Yeni Üyelik
33.
Bölüm

Omzumdaki Yükler

@seydnrgrsu

 

 

 

Merhaba hoşgeldiniz

 

 

 

 

bölüm upuzun o yüzden herkes en az beş (5) yorum yapıyor okkeeey

 

 

 

 

beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

 

Kendimden Hallice-Hatamı Dansa Kaldırdım

 

 

Mert Demir-Ateşe Düştüm

 

Cengiz Özkan-O Yar Gelir

 

 

 

 

Bölüm şarkılarını dinlemeyi unutmayın

 

🔥

 

 

'Nereden başlıyorduk? İlk önce seviyor muyduk yoksa ilk önce güveniyor muyduk?'

 

Zaman denilen şey hepimizin hayatında farklı farklı kalıplara giren, tanımlayamadığımız br şeydi.

 

Kiminin zamanı hızlı akardı kiminin zamanı yavaş. Kimi zaman göz açıp kapayıncaya kimi zaman ağır aksak.

 

Ama en çok sevdiklerinin acısıyla yüzleştiğinde görürdü insan zamanın ne demek olduğunu.

 

Benim için zaman abim öldüğünde durmuştu. Bir sonbahar günü evimizin avlusunda yeşil örtüye sarılı tabutu çıkarken benim zamanım durmuştu. Daha yedi yaşında zamanın ne olduğunu bilmeyen bir çocuk ne anladıysa ben de onu anlamıştım o zaman.

 

Zamandı her şeyin sorumlusu. Acıyı katmerleştiren de iyileştiren de zamandı.

 

Abim ve babam gittikten sonra iyice yavaşlamıştı zamanım. Küçük kalbim soğuk, rüzgarlı ve gri bulutlu bir zamana hapsolup kalmıştı. Hayallerim de onlarla birlikte toprağın altına gömülmüştü.

 

Zaman benden abimi, babamı, hayallerimi ve umudumu almıştı.

 

İşte öyle zalimdi.

 

Şimdi de akmak bilmeyen zaman onu zorluyordu.

 

Bu ilk değildi ama yine de hazırlıksız yakalamıştı onu. Zaten insan acıya ve zamansızlığa ne zaman hazırlıklı olurdu ki?

 

"Yapma..." dedi yorgun sesiyle. Yorgun sesi içine düştüğüm uçsuz bucaksız karanlıktan çekip almıştı beni. O 'yapma' demese hatta elimi hafifçe çekmese avcumun içindeki derileri sertçe çekiştirdiğimi fark etmeyecektim. Hatta avcumun içinde hafif kan da sızmıştı.

 

O öyle deyince avcumu saklamaya çalıştım yanlarıma. Acısı duran avuçlarımı...

 

Yavaşça yanımdan kalkıp giyinme odasına adımladı. Birkaç saniye sonra da elinde pembe yeşil merhem kutusuyla geldi. Bana geçenlerde alıp komodinime bıraktığı merhem kutusu... Kapağını yavaşça açıp birazını parmaklarına sıktı. Ne yapıyor diye dikkatle izlerken uzandı ve demin derilerini çekiştirdiğim elimi avcunun içine alıp parmağındaki merhemi yavaşça sürmeye başladı.

 

'Bırak ben yaparım' diyecek oldum ama diyemedim. Ya da o 'Al kendin yap' diyebilirdi ama demedi. Sanki dünyanın en önemli, en hassas şeyini yapıyormuş gibi yaptı.

 

Çok dikkatliydi.

 

"Bircan abla..." dedim çatallaşmış sesimle. Ağlamamak için verdiğim savaşlar boğazımda ciddi bir acıma yaratmıştı. İçime oturanların ise haddi hesabı yoktu. Hafifçe boğazımı temizledim. "Onunla ne zaman konuşacaksın?"

 

Çok zor bir soru sorduğumun farkındaydım. Onun için de cevap vermenin çok zor olduğunu yüzündeki ifadeden, omuzlarının inikliğinden kestirebiliyordum da.

 

"Aslında bu akşam konuşmam lazım. Yarın Ahmet'in hocası buraya gelecek. Hemen detaylı tahlillere başlanacak."

 

"Hemen mi?" dedim şaşkınca. Bu onun için çok zor bir konuşma olacaktı. 'Evet' der gibi başını salladı.

 

"Kemik iliği biyopsisi yapılması gerekiyormuş tam teşhis için. O sürede de hepimizden kan örnekleri alınacak."

 

"Neden?"

 

"Olur da kemoterapi fayda sağlamazsa ilik nakli gerekliymiş." Gözlerim korkuyla açılırken olacakları düşünüyordum bir yandan. Bircan abla bunu nasıl kaldıracaktı?

 

Kolay değildi.

 

Kolay olmayacaktı.

 

Avcumun içine merhemi iyice yedirdikten sonra bir şey demeden yine yanı başıma oturdu. Öylece camdan sızan loş ışığa çevirmişti bakışlarını. Korkuyordu, görebiliyordum. Olacakları kestirmek istiyordu. Ama işimiz biraz kadere kalmıştı. Bana kalırsa biraz da kendini suçluyordu. Bunu hiç dile getirmemişti ama ben hissediyordum işte.

 

Çekingen bir şekilde elimi dizinin üzerindeki elinin üzerine bırakmak için kaldırdım. Sonra geri çektim. Sonra bir cesaret elimi yavaşça onun dizinin üzerinde duran elinin üzerine bıraktım. Eli benim elimden sıcaktı. Ben öyle yapınca boşlukta asılı olan bakışlarını önce elinin üzerindeki elime indirdi. Sonra da benim bakışlarıma çevirdi.

 

"İyi olacak." Dedim tebessüm etmeye çalışıp.

 

"Nereden biliyorsun?" Bir soru sorar gibi değildi hali. 'Lütfen öyle olsun' der gibiydi.

 

"Bilmem." Hafifçe omuz silktim. "Ama adım gibi eminim işte. Bazen nedenleri bilmeye gerek yoktur. Bazı şeyleri bilmek için illa nedeni olmasına da gerek yoktur. Hem Bircan abla çok güçlü bir kadın. Benim gördüğüm en güçlü kadınlardan biri. O yüzden her şeyi atlatacak."

 

Baktı öyle yüzüme. Sessiz kaldı. Bakışları yavaşça elinin üzerindeki elime indi. Hızla geri çekip saklamaya çalıştım. Bakışları bu sefer saklamaya çalıştığım elime çevrildi. Bir şey demek için dudaklarını araladı hafifçe. Sonra vazgeçmiş olacak ki sıkıca bastırdı dudaklarını birbirine. Kapı çaldı o anda. Üç kere. Hafif hafif.

 

"Baran abi, Elif abla." Dedi kapıdan kafasını hafifçe uzatan Ruken. Bakışları yerdeydi. "Hüseyin ağam gönderdi de beni. Sofrada bekliyormuş sizi. Bir cevap bekler gibi kaldı açtığı kapının arkasında.

 

"Tamam Ruken." Dedim omzumun üzerinden ona doğru. Oturduğum yerden ayaklandım yavaşça. "Hadi." dedim ona doğru. Derin bir nefes alıp doğruldu o da.

 

Önlü arkalı merdiven basamaklarını inerken ne o bir şey demişti ne de ben. Ama bizim aksimize konak pek de sessiz değildi. Aker'in neşeli kahkahalrı duyuluyordu içeriden. Bir de hemen ardından Ümmü halanın 'Oğlum sus' demeleri.

 

İzol konağı tüm evlatları ve torunlarıyla maaile yerleşmişti sofraya. En başta da Hüseyin İzol vardı. Biz de sofradaki yerimize oturunca 'başlayabilirsiniz' der gibi kaldırdı ellerini. Görünmez güç onun hareketlerine uymamızı emrediyordu adeta.

 

Otorite oydu.

 

Günlerdir görmediğim Rojbin hanım ve Berfin de buradaydı. Asla ama asla benimle ya da evdeki kimseyle muhatap olmayan Maran da. Berfin vardı ama börekleri yoktu mesela o akşam. Börekleri gibi sesi de çıkmıyordu. Masada bir tek konuşan Mervan beydi. Heyecanla o gün şantiyede olanlardan bahsediyordu Hüseyin ağaya ama o da pek dinliyormuş gibi değildi. Zaten dinlemediğini belli eden hamlesini de ona attığı ters bakışlarıyla belli etmişti.

 

Hafifçe boğzanı temizlerken oturduğu sandalyesinde geri yaslandı. Bakışları ise benim oturduğum tarafa direkt benim üzerime kaymıştı saniyeliğine. Rahatsız ediciydi bakışları.

 

"Bütün aile ne iyi ettik değil mi böyle aynı sofrada?" dedi tüm güler yüzlülüğüyle Ümmü hala. Sanki ortamdaki gergin hava dağılsın der gibi uğraşıyordu. "Günlerdik oturmamıştık beraberce sofraya."

 

"Değil mi hala?" diye aynı güler yüzlülükle devralmıştı Bircan abla sözü. Baktıkça içimi ezen gülüşü omuzlarıma biraz daha yük oldu o anda. Ağzımdaki lokma bir türlü erimek, yutulmak bilmedi. "Ben çok seviyorum böyle hep birlikte olmayı." Gülen gözleri hemen yanı başında oturan kocasına çevrilmişti. O öyle yapınca yanımdaki beden sinirli bir soluk çekti içine.

 

"Hepinizin burada olduğu iyi oldu. Hep beraberken sizinle konuşacağım mühim bir konu vardır." İşte gerginlik o an tırmanmaya başladı yukarılara doğru. Herkes elindeki çatal kaşıkları tek tek masaya bırakırken bakışlarını da masadaki saf otoriteye doğru çevirmişti. Küçücük Aker bile. Dışarıda bir o kadar neşeli olan, konuşkan bıcır bıcır çocuk söz konusu dedesi olunca bizden daha ağır başlı oluveriyordu.

 

Otorite, sarsılmaz güç yaş ayırt etmiyordu.

 

"Bugün yanıma amcan Hasan uğramıştır gelin kızım." Dedi deminden beri ara ara üzerime çevirdiği bakışlarını bu sefer direkt üzerimde sabitleyerek.

 

"Amcam mı?" Sesim anlık bir tereddütle çıkmıştı ağzımdan. Oturduğum yerde dikleşirken tedirgin bakışlarımı Hüseyin İzol'un yüzüne kaldırdım.

 

"Geçen gün konağa uğramış." Uzanıp önündeki bardaktan çok ama çok yavaş bir yudum aldı. Ama bakışlarını bir an olsun ayırmamıştı üzerimden. "Mühim bir konu hakkında konuşmak istemiş. Bugün de bana anlattı sana diyemediklerini."

 

Amcamın 'mühim konu' dediği benim hayatıma yine engel olma çabasından başka bir şey değildi ki. Peki bunu hangi akla hizmet ederek gelmiş ve Hüseyin İzol'a demişti. Bu cesareti nereden bulmuştu?

 

"Size ne söyledi?" dedim serin bir şekilde. Sesimi olabildiğince düz tutmaya çalışıyordum. Elindeki bardağı masaya biraz sesli bir şekilde bırakırken kaşları çatılmıştı da.

 

"Eğitimine devam edecekmişsin. Üniversiteye başlayacakmışsın. Dershaneye gidiyormuşsun." Hepsini peş peşe sıralarken bunları yeni öğrenmiş gibi değildi sesi. Ses tonındaki garip tını hoşuma gitmemişti. Cevap vermemi ister gibi beni süzüyordu bir yandan da bakışları.

 

Kafa salladım hafifçe.

 

"Sanıyorum ki bundan herkesin haberi var." Üzerimdeki hoşuma gitmeyen bakışlarını kısa bir an içinde tüm masada dolaştırdı. "Bundan benim haberim böyle mi olacaktı? Biz ki iki aile artık sulh yaptı hatta kök salacak diye bekliyoruz. Yanılıyor muyum?"

 

"Haklısın baba." Diye babasının sözlerini hızla devraldı Rojbin hanım. Sanki kendisine asla söz verilmemiş de bulduğu ilk fırsatı değerlendirmesi gerekiyormuş gibi davranıyordu. Hatta bana kalırsa geç bile kalmıştı söze girmekte. "Biz dedik karşı çıktık ama burnunun dikine gitmeye pek niyetli gelin kız. Sana da bir türlü diyemedik kızarsın diye."

 

"Demek kızacağımı biliyordunuz."

 

Kızmıştı öyle mi? Peki buna kim olarak kızmıştı? Niye bu yemek masası bir anda sorgu masasına dönüşüvermişti? Niye tüm odak üzerimde, geleceğimde ve hayallerimdeydi?

 

Peki ya amcam? Hemen şikayet mi etmişti yani? Bu muydu yapabildiği?

 

"Tabii baba." Dedi gayet emin bir tonda Rojbin hanım. Günlerdir kendini bu konakta görmemenin aslında ne kadar huzur verici olduğunu size anlatamazdım. Peki ya az biraz bulduğum huzur nasıl mı kaçmıştı? İşte böyle... "Sonuçta sen de biliyorsun ki bu kız bu eve yıllardan beri süren düşmanlığı bitirmek için geldi." Bana bakıp 'düşmanlık' kelimesine yaptığı vurgu ise öyle çoktu ki. "Ha bir de aşiretin soyunun devamını düşünecek olursak." Sözlerine devam ettikçe Mehmet ağanın oturduğu yerde rahatsızca kıpırdandığı da kaçmıyordu gözümden. "Bilirsin yani törelerimizi. Gelip ne olursa olsun senden rıza almak zorundaydı. Senin de buna razı olmayacağın da belli. Malum aşiret bebek bekler. Ama olmadı kuma gelir olur biter."

 

"Ama sen de yani abla." Diye sitemle soludu Ümmü hala.

 

"Yalan mı baba? Adetlerimiz böyle değil midir?"

 

"Hala." Dedi yan tarafımda deminden beri derin derin soluyan beden. Bir elini hızla masanın üzerine uzatmıştı. "Bizim kararlarımıza da sen karışma istersen."

 

"Ne kararı Baran? Hangi karar? Sen ne için evlendiğini unutursun herhalde! Bu kız bu eve okul okusun diye mi geldi? Çok istiyorsa okusaymış baba evinde!" İşte o an koruduğum sakinliğime bir şeyler oldu. Yerimden doğrulmak hatta Rojbin hanıma atılmak için hamle yapmıştım ki bacağımın üzerine konan elle bakışlarımı yan tarafıma çevirip durmak zorunda kaldım.

 

"Hala sana karışma dedim!"

 

"Tamam yeter!" diye böldü gürültüyü Hüseyin ağanın sesi. "Kesin sesinizi!"

 

"Karışmayalım ama o zaman ne diye korkarsın da saklarsın dedenden?" Rojbin hanımın susmayacağı iyice belli olmuştu.

 

"Saklayan falan yok hala. Bu karar sadece bizi ilgilendiriyor da ondan."

 

"Yanlışın var torunum. Bu karar bizi de ilgilendirir. Gelin kızımın okula başlaması bu masada oturan herkesi ilgilendirir. Halan bir noktada haklı. Eğer Elif kızım okula başlayacaksa bunu benden saklamayacaksınız."

 

"Karımın başlayacağı okul benim dışımda kimseyi ilgilendirmez." Oturduğu yerden kalktı hızla. "Böyle tepki vereceğinizi bildiğimden de kimseye sorma ya da açıklama gereği duymadım."

 

"Yanılmışsın torunum." Dedi Hüseyin İzol sandalyesinde rahat bir tavırla otururken. Sözleri herkesi afallatmış olsa gerek ona bakan yüzlerden şaşkınlık akıyordu. Benden de. Zaten ben neye uğradığımı şaşırıvermiştim. "Aksine bunu ilk gelip bana sorsan sana rızamın olduğunu söylerdim."

 

"Ama baba-" diye tekrar söze girecek oldu Rojbin hanım. Hüseyin İzol bu sefer oturduğu sandalyede sırtını daha da dikleştirip keskin bakışlarını kızına çevirdi.

 

"Ayrıca düşmanlık bitti. Elif artık İzolların gelinidir."

 

Oturduğum sandalyeden kalktım yavaş ama bir o kadar da kendimden emin bir şekilde. Hüseyin İzol'un dediklerine itiraz edebilir, 'hayır değilim' diyebilirdim ama yapmadım. Nokta konan cümlenin devamını getirmedim.

 

"Size afiyet olsun." Dedim onun yerine. Salonu pek hızlı olmayan adımlarla terk ederken o da geliyordu peşimden.

 

🔥

2 hafta sonra

 

Aldığı nefes bile yük olurmuş insana.

 

İki haftada bunu anlamıştım.

 

Ve eğer birinden bir şey saklıyorsa yükü her adımında daha da ağırlaşırmış. Bunu da anlamıştım.

 

Bakışlarım önümdeki kağıtta yazan sayılar ve harflerin üzerindeydi. Aklım ise hastaneden eve yeni dönen Bircan ablada. İki haftadır konaktaki vaziyet de benim durumumdan pek farklı değildi. Herkes güler yüzlülüğünün altında ağlıyordu aslında. Kahroluyordu. Ama Bircan ablanın moralini yüksek tutmak zorundaydık. Sinir ve stresten olabildiğince uzak kalmak zorundaydı.

 

'Yolun en başındayız' demişti Ahmet'in hocası Bülent bey. En erken evrede olduğu için şansının çok yüksek olduğunu söyleyip içimizi rahat ettirmeye çalışmıştı ama gelin görün ki öyle olmuyordu. Hızla tüm tahliller yapılmış her şey dikkatlice araştırılmıştı.

 

Ve tahmin ettiğimiz gibi lösemiydi Bircan abla.

 

'Ama korkmayın' diye eklemişti Bülent bey. Artık tıp lösemi konusunda çok ilerlemiş hastalık en erken şekilde tedavi edilecek hale gelmişti. Bircan abla da şanslıydı ayrıca. Erken teşhis erkenden tedavi sağlayacaktı.

 

Hızlıca bir ekip oluşturulmuştu onun için. Özel İzol Hastanesinin bir katı Bircan abla için hazırlanmıştı. Ahmet'in iletişime geçtiği hocaları, bu konuda deneyimli hekimler de hızla buraya gelip çalışmaya başlamışlardı. Hatta Bircan abla için İstanbul'da bir hastane tavsiye etmişlerdi tedavisi boyunca ama kabul etmemişti Bircan abla. Burada, ailesinin yanında kalıp tedavi olmak istiyordu. Kimse de dediğini ikiletmemişti. Tüm aileden kan örnekleri toplanmaya başlamıştı bu sırada. Kemoterapinin yetmediği durumda hızlıca kemik iliği nakli kapıdaydı çünkü.

 

Herkes her şeye hazırlıklı hale gelmişti.

 

Tüm bunlar olurken bir an birle yüzünü düşürmemişti Bircan abla. Kaybetmediği pozitifliği bize de destek oluyordu. "Yenerim ne olacak ki' diyordu. Hatta 'O benden korksun' diye de eklemişti dün yemekte. Doktorlar da bu durumun gayet iyi olduğunu, onun tedavisinde moralin çok önemli olduğunun altını çiziyorlardı. O yüzden biz de onun için normal bir şekilde devam ediyorduk hayatımıza.

 

İki haftadır gelmediğim, gelemediğim, gelmek istemediğim dershanede her zaman oturduğum sıramda önümdeki testle bakışıyordum yarım saattir.

 

"Yardım edeyim mi?" dedi Asmin ben aynı soruyla saatlerdir bakışırken. Kafasını bana doğru eğmişti. Hafifçe güldüm. Elimdeki kalemi kağıdın üzerine bıraktım.

 

"Sanırım evet." Dedim ona doğru. Bir yandan da oturması için ona yer açmıştım.

 

"Kaç gündür nerelerdesin sen kaçak?" Bir kolunu sıkıca boynuma dolarken ben de kollarımı sardım ona. "Attığım mesajlara bile kaç saat sonra dönüyorsun? Çok özledim valla." Kıvır kıvır saçları yüzümü gıdıklayınca gülmeden edememiştim. Sağolsun iki haftadır sabah akşam arayıp sormuştu.

 

"Dedim ya bir ablam hasta diye. O yüzden."

 

"Nasıl peki durumu? Daha iyi mi?" yanıma oturduğunda bir elimi kendi elinin içine de almıştı.

 

"Yani olacak. Lösemi." Sesim sona doğru kısılıvermişti. Onun da yüzü düşmüştü ama topladı kendini hemen.

 

"Günümüzde tedavisi artık mümkün. Hem de en kolay yollardan. Eskiden lösemi denilince insanlar çok korkarmış ama artık öyle değil. Tıp çok ilerledi. Merak etme iyi olacaktır eminim."

 

"İnşallah. İşte insan ister istemez korkuyor."

 

"Haklısın. Ben staj yaptığım dönemde böyle bir vakayla karşılaşmıştım. Servise getirilen çok genç bir çocuk vardı. Ailesi nasıl perişan oldu görsen. Adı bile korkutuyor ya insanı işte aile de öyle korkmuştu. Sonra geçen ben acilde nöbetteyken geldi aynı çocuk. İyileşmiş. Beni de hemen tanıdı. Nasıl sevindim sana anlatamam. Yani demem o ki iyi olur merak etme."

 

"Umarım..." diye mırıldanırken buldum kendimi.

 

"Gençler!" diye giriş yaptı o sırada Yiğit hoca içeri. "Özlediniz mi beni?"

 

"Ya ne demezsin..." diye mırıldandı hemen arkamızda oturan namı diğer insan fazlası Furkan. Sevimsiz homurtular çıkardı.

 

"Matematik dersi bu günlük ben de. Mustafa hocanız hasta. Bu da demek oluyor ki fazladan konu işleyebiliriz. Nasıl heyecanlandınız değil mi?" Sınıftan evetli hayırlı karışık mırıltılar dökülürken önümde kaç saattir çözemediğim testi alıp çantama tıkıştırdım. "N'ber Elif?" dedi arkadaki tahtayı silerken.

 

"Bunun da sana ayrı bir ilgisi mi var bana mı öyle geliyor?" diye fısıldadı Asmin.

 

"Olmasa iyi olur." Diye mırıldanırken çantamdan defterimi çıkardım.

 

"Var var. Her ders seni sordu iki haftadır." Boş ve ilgisiz bir bakış atıp önüme döndüm.

 

"Hadi defterlerimizi açalım. Bugünkü anlatacaklarımı mutlaka not almanızı istiyorum. Elif sen istersen çıkışta kal gelmediğin iki haftanın notlarını vereyim sana." Boş bakışlarım tekrar Yiğit hocanın yüzünü buldu. Asmin de masanın altından imayla dizime vurmuştu.

 

"Gerek yok ben Aybüke'den aldım." Dedim. Almamıştım ama istemiştim. O da yarın getirmeye söz vermişti.

 

"Peki sen bilirsin ama kaçırdığın konuları beraberce üzerinden geçelim." Masasının üzerine otururken benden çektiği bakışlarını arkaya çevirdi. "Esma ve Betül hayırdır?" Sorusu pencerenin önüne kukumav kuşu gibi tüneyen Esma ve Betül'eydi.

 

"Hocam inşaat şirketinden gelmişler de yine." Diye apar topar döndü önüne Esma.

 

"Tamam olabilir biz dersimize bakalım." Dedi Yiğit hoca. Bakışlarını açtığı slayta çevirdi.

 

Bir dakika bir dakika ne demişti o Esma? İnşaat şirketinden geldiler mi demişti? İnşallah kulaklarım yanlış duyuyordu. İnşallahhhh...

 

Yiğit hoca derse geçtiğinde ben de gelişigüzel notlarımı alıyordum. Eve gidince ilk işim kara düzen aldığım notları düzenlice yazmak olacaktı. Olacaktı da Yiğit hoca durup durup dersi dışarıdan gelen sesler yüzünden bölüyordu. Tabi adamdaki de sabırdı yani. Taşmıştı. Çünkü her kelimesi dışarıdan gelen patırtılar yüzünden yutulup gidiyordu. Hatta kahvesini bile yudumlayamamıştı.

 

"Şimdi bu formülleri- Ne oluyor?" Kapı bir tıklamadan sonra pat diye açılınca da sinirle yerinden kalktı Yiğit hoca. Ama ben gördüğüm yüz hatta yüzler karşısında yok olup gitmek istedim. Kimya formüllerindeki gibi buharlaşmak, bozunmak, kül olmak istedim. Yapamadım. Onun yerine kafamı önümdeki kağıtların arkasına saklamaya çalıştım.

 

"Kusura bakmayın bölüyoruz." Dedi kulaklarımın inşallah yanlış duymuşumdur diye isyan ettiği ses. Umarım sanrılar geçiriyordu benim kulaklarım.

 

"Biraz öyle oldu tabi." İmalı bir tonda gülmüştü Yiğit hoca. Sanki 'dersim bölündü lan' der gibi bir havası olmuştu.

 

"Duvarlardan örnek alıyorduk. Sadece burası kaldı. Ama dersten sonra alabiliriz. Ben beklerim." Yüzümün önüne gerdiğim ve beni saklayacğına inandığım, inanmak istediğim defterimi hafifçe yana doğru çektim. Gidecekti. Ders bitince de ben ona görünmeden tüyerdim en nihayetinde. Derin bir 'oh' çekmek için dudaklarımı araladım ama çekeceğim oh bir yerlerimden nah olup çıktı.

 

"İsterseniz geçip içeride bekleyebilirsiniz. Dersim bitmek üzere zaten." Yapma hocaaam yapmaaaa!

 

Neyse paniğe gerek yok dedim içimden. En nihayetinde 'Gerek yok, ben dışarıda beklerim' der giderdi. Derdi di mi?

 

Ama demedi. Onun yerine "Tabi zevkle" dedi. Ağzı tam kırılmaya layıktı şimdi. Böyle tam kafa atmalık olmuştu.

 

Yiğit hocanın "Buyrun o zaman" demeleri arasından yavaş adımlarla yürüdü. Arkamda oturan insan fazlası Furkan apar topar kalkarken "Buyur abi sen böyle geç" dedi. Bir de utanmasa ayaklarına kapanacak bir haldeydi. Neydi bu tir tir titreme pardooon!

 

Geldi oturdu çat diye bizim arkamıza. Hemen arkasından gelen Cihan da bana otuz iki diş sırıtıp başka boş bir masaya yerleşmişti. Ağzı kırılmalık insan iki tane oluvermişti böylece.

 

"Ay şu gülerek geçen ne tatlıymış." Diye mırıldandı Asmin. Hafif de bir iç çekmişti.

 

"Nişanlı o." Dedim pat diye.

 

"Sen nereden biliyorsun?" Biraz şaşkın biraz da hüzün dolu bir sesle dönmüştü Asmin bana doğru. Tabi aynı evde yaşıyoruz onun da nişanlısı bana 'müstakbel elticiğim' diyor diyemedim.

 

Onun yerine "Sağ elinde alyans var." Dedim.

 

"Hadi ya..." diye hayıflandı Asmin. Beğenmişti zannımca Cihan'ı. Ah Cihan ah seni beğenen bir sürü güzelim iyi kalpli kız varken senin bu yaptığın da yani. Allah akıl fikir versin ne diyelim.

 

"Vallahi ben bugün ders falan dinleyemeyeceğim." Diye iç geçirdi yan tarafımdan Esma. Yanağını avcuna yaslarken gözünden saçtığı kalpler arka tarafıma doğru gidiyordu. "Ben de" diye katıldı ona hemen yanı başında oturan Betül.

 

"Tamam yeter. Hadi zaten yeterince dersimiz bölündü. Şu konuyu bitirelim. Evet tüm dikkatler bana." Parmaklarıyla hafifçe tahtaya vurup dağılan dikkati toplamaya çalıştı Yiğit hoca ama pek fayda etmedi. Kendi kendine anlatmaya başlamıştı. Yüzümü saklamak için kullandığım defteri önüme indirirken iki büklüm tahtada yazanları geçirmeye başladım. Tabi iç geçirmeler ve Yiğit hocanın saçma sapan ders bölmeleri arasında nasıl olacaksa artık. Çünkü arkamdaki şahsı muhterem durup durup diyecek bir şey buluyordu.

 

"Bak şu formülde sayıları ters yazmışsın. Bunu buraya..." elimden kalemi alıp defterimde yeniden yazmaya başlamıştı Yiğit hoca. "Bunu da buraya. Sen çıkışta kal ben ayrıca anlatayım tekrar bunu sana."

 

"Sence formülde hata yapmadın mı?" dedi arkamdan onun sesi. Yiğit hoca şaşkınlıkla dönmüştü ona doğru. "Bence tekrar hesapla."

 

"Hata mı? Ben bir hata göremiyorum."

 

"Tabi hoca olan sensin ama uyarmak istedim." Ağzının içinde bir şeyler mırıldanan Yiğit hoca tahtaya yürüdü ve demin yazdığı formüle baktı uzun uzun. Sonra yeni bir örnek yazıp çözmeye başladı.

 

"Yanlış çözdün." Dedi arkamdan tekrar. Asmin'den küçük kıkırtılar dökülürken Esma'nın yüksek sesli iç çekişi ulaştı kulağıma.

 

"Gel sen çöz." Dedi artık tüm bıkkınlığıyla Yiğit hoca. Yüzü duvar gibi olmuştu. Elindeki kalemi ona doğru uzatıp gelmesini bekledi. O da davete icabet edip kalktı masadan ve tahtaya ilerledi. Sessiz bakışmaların ardından Yiğit hocanın elinden kalemi alıp tahtadaki örneği çözmeye başladı.

 

"Bu mu yani?" dedi Yiğit hoca. "Bir sürü işlemi atladın."

 

"Gerek yok da ondan. Daha basit bir yolu varken neden uzun uzadıya uğraşayım ki?"

 

"Ay fiziği çok iyi." Diye tekrar iç geçirdi Esma. Utanmasa köpekler gibi salya da akıtacaktı. Ders olan fizik miydi kastettiği yoksa diğer fizik mi? Çünkü eş sesli bir kelimeydi de fizik!

 

"Esma bayılıp kalacak." Diye kıkırdamasını sürdürdü Asmin. Ama ben gülmüyordum. Aksine sinir damarlarımda bir kabarma vardı. Hayırdır lisede miydik! Neydi bu çocuk çocuk haller!

 

"Ne yapıyorsun!" diye yükseldi o sırada Yiğit hocanın sesi. Bakışlarım hızla oraya dönerken artık Yiğit hocanın yüzü kırmızıdan mora dönmek üzereydi. "Tüm notlarıma kahve döktün."

 

"Duvara bakmaya çalışıyordum. Pardon." Dedi masum masum.

 

"Pardon mu!" diye yükseldi Yiğit hoca. "Hepsini mahvettin kardeşim! Hepsini mahvettin!" masanın üzerindeki kağıtlarını hızla eline almaya çalışıyordu bir yandan.

 

"Pardon dedik ya. Bilmeden oldu."

 

"Allah Allah! Bilmeden olmuşmuş! Bilmeden olmuşmuş! Ne biçim insansın sen ha!" İşte orada film koptu. Yiğit hoca sabote olan dersine mi yansındı yoksa mahvolan ders notlarına mı bilemiyordu. Ama öfkeden zıvanadan çıkmıştı resmen. Ama yine de bizler buradayken pek hoş olmamıştı zira şimdi birbirlerinin yakalarını kavrayıvermişlerdi.

 

"O biçim insanım gel anlatayım!" diyordu o da Yiğit hocaya karşı.

 

"Şikayet edeceğim seni! Şikayet!" diye sesi yeri göğü inletiyordu Yiğit hocanın. Herkes şaşkınca olanlara bakarken kimse de kılını kıpırdatmıyordu sağolsun. Cihan bile! Yerimden hızla ayağa kalkarken 'bir şey' diyen bakışlarımı Cihan'a çevirdim ama oralı bile değildi. Gülüyordu. Çok keyifli bir film izliyormuş gibi gülüyordu. Hatta benim bakışlarıma hafifçe omuz silkerek cevap vermişti.

 

"Ya dur tamam." Diyordu o sakin sakin. Ama elleri Yiğit hocanın yakasındaydı. Yiğit hoca da onun aksine delirmiş gibi bağırıyordu onun yüzüne yüzüne.

 

Daha fazla dayanamadım artık. "Ya bir şey yapsanıza!" dedim onlara doğru adımlarken. Ellerimi onun kollarına koyup çekmek istedim. "Bıraksana!"

 

"Elifcim sen karışma istersen." Dedi burnundan soluyan Yiğit hoca.

 

"Aynen sen karışma." Dedi o Yiğit hocanın yakasındaki ellerini çekip bana dönerken.

 

"Allah aşkına sınıf burası sınıf! Sen ne yaptığını sanıyorsun!"

 

"Bir şey mi yapıyorum ben?" dedi şaşkın bir yüz ifadesiyle. Sinirle koluna asıldım.

 

"Yapmıyor musun!"

 

"Yapıyor muyum?" dedi yine aynı şaşkın haline devam edip.

 

"Allah aşkına ortalığı birbirine kattın farkında mısın? Bekleyemiyor muydun yani! Ne vardı biraz daha bekleyip öyle gelsen içeri!"

 

"Tamam Elifcim. Ben gerisini hallederim. Böyle kaba bir herifle uğraşma." Yiğit hoca kolumdan tutup geri çekecek oldu beni ama o benden önce davranıp koluma uzattığı elini yakalamıştı.

 

"Sen geç şöyle arkama." Derken beni de arkasına çekivermişti.

 

"Ne yapıyorsun sen kardeşim? Çek Elif'in üzerinden elini. Ne hakla dokunursun ona?"

 

"Ya Allah aşkına sen manyak mısın?" diye yükseldim ben de arkasından. Ama bileğimi sıkı sıkı kavrayıp kapıya adımlamaya başlamıştı.

 

"Kardeşim hey!" dedi Yiğit hoca. "Hoop hoop hoop!" diye tuttu onun kolunu.

 

"Hocam biz karışmayalım onlara!" diye bağırdı kahkahalarının arasından ağzı kırılasıca Cihan. Daha büyük bir kahkaha attı.

 

"Niye karışmayacakmışım!" diye diklendi Yiğit hoca.

 

"Karı kocanın arasına girilmez de ondan. Biz boş verelim hocam." Bir gün benden sağlam bir kafa yiyecekti Cihan. Yazmıştım oğlum seni!

 

O da bileğimden tuttuğu gibi beni dışarı sürüklercesine çıkarmıştı.

 

"Ya bıraksana be!" Dişlerimin arasından diğer herkesin gözünde olan hanım hanımcıklığımı bozmamaya çalışırken bir yandan da ona çemkirmeye çalışıyordum. Çok zordu. Çok çok zordu.

 

"Allah aşkına!" Dedim tekrar dişlerimin arasından. Merdivenleri o tek tek ben üçer beşer iniyordum. Basamaklardaki duran ve gözleri bizim üzerimizde olan insanlara da çarpıyordum bir yandan pata küte.

 

"Herkes bize bakıyor!" Diye sızlandım. Sabah fizik notlarını istediğim Aybüke'ye çarpmıştım sertçe. 'Pardon' diyecek oldum ama görüntü aktı gitti gözümün önünden.

 

"Derdin ne senin ya!" Dedim boştaki elimle koluna asılıp. "Huzursuzluk arıyorsun yemin ediyorum ki!"

 

Durdu. Böyle çat diye durdu. Çatık kaşlarının altındaki bakışları beni buldu.

 

"Sessizce yürüyecek misin?" dedi en sinir olduğum sakin tonuyla. İnsanı zıvanadan çıkarıp sakince konuşmasına ayrı hem de apayrı gıcık oluyordum!

 

"Geldin ortalığı birbirine kattın!" Tekrar bileğimden asılıp dershanenin kapısından dışarı adeta sürüklemişti beni. Şaşkın bakışlar hızlı adımlarımızın önünde koridor gibi yana açılıyordu. "Adama yanlış biliyorsun dedin ya! Anlatamıyorsun dedin!"

 

"Anlatamıyor! Düzgün anlatsaydı!" Kesinlikle Yiğit hoca meslek hayatında böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Bunun eşine rastlanmazdı zaten! Eşsiz bir öküzlüğü vardı! Muazzam bir öküzlük! Ultra muazzam bir öküzlük! Hatta mandalık!

 

"Adam mesleğinin kaçıncı yılında!"

 

"Ne bileyim kaçıncı yılında!"

 

"Saçmalama!" Dedim tekrar dişlerimin arasından. Çaresiz ve utanan bakışlarım etrafımdaki bakışlarda dolanıyordu. "Adamın tüm notlarına kahve döktün ya!"

 

"İçmesin o da derste. Ayrıca bilerek yapmadım." Duvardaki alçıları bahane edip onun masasının önüne gitmiş ve güya yanlışlıkla masadaki kahve dolu kupaya elinin tersiyle çarpıvermişti.

 

"Sana mı soracak! Hem sen ne diye gelip duruyorsun dershaneye ya! İşin gücün yok mu senin!"

 

"İşim burada. Unuttun mu buranın işleri bende!"

 

"Duvarlara sanki sen harç karıp sıva yapacaksın! Sana ne!"

 

"Ben işimi kendin yaparım."

 

"Allah aşkına dur artık!" Dedim kolundan asılıp. Ayaklarımı yere sertçe dayadım. "Rezil oldum sayende!"

 

Zınk diye durmuştu. Sert bakışlarını bana çevirdi. Bakışları hafifçe etrafı taradı.

 

"Ne?" dedi sonra bana dönüp. "Ne yaptım?" dedi masum masum.

 

"Allah aşkına adamın yakasına yapışmadığın kaldı! Bir ara döveceksin sandım ya!"

 

"Asla öyle bir niyetim yoktu. Duvarlara bakmaya geldim kendi otur dinle dedi. Demedi mi?"

 

"Dediğine diyeceğine pişman oldu sayende. Adamın her dediğine bir kulp taktın!" Cidden nefes alışına kadar bir şeyler demişti.

 

'Neden siyah kalem yerine mavi kalem tercih ediyorsun?'

 

'Bu kadar ağır parfüm ders anlatmana engel olmuyor mu?'

 

'Bu konuya neden o örneği verdin?'

 

'Sence formülde hata yapmadın mı?'

 

'Bu sorunun daha basit bir yolu var aslında, bu zaman kaybı.'

 

'Bence tekrar hesapla.'

 

'Yanlış çözdün.'

 

"Adam bunca yıllık öğretmen."

 

"E ne olmuş öğretmense? Öğretmenliğine laf etmedik ya." Etmemiş hali buydu zaten. Etse ne olurdu Allah bilir.

 

"Elinin körü olur!" Dedim dişlerimin arasından. "Adamın yakasını ne diye kavrıyorsun!"

 

"Yakasındaki tozu nasıl silkebilirdim başka?" Ağzım şaşkınlıkla aralanırken kafamı iki yana salladım. İflah olmazdı o. Neye uğraşıp dil döküyordum ki!

 

Bakışlarım etrafımızda merak ve istekle bizi izleyen kalabalığa çevrildi. Sanki film çekiyorduk burada. Daha önce kantinde defalarca gördüğüm bir kız grubunun bakışları direkt bizdeydi mesela. Fısıltılar da dönüyordu. Oh oh bir çekirdekleri eksikti.

 

"Yiğit hoca burnundan soluyor..." demişti yan tarafımda sarışın bir kız arkadaşına doğru.

 

"Müdürün yanına gidiyordu." Diye onaylamıştı arkadaşı da onu. Dedikodu hızına ben yetişemezdim burada.

 

"Adamın yakasındaki tozdan sana ne!"

 

"Alerjim var belki."

 

Diyecek kelimelerimi tüketiyordu bu adama.

 

"Hadi!" dedi tekrar bileğime asılıp. Olduğum yerden milim kıpırdamadım ama. "Ne oldu?" Dedi sanki hiçbir şey olmamış gibi. Ne olmuş olabilirdi acabaaaaa!

 

"Ayakkabılarımın bağcıyı..." dedim aklıma gelen ilk şeyle. Ben eğilip ayakkabılarımı bağlayacağım derken giderdi belki. Giderdi di mi? Gitsindi...

 

"Ayrıca ses tonunu kontrol edemiyor. Dikkat dağıtıcı." Şaşkın bakışlarım ona çevrildi hızlıca. Etrafındakilerin de gözler benim gibi açılmıştı. "Hem gerçekten o formül hatalı. Soruyu da yanlış çözdü. Ne?" dedi sonra bakışlarını bana çevirtip. "Ne oldu? Niye öyle bakıyorsun?"

 

"Ne yapıyorsun sen?" Dedim içime kaçan sesimle. Şaşkın bakışlarım o ve bağlamaya çalıştığı bağcıklarım arasında gidip geliyordu. Bir dizinin üzerine çökmüş benim ayakkabılarımın bağcıklarını bağlıyordu.

 

"Al bağladık. Yürü şimdi!"

 

"Of rezil oldum! Senin yüzünden dershaneden atılabilirim!"

 

"Sıkıyorsa atsınlar..." diye mırıldanırken bahçe kapısından çıktık beraber.

 

"Ne yapacaksın 'bu dershane benim siz kimsiniz mi diyeceksin!" koluna vurmaya yeltendim ama yetişemedim.

 

"Fena fikir değilmiş aşkında."

 

"Çok fena fikir! Fesfena!"

 

"Hadi hadi." Dedi arabanın kapısını açıp beni bindirirken. Hatta uzandı emniyet kemerimi de takmaya çalıştı ama bu bozuk arabanın emniyet kemeri takılmıyordu lanet olsunk ki!

 

Bu araba bojjjjuuuuuuk!

 

Sertçe iki üç kere çekip tak diye taktı kemeri. Sonra hızlı adımlarla diğer tarafa dolanıp bindi ve gazladı.

 

"Allah aşkına!" dedim bıkkınca. "Hadi dershanenin işleri sende tamam. Ama dersteyken ne diye gelirsin! Hadi geldin ne diye içeride beklersin!" Elimi sinirle dizime vurdum. "Ya geldin on dakikada ortalığı birbirine kattın! Mantık nerede mantık! Tek yapacağın susup oturmaktı ya! Derdin neydi acaba!" Sinirli bakışlarımı ona çevirdim.

 

"Bildiğim çok iyi bir dönerci var." Dedi o da normal normal bana doğru çevirdiği bakışlarıyla. Ben Anya derken neden o Konya diyordu ki! Ben kim ne anlatıyordum!

 

"Sabır ver Allah'ım!" dedim ellerimi yukarı kaldırıp. "Böyle kilo kilo değil de ton ton!"

 

Ben kendi kendime sabırlar dilenirken araba küçük bir dükkanın önünde durmuştu. O benden önce inerken belki inmezsem çeker gider diye düşünüyordum ama gitmedi. Benden tarafa dolanıp kapımı açtı ve inmem için bekledi.

 

"Hadi." Dedi sakin sakin. O böyle sakin tonda konuştukça bana bir şeyler oluyordu. Damarlarımdaki sinir olabildiğince hızlı akıyordu. Ben oralı olmayınca zorla taktığı kemeri uğraşa uğraşa açtı.

 

"Çekil!" dedim göğsüne sertçe vurup inerken. "Hiç ben ne yaptım deme zaten! Olanlara bak ya! Rezil oldum rezil!" Sinirle ilk boş bulduğum masaya oturdum. Önüme düşen saçlarımı hırsla geri savurdum. "Ayrıca çantam da orada kaldı!"

 

"Cihan alır. Ben söylerim şimdi ona." Cebinden telefonunu çıkarıp bir şeyler yazdı. Sonra telefonu masaya bıraktı.

 

"Oo hoş gelmişsin Baran oğlum." Dedi ben burnumdan solurken masamıza gelen elli yaşlarındaki bir amca. "Hangi rüzgar attı seni? Uğramıyordun bayadır."

 

"Geçiyorduk buradan. İş güç biliyorsun."

 

"İyi olmuş buradan geçtiğiniz. Yoksa yüzünü göremiyoruz. Ne vereyim size? Ne yersiniz?" Adamın açık yeşil hareleri bana çevrilmişti.

 

"Ne yersin?" dedi bay manda. Cevap vermek yerine suratımı daha da asıp diğer tarafa çevirdim başımı.

 

"Her zamankinden yapayım mı? Büyük. Lavaşlarım da taze."

 

"Olur ustam. İki tane getir. İki de ayran." Sinirli bakışlarım küçük dükkanın içini süzüyordu. Toplam beş ahşap masa vardı. İçeriden yoğun bir et kokusu geliyordu. Eski tabelada 'Dönerci Hayyam'ın yeri' yazıyordu. Küçük tahta bölmenin üzerinde eski büyük bir radyo duruyordu. Cengiz Özkan O Yar Gelir diyordu.

 

'...Yüzün görsem tutulur dilim lal olur

 

Yar yar

 

Lal olur yar yar

 

Aşka düşen divane gezer del' olur

 

Yar yar...'

 

"Sen ne yaptın ya..." dedim mırıltıyla. "Neden yaptın?"

 

"Ne yapmışım?" ağzına masada duran küçük biber turşusundan iki tane atıp yavaşça çiğnedi. O kadar gailesiz bir tondaydı ki. "Cahit denen hocayı mı diyorsun? Yanlışlıkla oldu."

 

"Yiğit." Diye düzelttim. "Adamın bütün notlarına kahve döktün.

 

"Elim çarptı." İki biber daha attı ağzına.

 

"Dersi de mahvettin. Çok sinirlendi. Adama resmen anlatamıyorsun dedin."

 

"Öyle bir şey demedim. Formülü yanlış yazdı. Düzeltsin istedim sadece. Fena mı ettim. Ayrıca Cahit denen hoca da sinirlenmeye dünden razıymış."

 

"Yiğit..." diye mırıldanırken tekrar düzelttim onu. "Yakasına yapıştın."

 

"Tozları silkeledim." İki biber daha attı ağzına. Acıya karşı duyarsız bir herif miydi bu! "Ayrıca Cahit-"

 

"Yiğit! Adamın adı Yiğit." Patlayıvermiştim. Çıkmıştım sonunda zıvanadan. Yaslandığı sandalyede sırtını dikleştirirken kafasını iki yana salladı.

 

"İkisinin sonu da 'it'le bitiyor. Ha Yiğit ha Cahit! İt mi it!"

 

Gerçekten aynı tellerden konuşmuyorduk ya da benim sesim ona gitmiyordu. Sinirle soluyup tam ona çemkirecektim ki deminki amca elindeki iki tepsiyle geldi masamıza. "Buyur kızım." Dedi tepsinin birini benim önüme bırakırken. Diğerini de onun önüne bıraktı. "Başka bir şey isterseniz seslenin. İçerideyim."

 

"Gerçekten sana diyecek bir şey bulamıyorum." Derken kollarımı sinirle kavuşturdum göğsümde. "Gerçekten."

 

"Yemeyecek misin?" dedi o da oralı olmadan. Kendi büyük dürümünün kağıdını açıp öylece baktı bana. Kımıldamadığımı görünce de kendi dürümünü bırakıp benimkini çekti önüne. Yerdi o. Öyle bir ayılığı da vardı.

 

Önce ayranımı iyice çalkalayıp pipet taktı. Sonra dürümün sarılı olduğu kağıdı açıp bana doğru uzattı. "Hadi ye. Hayyam usta çok iyi yapar et dürümü. Böylesini bir daha bulamazsın. Ağlarsın sonra neden yemedim diye." Burnumu kırıştırırken kafamı diğer tarafa çevirdim. O da benim tepsimi önüme uzatıp kendi dürümüyle meşgul olmaya başladı.

 

"Çıkışta ne anlatacaktı hem o sana?" dedi ağzı dolu dolu.

 

"Kim?" dedim ters ters.

 

"İt. Aman Yiğit hoca." Ayranından büyük bir yudum aldı.

 

"Mandaları anlatacakmış." Dedim aynı terslikte.

 

"Çiftlikten geldiği belli zaten. Ama çok da iyi anlatamıyor gibi."

 

"Hiç karşılaşmadığı bir manda türüyle karşılaştı ya bugün. Ondandır." Oralı olmadan elindeki büyük dürümden koca bir ısırık daha aldı.

 

"Ooo abim yengem!" dedi ben ters ters ona bakarken Cihan. Kollarını iki yana açıp coşkuyla girmişti içeri. Elinde de benim çantam vardı ve salak salak sallıyordu. "Afiyetler üzerinize!" Hızlıca bir sandalye çekip masaya kuruldu. Ben şaşkınca onun uçuk hareketlerine bakarken abisi ağzının içinde bir şeyler homurdanmıştı. "Oh oh oh! Şu dürüme bak be! Kolum kadar kolum! Yenge!" dedi sonra bana dönüp. "Yemiyor musun yoksa!" Benim tepkisizliğimi görünce önümdeki tepsiye uzanacak oldu ama hemen apar topar önüme çektim. Hatta dürümden hızlıca bir ısırık aldım.

 

"Sen niye geldin?" dedi ters ters abisi.

 

"Ee çantayı getir dedin. Gelmese miydim? Ya çok canım çekti azıcık verin ya!"

 

"Git al lan oradan. Allah Allah!"

 

"İki saatte olmazsa ne yaparım. Ölürüm açlıktan. O kadar bekleyemem." Cihan ciğerci kedisi gibi bir benim yediğime bir de abisinin yediğine bakıyordu.

 

"Barışmakla hata ettim ben bununla." Diye söylendi abisi.

 

"Aşk olsun abii yaaa! Valla keseceğim kendimi! Ama kesmeden bir dürüm yemem lazım! Hayyam abi bana da en büyük dürümünden versene!" Sinirle ısırdığım kısmı bölüp elimdeki dürümü Cihan'a uzattım. Doydum ben. Gidiyorum." Dedim demin sallaya sallaya getirdiği çantamı hızla kaparken. Sinirle dışarıya doğru attım adımlarımı.

 

"Bekle." Dedi geriden onun sesi. Beklemeyeceğimi bile bile yineledi. Hatta adımlarını sesi karıştı adımlarımın sesine.

 

🔥

 

Sinirim bu aralar aşırı kolay bozulabilen bir yapıdaydı. Gerçi hiç düzelmeyen bir şeyden düzelmesini beklemek de saçmalık olurdu ya neyse.

 

Adımları pat pat vura vura odaya çıkarken söyleniyordum da bir yandan. Odanın içine girince de neden geldiğimi unuttuğumdan bir tur daha sinirlenip daha sert vurdum ayaklarımı yere. Elimdeki çantamı sinirle yatağın üzerine fırlatıp geri çıktım.

 

Burnumdan soluyordum ve kendime hakim olamıyordum. Geri aynı şekilde adımları pat pat vura vura indim mutfağa. Bir bardak su içersem belki ama belki geçerdi şu içimdeki hararet. Ama bendeki hararet öyle yerleşik bir vaziyetteydi ki değil bir bardak su bir büyük göl içsem geçmezdi. Çünkü hararetimin kaynağı tam karşımda gailesiz gailesiz su içiyordu.

 

"Sabır ya..." diye mırıldanırken onun yanından geçip sertçe kapağını açtığım dolaptan bir bardak çıkardım kendime. Onun önünde duran sürahiyi sinirle alıp taşıra taşıra su doldurdum bardağa. İçtim. Yetmedi bir bardak daha içtim.

 

"Çok sinirliyim sana!" dedim üçüncü bardağı doldururken. "O kadar sinirliyim ki!"

 

"Hı..." diye anlamsız bir mırıltı çıkarırken elindeki bardağı lavabonun içine bırakmıştı.

 

"O kadar..." Sinirle yumruğumu sıkarken bana doğru bir adım atmıştı. "O kadar sinir bozucusun ki!" diye dişlerimin arasından söylendim.

 

"Öyle mi?" dedi tiye alır gibi. Zira benim öfkemle alay eder gibi bir hali vardı. Geçmese iyi ederdi çünkü sinirim aşırı boyuttaydı.

 

"ÖYLE!" diye yükseldim. "Aşırı gıcık ediyorsun beni!"

 

"Ya..." dedi bu sefer alaycı tavrını sürdürürken.

 

"Bana bak!" diye ona doğru adım atmıştım ki çalan telefonumla dikkatim bölündü ve ikimizin de bakışları tezgaha gelişi güzel bıraktığım telefonuma çevrildi.

 

'Yiğit Hoca' yazıyordu ekranda. Yazmaz olaydı.

 

"Bu it yani Yiğit akşam sabah demeden arıyor mu seni?" Sesindeki alaycı ton gidiverirken kaşları hafifçe çatılmıştı. Aramazdı yani daha önce hiç aramamıştı. Gerçekten ne alakaydı?

 

"Sana ne?" dedim ters ters. Ama o bir tepki vermek yerine uzanıp telefonumu aldı benim "Ne yapıyorsun" demelerim arasından.

 

"Ne var?" dedi en ters tonda. "Değil müsait. Olmaz da." Telefonu kapatıp bana uzattı.

 

"Ne yapıyorsun sen Allah aşkına!" dedim elinden telefonumu sinirle çekip alırken. "Ne yaptığını sanıyorsun ya! Rezil etmekte üstüne yok! Sağ ol! Valla bak! Var ya-" elini koluma atarken beni geri geri de yürütmüştü.

 

Kolumu sıkı sıkı kavramıştı. Benim bu kolumun hem Rojbin hanım hem de ondan çekeceği vardı bana kalırsa. Onlardan başka koluma zırt pırt yapışan olmuyordu.

 

Bir de şimdi gereksiz yakınımdaydı. Böyle dibinde. Santimler bile yok diyebilirdim. Belki bir nefes mesafe.

 

"Bana bak! Benim tepemin tasını attırma!" dedim ama öyle avaz avaz değil. Dişlerimin arasından sinirli bir tonda.

 

"Öyle mi?" Dedi. Beraber attığımız adımda benim sırtım duvarla birleşmiş, onun adımı ise artık gidecek yer bırakmamıştı kendine. "Ne olur tepenin tası atarsa?"

 

Sesinin tonu sinir bozucu tonda sakindi. Oysa demin alev püsküren, avaz avaz bağıran kendisiydi. Sayesinde bu denli sinirlenmiştim ben de. Sağolsun...

 

Nefesi çarpıyordu yüzüme. Fazla yakındı. Haddinden fazla.

 

"Bak beni tanımıyorsun? Sinirimi bilmiyorsun?" dedim dişlerimin arasından. Oysa gözümün çabucak döndüğünü artık öğrenmiş olması lazımdı. Malum sayemde epey yara almıştı kendileri. Kolu burnu derken sırada ne var diye düşünüyordu insan bir durup.

 

"Tanışırız..." dedi ama sesi bambaşka bir tınıdaydı. Alnıma varla yok arası burnunun ucu temas edivermişti. Benim burnuma da çenesindeki çıkmış hafif sakalları sürttü.

 

Göz kapaklarım ağır ağır kapandı benden habersiz. Nefes almaya çalıştım ama ciğerlerime dolan ferah kokuyla nefesimi aniden tuttum. Eş zamanlı olarak da gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.

 

'Kendine gel' diye haykırdı içimdeki ses.

 

"Baran?" dedi dağılan dikkatimi toplamama yardımcı olan ses. Onu göğsünden geri itelerken kenara çekilmiştim hızla. O an bakışlarım mutfağın kapısında duran Berfin'le kesişti.

 

"Ne var Berfin?"

 

"Dayım çağırıyor seni. Konuşacaklarım var acil gelsin dedi." O bir adım geri çekilirken ben de önüme düşen saçlarımı hızla geri itip bahçeye açılan kapıdan çıktım dışarı. Soğuk hava bedenime ok gibi saplanırken derin derin solumaya çalıştım bir yandan. Bedenimdeki titremeye rağmen bahçenin ilerisine doğru attım sarsak adımlarımı.

 

Peki ben neden titriyordum? Üşüyor muydum yoksa başka bir şey miydi? Peki neden üşüdüğümü hissetmiyordum? Derin bir nefes daha alırken kafamı gayriihtiyarı sol yanıma çevirmiş bulundum. O anda bakışlarım iki üç adım ileride duran Maran'la kesişti. Beni görünce de yaslandığı çitlerden yavaşça kendini çekip bana doğru adımladı.

 

"İyi misin Elif?" dedi tereddütlü bir bakışla. İyi görünmediğimi biliyordum ama onu görünce bedenimdeki o garip his yerini tekrar öfkeye bırakıvermişti. Çünkü parmakları arasındaki bilekliğimi hızla cebine atmaya çalışmıştı. "Hasta gibisin. Bir şey mi oldu?"

 

"Oldu evet." Dedim çenemi yukarı kaldırıp.

 

"Kötü bir şey sanırım. Eğer yardım edebileceğim bir şeyse." Gözlerinde farklı ışıltılar vardı.

 

"Yardım ederken yalan söylemeyeceğini söz verir misin peki?" dedim dümdüz bir şekilde. Kollarımı göğsümde birleştirdim.

 

"Anlamadım." Kaşları şaşkınlıkla havalandı. "Ne demek istiyorsun?"

 

"Ne demek istediğimi sen daha iyi biliyorsun." Ona doğru bir adım attım. "Yalan söylüyorsun Maran."

 

"Yalan mı? Ne yalanı?"

 

"Söylemiyor musun?" dedim diklenip.

 

"Elif bak ne dediğini anlayamıyorum. Sen iyi değilsin galiba." İyi değildim. Hem de uzun zamandır. Ayarlarım bozulabildiği kadar bozulmuştu. Ama madem iyi değildik iyi olmayanların da hakkından gelecektik bugün. O bilekliği ondan alacaktım. Dönüşü yoktu.

 

"Bana niye yalan söyledin Maran?" dedim daha fazla dayanamayıp. "Neden?"

 

"Anlamıyorum Elif bak ne yalanı? Sen hiç iyi görünmüyorsun." Kolumu tutmak için elini uzattı ama durdurdum onu.

 

"Dokunma bana. Derdin ne senin Maran? Ne istiyorsun?"

 

"Elif-"

 

"Bileklik nerede?"

 

"Ne?" dedi sahte bir şaşkınlıkla. Halbuki beni görünce apar topar cebine atamaya çalışmıştı.

 

"Bileklik nerede Maran?" dedim sinirle.

 

"Elif. Ne dediğini anlamıyorum." Olabildiğince salağa yatıyordu.

 

"Günlerdir imasını yaptığın, aklımı karıştırmak için uğraştığın bilekliğim nerede!"

 

"Bilekliğin..." Dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. "Hani senin değildi. Hani sen değildin."

 

"Çünkü bilekliği o gün bulan sen değildin de ondan. Yalan söyledin Maran. Anlamayacağım mı sandın? Şimdi söyle bilekliğim nerede!" Dudaklarındaki gülüş büyürken elini cebine attı. Abimin yegane emaneti parmakları arasında eğreti biçimde gün yüzüne çıkarken kalbim sıkışıvermişti.

 

"Aradığın şey bu değil mi? Senin için çok mu değerli?"

 

"Hiç anlayamayacağın kadar hem de." Sinirle elinden bilekliği almak için hamle yaptım ama geri doğru çekip almamı engellemişti.

 

"Zeki biri olduğunu ilk gördüğümde anlamıştım zaten. Peki öyle olsun. Yalan söylediğimi anladın. Peki gerçekten bulanın kim olduğunu biliyor musun?"

 

"Evet!" derken tekrar eline uzanıp sinirle kaptım bilekliği.

 

Bilekliğim...

 

Abimden kalan yegane hediye...

 

Üç küçük mavi taşlı bileklik...

 

Hayatımın en değerli hediyelerinden biri...

 

Derin bir nefes alırken parmaklarımın arasındaki şeyin gerçek olup olmadığına baktım. Dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme yer edinirken yavaşça okşadım bilekliği.

 

"O zaman o gecekinin Baran olduğunu da biliyorsundur." Sinirli bakışlarımı ona kaldırdım. "O da yana yakıla bilekliğin sahibini arıyor biliyor musun? Peki şimdi o geceki kız bendim mi diyeceksin karşısına çıkıp? Bilekliğin sahibi benim, arama daha fazla mı diyeceksin?"

 

"Sana ne!" dedim sinirle geri arkamı dönüp. Çok kolay olmuştu... Ve bileklik artık olması gereken kişideydi.

 

"Baran sen olduğunu öğrenince ne yapacak acaba? Çünkü o, o geceki kızı arıyor, seni değil. Karşısına çıktığında ne yapacak? Nasıl bir tepki verecek?" Attığım adımlar yavaşlamıştı. "Sen Baran'ı tanımıyorsun Elif. Ben onunla beraber büyüdüm. Her şeyini biliyorum. Her nefesini, her adımını. O düşmanlık hikayesiyle büyüdü. Benim gibi. Her attığı adım, her yediği lokma senin ailenle olan düşmanlık hikayesiyle yoğruldu. Emin ol Elif, Baran'ı tırnağımın ucu kadar tanıyorsam bu hikayeye körü körüne bağlı. Onu zerre tanımıyorsun. Tahmin ettiğin gibi biri değil. Tahmin edebileceğinden daha farklı biri. Diğer yüzünü hiç bilmiyorsun. Sakladıklarını, bastırdıklarını." Sinirle ona çevirmiştim bakışlarımı.

 

"...Hiç bahsetti mi sana kendinden. Etmedi değil mi? Etmez. Çünkü düşmanlık hikayesindeki kahramanlarla konuşmaz. Sen Baran'ı tanımıyorsun Elif. Tanımana da asla izin vermeyecek. Sen üzüleceksin." Tekrar önüme dönerken adımlarımı tekrar içeri çevirdim. "Ama benim neden bunu yaptığımı, neden sana yalan söylediğimi anlayacaksın Elif!"

 

"Saçmaladı..." diye mırıldanırken rüzgarın karıştırdığı saçlarımı düzelttim hızlı hızlı. İçerinin sıcak havası da bedenimi titretip gitmişti. Elimdeki bilekliğin varlığını iyice hissederken sarsak adımlarla girdim içeri. Bilekliğimi almıştım, artık abimin emaneti gerçek sahibindeydi. Peki benim içimdeki bu huzursuzluk neydi?

 

'O, o geceki kızı arıyor çünkü, seni değil...' Kafamı iki yana sallarken Maran'ın dediklerini unutmaya çalıştım.

 

"Yenge iyi misin?" dedi ben salona girdiğimde Seyhan. Kolumu tutmuştu. Kafamı sallarken hafifçe ondan destek alıp koltuğa oturdum. Zira odaya çıkmaya halim yoktu. Ama öfke dolu bakışlarım ise kapıdan giren Maran'daydı. Bana bakmadan ilerleyip bana en uzak koltuğa otururken bakışlarını babasına çevirmişti.

 

"Raporlara baktın mı Baran?" dedi Murat abi sağ tarafımdan. Sol bacağı sağ bacağının üzerinde gayet rahat bir şekilde oturuyordu. Bircan ablayla hastaneden gelmişlerdi yemekten önce. Her gün onun serumu oluyordu çünkü.

 

"Baktım. Hatta tekrar hazırlaman için Bade'ye talimat verdim. İletmedi mi sana?"

 

"İletti. İletti ama ben neresini beğenmediğini anlamadım."

 

"Gözünden bir şey kaçmış gibi geldi. Sen bir daha bak."

 

"Merak etme ben gözümden bir şey kaçırmam ama sen dikkat et bence." Dudaklarında sinir bozucu bir gülümseme vardı.

 

"İş mi konuşacaksınız çocuklar?" dedi Gülsüm hanım. "Akşam akşam hep beraberce oturmuşken."

 

"Konuşalım konuşalım." Diye hızlı bir giriş yaptı salona o anda Mehmet ağa. "Konuşursak iyice anlayacağız çünkü." Elindeki kağıtları hırsla oturduğu koltuğun yanındaki sehpaya bıraktı. "Nedir bu ortaklık olmayacak meselesi Baran?" Bakışları benim sol yanıma dönmüştü.

 

"Olmayacak." Dedi o dümdüz bir şekilde.

 

"Olmayacak? Geçen nişanda Kemal bey bahsedince inanamamıştım. Baran çok soğuk bakıyor bu işe demişti. İnanmamıştım. Ciddiymişsin yani. Nedir bu Baran? Ne demek?"

 

"Olmayacak demek baba. Bir şey değil."

 

"Milyonluk ihaleden vazgeçtin ses etmedim. Hiçbir gerekçe göstermedin. Tamam dedim. Vardır bir bildiği. Sonra sektörün en iyi mimarlık şirketiyle anlaşacak olduk, o kadar iş bağladık. Şimdi yok diyorsun. Raporlara bakıyorum gidişat berbat. Biz sana güvenemeyecek miyiz! Sen neyin peşindesin!"

 

"Bir şeyin peşinde falan değilim. Ortaklık aklıma yatmadı hepsi bu."

 

"Bu? Öyle mi?" Ayağa kalkmıştı Mehmet ağa hem de hızla. "Biz ne zamandan beri senin keyfine göre iş yürütüyoruz oğlum! Aile şirketi orası! Kendi keyfini düşünemezsin!"

 

"Keyfime göre işleyen bir şey yok baba. Uygun görmedim o kadar."

 

"Peki neyi uygun görmedin. Söyle bilelim. İhaleden başla ama. Milyonlar harcadığımız ihaleden. Tek kalemde milyonluk yatırım yaptığımız ihaleden vazgeçişinden başla!"

 

"Baba..." dedi babasına göre daha sakin bir şekilde ayağa kalkarken. "Bazı şeyleri sorgulama."

 

"Öyle mi! Sen ne zamandan beri kendi başına karar alıyorsun ha!" İşte sesinin tonu orada en yükseğe çıkmıştı Mehmet ağanın. Salonun ortası bir anda buz devri yaşarken tansiyon da yükselebildiği kadar yükselmişti.

 

"Doğru..." dedi kırılgan bir şekilde. Ama sesinin aksine dudaklarında acı bir tebessüm vardı. "Hangi kararı kendm alabiliyorum ki ben? Baran kim ki?"

 

"Ne demek o!"

 

"Şu demek baba. Her kararı benim adıma siz alıyorsunuz demek. Kendi hayatımı bile sizin kararlarınız üzerine yaşıyorum demek."

 

"Doğru konuş Baran!"

 

"Yalan mı baba!" İlk defa sesi yükselmişti. "Hangi kararı kendim verdim ben! Ne zaman insan yerine koydunuz beni! Kaç yaşındayım ben! Bugünüme kadar her şeyime karışıp her kararı benim adıma siz almadınız mı? Ben kaç yaşındaydım o şirkette çalışmaya başladığımda?7? 8? Bilemedin! Beş... Tuvalet de temizledim çay da dağıttım. Bir güne bir gün bana 'yap' dediğiniz hiçbir şeye gocunmadım. Her dediğinize tamam dedim! Çünkü siz bana öyle dediniz, benim için öyle karar aldınız! Ben okulu dereceyle bitirdim! Benim işim, düzenim hazırdı! Gitmeyeceksin dediniz! Gitmedim! Çünkü kararı siz verdiniz! Şirketin başına geçeceksin dediniz! Geçtim! Çünkü kararı siz verdiniz! Düşmanlık bitti dediniz! Evleneceksin dediniz! Kararı yine siz verdiniz! Yalansa yalan deyin! Ne beni ne de bu kızı düşündünüz siz! Şimdi söyle baba! Hangi kararı ben almışım bu hayatta!"

 

"Otur yerine..." sesi düşmüştü Mehmet ağanın.

 

"Oturmayacağım! Çünkü haksızlık ediyorsun anlıyor musun!"

 

"Terbiyesizlik yapıyorsun otur!"

 

"Omuzlarımdaki yükü göremiyorsunuz hiçbiriniz."

 

"Yapma Allah aşkına oğlum." Diye araya girmek istedi Gülsüm hanım. "Sakin ol. Dinle babanı."

 

"Dinlemeyeceğim anne. Tamam mı?"koltuğun kenarında duran ceketini kavradı tek hamlede.

 

"Abi dur..." diyecek oldu Cihan ama eliyle itti onu kenara.

 

"Çekilin!"

 

Sinirle dışarı fırlarken Mehmet ağa çöküvermişti geri koltuğa.

 

"Kolonya getirin!" diye bağırdı Gülsüm hanım. Kızlar hızla ışarı koşarken ben onların aksine kapıdan dışarı attım kendimi. Arabaya binmişti. Çalıştırmıştı hatta.

 

"Ne yapıyorsun?" dedi benim açtığım kapıyla beraber.

 

"Nereye gidiyorsun?" dedim kafamı içeri uzatıp.

 

"Kapat şunu!" dedi bana bakmadan.

 

"Nereye dedim!"

 

"Kapat!" Ama kapatmadım. Hızla bindim arabaya. "Ne yapıyorsun sen?"

 

"Sür..." dedim zorla emniyet kemerini takıp. "Bakma nereye gidiyorsan sür." Dedim şaşkın bakışlarına. Öyle de yapmıştı. Hızla konak yolundan çıkan araç ana yolda son sürate ulaşmıştı. Öfkeden boğum boğumdu parmakları. Elini boynundaki siyah kıravata atıp sökercesine çıkarırken sinirli hırıltılar çıkıyordu dudaklarından. Zorla kravatı çıkarıp açık camdan dışarı savurdu.

 

'Nereye gidiyoruz' demek istedim ama diyemedim. 'Yavaş sür' demek istedim ama onu da diyemedim. Onun yerine korkuyla emniyet kemerini kavradım.

 

"Korkuyor musun?" dedi bana kısa bir bakış atıp. Araç toprak yola girmişti. Küçük köylerin yolundaydık. Ses etmedim. O da arabanın hızını düşürdü. Köy yoluna giren sapağı geçip tepelerin oraya sürdü. Taşlı yol garip sesler çıkarırken hızımız iyice düşmüştü. Hatta araba sendelemeye de başladı bir süre sonra. Sendeleye sendeleye gittik gittik ve tak diye durduk.

 

"Ne oluyor?" diye mırıldandım korkuyla.

 

"Bir sen eksiktin!" dedi sinirle. Emniyet kemerini hızla söküp indi arabadan. Öne doğru dolaşıp arabanın kaputunu açtı. O açar açmaz da yoğun bir duman beyaz farın aydınlattığı havaya karıştı. Sinirle geri kapattı ve bağırmaya başladı. Ellerini kapattığı kaputa vurdu sertçe. Sinir krizi geçiriyor gibi bir hali vardı. Ellerim korkuyla titrerken kemeri zar zor açıp kendimi dışarı attım.

 

"YETER!" diyordu sinirle. Ayağıyla ardı arkasınca arabanın ön tekerine vuruyordu. "BIKTIM HER ŞEYDEN YETER!" hızını alamayıp sinirle tekrar kaputu yumruklamaya başladı. Saçı başı dağılmış, yüzü kıpkırmızı olmuştu.

 

Ne yapacağımı bilemiyordum ama karşımda kendini parçalayan beden için bir şey yapmam gerektiğini hissediyordum. Sinirle saçlarını yolmasına korkuyla bakıyordum.

 

"ÇOK SIKILDIM BÖYLE YAŞAMAKTAN ÇOK! BIKTIM!"

 

"Sakin ol..." diye mırıldandım ama beni duymuyor gibiydi. Ona doğru bir adım attım. Bir daha.

 

"NEFRET EDİYORUM!" demişti bağırmalarının arasından. Elinden sızan ince kanı görmüştüm. Ama kendine acımıyor gibi vuruyordu.

 

"Dur..." dedim yine duymadı.

 

"DUR!" dedim kollarına asılıp. Sımsıkı yumduğu bakışları ben onu tutunca açıldı. Ellerimi omuzlarına çıkardım. "Dur artık!" Koyu kahve hareleri benimkilerle kesişince sol gözünden bir damla yaş kaydı yanağından aşağı. "Dur... Sakin ol..." Yorgun bir nefes verirken acı bir hıçkırık kaçtı dudaklarından. Elleriyle benim kollarıma tutunmak isterken yavaşça çöktü yere. Sıkıca kavradım omuzlarını. Onunla birlikte ben de oturdum.

 

"Çok yoruldum..." dedi ağlamaklı bir tonda. "Çok yoruldum..."

 

"Hişşş..." dedim omuzlarını sıkıp. "Bir şey yok..."

 

"Taşıyamıyorum..." Alnını alnıma dayarken bir hıçkırık kaçtı dudaklarından. Sonra başını usulca göğsüme yasladı.

 

"Geçecek..." dedim omzundaki elini sırtına doğru ilerletip. Sıvazlamaya çalıştım yavaşça.

 

"Sahiden geçecek mi?" Tutunmak ister gibi bir neden arıyordu sanki. Sanki o değildi. Küçücük bir çocuktu şimdi.

 

"Geçecek..." Kollarımı ona sarmaya çalıştım. "Geçecek..."

 

 

 

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

Sizce ne olacak yeni bölümde?

 

Elif bilekliğine kavuştu?

 

Peki ya Baran'ın ailesiyle olan kavgası?

 

Maran?

 

Berfin?

 

Hadi tahminlere...

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%