Bu konudaki tavrımı biliyorsun."

 

"Açmak istiyorum. Ben kendimi suçluyorum bu konuda. Eğer ben boşa-" Sözümü kesti hızla. Çökkün bakışları bana çevrildi.

 

"Seninle alakası yok. Daha önce de dedim. Eğer bir şey olacak olsaydı," Zorla yutkundu. "Olurdu. Ama o bir kere bile beni aramamayı seçti. Bir kere bile halimi sormamayı. Evet benim telefonum değişti, babam her şeyimizi kısıtladı ama bana ulaşmak isteseydi bir yolunu bulurdu. Belki de o sadece evlenmek istiyordu. Ha benimle ha herhangi biriyle. Ve herhangi biriyle herkes evlenir Elif. Ama bana da ders oldu. Bu sayede herkesin kendi yoluna bakabildiğini öğrenmiş oldum."

 

"Ama... Çok zor zamanlardı. Sen de biliyorsun. Bir de Bircan abla. Sağlığı..." Bir ihtimal yakalamaya çalışıyordum belki.

 

"Hepimiz zor zamanlardan geçtik Elif. Unuttun mu? Üç ay hepimiz için ayrı ayrı çok zordu." Bir şey diyemedim. Haklıydı. Ve onun haklılığı karşısında her kelimem haksız kalıyordu. Şilan bu konuda epey kararlı görünüyordu. İçinde bitmemişti ama mantığında bitirdiği kesindi.

 

Kucağımda Arîn'i pış pışlarken bir yandan da onun çökkün omuzlarına bakıyordum. Aslında 'biz barıştık, ben onu affettim' diye itiraf etmek, içimdeki bu mutluluğu onunla paylaşmak istiyordum ama ne yeriydi ne de zamanı.

 

Söyleyip söylememe ikileminde gidip gelirken bakışlarım yemek masasının üzerinde duran devasa kırmızı gül buketine çarptı.

 

"Bunlar? Bu güller ne?" Arîn'i bırakmadan yemek masasına doğru adımladım. Kan kırmızısı epey özenle hazırlanmış koca bir buket gül... Eğilip koklamaya çalıştım.

 

"Karahan Bey yollamış. Ortaklığın şeysiymiş. İmzaları attılar ya."

 

"Sahi," diye mırıldandım sinirli bir gülümsemeyle. Amcam bugün bunun için kaytarmıştı şirketten. İmzaları atmanın şerefine yemeğe gitmişti çok sevgili ortağıyla. "Atıldı ya o imzalar."

 

"En kısa zamanda 'aile' olalım diye göndermiş bu buketi de. Epey cömert çıktı babamın ortağı." O da yanıma gelip benim gibi kokladı gülleri.

 

"Neyse," dedim gözleri ha kapandı ha kapanacak olan Arîn'e bakıp. "Uykusu çöktü. Ben gidip yatırayım." Böyle uykulu olunca daha bir öpülesi daha bir ısırılası oluyordu ama uyanacak olma ihtimali korkunç olduğundan bu diş kamaştırıcı hissi bastırıp dikkatle çıkardım onu yukarı. Benim yatağıma yatırdıktan sonra etrafına da yastıkları koyup ince bir örtüyle örttüm üzerini.

 

Sessiz olmaya son derece dikkat ede ede üzerimi çıkarıp rahat bir şeyler giydim. Etrafı toparladım ve bunu yaparken de Baran'ın gizlice yıkadığım eşyalarını dolabımın en ücra köşelerine sakladım. Annem öyle pek girmezdi odama, girse bile pek etrafla uğraşmazdı ama olur ya gireceği tutup etrafı toplama isteği gelebilirdi içinden.

 

Risk epeyce vardı.

 

Gerçi Baran'ın bu riski pek umursadığı da yoktu. Gece yarısından sonra ne zaman olursa olsun pencereden gelmeyi adet edinmişti. Hiç de korkmuyordu biri beni görecek diye. Hayır saklanabilecek bir cüssesi de yoktu ki.

 

Etrafı toparlarken bir yandan da onun geldiği penceredeydi bakışlarım. Henüz gelmezdi ama. Ben de o gelmeden etrafı toparlamayı bitirip yemediğim akşam yemeği için parmak uçlarımda çıktım odadan.

 

Gülnur abla ve Meryem bile ortalığı toparlamayı bitirip çekilmişlerdi kendi odalarına. Ben de akşam yemeğinden artan yemeklere baktım ne yerim diye ama zerre canım bir şey çekmemişti. Tek bir menü kalmıştı bana: Ekmek arası basit şeyler.

 

Bunlar da biraz peynir ve biraz domates demekti benim için.

 

Hızlıca ekmeklerden bir parça kesip dolaptaki peynirleri koymaya başladım. Domatesleri dilimledim ve üstün körü hazırladığım ekmek aramla birlikte sandalyeye oturup ekmeğimi kemirmeye başladım.

 

"Ne yapıyorsun sen?" Yanaklarım ekmekle doluyken annem girmişti içeri. Elinde boş sürahi vardı.

 

"Ekmek arası?" dedim elimdeki ekmeği ona doğru kaldırırken. "Yemeğe yetişemedim ya. Bir şeyler atıştırayım dedim." Buz gibi bakışlarını elimdeki ekmekten çektikten sonra gidip su doldurmaya başladı. Aramıza resmen koca bir uçurum açılmış gibiydi. Ve bu durum fazlasıyla rahatsız ediciydi.

 

"Olmaz öyle." Dedi ben ekmeğimle uğraşırken. Dolaba adımlayıp kahvaltılık malzemelerden koydu masanın üzerine. "Kuru kuru karın mı doyurulur?"

 

"Domates var. Peynir de," diye mırıldandım ama o beni dinlemedi. Eline aldığı büyük bir parça ekmeğin içine önce bal sonra da tereyağı sürdü.

 

"Doyulmaz hem o kadarcık ekmekle."

 

"Doyardım ben," diye mırıldandım ama o yine dinlemedi. Gidip kaynayan çaydanlıktan bir bardak çay doldurup bıraktı önüme.

 

"Bünyen hassas senin. Bayılıp kalmak mı istiyorsun sen?" Azar adı altında 'bak seni umursuyorum' demekti bu. Hoşuma gitmişti. Ne kadar buz gibi dursa da aklı da kalbi de benimleydi biliyordum.

 

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım mutluluğumu belli etmeden. "Sen de yesene anne. Eskiden yapardık ya hani. Gece acıkınca ben kaldırırdım seni. Beraber yerdik." Sonra ekmeğimden biraz koparıp ona doğru uzattım. Tereddütle baktı ona uzattığım ekmeğe. Sonra gerisin geri gelip karşıma oturdu ve böldüğüm ekmeği aldı.

 

"Sen beni yanlış anladın," dedim ona bakmadan. "Ben onu kastetmemiştim. Ya neyi kastettin Elif diye sordu içimdeki ses. Susmalıydı.

 

"Biliyorum," dedi kırgın bir sesle annem. Sonra yeşil, yorgun bakışlarını kaldırdı bana. "Ama korkuyorum Elif. Bir canıma daha bir şey olur diye korkuyorum. İstemiyorum çünkü kaybedecek bir canım daha yok."

 

"Anne..."

 

"Sana güveniyorum. Yanlış bir şey yapmayacağından da eminim ama beni de anla kızım. Ben yıllar sonra töreye bir canımı daha verdiğimi öğrendim. Hem de haksız yere. Birine daha tahammülüm yok. Benim o aileye kurban edecek bir canım daha yok." Sesi titredi gözleri doldu. Ağlayacaktı biliyorum ama sıkabildiği kadar sıktı kendini.

 

O konuştukça ise hançerler battı kalbime. Dıştan bakan biri anneme ihanet ettiğimi söylerdi. Peki ya sana...

 

"Anne," dedim çenemi yukarı kaldırıp. Ne var ne yoksa diyecektim. İçimden ne geçiyorsa, Baran'a karşı ne hissediyorsam. Hatta onun suçsuz olduğunu söyleyip affettiğimi de diyecektim. "Ba-

 

"Ben bir daha onların adını anılmasını istemiyorum. Sen de kendi yoluna bakacaksın Elif. Kendi hayatını kuracaksın. Bir felaketti, geçti bitti diyeceksin onlar için. Gömeceksin Elif. Onu da o soyadı da gömeceksin. Yaşayacaksın kızım. Yeni açtığın sayfada yeni biriyle yaşayacaksın."

 

"Anne hayır..." dedim dolan gözlerimle. İçimdeki bütün umutlar sönüyordu birer birer.

 

"Kötü bir şey yaşadın diye geleceğini karartamazsın. Kendinden mutluluğu esirgeyemezsin Elif."

 

"Öyle de mutlu olamam ki." Dedim çocuk gibi omuz silkerken.

 

"Olursun. Genceciksin daha. Senin de bir yuvan olmasın mı? Senin de çocukların? Kendinden bunu esirgeyemezsin Elif. Koca bir ömrü yalnız geçiremezsin." Tam göğsümün ortasına bir öküz oturmuştu. Taş gibi olmuştu bağrım. Haykırmak, çığlık çığlığa ağlamak geliyordu içimden. Ama tuttum kendimi. Mecburdum buna.

 

"Neyse ben Arîn senin odanda değil mi? Ben ona bir bakayım."

 

"Ben bakarım." Dedim elimdeki yiyemediğim ekmeği masaya bırakırken. Yediğim darbelerle ağır ağır gittim üst kata. Böyle yere çöküp ağlamak istiyordum ama taşlaşmış gibi olduğumdan da göz pınarlarımda zerre bir şey yoktu. Öylece kuru kuru yanıyorlardı.

 

Derin bir nefes alıp odanın kapısını açtım ama açmamla nefesimi tutmam bir oldu. Gözlerim şaşkınlık ve korkuyla açılırken ne yapacağımı bilemedim.

 

"Peri kızım..." diye mırıldandı. Bakışlarım ise bir onda bir de kolları arasında tuttuğu Arîn'in üzerinde gitti geldi.

 

"Baran..." diyebildim güç bela. Sonra hızlıca kapıyı kapatıp kilidi çevirdim.

 

"Ağlıyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Yanlış mı yaptım acaba?"

 

"Yo.. Yok." Dedim gülümsemeye çalışıp. "İyi yapmışsın." Dudaklarımdaki acı gülümseme beni zorlarken birkaç adımda yanlarına ulaştım. İçimdeki ağırlık gözlerimden taşmak için zorlanırken bir de bu gördüklerim...

 

"Beni görünce daha da ağlamaya başladı. Ben de biri gelecek diye aldım kucağıma. Gerçi tutabiliyorum mu onu da bilmiyorum ya."

 

"Tutuyorsun tutuyorsun..." dedim gülerek. Tamam biraz yanlış tutuyor olabilirdi ama Arîn susuyor muydu? Evet. O zaman sorun yoktu. Ama daha gülünesi olan Arîn'in Baran'ın parmağına emmeye çalışmasıydı. Acıkmıştı.

 

"Acıkmış..." derken gözüme biriken yaşları görmesin diye hızlıca masaya doğru yürüdüm ve biberonunu aldım.

 

"Ondan mı deminden beri parmağımı yalayacağım diye uğraşıyor?"

 

"Evet," dedim gülmeye çalışırken. "Ver istersen bana." Ona bakmadan Arîn'i aldım ve yatağın üzerine oturdum.

 

"Sen iyi misin peri kızı? Bak bana..." yumuşak bir biçimde baş parmağını çeneme yerleştirip ona bakmamı sağladı. "Gözlerin niye dolu dolu senin?"

 

"Bir şey yok..." diye geçiştirmek istedim ama bırakmadı.

 

"Elif... Ne oldu?"

 

"Korkuyorum," diye fısıldadım.

 

"Niye?"

 

"Korkuyorum işte. Bu halimizden, saklanmaya çalışmaktan, her şeyden korkuyorum." Korkmuyordum. Aksine hiç bu kadar cesur hissetmiyordum kendimi. Hiç bu kadar kararlı olmamıştım daha önce. Ben ne istediğimi biliyordum.

 

"Hişşş..." derken uzanıp alnıma uzun bir öpücük bıraktı. Ama çekilmedi geri. "Korkacak hiçbir şey yok. Çünkü biz hep yan yana olacağız. Ben seni bırakmayacağım artık peri kızı. Kim ne yaparsa yapsın bırakmayacağım."

 

"Ben de..." diye fısıldadım gözlerine bakmaya çalışıp. Arîn'in minik eli Baran'ın yüzüne uzanmıştı. "Normalde yadırgardı biliyor musun?" dedim gülerek. "Ama seni sevdi."

 

"Ben de onu sevdim. Anlaştık bence lokum topuyla."

 

"Lokum topu mu?"

 

"Baksana benziyor. Yanakları lokum gibi." İçimde ne var ne yokken hafiflerken Arîn de gülmeye başlamıştı.

 

"Elif!" dedi biz öyle dalıp gitmişken bir ses. "Elif aşağı gel!"

 

"Hi yengem bu." Dedim telaşla yerimden kalkmak için hareketlenirken. "Gelir buraya. Çabuk saklan. Ben de Arîn'i götüreyim."

 

"Tamam," derken yatağın diğer tarafına dolaştı. Büyük ihtimalle en ufak bir tehlikede yatağın altına girmeyi düşünmüştü ama sığmazdı.

 

"Dolaba gir..." diye fısıldadım odadan çıkmadan. Çıktım ve kilitledim kapıyı. "Geldim!" dedim aşağı doğru. Dikkatli ama hızlı adımlarla indim.

 

"Hah uyanmış mı Arîn?" Ezo yeni uyandığı belli haliyle gözlerini ovuştura ovuştura gelirken dudaklarındaki memnun gülümsemeyle aldı kollarımdan Arîn'i. "Vallahi Allah senden razı olsun Elif. Azıcık uyudum ya. O bana nasıl yetti bilemezsin."

 

"Ne demek. Bir şey olursa ben ilgilenirim bu küçük prensesle. Biliyorsun."

 

Arîn'i annesine teslim ettikten sonra su almak için adımladım mutfağa. Aslında bir şeyler de aşırma derdindeydim ama Gülnur abla ve Meryem'i görünce duraksamak zorunda kaldım.

 

"Telaşımız çok olacak abla. Vallahi nasıl yetişeceğiz o kadar insana?" diyordu Meryem tam karşısında dikilen Gülnur ablaya.

 

"Sen geleni gideni mi dert ediyorsun Allah aşkına?" diye çıkıştı Gülnur abla.

 

"Ne olacaktı? Abla kız isteme bu. Nasıl yetişiriz?"

 

"Asıl ona nasıl deriz hiç düşündün mü? Duyunca kim bilir neler diyecek? Nasıl kabul edecek?"

 

O an içime ince bir sızı doldu Gülnur ablanın dedikleriyle. Ne demişti o?

 

"Vallahi duyunca kıyametler kopacak."

 

"Haşim ağam son sözü dedikten sonra kim ne diyecek. Herkes tamam dedi." Daha büyük bir sızı doldu bu sefer içime. Bir de korku.

 

"Şu söz bir kesilsin de gerisi kolay..."

 

 

 

🔥

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

NİNGİŞZİDA: Mezopotamya mitolojisinde yer altı dünyası tanrısıdır. Genellikle yılanla tasvir edilir. Koruyuculuğuna inanılır.

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Hadi en baştan sorayım;

 

Leyla ve Ferit geçmişinde ne yaşanmış olabilir?

 

Ferit nasıl biri?

 

Peki daha önce de adı geçen Erkan? Sizce ilerleyen zamanlarda hikayeye dahil olacak mı? olursa ne olacak?

 

Peki ya Elif ve Baran cephesi?

 

Elif ne yapacak?

 

Elif'i kim neden kurtardı?

 

Baran ne yapacak?

 

Peki ya Zehra hanımın bu duruşu?

 

Ya en sonda olanlar?

 

Tahminlerinizi alayım

 

Yazardan spoi: Önümüzdeki bölümlerde bolca kaos görüyorum🙈

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%