Yeni Üyelik
46.
Bölüm

Özel Bölüm 3

@seydnrgrsu

Mehmet Erdem-Acıyı Sevmek Olur Mu?

Can Ozan- Ağlama Ben ağlarım

Buray- Olmuşum Leyla

 

🔥

 

Derler ki; 'Acının içinden geçemezsen dışına çıkamazsın.'

 

 

Sanırım bunun için de insanın acıyı en dibine kadar yaşaması gerekiyordu. Zira insan o acıyı çekmedikçe acısızlığa ulaşamıyordu. Acıdan sonrası rahatlama mıydı yoksa mutluluk mu bilinmez ama sanırım acı çekmeyecek olmak bile yetiyordu.

 

 

Acı çekmemek için de sürekli katlanan acılara katlanmak gerekiyordu. Tıpkı o sabah Bircan'ın yatağın üzerindeki kutulara baktığında çektiği acı gibi. Fiziksel acıdan bahsetmiyordu. Kollarındaki iğne izlerinden, kemoterapinin vücudunda bıraktığı acılardan ya da vücudunun her yerinde çıkan morluklardan değildi hissettiği acı.

 

 

Onun acısı ruhundaydı.

 

 

Ve ruhundaki o dayanılmaz acı yatağın üzerine bırakılmış kutulara baktıkça katlanıyordu.

 

 

"Bircan." Dakikalardır dalıp gittiği kutulardan bakışlarını kaldırmasını ise banyodan çıkan kocası sağlamıştı. Elindeki havluyla yeni yıkadığı belli olan yüzünü kurularken seslenmişti. "Ben siyah kordonlu saatimi bulamıyorum da. Gördün mü sen onu?"

 

 

"Halamın geçen sene hediye ettiği mi?" diye yorgun bir biçimde çevirmişti Bircan başını.

 

 

"Evet. Çekmecede yok."

 

 

"Banyo dolabında. Geçen gün lavaboda unutunca ben oraya kaldırmıştım." Bircan öyle deyince Murat tekrar içeri girmiş ve onun söylediği yerden saatini alıp bileğine geçirmişti. Bircan da bu sırada yataktan yavaşça kalkmıştı. "Sen işe mi gidiyorsun?"

 

 

"Evet." Bakışlarını ise bileğine takmaya çalıştığı saatten kaldırmıyordu Murat.

 

 

"Ne zaman dönersin? İşin çok mu bugün?" Bircan bir elini kapının pervazına koyup destek alıyordu. O gün her zamankinden daha halsiz hissediyordu kendini.

 

 

"Yani sürebilir. Yazmam gereken bir dünya rapor var. Yarından sonra da İstanbul'a uçuyorum. Niye sordun?"

 

 

"Hiç..." demişti yorgun bir gülümsemeyle Bircan. Öğleden sonra doktor randevusu vardı ve o yüzden sormuştu aslında. "Aslında-"

 

 

"Bugünlerde iş o kadar yoğun ki. Yeni projeler, Maran'ın gidişi derken ortalık karışık yani. Kafam allak bullak anlayacağın. Neyi nereye koyduğumu da hatırlayamıyorum bu yüzden." Banyodan çıkıp yatağın üzerindeki kutuların yanında duran ceketini hızlıca geçirdi sırtına.

 

 

"Ya..." derken yüzü iyice düşmüştü Bircan'ın. "Son zamanlarda hiç vakit de geçiremiyoruz."

 

 

"Biliyorum." Diye mırıldanırken komodindeki telefonu cebine atan Murat Bircan'ın yanağına küçük bir öpücük bırakıp kapıya doğru yürümüştü. "Ama ben bir boşluk ayarlamaya çalışacağım. Görüşürüz." Kapıyı çekip çıktığında bedenini saran yalnızlıkla kalakalmıştı Bircan. Derin bir nefes aldıktan sonra geri yatağa ilerleyip dikkatle oturmuştu.

 

 

"Doktora beraber gidelim mi diyecektim. Evdeki son günlerim. Belki vakit de geçirirdik." Hüzünle mırıldanırken uzanıp kutulardan birini çekti ve dizlerinin üzerine yerleştirdi. Derin bir nefes ve anlık bir cesaretle kutunun bandını söküp kapağını açtı. Yutkunmak zorunda kalırken parmakları yumuşak, parlak ve gerçeğinden ayırt edilemeyecek gibi olan saçlara dokundu.

 

 

"Evet..." dedi kırgın bir gülümsemeyle. "O gün geldi çattı." Sol yanağından bir damla yaş süzülmüştü. "Tamam tamam..." diye mırıldandı. "Ağlamayacağım. Eninde sonunda bugün gelecekti." Kutuyu geri yatağın üzerine bıraktıktan sonra yavaş adımlarla banyoya ilerledi. Aynanın ışığını açtıktan sonra başındaki bandanayı çıkardı titreyen elleriyle. Bandana parmaklarının arasından yere düşerken o aynadaki yorgun görüntüye baktı uzun uzun. Bakışları solmuş ve zayıflamış yanaklarında dolaştı. Oysa onun yanakları oldu olası tombişti.

 

 

Sonra çökmüş, morarmış göz altlarını buldu yaşların gerildiği bakışları. Oldu olası parlak bakışları artık eskisi gibi değildi. En son saçlarının arasında yer yer açılmış yerlere baktığında ciğerlerinden bir şey koptu gitti. Oldu olası gür, uzun, parlak saçları artık eskisinden çok uzak bir görüntüdeydi. Cılız, yıpranmış ve azıcık kalmışlardı.

 

 

'Bunlar senin mücadele ettiğini gösteriyor Bircan. Üzülmek yok. Her savaşçı savaşta yara alır.' Doktoru Bülent beyin sözleri çınladı kulağında. O da savaşını böyle verecekti demek ki. Saçlarını feda ederek...

 

 

Derin bir nefes aldıktan sonra çekmeceyi açtı ve tıraş makinesini çıkardı. Aslında bu sabah bunu yapmasını kocası Murat'tan isteyecekti ama o çok yoğundu. Büyük bir iş stresi içindeydi. Meşguliyeti çoktu. Bir de bununla canını sıkmak istemiyordu.

 

 

Cesareti yoktu ama mecburiyeti vardı.

 

 

Tıraş makinesini çalıştırmadan önce eline aldığı büyük örtüyle aynayı kapattı.

 

 

"Hadi bakalım..." diye mrıldandıktan sonra düğmeye bastı ve elindeki aleti çalıştırdı. Kırık tebessümüyle gözlerini sımsıkı yumup açtıktan sonra tek bir teli bile koptuğunda canı yanan saçlarına ilk darbeyi indirdi hiç düşünmeden.

 

 

Her bir darbede anıları gitti.

 

 

Her bir darbede sevinçleri gitti.

 

 

Her bir darbede yaşanmışlıkları gitti.

 

 

Çok sevdiği saçları yavaş yavaş zemine dökülürken gözyaşları akmak için zorladı da zorladı onu. Ama o ağlamamak için ne kadar direnilebilirse direndi.

 

 

Kesilen her saç yeni bir acı ekledi ruhuna.

 

 

Kesilen her saç ona bu hastalığın karşısında ne kadar güçlü olduğunu da hatırlattı ayrıca.

 

 

Bunu tek başına yapmak büyük bir cesaret isterdi. O gün Bircan hayatının en büyük cesaretlerinden birini göstermişti. Eğer bugün yapmasa başka bir gün canı yine yanacaktı.

 

 

Parmaklarına hiç saç gelmeyince tıraş makinesini kapatıp içinde dakikalardır tuttuğu o acı soluğu üfledi dışarı. Ellerini lavabonun mermerine yasladıktan sonra soluklandı. Bir eliyle hiç saç kalmayan kafa derisine dokundu. Parmaklarını ateşe soktuğunu sandı, ciğerleri sıkıştı.

 

 

"Offf..." derken duruşunu dikleştirdi ve titreyen eliyle aynaya gerdiği örtüyü çekip attı. Bakmamanın hiçbir şeye faydası yoktu çünkü.

 

 

Bakışları karşısındaki aksiyle kesişince dakikalardır akıtmadığı gözyaşları yanaklarından boynuna yol kurdu uzun uzun. Hıçkırıklarıyla çöktü yere. Canını acıta acıta kesip attığı saçlarını aldı çöktüğü yerden parmaklarının arasına.

 

 

Kaybettikleri etrafında, acısı ruhundaydı.

 

 

Ve sanırım bundan sonra sadece yaşadığı her an için şükretmesi gerekiyordu. Çünkü elinden başka bir şey gelmeyecekti.

 

 

Ağlayabildiği kadar ağladı. Bir saç teli insanın canını ne kadar acıtırdı bilinmez ama o gün o banyoda Bircan'ın canı daha önce hiç acımadığı kadar acıdı.

 

 

Ama toparlanması da gerekiyordu. Çünkü kendisine kendisinden başka kimsenin faydası yoktu. Koca bir yalnızlık, koca bir acı ve koca bir boşluktan ibaretti bundan sonra.

 

 

Kendi kesip attığı, bu yolda feda ettiği saçlarını özenle sardı bir beze. Saklayacaktı.

 

 

Gözündeki yaşları kendi sildi, etrafı kendi toparladı. Kendi yarasına tuzu kendi bastı ve kendi başına doğruldu yerden.

 

 

"Fena olmadı bence..." dedi odadaki boy aynasındaki görüntüsüyle göz göze geldiğinde de. "Sanırım bu Bircan'a da alışabilirim." Çenesi titredi. Alışmaktan başka çaresi yoktu zaten. Ama o alışırken iyi hissedecekti. O gün o sözü verdi kendine.

 

 

Alelacele bakışlarını aynadan çekerken eline aldığı bir çarşafla boy aynasını örttü. Alışabilirdi ama birkaç gün istedi sadece. Kendini daha iyi ve güçlü hissetmesi için birkaç gün. Cesaretliydi evet ama bu cesaretini kaybetmekten de ölesiye korkuyordu.

 

 

Aynaları bir bir örttü, etrafı toparladı. Yatağın üzerindeki kutulardan sipariş ettiği gerçek saça en yakın peruğu çıkarıp parmaklarının arasında dolaştırdı. Kendi belki saçsız görüntüsüne alışabilirdi ama bu peruklar dışarıdan kendisine atılacak 'vah vah' temalı bakışlardan kaçmak içindi.

 

 

Kimse kendisine acısın istemiyordu.

 

 

Kimse kendisine üzülsün de istemiyordu.

 

 

O bir savaştaydı. Savaşırken moralini bozmaya da asla niyeti yoktu.

 

 

Parmakları arasındaki peruğa öylesine dalmıştı ki üç defa aralıklarla çalınan kapıyı duymamıştı. En son kapı açılınca irkilip daldığı yerden çıkıp gitmişti ama bakışları kapının hemen girişinde duran Salim'le kesiştiğinde gözünden kayan bir damla yaşa da engel olamamıştı.

 

 

Salim o gün sabah yine gün doğmadan saatler önce kalkmış, birkaç saat süren zehir zemberek uykusundan sonra ziftten kara bir çayla kahvaltısını geçiştirmiş ve dakikalarca garajdaki kum torbasında öfkesini atmaya çalışmıştı.

 

 

Öfkesi niyeydi bilmiyordu. Yıllardır içini bir tahta kurdu misali kemiren bir kurt vardı. Başlangıcını unutmuştu. Tek bildiği gün geçtikçe arttığıydı. Vurursa diner, azalır sanıyordu ama yanılıyordu.

 

 

Geçmiyordu.

 

 

Ve sanırım hiç geçmeyecekti.

 

 

Garajda terini iyice attıktan sonra mutfağa gelmiş pencereden sessiz olan etrafı izlerken annesi gelip Bircan'ın ilaçlarını tutuşturmuştu eline. Ahmet nöbette olduğundan biriyle yollatmış, kendisinin de işi çok olduğundan iki dakika hemen vermesini istemişti. İtiraz etmesine de müsaade dahi vermediğinden yıllardır bakmadan geçip gittiği kapının önünde bulmuştu kendini. Eğer Murat'ın evden çıkıp gittiğini bilmese hayatta gitmezdi ya.

 

 

Her şeyi görmeye hazır etmişti kendini. Her ihtimale. Ama karşısında Bircan'ı böyle göreceğini hiç düşünmemişti. İçine bıçaktan daha keskin bir sızı dolarken nefes almayı ise unutuvermişti. Ciğerleri sıkışmış, kalbi paramparça olmuştu.

 

 

"Bakma Salim..." demişti ağlamaklı sesiyle Bircan. Saklanmak istemişti. Kimse kendini öyle görmesin istemişti. Utanmıştı. "Bakma lütfen..." Küçük de bir hıçkırık kaçmıştı dudaklarından.

 

 

"Be-ben..." Kekelemişti Salim.

 

 

Ömrü hayatı boyunca ilk defa kekelemişti.

 

 

Fazla konuşmaz, çok konuşmayı gereksiz bulurdu. Hızlı düşünür söylemek istediklerini da çat diye söylerdi ama o gün otuz küsur yıllık hayatında ilk defa kekelemişti.

 

 

"Git lütfen." Demişti hıçkırıklarının arasından Bircan. "Görme beni böyle. Bakma bana."

 

 

Hiçbir şey diyememişti Salim. Kalakalmıştı öylece. "İlaç..." diyebilmişti güç bela. "İlaç getirdim ben. İlacın." Elindeki poşeti yavaşça kapının eşiğine bırakırken bakışlarını yerden kaldırmadan geri kapatmıştı kapıyı.

 

 

Kalbi Bircan'ın adı her geçtiğinde, varlığını her hissettiğinde, kokusunu her duyduğunda sızlardı ama bu sefer daha başkaydı. Paramparça olmuştu gördükleri karşısında. Bir elini güç bela göğsüne koyarken nefes almaya çalışmıştı.

 

 

Salim yıllar sonra ilk defa elini kalbinin üzerine koymuştu. Bircan'ın acısını ilk defa bu kadar derin hissetmişti.

 

 

Cebindeki siyah misketi parmaklarının arasında alırken atmıştı adımlarını. Diğer eli ise ceketinin diğer cebindeki horoz şekeri bulmuştu. Hiç veremeyeceğini bile bile almıştı geçen gün onu bakkaldan. Onu bulmak için de Midyat'taki tüm bakkalları gezmişti.

 

 

Hiç düşünmeden geri döndü ve cebindeki şekeri kapının önüne bıraktı. Elini tekrar sıkışan göğsünün üstüne atarken cam kırıkları üzerinde yürüyormuş gibi çıkıp gitti konaktan.

 

 

Bircan ise dakikalar sonra kendini anca toparlamış, peruğunu başına geçirip iyice sabitledikten sonra açmıştı odasının kapısını. Adım attığı anda da ayağına çarptı yerdeki horoz şeker. Eğilip alırken çok eskilerden tanıdık bir his doldu içine. Çocukluğunun o saf hissi...

 

 

"Salim..." diye mırıldandı şekeri parmakları arasında tutarken. "Unutmamışsın."

 

 

🔥

 

 

Aynalar insana hep görmek istediklerini gösterirdi. Olduklarını değil. Olduklarını gösteren ise ne gözlerdi ne de aynalar. Kalpti sadece. Bu dünyada bunu yapabilen tek şey; kalp...

 

 

Elindeki büyük fırçayı önündeki şeftali tonundaki allığa daldırdıktan sonra fazlalığını yavaşça üflemişti Şirin. Pembeye yakın tozlar yavaşça savrulup giderken dolgun dudaklarına bir gülümseme yerleştirip fırçayı yanaklarında gezdirmişti. Elleriyle özene bezene maşaladığı uzun siyah saçlarını havalandırdıktan sonra çapkın bir gülüşle süzmüştü aynadaki aksini.

 

 

Aynaya yaklaşıp dudağından taşan ruju düzeltirken bir ıslık sesi doldu odaya. Kuzeni Gülşen elindeki tepsiyi dikkatle tutarken ayağıyla da açtığı kapıyı geri kapatmıştı.

 

 

"Şirin hanım!" demişti coşkulu bir sesle. "Bu ne güzellik! Yakıyorsun yemin ederim yakıyor!" Gülşen Şirin'in teyzesinin kızıydı. Ondan bir yaş küçük bir alt sokaklarında otururdu. Evlerinin bu denli yakın olmasından mütevellit sabah akşam Şirin'in yanında olurdu.

 

 

"Cihan'la buluşacağım. Güzel olmuş muyum?"

 

 

"Güzel olmak ne kelime ağzım açık kaldı seni görünce." Yeşil gözlerini hayranlıkla dolaştırmıştı Şirin'in üzerinde Gülşen. Şirin ise cilveli bir şekilde saçlarını geri savurup masadaki parfümü almış ve iki fıs sıkmıştı kulak arkalarına.

 

 

"Biraz daha mı özenseydim dedim aslında." Diye dudak büktü Şirin. Bir şeyler eksik geliyordu.

 

 

"Hiii!" diye ileri atılan Gülşen onun elindeki parfümü kapmıştı. "Orijinal mi bu? Ohaaa!"

 

 

"Sence ben çakma bir şey kullanır mıyım?"

 

 

"Ay Şirin bu çok pahalı. Bu tek şişenin parasıyla gidip burada parfümcü açarsın be. O kadar yani." Memnun bir gülüş yerleşti Şirin'in dudaklarına. Parfüm şişesini Gülşen'in elinden çekip geri aldı.

 

 

"Ne sandın?" Pahalı şişeyi dikkatle geri masaya bıraktı.

 

 

"Vallahi Şirin imreniyorum sana. Kızım şuna bak." Hafifçe Şirin'in koluna vurmuştu Gülşen. "Yemin ediyorum dünya markaları arasında yüzüyorsun." Eliyle Şirin'in üzerindeki elbiseyi çekiştirdi hafifçe. "Valla nişanlın baya bonkör davranıyor sana."

 

 

"Öyledir. Sağolsun bir dediğimi iki etmiyor."

 

 

"Nasıl yapıyorsun kızım bunu ya? Vallahi aklım almıyor. Adam hediyelere boğuyor seni. İnşallah evlendikten sonra da devam eder bu huyu." Şirin, Gülşen'in sesinden kıskançlıklar sezmişti. Ama bu durum onu sinirlendirmek yerine keyiflendirmişti bir miktar.

 

 

Beğenilmeyi, imrenilmeyi ve kıskanılmayı seviyordu. Hatta bayılıyordu.

 

 

"Eder tabi. Daha bunlar ne ki. Neler aldıracağım ben ona bak gör."

 

 

"Kızım adam bıkmasın bu durumdan. Sürekli bir şeyler istemek olur mu ki?"

 

 

"İstemiyorum ki." Dedi kendinden emin bir gülümsemeyle Şirin. "Asla 'bana bunu al Cihan' demem. Bir bakış atmam yeter."

 

 

"Kızım sen neymişsin ya? Adamı resmen avcunun içine almışsın. Yalnız fena aşık sana. Kör kütük. Gözü senden başkasını görmüyor."

 

 

"Göremez de zaten. Cihan öyle biri ki sevdi mi tam seviyor. Sevgisinden emin, arkasında duruyor. Elimi bir tutuyor Gülşen inanır mısın herkes ağzı açık bakıyor."

 

 

"Ayy..." diye oturduğu sandalyede eriyip gitmişti Gülşen. "Ne kadar güzel. Vallahi hiç böyle sevilmeyeceğim sanırım. Çok şanslısın Şirin. Hem çok seviliyorsun hem de el üstünde tutuluyorsun."

 

 

"Daha dur. Asıl el üstünde tutulmam nikahtan sonra olacak. İzol konağı gerçek bir gelin görecek." Gülşen'in gülümsemesi yavaşça solarken ondaki bu değişime tek kaşını kaldırarak bakmıştı Şirin. "Ne oldu? Niye öyle bakıyorsun?"

 

 

"Yani yanlış anlama ama Elif büyük gelin ya. Geri planda kalırsan ne olacak?" kıvırcık kabarık saçlarının arasına elini daldırıp kaşımıştı Gülşen. Hafifçe dudak bükmüştü sonra.

 

 

"Sen Elif'in gerçekten o konakta gelin olarak kabul gördüğünü falan mı sanıyorsun? Unutma, o konağa sadece düşmanlığı bitirmek için girdi o. Başka hiçbir hükmü yok. Ne sanıyorsun Elif'i o konakta insan yerine koyduklarını falan mı? Asla. Kimse onu insan yerine koymadığı kocası bile yüzüne bakmıyor."

 

 

"Yaa..." duyduğu dedikoduyla gözleri irice açılmıştı Gülşen'in. "Gerçekten mi?"

 

 

"O yüzden o konağın tek gelini hatta hanımı ben olacağım."Tekrar aynaya dönerken saçlarına dokunmuştu Şirin.

 

 

"Ay Şirin gerçekten çok şanslısın. Vallahi talih kuşu kondu kafana. Kim derdi senin koca aşirete gelin olacağını. Kim derdi senin 'İzolların' gelini olacağını. Yalnız Berfin'le gide gele çocuğu aşık ettin kendine."

 

 

"Kim derdi değil mi?" diye eğreti bir gülüşle döndü kuzenine Şirin. "Aşağı mahallede oturan halıcı Mahmut'un kızını kim alırdı değil mi? Şimdi herkes kesin içinden koskoca aşiretin oğlu nasıl oldu da kenar mahalle kızına baktı diyordur."

 

 

"Ben öyle demek istemedim."

 

 

"Sen demedin belki ama herkes diyor ben biliyorum. Ama umurumda değil. Benim bu iki odalı köhne evden, bu köhne hayattan çıkış yolum Cihan. Seviliyorum, sayılıyorum. Daha ne isteyeyim. Ayrıca ben o konağın hanımı olduktan sonra göreceğim arkamdan konuşulanları. Asıl o zaman bak sen. Herkes Şirin'in kim olduğunu görecek. Herkes bana bakıp imrenecek."

 

 

"Yanlış anlama ama..." diye girmişti araya Gülşen. "Nasıl olursa olsun Elif de onların gelini. Hem de büyük gelin. Bir de Baran'ın ağalık hakkı var. Yani zor değil mi biraz."

 

 

"Ne sanıyorsun?" diye kısa bir gülüş atarken Gülşen'in karşısında durmuştu Şirin. "Sence düşmanlık bitsin diye eve aldıkları o kıza bu hakkı tanıyacaklar mı? O sadece bu soyadı taşıyacak. Ama sürdüremeyecek. Çünkü birbirlerini yemek masasından yemek masasına görüyorlar. Ama ben bir veliaht doğurduktan sonra gör olacakları. O, okuyacağım diye uğraşsın dursun. Sanki bir işine yaracak da."

 

 

"Korkulur kızım senden." Kıkırdamıştı Gülşen. "Vallahi bu aklını lisede derslerine verseydin şimdiye mükemmel bir üniversite bitirmiştin."

 

 

Buruk bir yüz ifadesiyle kendine bakmayı sürdürürken aslında bir zamanlar ne kadar da üniversiteye gitmek için uğraştığını hatırladı. Ama gidememişti. Sınavı iyi geçmediğinden tekrar hazırlanması gerekiyordu ama evde kendinden başka okuyan üç kardeşi daha olduğundan babasının küçük dükkanından gelecek para, annesinin yaptığı gözlemelerden alacağı para okumasına yetmeyecekti.

 

 

Keyifli gülümsemesiyle tekrar aynaya dönüp son dokunuşlarını yaptı Şirin. Dudaklarına kan kırmızı rujunu tekrar geçti. Dikkatle üzerindeki pahalı elbiseyi düzeltti. O böyle aynanın karşısında son dokunuşlarını yaparken aşağıdan korna sesi duyuldu.

 

 

"Cihan enişte geldi!" diye heyecanla perdeyi kaldırdı Gülşen. "Ay arabasını mı değiştirmiş o? Hem de son model. Kim bilir kaç milyon?"

 

 

"Ağzının suyunu sil canım. Abisi onun arabasıyla kaza yapınca gidip yenisini aldı hemen. Hem de en üst modelini."

 

 

"Paraya bak be!" derken ellerini birbirine vurmuştu Gülşen. "Ay az sana dokunayım da bana da bu şans bulaşsın." Ellerini Şirin'in üzerine sürmeye çalıştı ama Şirin izin vermedi.

 

 

"Öteye git Gülşen. Çekil nişanlım bekliyor." Üzerine kabanını geçirdikten sonra uzun gür saçlarını savurarak indi aşağı. Gülşen de hayran bakışlarıyla kalmıştı merdivenin başında.

 

 

"Şirin..." diye mırıldandı Cihan. Hayli yorgun görünüyordu. Bir günden fazladır uyumamıştı çünkü. Elindeki dosyalar bitmemiş bir de şantiyede uğraşmıştı. Ama Şirin'e de söz vermişti bugün için.

 

 

"Aşkım!" derken kollarını onun boynuna dolamıştı Şirin. "Ne olmuş benim sevgilime? Ne bu halin?"

 

 

"İşler ya. Yoruldum biraz. Ama iyiyim. Sen nasılsın?"

 

 

"Seni görünce dünyanın en mutlu insanı oluyorum işte." Dudaklarındaki kırmızı ruja aldırmadan da onun yanağını öpmüştü. "Hadi gidelim."

 

 

"Gidelim ama önce şantiyeye uğrayalım ben elimdeki çizimleri bırakayım. Abim uğrayamayacak."

 

 

"Senin üstüne mi kaldı yani bu iş? Abin niye bırakamıyor." Keyfi kaçarken arabaya yerleşmiş ve somurtmuştu Şirin. Bir şey diyememişti Cihan. "Hep bu işler sana kalıyor." Diye söylenmelerine devam etmişti. "Böyle olmaz, ağırlığını koy, sen asistan mısın canım koskoca mühendissin. Onu geçtim şirketin sahibisin sen."

 

 

Başındaki ağrıdan, yorgunluktan ve uykusuzluktan cevap verememişti Cihan ona. Son zamanlarda üzerinde geçmeyen bir yorgunluğu vardı. İşler, ev, düğün telaşı derken kafayı yemek üzere gibi hissediyordu kendini. Daha önce hiç böyle hissetmemişti.

 

 

Yol boyunca Şirin konakta yerleşecekleri oda için ne tarz mobilya seçmeleri gerektiğinden bahsetmişti. Küçük olan pencerelerin büyütülmesini istemiş, duvar boyasının değiştirilmesini söylemişti. Yerdeki parkeler almayı düşündükleri hiçbir mobilyayla uyumlu değildi. Daha düğün için organizasyon şirketiyle görüşmemişlerdi. 'Konağın bahçesinde yaparız' demişti geçen yemekte Mehmet ağa ama Şirin katiyen istemiyordu. Mardin'in en ünlü otellerinden birinde yapılmalıydı. Kusursuz bir davet, kalabalık bir düğün istiyordu. Gelinliğini bile o mekanı düşünerek yaptırıyordu çünkü.

 

 

"Ayrıca duvağımın uzunlu-"

 

 

"Ben şu çizimleri verip geleyim." Dedi dakikalar sonra 'hı hı' ve 'bakarız' dan başka bir tepki verebilen Cihan. Bakakalmıştı Şirin. "Sen arabada bekle beş dakika."

 

 

"Ay yok. Ben de ineyim. Sıkılırım arabada." Diye peşi sıra inmişti Şirin arabadan. Üzerini düzeltirken topuklu botlarıyla dikkatli adımlar atmıştı. Çamurlu zemine her bastığında da yüzü tiksintiyle kasılıyordu.

 

 

"Çok sürmez zaten hemen verip çıkarım." Küçük kulübenin önünde durduklarında kollarını göğsünde bağlayıp kafasını diğer tarafa çevirmişti Şirin. Arabadan indiğine pişman olmuştu bile. Nereden ineyim demişti ki? Oturmalıydı sıcacık arabanının içinde. Her yer çamurdu. Botları lekelenmişti bile.

 

 

"Yenge hanım? Sıcak çay vereyim. Tazedir." Etrafı öyle derin derin incelerken önüne tutulan tepsiyle irkilip gitmişti.

 

 

"Ay yok!" diye eliyle kendine uzatılan tepsiyi itelemişti hızlıca. "İstemez."

 

 

"Ama niye öyle dersin yenge hanım? Tazedir. Yeni demlemişim. Tavşan kanı. Hele için ısınsın."

 

 

"İstemez dedik ya! Deli midir nedir!"

 

 

"Ne oluyor Şirinim? Recep usta? Ne oluyor?" sesleri duyunca kulübeden hızlıca çıkmıştı Cihan. Şaşkın bakışları Recep usta ve Şirin arasında gidip geliyordu.

 

 

"Vallah ben çay vermişim. Sıcak demişim. Taze demişim. Yenge hanım istemedi ama."

 

 

"Ya Allah aşkına Cihan! Daha çok mu işin! Gidebilir miyiz! Ayrıca ben karton bardakta çay falan içmem. O ne öyle ya!" Eliyle tepside duran bardaklardan birini alıp hırsla çarpmıştı yere Şirin. Bakakalmıştı herkes.

 

 

Hiçbir şey diyememişti şaşkınlığından Cihan. Öylece arabaya giden kızın ardından bakmıştı. "Özür dilerim..." çıkmıştı bir tek ağzından Recep ustaya karşı.

 

 

"Hadi Cihan!" Şirin ise arabaya binmeden bağırmıştı ona.

 

 

Yorgunluğu o gün şantiyede olanlarla daha da katlanınca kendini eve zar zor atmış yemek bile yemeden yorganını tepesinden çekip uykuya sığınmaya çalışmıştı. Sağa dönmüş, sola dönmüş başaramamıştı. İçini kemiren garip bir endişe vardı ve bu son günlerde rahatsız edici derecede büyümüştü. Oysa böyle bir adam değildi, dertsiz tasasız abisinin deyimiyle 'gailesizin tekiydi'.

 

 

Saatlerce dönüp durduktan sonra nihayet uyumuş ve ertesi gün öğlene doğru anca kalkabilmişti. Ne şirkete ne şantiyeye ne de düğün alışverişine gidebilmişti. Ama en azından dinlenmişti. Mutfakta ayak üstü bir şeyler atıştırdıktan sonra üzerine salaş bir şeyler geçirip önce şirkete yol almıştı. Oysa sabahları bir saat hazırlanmayla uğraşan biri olmuştu. Ama o sabah ne gömlek giymeye ne takımını üstüne geçirmeye ne de saçlarını fönlemeye hali vardı.

 

 

Tükenmiş gibiydi.

 

 

Ama ne iş ne de düğün telaşı beklemiyordu işte. İmzalaması gereken tonla rapor, girmesi gereken bir sürü veri vardı. tabi iş bu kadar yoğun olunca düğün alışverişini başka bir güne ertelemek zorunda kalmıştı. Çünkü geç saate kadar şirkette kalacaktı.

 

 

Saatlerce şirkette ekrana baktıktan sonra son veriyi de girince rahat bir nefes almış ve keyifli bir gülümsemeyle yaslanmıştı ardına Cihan. Bakışları ise duvardaki saati bulduğunda ise kaç saattir aynı yerde oturduğuna da hayret etmişti. Çünkü kendisi bu kadar saat şirkette duran bir insan değildi.

 

 

"Helal be bana. Alnımı öpebilsem öperim o derece." Bilgisayarını kapatıp telefonunu da cebine attıktan sonra boş koridora atmıştı adımlarını. Herkes çıkmıştı şirketten. Çünkü mesai saati biteli saatler oluyordu. Elini eşofmanının cebine atarken asansör yerine merdivenlerden inmişti aheste aheste. Kapıdaki güvenliğe selam verip otoparka doğru yürüyordu ki bakışları ilerideki kadırımın kenarında elleri kolları dolu Leyla'yı bulmuştu. Kocaman kutuları zar zor zapt ederken bir yandan da omzuyla kulağı arasına sıkıştırdığı telefonuyla konuşmaya çalışıyordu Leyla.

 

 

"Of ya! Ama nasıl gideceğim ben!" diyordu ağlamaklı bir sesle Leyla. "Lütfen rica ediyorum bir tanecik taksi. Gerçekten hiç mi yok! Tamam neyse. Kolay gelsin."

 

 

"Leyla hanım?" tereddütlü adımlarını ona doğru atmıştı Cihan. "Ne yapıyorsunuz burada bu saatte?"

 

 

"Taksi arıyorum. Ama Allah'ın işine bakın ki koca şehirde bir tane taksi yok. Bir tanecik ya! Vallahi kolum da koptu zaten. Ay utanmasam ağlayacağım valla şuraya çöküp."

 

 

"Ağlamayın tabi. E ben brakayım sizi. Nereye gideceksiniz? Bozan konağına mı?"

 

 

"Gerek yok. Bulurum ben bir taksi. Akşam akşam zahmet olmasın size." Koca karton kutu kollarının arasından düşecekken Cihan hızlı davranıp tutmuştu.

 

 

"Bulamazsınız bu saatte. Ben bırakayım. İşim yok zaten. Verin diğer kutuyu da."

 

 

"Yok. Valla zahmet olacak. Hiç gerek yok. Yoldan çeviririm ben bir taksi."

 

 

"Bozan konağına mı?" diye arabaya doğru adımlamıştı Cihan. Dinlememişti onu.

 

 

"Yok Bozan konağına değil. Ama ona yakın bir yer. Boncuk Sokak. Ben yeni ev tuttum da."

 

 

"Ya taşındınız demek." Kutuları dikkatle bagaja yerleştirmişti Cihan.

 

 

"Tam anlamıyla değil. Çok zormuş taşınmak. Valla canım çıktı kaç gündür." Çok konuştuğunu düşünüp susarken önüne gerilen saçlarını kulaklarının ardına sıkıştırmıştı hızla. "Zahmet oldu size de. İş çıkardım başınıza."

 

 

"Ne zahmeti." Cihan onun tarafındaki kapıyı açtıktan sonra binmesini beklemiş sonra da kendi tarafına dolaşmıştı. "Niye taşındınız ki? Şilanlarla beraber kalmıyor muydunuz?"

 

 

"Evet öyleydi ama ben orada misafirdim. E misafirlik de bir yere kadar ama değil mi?" Hafifçe gülmüştü. "İnsanın kendi düzenini kurması şart. Ev ev üstünde olmuyor diyor ya atalarımız. Öyle yani. Madem burada yaşayacağım, bir düzen kuracağım kendi evim olmalı öyle değil mi?"

 

 

"Öyle." Demişti tebessümle Cihan. "Alıştınız mı şirkete?"

 

 

"Yani. Daha çok yeniyim. Bir de başladığımdan beri şantiyedeyim şirket yüzü göremedim pek."

 

 

"Şartlarınızı oluşturdunuz mu? Abim gerçi detaylı konuşmuştur bunu ama."

 

 

"Konuştuk konuştuk. Yani ne yalan söyleyeyim beklentimin çok üstünde şartlar sunuldu önüme. Valla kabul etmemezlik gibi bir hata yapamazdım." Kıkırdadı tekrar Leyla. İzol Holding'te kaldığı için mutluydu. Hayatının fırsatıydı çünkü bu. Verdiği hem de bu kadarcık kısa sürede verdiği en doğru karar olduğuna inanıyordu.

 

 

Babası Selahattin Şahin epey bozulmuştu bu karara. 'O kadar düzen kurdum senin için, ne demek gelmiyorum' diye de gönül koymuştu. Haksız sayılmazdı. Ama Leyla bunu istemiyordu ki. O böyle bir insan değildi, olamazdı da. Biri ona 'şunu yapacaksın' deyip sınırları çizdi mi ihlal edilmeyecekse bile o sınırları ihlal edesi gelirdi. Hem küçük aile şirketinde ne kadar mutlu olacaktı? Tamam belki aileden uzakta tek başına bir düzen kurmak da çok kolay değildi hatta dünyanın en zor şeyi bile olabilirdi ama bir şeyler için kendisi çabalayacaktı en azından. Ve bunu yaparken kimseye hesap da vermeyecekti.

 

 

"Sevindim." Diye yorgun bir gülüş attı Cihan. Oysa hiçbir şeye hali yoktu. Çökmüş gibi hissediyordu kendini.

 

 

"Sevindiniz mi?" Anlamsızca çatmıştı kaşlarını Leyla.

 

 

"Yani şirket adına. Mühendis açığımız kapandı. Biliyorsunuz güvenilir birini bulmak zor."

 

 

"Şirket adına?" derken kaşlarını hafifçe kaldırmıştı Leyla. Kırmızı ışıklarda durdukları için kafasını Cihan'a doğru çevirmişti.

 

 

"Sizin adınıza da sevindim tabi." Dedi Cihan ince bir sesle. "Siz sevinmediniz mi yoksa?"

 

 

"Bilmem." Derken hafifçe dudak bükmüştü Leyla. "Bunu zaman gösterecek." Hafifçe de omuz silkerken bakışlarını çekip dışarıda çiseleyen yağmura bakmaya başlamıştı. Sonra bakışları tekrar Cihan'ı bulurken onun garip hali takıldı bakışlarına.

 

 

Garipsemişti bu durumu.

 

 

Garipsenmeyecek gibi değildi ki. Onu her gördüğünde üzerinde jilet gibi bir takım, fönlü saçlarla film setine gidecek jön gibi olduğundan bugün üzerindeki asker yeşili sweat ve gri eşofmanla epey garipsenecek haldeydi. Saçı başı da dağınıktı. Yüzündeki her bir çizgi 'ben yorgunum' diye bağırıyordu adeta.

 

 

Son zamanlardaki o garip olgun tavrı ise artık gözden kaçmayacak kadar fazlaydı. İlk başta tanıştığı Cihan İzol'la şimdi yan tarafındaki koltukta oturan Cihan İzol'a aynı kişi demezdi mesela. Ya da Şirin'den bahsederken ki Cihan'la şimdiki Cihan aynı kişi değildi.

 

 

Ve bu durum gerçekten garipti.

 

 

"Şu sokak. İşte şu ev." Derken ilerideki iki katlı evi işaret etmişti Leyla. "Teşekkür ederim akşam akşam zahmet verdim size de." Gülümserken elini kapıya atıp inmişti Leyla. Yerdeki su birikintisine dikkat ederek arabanın arkasına dolaşmıştı ki Cihan da inip bagajı ondan önce açmıştı.

 

 

"Siz bırakın. Ağır bunlar."

 

 

"Gerek yok. Taşıyabilirim. Yeterince yolunuzdan alıkoydum sizi."

 

 

"Şu ev demiştiniz değil mi?" Cihan oralı olmadan iki büyük koliyi de üst üste kucaklayıp yürümüştü önden. Leyla mahcup bir şekilde ne diyeceğini bilemeden hızlı adımlarla yetişmeye çalışmıştı ona.

 

 

İki katlı küçük eski evin üst katını tutmuştu Leyla. Sağolsun bu evi ararken Diyar ve Azad da çok yardımcı olmuştu kendisine. Dıştan ne kadar eski görünse de içi pırıl pırıl, yenilenmiş sıcacık bir yuvaydı. Bir oda ve kocaman bir salonu vardı. Bahçeye bakan balkon ise Leyla'nın en sevdiği kısım olmuştu. Geniş denilebilecek balkonda güzel havalarda yapacağı kahvaltıların hayalini kurmuştu görür görmez. Hatta Elif'le birlikte bir köşesini çiçek saksılarıyla donatmayı kararlaştırmışlardı.

 

 

"Vallahi çok zahmet oldu size. Ne diyeceğimi bilemiyorum." Cihan kolileri bırakırken mahcup bir şekilde bakıyordu Leyla.

 

 

"Ne zahmeti. O soğukta saatlerce taksi beklemek istemezdin herhalde. Yani istemezdiniz."

 

 

"Sen diyebilirsin." Demişti Leyla elindeki anahtarla kapıyı açarken. "Yani sizli bizli çok resmi geliyor bana da."

 

 

"Değil mi ya?" derken eliyle ensesini kaşıyıp gülmüştü Cihan da. Afallamasını hızla toparlamıştı.

 

 

"Çok resmi bir kere. Sonuçta mailleşmiyoruz değil mi? Yapar mısınız eder misiniz?" Yüzünü buruşturmuştu Leyla. "Valla çok zor oluyor."

 

 

"Doğru." Diye onaylamıştı Cihan onu. "Taşıyabilecek misin bunları içeri?"

 

 

"Taşırım. Çok teşekkür ederim tekrardan. Çok zahmet verdim sana bu akşam."

 

 

"Gerçekten zahmet vermedin Leyla hanım. Yani Leyla. Beş dakikalık yol."

 

 

"Olsun." Demişti Leyla. Her zaman kendi işini kendi gördüğünden en ufak bir yardımda fazla mahcup olurdu. Şimdi olduğu gibi.

 

 

"O zaman size iyi geceler." Diye mırıldandı Cihan. "Yani sana. İyi geceler." İçeri adım attığında kapıyı kapatamamıştı Leyla. Anlamsız bir sessizlik çökmüştü.

 

 

"Ee o kadar zahmet ettiniz. Yani ettin. Bir çay ikram edeyim sana."

 

 

"Çay?" derken kararsız bir şekilde bakınmıştı etrafına Cihan. "Bilmem ki. Zahmet olmasın."

 

 

"Ne zahmeti? O kadar kolilerimi taşıdın. Hem Karadeniz çayı. Buraların çayından farklıdır. Geç lütfen."

 

 

"İyi madem." Deyip ayakkabılarını çıkarmıştı yavaşça Cihan. İçeri girmeden de kolileri kucaklamıştı. Kucağındaki kolilerle büyük salonun ortasına ilerlediğinde sağına soluna bakınmış yavaşça kenara bırakmıştı kolileri.

 

 

"Etrafın dağınıklığı için kusura bakma. Henüz yerleşemedim." Demişti Leyla mutfaktan. Bir yandan da çay koymaya uğraşıyordu.

 

 

"Yoo..." derken geniş ve az eşyalı salonda gezdirmişti bakışlarını Cihan. Beyaz 'L' koltuk, ortadaki ahşap sehpa ve el dokuması bir halı vardı. kenarda yığılı kolilerden henüz yerleştirilmeyen eşyaları görmüştü.

 

 

"Otursana." Demişti Leyla. "Çekinme lütfen." Leyla mutfakta çay hazırlamaya devam ederken Cihan bakışlarını sehpanın üzerinde duran aile fotoğrafında dolaştırmış sonra da beyaz koltuğun ucuna ilişmişti. Cebindeki telefon da durmadan titriyordu. Eline alıp baktığında Şirin olduğunu gördü. Sabah şantiyede yaşanan çay krizinin kavgasını yapmıştı bilmem kaç tur. Oradan Cihan'ın yoğunluğuna kızmıştı. Araya düğün telaşını sokmuş ve bugün gidemedikleri alışveriş için de trip atıyordu.

 

 

Ardı ardına gelen mesajlarla oflarken iki kaşının ortasını ovalamıştı Cihan. Kendini boğuluyor gibi hissediyordu ilk defa. Hadi her şeyi halledebilirdi, her şeye yetişebilirdi hatta Şirin'in dediği her şeyde bir haklılık payı buluyordu ama son mesaj sıkabildiği kadar sıkmıştı canını.

 

 

"Sen beni sevmiyorsun." Diye başlıyordu Şirin'in attığı son mesaj. "Sen bana asla değer vermiyorsun. Eğer değer verseydin her işini bırakıp bugün benim yanımda olurdun. Sen beni cidden sevmiyorsun Cihan. Sen varsa yoksa sana buyurulan işi yap. Sana 'gitme' desinler gitme. Şirin kim ki zaten değil mi? Sevme Cihan böyle seveceksen. İstemiyorum. Değer görmediğim, saygı görmediğim daha evlenmeden bana böyle davranılmasını istemiyorum."

 

 

Son kelime defalarca yankı bulmuştu o an zihninde.

 

 

'İstemiyorum.'

 

 

Derin bir nefes alırken parmaklarının arasında sıkabildiği kadar sıkmıştı telefonu. Bu ilk kavgaları değildi elbette. İlk küsmeleri de. Ama bu defa fazla ileri gitmişti Şirin. Hem de çok fazla.

 

 

"Çaylar hazır." Üzerindeki o kara bulutların yoğunluğunu Leyla'nın sesi aralarken telefonu hiçbir şey demeden yanı başına bırakmıştı. "Ya kusura bakma. Taşınma telaşından ben çay bardağı almayı unutmuşum eve. Ama karton bardaklarım var."

 

 

Önündeki sehpaya bırakılan tepsiye çevirmişti yorgun bakışlarını Cihan. Tepside duran iki karton bardağa... Acı bir tebessüm yerleşmişti dudaklarına. Sabah yere fırlatılan karton bardak gelivermişti aklına.

 

 

"Valla böyle bir çay servisi yapmak istemezdim ama. Zaten Karadeniz çayım da bir miktar üzüldü ince belliye doldurulmadığından. Eh karton bardakla idare edeceğiz."

 

 

Karton bardaktaki çaya bakarken o kısacık zamanda bir sürü şey geçmişti gözünün önünden. Bir sürü anı, bir sürü yaşanmışlık. Ama bir karton bardağın bu denli canını yakacağını, bu denli kendini üzeceğini hiç hesap edememişti.

 

 

Kalbi titredi, ruhu titredi, elleri titredi.

 

 

Titreyen elini karton bardağı almak için uzattığında parmakları kendi gibi bardağı almaya çalışan Leyla'nın parmaklarına değdi.

 

 

"Sorun değil." Derken bulmuştu kendini. Sorun vardı. sorun yaşadıklarındaydı. Sorun kalbindeki o kendine artık zarar veren aşktaydı. Ve buna ilk defa o gün emin oldu.

 

Ve kendi kendine ilk defa sordu o dakika.

 

"Ben gerçekten aşık mıyım Şirin'e?"

 

🔥

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce yeni bölümde ne olacak?

 

Son alıntıyı da okudunuz mu?

 

Hadi tahminler buraya?

 

Sizce Cihan ne yapacak bundan sonra?

 

Unutmadan geçmeyeyim artık SERÇE KUŞU aktif olarak yayımda💃💃💃💃 Mutlaka göz atın e mi gızucuklarım

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun ❤️

Loading...
0%