Yeni Üyelik
38.
Bölüm

Peri Kızı

@seydnrgrsu

 

 

 

Merhaba hoşgeldiniz guzularım

 

Ay bölüm çok uzun ve bu bölümüün şerefine herkes en az ON (10) yorum yapıyor okkeyyy. Leyla'nın dediği gibi 'küseceğim yoksa'

 

En sevdiğim bölümlerden biri oldu bilesiniz ona göre. herkesi yıldıza basmaya ve satır aralarına bekliyorum. bir de aralara bir iki tane kendi çabamla kafamda canlanan yapay zeka görsellerinden koydum sizin de aklınız da canlansın diye. çok minnoşlar.

 

Hadi be beni buradan takip edin beraberce yükselelim duyulalım herkese. instagrama ve tiktoka da gelirseniz fevkaledeeee

 

Şarkılarımızı türkülerimizi dinlemeden geçmeyin efeniiim tamam mı?

 

 

 

 

Cem Adrian-Keskin

 

Dolu Kadehi Ters Tut- Gitme

 

Dedüblüman-Sakladığın Bir Şeyler Var

 

Can Ozan-Toprak Yağmura

 

Eylem Aktaş-Akşam Olur Karanlığa Kalırsın

 

 

 

🔥

 

 

 

'Gitmekle gidilmiyor ki... Gitmekle gitmiş olamazsın! Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır...'

 

Cemal Süreya

 

 

 

🔥

 

 

 

7 saat önce

 

12.30

 

Parmaklarının arasındaki siyah misketi sıkabildiği kadar sıkıyordu Salim. Odağındaki manzara nefesini kesmişti. Yıllardır yaşam damarlarından biri kopuk halde yaşıyordu. Tabi buna yaşamak denebilirse.

 

Bakmazdı, görmezdi, mecbur kalırsa kafasını çevirirdi ama o sabah bakışları yanlışlıkla ilk defa Bircan ve Murat'a değmişti. Gözlerini kendi elleriyle oyup yakıp atmak istedi o an. Ama keşke yapabilseydi de Bircan'ın alnına değen Murat'ın dudaklarını koparıp atabilseydi.

 

Tuttu kendini. Sakin kalmak için telkinler verdi. Mutfak penceresinden hızla çekildi.

 

Gece yarısı dönmüştü Murat. İş bahanesiyle Baran'ın onu konaktan özellikle de Bircan'dan uzak tutmaya çalıştığını biliyordu. Ama Bircan kolay zamanlar geçirmiyordu. Derin bir nefes alırken gördüğü şeyi unutmaya çalıştı. Eliyle cebini yoklayıp sigara paketini buldu. Mutfak kapısından değil de konağın kapısından dışarı çıkıp atacaktı kendini bahçeye.

 

Hızlı adımlarla konağın kapısından çıkarken Bircan da basamaklarda durmuş Murat'ın gidişine bakıyordu dudaklarındaki buruk tebessümle. Onu o gün şirkete uğurlamak istemişti. Oldu olası az vakit geçirmeleri artık hiç vakit geçirmemeye dönüşmüştü. Bu durum ise içten içe onu üzüyordu ama belli etmiyordu. Çünkü kendi durumu yüzünden Murat'ı da üzmek istemiyordu.

 

Tam geri dönüyordu ki konağın kapısı hızla açıldı ve Salim kendisine asla bakışlarını değdirmeden çıktı dışarı. Oysa eskiden en yakın, en iyi arkadaşıydı. Gittikçe aralarındaki o arkadaşlık kalın duvarların ardında kalmıştı. Sanki aralarında keskin bir sınır vardı ve Salim asla o sınırın bir adım ötesine geçmiyordu. Eskiden saatlerce süren sohbetler, bahçedeki o oyunlar bitmişti. Günlerce konuşmadıkları hatta onu görmediği oluyordu. Denk gelişleri bile anlık, en fazla iletişimleri ise baş selamından öteye geçemiyordu.

 

Salim onun en yakın oyun arkadaşıydı. Ne olmuştu da bitmişti o arkadaşlık?

 

Hafifçe yutkunurken merdivenlerden hızlıca kendine doğru gelen Salim'e doğru el kaldırdı. Amacı selam vermekti. "Günaydın..." derken Salim sanki onun varlığını bile hissetmemiş gibi hızlı adımlarla geçip gidecekti ki bir anda güçsüz adımları birbirine dolandı Bircan'ın. Zaten bu aralar hep sendeliyordu. Yorgunluğu artık hareketlerini de kısıtlamaya başlamıştı. Doktoruna kalsa hastane yatışı verecekti ama inat etmişti Bircan. En azından yatağa mahkum olana kadar evde vakit geçirmeliydi.

 

Adımları birbirine dolandı, dudaklarından küçük bir çığlık kaçtı. Ama yardımına kendisini yıllardır görmezden gelen oyun arkadaşının kolları kurtardı. Aynı bahçe içinde, aynı çatı altında yıllar sonra ilk kez değdi bakışları birbirine. Bircan neredeyse unutmuştu onun siyaha yakın kahvelerini.

 

Ama Salim'in mıh gibi aklındaydı o ışıl ışıl parlak kahveler. Bu bakışlarında çocukluğu vardı, misket oyunları vardı, birlikte bindikleri bisiklet vardı. Bu bakışlarda yemin edip gömdüğü aşkı vardı.

 

"Ay ay ay!" derken son anda sıkı sıkı yapışmıştı Bircan Salim'in kollarına. Küçükken cılız olan o ince sopa gibi kolları şimdi elleri zor tutuyordu. "Oh...Son anda tuttun Allah'tan." Derin bir nefs almıştı Bircan. "Teşekkür ederim."

 

Bakışlarını ilk çeken Salim oldu. Hafifçe başını sallarken kendine çeki düzen vermişti geri geri inip. Bir şey demedi. Oysa Bircan çocukluk arkadaşının ona bir kelime de olsa bir şeyler demesini istemişti. Ama dememişti Salim.

 

Diyememişti. Her gün büyüyen acısı o gün katlanmıştı.

 

Derin bir nefes alıp bahçeden kaçar gibi giderken avcuna o siyah misketi aldı yine. Sıkabildiği kadar sıktı.

 

"Salim?" dedi garaja apar topar kendini attığında Baran'ın sesi. "Hayırdır?"

 

"Bir şey yok." Dedi her zamanki alışılagelmiş tersliğiyle. Baran'ın sorgular bakışlarına 'ne var' temalı bakışlarından atarken misketi de ceketinin iç cebine atmıştı. "Asıl sana hayırdır?" dedi aynı soruyu ona paslayıp. "Hani tesise gidecektin sen?"

 

"Gideceğim. Birazdan çıkarım. Sen gelen malzeme tırlarını ne yaptın?"

 

"Boşaltmışlar. Seni bekliyorlarmış."

 

"İyi." Derken elindeki motor yağını yerdeki beze silip kenara atmıştı Baran. Garajın içi soğuk olsa da üzerindeki incecik eski gömleğiyle çalışıyordu. Yağdan yer yer kararmış eski gömleği çıkarıp masanın üzerinde duran kazağını geçirdi üzerine.

 

"Maran'ın burnu üç parçaymış." Dedi salim. Eline masanın üzerinde duran tornavidayı alıp evirip çevirmeye başlamıştı. Baran'ın ters bakışları keyfini daha da yerine getirirken gülümsemişti de. Salim iyi hoş adamdı ama şiddet seviyordu. Gerektiğinde gerektiği kadar şiddet nedense hoşuna gidiyordu. Eee olacaktı o kadar. Herkesin kötü bir huyu vardı sonuçta. Onun da kötü huyu buydu. "Ama beni hayal kırıklığına uğrattın. Yalan söyleyemeyeceğim." Tornavidanın ucunu yukarıdaki ışığa doğru tutmuş inceliyordu.

 

"Ne açıdan hayal kırıklığıymış o?"

 

"Ben ağzıyla götünün yerini değiştirirsin diye hayal kurmuştum." Baran'ın ters bakışları daha da tersleşirken gülümsemeyi sürdürdü Salim. "Bir dahaki sefere hayal kırıklığı istemiyorum." Dedi.

 

"Dikkat et de o kırıklar senin bir yerlerine çakılmasın." Ters bakışlarının altındaki gülümsemesiyle eline geçen bezleri Salim'in üzerine fırlatmıştı Baran. Ceketini kaptığı gibi garajdan çıkıp konağa yürüdü. Kızmış gibiydi ama Salim'in fikrini de yazmıştı bir kenara. Bir gün mutlaka kullanacaktı.

 

Şimdi odaya çıkıp hızlı bir duş alacak ve kurulacak tesisin inşaatına gidecekti. İşi çoktu. Normalde olsa sabahın köründe kalkar giderdi ama gidememişti. Bacağına sıkı sıkı sarılarak uyuyan bedeni rahatsız etmemek için gece boyu kıpırdamadan öylece durmuştu. O yüzden de sağ tarafında hafif bir tutulma vardı.

 

Ama bu durum onu zerre rahatsız etmediği gibi aksine içten içe hoşuna da gitmişti. Niyeydi bilmiyordu, anlam verip isim koyamıyordu ama hoşuna gittiğini de inkar edemiyordu. En azından kendine.

 

Mesela kendine 'gerizekalı o keki sana yaptım' demesi en hoşuna giden şey olmuştu. Bir de her seferinde hatrı kalan dudakları yok muydu? Pembe, hafif dolgun...

 

Derin bir nefes alırken kafasını iki yana sallamıştı. Adımlarını daha da hızlandırdı.

 

Hızlı adımlarla ilerlemesini ise yatak odasının önüne geldiğinde aralık kapıdan duyduğu şeyler yavaşlatmıştı.

 

"Sersem gibiyim Leyla." Diyordu içerideki mayışık ses. Demek gelmişti kendine. Uyanmıştı. "Kızım kafam kazan gibi." Tabi olurdu kazan gibi. Yetmişlik rakı onun nesineydi? "Ne bileyim ya? Allah aşkına Leyla..." dedi şikayetçi bir tonda. "Ne bileyim saat kaç?" diye yükseldi sonra. "Oha... Harbi öğlen olmuş..." diye de mırıldanmıştı hemen ardından. Bu kendini gülümsetirken içeri girecek oldu ama yapmadı.

 

"Sabah sabah nereden aklına geldi acaba?" diye homurdandı. "Demedim Leyla. Bilmiyorum ne zaman derim." Gölgesi vuruyordu. Adım seslerini duydu. "Ya Leyla Allah aşkına nasıl nefret etmeyeyim kızım. Aynı çatı altında olduğumuzu bilmek bile nefretimi körüklüyor anlıyor musun?" Adım sesleri kapıya doğru yaklaştığında bir adım geri çekilmek istemişti Baran ama yapamadı. Aynı çatı altında olduğumuzu bilmek bile nefret etmeme yetiyor diyordu. Kendisinden mi bahsediyordu?

 

"Yok ya..." diyen mırıltı uzaklaştı. "Görmeye tahammülüm bile yok onu. İstemiyorum. Yan yana gelmek istemiyorum. Tuhaf bir şekilde kaçma isteği uyandırıyor bende. Zaten yüz yüze gelmemek için de ne varsa yapıyorum. İstemiyorum biliyor musun ama illa yüz yüze geliyoruz."

 

Adımları kendinden habersiz gerilemişti Baran'ın. Kazağının boynunu sertçe çekiştirirken hızlıca yutkunup merdivenlere yöneldi. Kendiyle yüz yüze gelmek istemiyordu demek. Hatta nefret ediyordu.

 

Ne bekliyordu peki? İçinde neden garip bir öfke vardı? Olması mı lazımdı? Ne beklemişti de ne olmuştu?

 

Hızlı adımlarla ve içinde adını koyamadığı öfkeyle çıkıp gitti konaktan.

 

🔥

 

 

7 saat sonra

 

 

 

"Gidiyor..." fısıltı gibi çıkmıştı Cihan'ın sesi.

 

"Nereye gidiyor?"

 

"Babam kovunca öfkeden deliye döndü. Kanada'ya gidecek sanırım."

 

Sonrasını işitmedi kulaklarım. İşitemedi. Göğsümün tam ortasına tarif edemeyeceğim, hesaplayamayacağım kadar bir ağırlık çöktü aniden. Nefeslerim daraldı, ruhuma bir üşüme girdi.

 

"Nasıl ya!" diye yükseldi Berfin'in sesi. Nefes almaya çalıştım. "Nasıl gider!" Nefes almak için çırpındım. Elimle kazağımın yakasını çekiştirdim sertçe. Nefes alamadım.

 

Bir adım geri attım.

 

"Delirdi bildiğiniz..." dedi Cihan titrek bir sesle. "Babamın dediklerinden sonra darmaduman etti her yeri."

 

"Nasıl izin verirsin gitmesine?" diye sordu ağlamaklı bir sesle Gülsüm hanım. Belki de ağlıyordu. Algılayamıyordum.

 

Bir adım daha geri attım.

 

"Uğraşmadım mı sanıyorsun sen anne! Biletini alırken yaka paça attı beni dışarı."

 

Nefes almaya çalıştım. Bir adım daha geri attım.

 

"Niye izin verdin Cihan!" dedi Rojbin hanımın sesi. "Niye durdurmadın abini?"

 

"Allah aşkına siz abimi ve inadını bilmiyor musunuz? Gözü döndü. Kim durdurabilir ayrıca onu. Fırladı gitti! Denemedim mi sanıyorsunuz! Hangimiz durdurabiliriz ki onu! Hangimiz kararından vazgeçirebilir! Gözünü kararttı bir kere!"

 

Bir adım daha geri attım. Nefes alabilmek için hafifçe dudaklarımı araladım. Ama zorlandım. Gidecekti. Kimseye haber vermeden, buna gerek duymadan çekip gidecekti.

 

Demek ki bu denli kolaydı çekip gitmek. Demek ki bu denli hızlı alınabilen bir karardı. Geri bakılmayan, buna gerek bile duyulmayan...

 

Vazgeçmezdi demek. Gözü dönünce hiçbir şeyden vazgeçmezdi. Durmazdı. Peki benim geri geri attığım adımlarım nereye gidiyordu? Ben neden durmuyordum?

 

Hızlıca kendimi konaktan dışarı atarken yağmur damlalarıyla karışık soğuk bir rüzgar çarpmıştı suratıma. Saçlarım amansızca savrulup gitti. Aklım gibi, ruhum gibi ve kalbim gibi karışıverdi her teli birbirine.

 

Derin bir nefes alırken önce sola adımladım. Sonra sağa. Yönümü şaşırmış gibiydim. Hatta gibisnden daha fazlaydı içinde olduğum durum. Sorgulanacak, bir mantık aranacak halde değildim. Karışan saçlarımı hırsla itelerken gözlerimi kıstım yüzüme çarpan ışık huzmesiyle. Bir adım geri çekilirken bir elimi de gözlerime siper ettim.

 

"Elif?" dedi arabadan hızlı bir şekilde inen Ahmet. Arabanın önüne dolaşınca bir nebze olsun farlardan süzülen o keskin beyaz ışığı engellemişti. "Ne oluyor?"

 

"Arabaya biner misin?" dedim arabaya doğru sarsak iki adım atarken. Elimle arabanın önüne tutundum bir yandan.

 

"Elif ne oluyor?" Anlamsız bakışlarının yanı sıra tedirgin bir hali de vardı. Ama durup düşünmenin, hangi duygunun içinde olduğunu ayırt etmenin yeri ve zamanı değildi. Zorla arabanın kapısını açtım.

 

"Bin şu arabaya!" Ani yükselişim gözlerinin iri iri açılmasına neden olurken sorgulamadan hızlıca şoför koltuğuna geçti. Onun arabasıydı bu... kendi neredeydi?

 

"Elif ne oluyor? Korkutuyorsun beni." Dedi koltuğa oturduğunda. Ben de zorla kendi tarafımdaki emniyet kemerini takmaya çalıştım. Çektim, çektim. Ellerimin acısına, kayışın derimi yakmasına rağmen bırakmadım. Zorlayıp takmayı başardım. "Elif?" dedi çekingen bir şekilde Ahmet. "Elif ne oluyor?"

 

"Havaalanına ne kadar sürede gideriz?" diye mırıldandım.

 

"Ne?"

 

"Kaç dakika?" Nefes almaya çalışırken elimin tersiyle sildim gözümü. "On? Yirmi? Kaç?"

 

"Bir iki saat?" dedi korka korka. Çoktu. Bir iki saat neydi?

 

"Sür hadi." Dedim yolu işaret edip. Eğer böyle beklemeye devam ederse üç dört saat sürerdi. "Hadi!"

 

"Elif? Bak Cihan bir şeyler dedi ama anlamadım telefonda. Ne oluyor?"

 

"GİDİYOR! OLDU MU! O YÜZDEN SÜR ŞU ARABAYI!" Ses kontrolüm de devre dışı kalmıştı sinirlerim gibi.

 

"Cihan saçmalıyor sandım..." diye mırıldanırken çalıştırdı arabayı. Konağın işlemeli iki kanatlı kapısından çıkıp yola doğruldu. "Sen ciddi misin? Baran? Ne demek gidiyor ya?"

 

"Bilmiyorum..." diye mırıldandım. Bir şeyi bilmemek neden bu denli tuhaf hissettiriyordu insana?

 

"Ahmet! Elif!" diye boğuk bir ses karıştı bilmediğim şeyle çırpınırken. Arabanın ardına vurdu biri pat pat. "Dur!"

 

"Maran?" diye mırıldanırken hızını kesti Ahmet. Tam da konağın yokuşunu inecekti. Emin olmak için kafamı omzumun üzerinden geri çevirdim. Hızlı adımlarla benden tarafa dolaşıp cama vurdu hızlı hızlı.

 

"Nereye?" Sesi burnundaki sargıdan ötürü boğuk çıkıyordu. "Elif sen ciddi misin?" dedi cama bir kez daha vurup. "Elif!"

 

"NE!" dedim sabrımın son sınırından da geçerken camı yarıya kadar indirip. "Ne var ne!"

 

"İnanamıyorum sana." Elini arabaya yaslamıştı. "Gerçekten onun peşinden mi gideceksin?"

 

"Sana ne..." diye mırıldandım dişlerimin arasından.

 

"Adam sana haber verme gereği bile duymadı. Seni arkasında bırakıp öylece çekip gidiyor. Ve sen ciddi ciddi peşinden gidip onu durdurmayı mı deneyeceksin?" Anlayamadığım bir ifade vardı gözlerinde. Sinir olduğum, beni çileden çıkaran bir ifade.

 

"Seni ilgilendirmez." Derken camı kapatmak için düğmeye bastım ama elini aralığa koydu.

 

"Adamın tek düşündüğü şey kendisi. Suçlandı diye aldı başını gidiyor görmüyor musun?"

 

"Sen de tüm bu suçlamalara inanıyorsun yani!" dedim camı sonuna kadar geri indirip. "İnanıyorsun?" Afalladı.

 

"Bak hayır-"

 

"Kes Maran! Yalancılığın midemi bulandırmaktan başka bir şey yapmıyor tamam mı!" Camı kapatmadan Ahmet'e döndüm. "Lütfen gidebilir miyiz artık?" Kafasını hızla sallarken bastı gaza. Maran'ın silüeti aktı gitti yan aynadan.

 

"En fazla yarım saat." Dedi bakışlarını yoldan çekmeden. Sonra da benim donuk ifademe baktı. "Yarım saate varırız. Ama sıkı tutun." Kafamı hızlıca sallarken ellerimle saçlarımı çekiştirdim. Nefes almak için aralık bıraktığım cama çevirdim bakışlarımı. Gözlerimi kapatıp arabanın hızından da dolayı daha sert çarpan rüzgara bıraktım kendimi.

 

"Ben bir an Cihan yine kendi kendine saçmalıyor sandım..." diye mırıldandı Ahmet. Sesi yolun akıp giden sesine karışmıştı. "Dosya dedi, satmış dedi. İnanamadım."

 

"Yapmış mıdır?" dedim hafifçe ona dönüp. Ciğerlerimdeki ağırlık artıyordu. Mavi irisleri anlık akıp giden sokak lambalarının altında sinirle ışıldadı.

 

"Sence yapmış mıdır?" dedi bir saniyeliğine o sinirli bakışlarını bana çevirip.

 

"Yapmaz." Dedim net bir sesle.

 

"Yapmaz. Baran asla böyle bir şey yapmaz. Bunun altında başka bir şey var mutlaka." Kafamı hızlıca salladım onu onaylar biçimde. Camı biraz daha açıp derin bir nefes almaya çalıştım. Sıkışıyordum. Belki de birazdan krizim tutacaktı hissediyordum. Elimle kazağımın yakasını çekiştirip rahatlamaya çalıştım ama olmadı.

 

"İyi misin?" dedi Ahmet. "Nefeslerin değişti."

 

"Sıkıştım biraz." Dedim kazağımın yakasını daha da çekiştirip. "Su..." diye mırıldandım. "Var mıdır arabada?"

 

"Torpidoda olabilir. Bilmiyorum. Bakabilecek misin? Durdurayım mı arabayı? Sen pek iyi değil gibisin."

 

"Hayır hayır." Dedim hızlıca. "Durma sakın. Ben bakarım." Yavaşça uzanıp torpidoyu açtım. Ama bakışlarıma bir su şişesi değil de ıvır zıvırın arasında duran, soluk yeşil kaplı astım ilacı takıldı. Torpidonun kapağındaki elim kalakaldı öylece.

 

"Ne oldu Elif? Yok mu?"

 

"Var..." diye mırıldanırken uzanıp ilacı aldım elime. Dolu, hiç kullanılmamış astım ilacı. Sert kapağı sıkıca tutup çektim ve açtım. Derin bir nefes alma çabasıyla birlikte spreyi dudaklarıma dayayıp beklediğim havayı sıktım ciğerlerime. Bir kez daha ve bir kez daha.

 

Nefesimin rahatlamasıyla kafamı geri koyup gözlerimi kapattım. İki şeritli boş yol akıp gidiyordu ve ben yolun kenarından akıp giden hiçbir şeyi ayırt edemiyordum.

 

"Ne kadar var?" diye mırıldandım. Temennim az kalmasıydı. Çünkü o kadar hızlı gidiyorduk ki bu hızda yol hemen bitmeliydi bana göre. Ama bitmiyordu. Neden bitmiyordu?

 

"Çok kalmadı." Dedi ayağını gaz pedalından çekmeden. Ana yolda kaç tane kırmızı ışığı geçmişti. Normalde hızdan nefret eden ben bugün o nefreti hissetmeyecek bir haldeydim. "Havaalanı yoluna girdik." Dedi hızlı bir şekilde yan yola dönmeden önce. Elimle sıkı sıkı kapıdaki kolu kavrarken bakışlarımı akıp giden görüntüye çevirdim. Her şey saniyelik olarak bulanık bulanık akıyordu. "Elif?" dedi benim sessizliğime. Hızını kesmedi ama benden bir tepki bekledi. Bakışlarımı hafifçe ona çevirince de cesaret buldu. "Maran? Yani Maran'a dediklerin demin. Neden öyle dedin?"

 

"Öyle çünkü." Dedim sinirli bir tonlamayla. Öyleden fazlaydı.

 

"Peki o? O neden öyle konuştu?" Yutkundum hafifçe. Şilan'ın teorilerinden biri eğer gerçekse, ki ben gerçek olmasını asla istemezdim taş üstünde taş kalmazdı.

 

"Bilmiyorum..." diye mırıldanırken bakışlarımı hızla akıp giden yola çevirdim. Çarçabuk bitsin istediğim yol inat edermiş gibi uzadıkça uzuyordu. Niye bitmiyordu? Niye hemencecik varamıyorduk?

 

Ben bitmesini dört gözle beklerken gözümün önünden hızlıca akıp giden görüntü yavaşladı önce. Sonra görüntü net bir hal aldı.

 

"Ne oluyor?" dedim hızla Ahmet'e doğru dönerken. Durmuştuk.

 

"Kaza var." Sesi varla yok arası çıkmıştı. Bakışlarım önümüze çevrildiğinde yolun ortasındaki görüntüyle yolun hiç bitmeyeceğine neredeyse emin olmuştum.

 

"Ne yapacağız? Geçebileceğimiz başka yer yok mu?"

 

"Yok. Tek burası var." Sağına soluna bakındı. Bakışlarım ondan tekrar kafa kafaya çarpışmış araçlara çevrildi. Yüksek sesli bağırışlar doluyordu kulağıma. Araç sürücülerinin yaka paça ettikleri kavga vardı odağımda.

 

"Ne yapacağız?" dedim tekrar korkuyla.

 

"Bilmiyorum. " Kornaya bastı öyle deyince. Ama onun kornaya basması kaza yüzünden tartışan iki adamın umurunda bile olmadı. "Ben yaralı var mı bir bakacağım." Bu böyle olmayacaktı. Olmazdı. Bakışlarım yakınmış gibi görünen, karanlıkta ışıkları görünen büyük binaya çevrildi. Havaalanı ilerideydi. Arabayla belki bir dakika bile sürmezdi ama yol kapalıydı.

 

Hiç düşünmedim. Düşünecek vaktim yoktu çünkü.

 

"Elif dur!" dedi Ahmet şaşkınca. Beklemiyordu çünkü. Bir hızla arabanın kapısını açıp yola atmıştım kendimi. Yağmur damlaları sert rüzgara karışıp hızla çarpmıştı suratıma. Üzerimde ince bir hırka, pek kalın sayılmayan bir kazak ve kot pantolonum olduğundan bu hava üşümem için en ideal havaydı. Ya da ben bu havaya uygun giyinememiştim. "Elif!"

 

Yağmur damlalarının ıslattığı asfalt yolda attığım hızlı adımlar birkaç adım sonra koşmaya dönüştü. Var gücümle, tüm nefesimle kavga eden adamların arasından sıyrılıp yakınmış gibi görünen uzak binaya attım adımlarımı.

 

Koştum.

 

Koştum.

 

Koştum.

 

Nefesim asla yetmezdi, biliyordum. Ama umursayamazdım. Bayılıp kalabilirdim ama hiç düşünmedim bile. Koşabildiğim kadar koştum.

 

"Elif!" dedi pek yakın sayılmayan ses. Ahmet'in sesi. Dönüp ardıma bakamazdım. Ya da durup onu bekleyemezdim.

 

Havaalanı çok da uzağımda değildi. Ama yakınımda da değildi.

 

"Elif! Elif bekle!" dedi bir kez daha Ahmet. Ama zaman yoktu. Kusura bakmasındı.

 

Düz bir yol ne kadar uzun olabilirse o kadar uzun geldi. Bir yol nasıl bitmezse o kadar bitmedi. Adımlarım ne kadar küçük kalabilirse o kadar küçük kaldı. İlk defa bir yere geç kalışım değildi. İlk defa bir şeye yetişemeyişim değildi. Ama içimdeki bir şey ilk defa bir şeye geç kalmamam gerektiğini haykırıyordu bana. İlk defa bir yere yetişmem için ısrar ediyordu.

 

İçimden bir ses onu durmaya mecbursun diyordu. Hem daha ona olan can borcumun hiçbirini ödememiştim. Öyle olmazdı. Onları ödemeden gidemezdi. En azından durup iki kelam etmeme izin vermeliydi zaman. Adımlarım beni ona yetiştirmeliydi.

 

Hayatımda zaman hep yavaş akmıştı. Her zaman ben akmayan zamanın esiri olmuştum. Abim gittikten sonra yavaşlamış, babam gittikten sonra ise durmuştu. Ben ise duran zamana esir bir halde yaşıyordum yıllardır.

 

Ve benden birileri hep gitmişti. Belki de kaderim buydu. Benden birileri hep gitmek zorunda kalıyordu. O da gidenlerin arasına eklenirken var gücümle bir daha attım adımlarımı. Binanın ışıkları büyürken, sert rüzgar ve hırçın damlalar vücuduma hançer misali saplanırken durmadım.

 

"Elif!" dedi geriden başka bir ses. Maran'ın sesiydi. Kulaklarımdaki uğultunun arasından fark edebilmiştim bunu. Demek peşimizden gelmişti. Ama durmayacaktım. Bunu da bilmesi lazımdı. "Elif dur!"

 

 

 

 

 

Büyük kapıya ulaştığımda ellerinde valizleri olan insanlar, oradan oraya yürüyen toplulukların arasından sıyrıldım hiç durmadan. İçeri girince o yüzüme yüzüme çarpan sert rüzgar da, hırçın damlalar da kesilmişti ama benim üşümem durmamıştı. Duracak gibi de değildi. Ellerim göğsümü bulurken hiç durmadan koşan adımlarım olduğum yerde durdu ve şaşkın bakışlarım etrafı taramaya başladı.

 

Çok insan vardı. Bir sürü.

 

Bu kadar insanın arasında pat diye bulamazdım onu. İmkansızdı. Önce sağa adımladım. Sonuna kadar açtığım bakışlarım ise her biri bana yabancı olan yüzleri taramaya başladı.

 

Üzerime üzerime gelen bir adama çarptım, valiziyle hızlı hızlı yürüyen bir kadına çarpmaktan ise son anda kurtuldum. Ama baktığım hiçbir yüzde yoktu.

 

Sanırım bulamayacaktım.

 

Olduğum yere yığılıp kalmama ise ramak kalmıştı. Nefeslerim bir kez daha düzensizleşmiş, bacaklarım ise son derece titriyordu. Krizim tutmak üzereydi artık. Buna emindim.

 

Sağa baktım sola baktım ama yoktu. Belki de gitmişti. Yetişememiştim. Hayatımdan çekip giden hiçbir insana yetişemediğim gibi ona da yetişememiştim.

 

Vazgeçip geri dönecektim ki bakışlarım büyük kolondaki kırmızı 'yangın alarmını' buldu o anda. Yap gitsin diye çığırdı içimdeki telaşlı ses. Dinledim. Hiç düşünmeden hızlı adımlarla varıp kolondaki butonun camına dirseğimi geçirip içindeki düğmeye bastım var gücümle.

 

Etrafı bir anda keskin ve kulakları sağır eden bir alarm sesi doldururken oradan oraya yürüyen insanların adımları durdu bir anda. Şaşkın bakışlar birbirine çevrilirken etraflarını saran o korku dolu sese anlam vermeye çalıştılar. Benim ise tek derdim duran herkesin arasından onu bulmaktı.

 

"Yangın!" diye bağırdı sol tarafımdan biri. O bağırınca çığlıklar eklendi kargaşaya.

 

"Yangın var!"

 

"İmdat!" Bağırışlar büyüdü, adımları duran insanlar bir anda koşmaya başladı. Genç bir adam sertçe omzuma çarptığında oralı bile olmadan elindeki valiziyle çıkışa koşmaya başlamıştı. Sonra bir kadın ve bir adam daha çarptı.

 

Koş! Diye bağırdı içimdeki ses. İleri koş!

 

Üzerime koşan insanları iteleyip var gücümle ileri attım hızlı adımlarımı. Koştum.

 

"Yangın var!" diyordu yanımdan geçen biri daha. Etraf bir anda mahşer yerine dönüvermişti. Üzerime gelen, beni geçmek için uğraşan insanları iteliyordum bir yandan.

 

İşte o anda bakışlarım ileride insanların arasında ayakta duran onu buldu. Oradaydı. Gitmemişti. Yetişmiştim. Beni görmemişti. Zaten o kadar mesafeden görmesi de imkansız gibi bir şeydi.

 

Üzerime gelen insanları bir daha iteleyip onun olduğu yere koşmaya çalıştım ama çok zordu. O hengamede çekip gitmesinden korkuyordum.

 

"BARAN!" dedim daha fazla koşamayacağımı anladığımda. Yüzü benden tarafa dönük değildi. Zaten dönük olsa da o insanların arasında beni fark edemezdi. "BARAN!" dedim bir kez daha.

 

Adı ağzımdan ilk defa dökülmüştü. İlk defa onun adını bağırırken tek istediğim onun durmasıydı. Farkında bile değildim ismini seslendiğimin. Ama işe yaramamıştı. Yine de fark etmemişti beni. Dönmemişti bana. Görmemişti.

 

Çığlıklar yükseliyordu etrafımda. Çığlıklara dışarıdan gelen itfaiye sesleri de eklenmişti bir anda. Kargaşa daha da büyümüştü.

 

"BARAN!" dedim son kez. "Baran..." diye mırıldandım güçsüzce. "Buradayım..." Fısıltıya dönüştü sesim. Gücüm tükendi, hissediyordum.

 

Artık görmeyecek, burada olduğumu fark etmeyecek dediğim anda ise yüzü hızla döndü benden tarafa. Etrafımdaki insanlarda dolaşan bakışları buldu beni hızla. Yüzünde anlamsız bir ifade oluşurken kaşları çatıldı ama hemen toparladı. Sonra bedeni döndü hızla bana.

 

Üzerime gelen insanları var gücümle iteleyip tekrar koşmaya başladım. Ayağıma dolaşan valizleri, bana sertçe çarpan insanları umursamadım bile.

 

Koştum.

 

Islanmış saçlarım bağından dağılmış ve yüzüme yapışmıştı. Umursamadım.

 

Koştum.

 

"Baran..." dedim fısıltıyla tam önünde durduğumda. İnsanların arasından sıyrılıp durmuştum önünde. Bakışları benim bakışlarımla kesişti. Nasıl oldu, neden oldu bilmiyorum ama bakışlarımız kesişince içine hapsolduğum o duran zaman tekrar akmaya başladı. Hem de uzun zaman sonra ilk defa. Babam öldükten sonra ilk defa...

 

Derin bir nefes alırken ona doğru bir adım daha attım. Yüzüme yapışan ıslak saçlarımı iteledim geri. Onun bakışları ise zemine indi. Aramızdan bir kadın bağırarak geçti. Bir adamın kucağında ise üç dört yaşlarındaki kızı ağlıyordu. Aramızdaki sessizlik o kargaşanın arasında çığ gibi büyüdü de büyüdü.

 

Sessizliği ilk ben bozdum. Ona bir adım daha attım.

 

"Gidiyorsun yani..." diye mırıldandım. Omzundan sarkan, tek parmağıyla tuttuğu ceketindeydi bakışlarım. Bana bakmıyordu. Çatık kaşlarının altındaki bakışları zeminde dolanıyordu. "Öylece gidiyorsun?" Soru sormuyordum. Ağzımdan çıkanlar 'gittiğini' tasdik etmek içindi. Ama o hiçbir tepkide bulunmadı. "Nasıl gidiyorsun? Böyle apar topar nasıl? Valizin nerede?"

 

"Ceketim var..." diye mırıldandı bakışları hâlâ zemindeyken.

 

"Ceketin var? Ceketin yeter öyle mi?" Hafifçe güldüm. Ama sinir gülmesiydi bu. Titrek, zayıf bir gülme. "Hiçbir şeye ihtiyacın yok yani? Öyle mi?" Yine tepki vermedi. Bakışlarını kaldırmadı. Kıpırdamadı bile. Dışarıdan bakan biri bu duruşa 'suçlu' duruşu derdi. Ama değildi.

 

Bir süre sonra başını hafifçe sallayarak onayladı beni. Gidecekti yani. Koymuştu kafaya. Apar topar verilmiş bir karardı öyle mi? Bu kadar hızlı? Kafamın içinde uğultular vardı. Kulaklarımda ise itfaiye sirenleri, insanların tedirgin bağırışları.

 

"Cihan, Dilan, Seyhan?" dedim hızla. "Onlar ne olacak? Onlarla vedalaşmayacak mısın?" Kafasını salladı olumsuz bir şekilde iki yana. "Ümmü hala, Aker?" Yine başını salladı hızlıca. Gözü onları bile görmeyecek miydi yani? Bu kadar mı kararlıydı? "Yani onlara veda bile etmeden çekip gideceksin Kanada'ya?" Nefes almaya çalıştım.

 

"Evet..." dedi varla yok arası. Bakışları yine zemindeydi.

 

"Bircan abla! O ne olacak! Kadın hasta..." Sesim titredi. "Tedavisi ne olacak? O ne yapacak? Onu nasıl bırakacaksın?" Ona doğru bir adım attım.

 

"Çok güvenilir bir ekip ilgileniyor onunla." Dedi yine varla yok arası. Bakışlarını yine kaldırmadı. Ablasını bile mi çıkarmıştı gözden.? Bu kadar mı düşünmeyecekti geride bıraktıklarını? Bu kadar mı kararlıydı? Bu böyle kolay mıydı?

 

"Gitmekte kararlısın yani?" dedim emin olmak için bir kez daha.

 

"Evet..." dedi derin bir nefes aldıktan sonra.

 

"Kesin?"

 

"Evet..." dedi aynı kararlılıkla. Kararını vermişti yani, gidecekti.

 

"Peki ya ben? Ben ne olacağım?" Bakışları yerden yavaşça ayrılıp beni buldu. Etrafımdaki sesler, bağırışlar ve kafamın içindeki feryat sustu bir anlığına. Omzundaki ceketi yavaşça indirdi yanına. Dudakları bir cevap verebilecekmiş gibi aralandı. Ama sonra hızla birbirine bastırdı. Hiç düşünmeden ona doğru attığım iki büyük adım aramızdaki mesafeyi kapatmıştı.

 

"Sen gideceksin! Öylece!" Bir elimle göğsüne vurduğumda beklemediğinden olsa gerek hafifçe sendelemişti. "Ardına bile bakmadan çekip gideceksin öyle mi!" bir kez daha vurdum. "Kimseye bir şey demeden! Öylece çekip gideceksin!" daha da sert vurdum. "PEKİ YA BEN! BEN NE OLACAĞIM!" yumruk yaptığım iki elimi birden vurdum bu sefer. 'Sen ne yapıyorsun' demedi. Ya da 'Dur' diye durdurmadı beni. "SEN ÖYLECE ÇEKİP GİDECEKSİN, ARDINA BİLE BAKMAYACAKSIN AMA BEN NE OLACAĞIM! SEN TÜM ZORLUKLARDAN O UÇAĞA BİNDİKTEN SONRA KURTULACAKSIN YA BEN!"

 

Sesim etraftaki bağırış seslerini, anonsları, itfaiye sirenlerini bile bastırmıştı. Ama etraftaki seslerden daha çok battı onun sessizliği, bir tepki bile vermeyişi. Her vuruşumda sarsılan bedeni, her darbemde sendeleyen adımları daha çok battı canıma.

 

Bir şey demeliydi. Susmamalıydı. 'Sana ne' dese bile kafiydi durmam için. Ama demiyordu işte. Sessizliği, tepkisizliği daha çok bozuyordu sinirimi.

 

"BİR ŞEY SÖYLE!" diye haykırdım yumruklarımı tekrar göğsüne geçirirken. Ama yine demedi.

 

"Git..." diye fısıldadım. Madem gidecekti, madem buraya bunun için gelmişti gitsindi o zaman. "GİT!" yumruklarımı bir daha vurdum göğsüne. "GİT O ZAMAN! GİT!" ve bir daha vurdum. "NE DURUYORSUN GİT! GİT HADİ GİT!" bakışları göğsüne indirdiğim yumruklarımdaydı. Peki benim gözlerimden ha süzüldü ha süzülecek olan yaşlar da neyin nesiydi? "Git..." diye güçsüzce söylendim bir kez daha. "Gİ-" Göğsüne vurmak üzere olduğum yumruklarımı yakaladı sıkı sıkı.

 

"Yapma! Tamam mı yapma!" Bileklerimi çekmek istedim ama daha da sıkılaştı tutan elleri. "Ne istiyorsun sen ne!"

 

"Asıl sen ne istiyorsun! Git işte! Bırak git!"

 

"Derdin ne senin ya! Derdin ne! İstemiyorsun zaten!" Çekmek istediğim bileklerim durdu. Çırpınmalarım kesildi. "Kaçan sensin, saklanan sensin! Ben sadece gidiyorum anladın mı!"

 

Nefesimi tutmuştum. Dudaklarım bir anda kupkuru olurken yutkunmaya çalıştım. Sert ve sinirli nefesi çarpıyordu suratıma. "Ya tüm suçlamalar? Şirket?" diye mırıldandım.

 

"Bunun için mi geldin?" diye fısıldarken bileklerimdeki ellerini çekti. "Neden yaptın, neden sattın anlaşmayı demeye mi geldin?"

 

"Yapmadın!" dedim göğsüne sertçe vurup. Bakışları hızla bakışlarımı bulmuştu. "Yapmadın ama çekip gideceksin? Öyle mi?"

 

"Umurunda mı!"

 

"Gerizekalı! Aptal!" dedim elimi göğsüne vurmak için tekrar kaldırırken. Ama vazgeçtim sonra. "Git! Alıkoydum seni git! GİT!" geri geri uzaklaştım ondan. Bakışlarım gözyaşlarım yüzünden bulanmıştı. Burnumu çekerken hızla döndüm arkamı. Yanaklarımdan süzülen yaşları hırsla koluma silerken koşa koşa geldiğim yeri adımlarımı sürüye sürüye yürüdüm. Tabi buna yürümek denebilirse. Bakışlarımı yukarı kaldırıp amansızca akmak için çırpınan göz yaşlarıma engel olmaya çalıştım. Derin bir nefes almaya çalışırken akan göz yaşlarımı bir daha sildim ve tekrar yürüdüm. Bakışlarım az ötede koşturan insanların arasında dikilen Maran'ı ve hemen onun yan tarafındaki Ahmet'i buldu. Sonra da kalabalığın arasından sıyrılan Cihan'ı.

 

Çenemi yukarı kaldırıp dik durmaya çalıştım. Boyun eğecek, omuz düşürecek bir şey yoktu.

 

O an hatırladım babaannemin pürüzlü sözlerini. 'Eskiler hep der ki' diye başlardı avluda otururken sözlerine. 'Gitmek isteyeni kırk düğüm halatla bağlasan tutamazsın. Kalmak isteyene saç teli yeter.'

 

Çabalamaya, kendimi yormaya gerek yoktu işte. Eğer bir kabahat arayacaksak o kabahati bende aramalıydık. Ben kimdim? Ben kimdim de gelmiştim buraya kadar? Ne için çabalıyordum? Kim için? Niye koşmuştum ya da niye uğraşıyordum?

 

Peki ben neden ağlıyordum?

 

Gökyüzündeki o hırçın damlalar neden inmişti gözlerime? Ve ben neden bu denli yorgun hissediyordum kendimi? Ruhumdaki adını koyamadığım acı neyin nesiydi? Peki ya tam göğsümün ortasında yanan o kor ateş?

 

Uzaklaşmalıydım buradan. Gitmeliydim. Belki geldiğim kadar hızlı dönemeyebilirdim ama gitmeliydim işte.

 

Adımlarımı tekrar ve güç bela atarken birden bileğimi kavradı sımsıkı bir el. Korku ve şaşkınlıkla dönerken "Yürü!" diye fısıldadı yan tarafımdaki sert ses.

 

"Ne yapıyorsun bırak..." dedim zorla bileğimi çekmeye çalışıp. Demin sert yumruklarımı indirdiğim göğsünden iteledim onu.

 

"Neden gittiğimi öğrenmek isteyen sen değil misin?" Durmuyordu. Beni adeta sürüklüyordu kendi koca adımlarının peşinden.

 

"İstemiyorum! Bırak!"

 

"Yürü!" dedi daha da yüksek bir sesle. Beni çıkışa doğru ilerletirken önüne geçmeye çalışan Maran'ı sertçe itti omzundan. "Çekil!" Bir şeyler demeye çalıştı Maran ama durmadı. Hızlı adımlarını atarken beni de bırakmadı.

 

"Ne yapıyorsun bırak!" dedim havaalanı binasının dışına koşar adım çıktığımızda. Şimdi dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur vardı. Deminki hırçın damlalar daha da hızlanmıştı. Hatta çakan şimşeklerin haddi hesabı yoktu. İçerideki tüm kalabalık ise panikle kendini dışarı atmıştı. Benim yarattığım panikle...

 

Sağına soluna bakındı. Koşar adım peşimizden çıkan Ahmet'e döndü hızla. "Araba nerede?"

 

"Kaza vardı yolda. Biz arabayla gelmedik." Diye şaşkınca söylendi Ahmet. Ama durup bakmadı bile etrafına. Be bırakmadan deminkinden daha büyük adımlar attı. Siyah '47 CHN 47' plakalı aracın yanına geldiğimizde ise hiç düşünmeden arabanın kapısını açıp. Aracın ise Cihan'ın olduğunu anlamamak için kör olmak lazımdı. "Bin." Dedi bileğimi bırakmadan. Bakışlarında sinirli bir ifade aradım ama zerre yoktu. "Lütfen..." diye ekledi.

 

Bakışlarım yavaşça arabaya çvrildi. Sonra da yağmur damlalarının altında benim gibi ıslanan ona.

 

Bindim. Bileğimi yavaşça elinin arasından çekip arabaya bindim.

 

🔥

 

Bir yere yetişmek için haddinden fazla süren yol bu sefer öyle sürmemişti. Sessizlik vardı aramızda dağlar kadar ama o sessizliğe rağmen gittiğimiz yol hemencecik bitmişti. Yol boyunca ne o bir kelam etmişti ne de ben. Hatta sözleşmiş gibi buna yanaşmamıştık bile. Nereye gelmiştik bilmiyordum ama arabayı büyük demir kapılı, üç katlı bir binanın önünde durdurmuştu.

 

Hırçın, hırslı ve öfkeli damlalar artık sakinlemişti. Rüzgar da kesilmişti. Etrafı insanı rahatlatan bir toprak kokusu kaplamıştı.

 

"Burası neresi?" dedim arabadan indiğimde. Üşümüyordum ama öylece hırkamın önünü kapatmıştım. Sesim çatallıydı. Hafif de kısık.

 

"Gel." Dedi arabanın önünde benden birkaç adım önde giderken. İkiletmeden takip ettim. İçimde öyle büyük bir sakinlik vardı ki şu an kim ne derse 'Tamam' diyecek kıvamdaydım.

 

"Baran bey?" dedi büyük demir kapının önüne vardığında bankta oturan güvenlik. Bizi görür görmez telefonunu acele bir şekilde cebine atıp ayağa kalkmıştı. Bakışlarım onun oturduğu bankın üzerindeki kırmızı tabela üzerindeki yazıları buldu. 'Sevgi Evleri'.

 

"Aykut. İyi akşamlar. Nasılsın?"

 

"İyiyim Baran bey. Siz nasılsınız? Ben..." Bakışları hızlıca beni bulurken kekeledi. "Haberim yoktu geleceğinizden. Bir şey mi oldu?"

 

"Yok. Ziyarete geldik." Ben ne olduğunu, neden burada olduğumuzu anlamaya çalışırken bana döndü. "İçeri girelim mi?" Hafifçe koluma dokundu.

 

"Çocuklar yemekten çıkmışlardı az önce. Şimdi serbest saatteler. Ben Hanife hanıma geldiğinizi haber vereyim." Belindeki telsizi çıkartırken biz açılan kapıdan girdik içeri. Elindeki telsizden konuşan güvenlik bir yandan da bizi yönlendirmeye çalışıyordu ama sanki o yolu ezbere biliyormuş gibi önden gidiyordu.

 

Şaşkınlığım rengarenk boyalı duvarlarda, çeşit çeşit desenlerin olduğu halıların üzerinde dolaşıyordu. Alt kata indiğimizde ise kulaklarımı çocuk cıvıltıları doldurmaya başladı.

 

"Hoş geldiniz." Dedi pembe yeşil kapının önünde durduğumuzda genç güler yüzlü bir kadın. "Bu ne güzel sürpriz. Çocuklar çok sevinecek geldiğinize. Buyurun." Kapıyı açıp bize yol verdi.

 

"Aaa!" diye sevinçli bir çığlık koptu kapı açılıp biz içeri girdiğimizde. "Baran abiiii!" Büyük salondaki bir sürü çocuk birden onun etrafını sararken kimisi sarılmaya çalışıyor kimisi de zıplıyordu. Şaşkınlığım katlanırken bakışlarımı karşımdaki sevgi yumağı görüntüsünden çekemiyordum.

 

"Baran abi gelmiş!"

 

"Baran abi gelmiş!"

 

"Yaşasın!"

 

"Hop hop hop! Dikkat!" dedi kucağına atlayan beş altı yaşlarındaki çocuğu sıkıca kucaklarken. Bakışlarım ise dudaklarındaki o büyük gülümsemedeydi. "Hepinize sarılmaya yetecek büyük kollarım var." Küçük kıkırtılar doldurdu etrafı. Kucağındaki erkek çocuğunu bırakmadan ilerledi ve küçük yeşil renkli sandalyeye oturdu. O oturunca sandalye tümden kayboldu. Çocuğu dizinin üzerine oturturken çocuklar da sözleşmiş gibi etrafını sardı. Kimisi yere oturdu kimisi omuzlarına doladı kollarını.

 

"Hiç demedin geleceğini." Diye önden iki dişi olmayan yedi sekiz yaşlarındaki esmer kız çocuğu girdi söze. "Neden demedin?" Utangaçça kıkırdarken parmaklarıyla dudaklarını kapatmıştı.

 

"Akıllım Baran abi hep sürpriz yapar." Diye güldü ondan biraz büyük sarışın erkek çocuğu. O öyle deyince Baran onun saçlarını karıştırdı gülerek. Güldü böyle, uzun uzun. Gözlerini kısa kısa. Benim bakışlarım ise onun o içten gülmesinde takılı kalmıştı. Onun gülüşü kulağına fısıldayan saçları iki yandan örgülü kızın dedikleriyle şaşkın bir ifadeye büründükten sonra daha da büyümüş ama o şaşkın ifade kızın yüzüne geçmişti. Küçük kız kıkırdayıp ellerini ağzına kapattı. Bense hâlâ onun çocukları sıkı sıkı sarışına, gözleri tek çizgi olana kadar gülüşüne bakıyordum.

 

Dalmışım. Biri hırkamdan çekiştirince çıktım daldığım yerden. Deminki onun kulağına fısıldayan örgülü kız. İki eli arkasında bir sağa bir sola sallanıyordu gülerek. "Merhaba." Dedim gülümsemeye çalışıp.

 

"Merhaba." Dedi kıkırtısını bastırıp. "Eğilir misin?" diye ekledi. O öyle deyince şaşkın bakışlarım etrafta gezindi ama kırmadım onu. Ona doğru eğildim. "Çok merak ediyordum da seni." Dedi kıkırtıyla karışık. Arkasından küçük pembe bir prenses tacı çıkardı.

 

"Beni mi?" dediğimde büyük bir hevesle salladı başını. "Neden?"

 

"Hiiiiç. Takabilir miyim bunu sana?" dedi elinde salladığı pembe tacı. Işıl ışıl yeşil gözlerindeki ifade asla kırılmayacak cinstendi. Kafamla onu onaylarken o da hevesle tacı başımın üzerine bıraktı. "İşte şimdi oldu."

 

"Teşekkür ederim ama bunu neden taktın anlamadım." Dedim elimle başıma koyduğu pembe tacı düzeltip.

 

"Prenseslerin tacı olur çünkü." Kıkırdayıp elime asıldı hızla. "Bizimle sen de oynasana."

 

Kıramadım. Bunca masum gülüş, masum can kırılır mıydı hiç. Kendimi onların arasında, yerdeki halının üzerinde çay saati yaparken buldum bir anda. Önüme konan içi boş plastik bardaklardan çay içtim onlar için. Boş renkli tabaklarda onların hayali keklerini yedim. Etrafımda dönen şarkılara, danslara alkışlarımla eşlik ettim. Kafamın içinde dönüp duran 'neden buradayım' sorusunu ise unutmuştum onlar sayesinde.

 

"Bugün için çok teşekkür ederiz Elif hanım." Dedi ben çocukların odalarına gidişine öylece bakarken yanıma gelen Hanife hanım. Yurdun müdürüydü.

 

"Ben teşekkür ederim." Diye mırıldanırken demin bana taç takan ve adı Ekin olan küçük kıza el salladım.

 

"Çok seviyorlar Baran beyi. Onun böyle sürpriz yapmasına bayılıyorlar. Hatta gelmediği günler o kadar soruyorlar ki."

 

"Devamlı gelir mi buraya?" diye sordum bakışlarımı giden çocuklardan çekmeden. Sonra sorduğum sorunun garipliğiyle Hanife hanıma çevirdim bakışlarımı.

 

"Gelir. Baran bey düzenli bağışçılarımızdan. Ama bir bağışçıdan daha fazlası."

 

"Nasıl yani?" dedim şaşkınlıkla.

 

"Baran bey sadece buradaki çocuklara bağışçı olarak değil onların hayatı kazanımı için de çok emek verdi. Onlar için özel bir okul yapma girişiminde bulundu. Ama bir okuldan daha fazlası. Bir yaşam tesisi demek daha doğru olur. Okuyamayan, aile zoru yaşayan ne kadar kız çocuğu varsa onların hizmet alabileceği, hayata kazandırılabileceği bir tesis. Okumaları, bir meslek edinmeleri ve daha da önemlisi hayata tutunmaları için ne gerekiyorsa hepsinin çalışmasına başladı. Ayrıca buradan lösemi teşhisi konan küçük kızımız Beril'in de tüm sağlık masraflarını üstlendi. Şehir dışından gelen özel bir ekip kurulmuş. Beril artık onlara emanet." Gözlerim dolu dolu olurken hafifçe dudaklarımı ısırdım. Bircan ablanın doktorlarına emanetti demek ki Hanife hanımın bahsettiği Beril.

 

"Ben de yukarı çıkabilir miyim?" dedim titrek bir sesle. Çünkü o demin çocuklarla birlikte çıkmıştı yukarı.

 

"Tabi. Hem Beril de burada. Yarın hastaneye yatışı yapılacak." Hanife hanımın yol göstermesiyle birlikte rengarenk boyanmış merdivenleri çıktım. Koridorda demin olan sesler şimdi kesilmiş, bir sakinlik çökmüştü. Aynı benim ruhuma çöktüğü gibi.

 

"Burası." Dedi koridordaki üçüncü kapıyı gösterirken. Teşekkür edip yavaşça açtım kapıyı. Bakışlarım pencerenin önündeki manzarada, elim ise tuttuğum kapı kolunda kalıvermişti. Ne bir adım içeri ne de bir adım geri atabildim.

 

 

 

 

 

"Sence ben de arkadaşlarım gibi koşup oynayabilecek miyim?" diye soruyordu incecik bir ses. Uzun kumral saçları onun omuzlarından aşağı dökülüyordu.

 

"Elbette." Diye onaylamıştı onu.

 

"Sen de koşar mısın benimle?" diye sorarken parmağını onun şakağına dayadı.

 

"İstersen yarışırız bile." Dedi. Öyle deyince güldü Beril. Ama yorgun bir gülüştü.

 

"Beni atlarına götürür müsün?" şakağındaki parmağını saçlarına doğru çıkardı. "Esmer'i çok merak ediyorum. Gümüş'ü de."

 

"Olur götürürüm."

 

"Esmer beni de mi bindirmez sırtına?" diye sordu yorgun ince ses. Dudaklarıma küçük bir tebessüm yayılmıştı.

 

"Bindirmeyebilir."

 

"Gerçekten senden başkası hiç binmedi mi ona?" Merakla sorarken hafifçe kaldırmıştı başını.

 

"Bindi..." diye mırıldandı. Tek eliyle onun saçlarını okşarken beni fark etti. Bana dönünce Beril de çevirdi başını.

 

"Kusura bakmayın. Ben... Şey..."

 

"Bu o mu?" dedi Beril gülümseyerek. Bakışlarım onun iri ela gözlerini buldu. Upuzun kirpiklerinin altındaki o parlak ela bakışları.

 

"Uyuman lazım artık. Çok yoruldun. Yarına güç toplaman lazım." Başını salladı yavaşça Beril. O da Beril'i yavaşça yatağına yatırıp üzerini örttü.

 

"Sen de geleceksin değil mi?" diye sordu Beril o geri çekildiğinde.

 

"Geleceğim." Diye mırıldandı. Beril'in dudaklarındaki gülümseme büyürken iri ela gözleri bana çevrildi. Yorgun görüntüsüne rağmen ışıl ışıl bakıyordu. "İyi geceler."

 

"Görüşürüz Elif." Diye el salladı bana kapı kapanmadan önce. Oysa ben ona adımı söylememiştim bile.

 

🔥

 

"Beril..." diye mırıldandım. Aslında nasıl söze girecektim, nereden başlayacaktım hiç bilmiyordum. Zor geçen bir gün, aşırı zorlaşan bir akşam ve garip bir şekilde sonlanan bir geceydi. Yaşadığım duyguların bir izahı nasıl olurdu onu da bilmiyordum.

 

"Lösemi hastası. Altı yaşına daha geçen hafta girdi."

 

"Ben... Çok üzüldüm..." diye mırıldandım. Ama topladım sonra. "Ama tedavi olacakmış. Hanife hanım anlattı." Hafifçe başını sallayarak onayladı beni. "Tedavisini sen üstlenmişsin." Önündeki bakışlarını kaldırmadı. Bir tepki vermedi. "Sadece onun tedavisini değil. Buradaki tüm çocukların, daha başkalarının da her şeyiyle ilgileniyormuşsun. Hepsini hayata kazandırmak için uğraşıyormuşsun." Bakışları yavaşça bana çevrildi. Bir şey demesini bekledim ama demedi. "Neden hiç bahsetmedin?"

 

"Kimse bilsin istemedim." Hafifçe omuz silkti. Sessizliğimize arabanın sileceklerinin sesi karışıyordu. Sakin sakin hiç kesilmeden tüm akşam yağmıştı ve halen yağmaya devam ediyordu yağmur.

 

"Şirketteki mali dökümlerdeki anormallik? Tüm o kurmaya çalıştığın tesis için değil mi?"

 

"Evet." Diye onayladı beni.

 

"Peki ya gidince? Gidince ne olacaktı?" dedim titrek bir sesle. "Düzeltebileceğin bir şey ama sen gidecektin?"

 

"Babam beni tüm işlerden aldı." Bakışları tekrar önüne çevrildi. "Şirkete girişimi yasakladı. O an ne yapacağımı bilemedim."

 

"Gerçekten gidecek miydin Kanada'ya?" diye sordum çekine çekine.

 

"Gitmezdim sanırım." Dedi bakışları tekrar beni bulurken. "Gidemezdim."

 

"Gidiyordun ama..." diye mırıldanırken bakışlarımı önüme çevirdim. Parmağımın kenarındaki deriyi çekiştirecektim ki o elini uzatıp durdurdu beni.

 

"Yapma..." Elimi çekti yavaşça. "O sinirle kendimi havaalanında buldum. Ama gidemezdim herhalde."

 

"Peki ya sattı dedikleri?" dedim bu sefer de çekingen bir biçimde. "Dosya? Yapmamışsındır biliyorum da..." diye mırılandım. "Kim yaptı peki?" O anda arabanın içini onun telefonunun melodisi doldurdu.

 

"Onun da cevabı burada." Dedi telefonu kulağına götürüp. "Söyle Salim." Karşıdan gelen Salim'in sesini dinledi pür dikkat. Kaşları çatıldı. "Güzeeeel!" dedi sonra dudakları kıvrılırken. "Çok güzel." Telefonu kapatıp cebine attı. "Kemerini tak." Dedi kendi tarafındaki kemere asılıp.

 

"Ne oldu?" dedim elimi emniyet kemerine atarken.

 

"Seni konağa bırakayım. Benim de Maran'la bir işim var."

 

🔥

 

"Ooo! Buyursunlar!" dedi ahşap kapının önünde duran sarışın yeşil gözlü adam. Başındaki bereyi düzelttikten sonra kollarını iki yana açıp geniş bir gülümsemeyle karşılamıştı bizi.

 

"Abim be!" diye iki adım önden giden Cihan tabiri caizse atladı onun kollarına. Bunu beklemeyen adam sendelemişti ama toparladı.

 

"Yavaş oğlum. Ciğerimi mi sökeceksin. Madem bu kadar özledin ne gelmiyorsun aylardır?" onu sıkı sıkı saran adam hafifçe vurmuştu da sırtına.

 

"Adam nişanlandı be Ninos." Dedi yan tarafımda gülen Ahmet.

 

"Oğlum her nişanlanan bizi unutacak mı böyle? İşte hayatta verdiğim en doğru karar. Evlenmenin öncesi bile unutkanlık yapıyorsa evlenince ne olacak siz düşünün. Ben ondan yıllardır bekarım."

 

"Hadi hadi bulamadım bir kız demiyor da." Diye huysuzca söylenen Cihan'ın kafasına hafifçe vurmuştu adı Ninos olan adam.

 

"Ay ne kadar otantik bir yer burası kuzucuğum." Diye etrafı süzüyordu Leyla. Hatta telefonunu hızlıca eline alıp bu otantik görüntüyü ölümsüzleştirmeye karar verdi. "İnstagrama atacağım. Alacağı likeları düşünebiliyor musun?"

 

"Ben düşünemiyorum." Diye huysuzca söylendi diğer tarafımdaki Şilan.

 

"Geçin hanımlar lütfen." Dedi kapıyı bizim için tutan Ahmet. İçeri ilk adımı atan ben olmuştum. İleride çatır çatır yanan bir şömine, hemen önünde küçük iki masanın birleştirilmesiyle büyük bir sofra haline getirilmiş üzeri donatılmış sofra vardı.

 

"Oo Ninos döktürmüşsün." Diye beni sollayıp masaya uçtu Cihan. Etrafında aç kedi gibi dolandıktan sonra şömineden tarafa kuruldu.

 

"Baran boşuna buna davar demiyor..." diye kısık bir sesle mırıldanmıştı Ahmet. O öyle deyince istemsizce bakışlarım İlkkan'ın kapattığı kapıya çevrildi. Onun gelmediği, gelmeyeceği kapıya.

 

"Ee Baran nerededir?" dedi Ninos elindeki büyük kütüğü şömineye atıp.

 

"Arkadan gelecek." Dedi Ahmet. Sonrada Şilan'ın oturması için bir sandalye çekti.

 

Gelmeyecek... diye mırıldandı içimdeki hüzünlü ses. O gece niye böyleydi bilmiyordum. Derin bir nefes alırken kendi sandalyemi çekip oturdum. Leyla ve Şilan'ın ortasında, Cihan'ın tam karşısındaydım.

 

"Ya sen Cihan? Bizi uğruna unuttuğun nişanlını niye getirmedin?"

 

"Gülü solar..." diye kıkırdayarak kulağıma fısıldadı Leyla. Ayağımla hafifçe bacağına vurdum susması için.

 

"Gelecekti gelecekti de son anda işi çıktı." Diye kıvrandı Cihan. Hepimiz son ana kadar Cihan'ın ısrarıyla gelecek olduğunu ama son dakika yola çıktıktan sonra tartıştıkları için gelmediğini biliyorduk. Ve Leyla haklıydı. Gülü mü solardı bilmiyorum ama bir şeylerin solduğu kesindi. Cihan gibi.

 

"Biz tanışmadık." Diye söze girdi Leyla. "Ben Leyla. Elif'in üniversiteden arkadaşı. Hatta kardeşi bile diyebilirsiniz."

 

"Memnun oldum Leyla hanım. Elif yengemizin kardeşi bizim de kardeşimizdir." Kibarca selamını aldı Ninos Leyla'nın. Bir yandan da yemekleri servise geçmişti. "Babamın eşsiz tarifiyle kuzu yahni yaptım size."

 

"Of be..." diye önüne konan tabakta gezindi bakışları İlkkan'ın.

 

"Komutanım valla senin geleceğinden haberim olsa acılı bir kebap da atardım. Hatta atayım istersen."

 

"Yok yok. Bu yeter. Et olsun bizim olsun." Ve kimseyi beklemeden önündeki yemeğe yumuldu İlkkan. "Şunun üzerine yok mu bir yetmişlik açmamız." Dedi ağzı dolu dolu. O an suratım buruşuverdi. Rakı yoktu. Ne yetmişlik ne de seksenlik1 rakı olmazdı! Olmasındı!

 

"Vallahi Baran için geldik yemek yiyelim dedik ama gelmedi. Aşk olsun ona." Diye yemeğine başlayan Ninos mırıldandı. Benim de her kaşıkta bakışlarım omzumun üzerinden kapıya çevriliyordu. Kimsenin gelmediği kapıya. Kimsenin gelmeyeceği kapıya.

 

Benim ara ara ve kısa kısa dahil olduğum koyu sohbet yemek masasından şöminenin önüne atılan taburelerde tavşan kanı demlenmiş çayla devam ediyordu. Ve ben yine dahil olmayıp yanan odunları izliyordum. Parmaklarımın arasında ise ara ara yudumladığım çay bardağı vardı.

 

"Demek askersiniz?" Yan tarafımda oturan Leyla merakla sormuştu İlkkan'a doğru.

 

"Evet." Ses tonundaki o gururlu tınıyla cevap vermişti İlkkan da. Resmen ben askerim diye çıkmıştı sesi.

 

"Ya..." diye merakla mırıldandı Leyla. "Rütbeniz nedir?"

 

"Sanki anlayacak da..." diye fısıldadı Şilan kulağıma doğru.

 

"Bu yüksek bir asker." Dedi Cihan cıvık bir halde.

 

"Üstteğmen." Diye ters bir bakış attı İlkkan. Ama Cihan'ın umurunda bile olmamıştı bu bakış.

 

"En kıdemlisinden hem de." Leyla da ters bir şekilde baktı Cihan'a. Hafif de burun kıvırdı.

 

"Senin burcun ne?" dedi en olmadık bir şekilde Cihan'a doğru. Ahmet hafifçe kıkırdarken İlkkan 'bu ne demek' der gibi bakıyordu.

 

"İkizler." Diye kararsız bir şekilde mırıldandı Cihan.

 

"Ay..." dedi memnuniyetsizce Leyla. "Tabi yükselen de önemli. Doğum saatini biliyor musun?" Cihan'ın suratındaki soru işareti büyürken hafif bir tebessüm yayıldı dudaklarıma. Cihan şaşkınca bir Leyla'ya bir de bana bakmıştı. Böyleydi işte Leyla. Hoşuna gitmediği bir yerde nefretini en olmadık şekilde dile getirirdi. Ve ikizler insanını sevmiyordu. Bunu tabir etmişti demin.

 

"Oğlum şu alyansın daha insan parmağına takılacak olanından yok muydu?" dedi Ninos. Cihan'ın parmağındaki kalın alyansı işaret etmişti.

 

"Ne var ya?" diye elindeki alyansa çevirdi bakışlarını Cihan. "Dümdüz alyans işte."

 

"Bunun pranga büyük." Diye kıkırdadı Ahmet. Cihan bozulabildiği kadar bozulmuştu. Suratı karardı da karardı.

 

"Ellemeyin kardeşimi." Dedi İlkkan. "Bakma koçum onlara. Bekar ya bunlar ne anlasınlar."

 

"Ben halimden memnunum." Diye ellerini havaya kaldırdı Ninos. "Pranga da istemem." Yadırgadığım ama hoş da bir şivesi vardı.

 

"Senin kardeş ne alemde? Bitmedi mi daha okulu?" dedi Ahmet.

 

"Hiç bitmez mi o keçinin okulu? Bitti elbette. Hem de dereceyle mezun oldu." Ellerini indirirken gururle kabardı. "Benim bir kız kardeş var. Zehir mi dersin ne dersin bilmem. Keçi dersin orası ayrı da mükemmel bir kafası var. Ama inatçılığı yok mu o inatçılığı. Öldürecek beni."

 

"Etme be Ninos. Bence sen tahammül edemiyorsun Farah'a. Yoksa iyi kız."

 

"Kötü demedik zaten. Onun kötülüğü bana. Nerede garip iş var, feminist iş var benim kardeş orada. Dönecek yakında. Tabi başka bir şeye inat edip kalacağım diye tutturmazsa." Başındaki bereyi sıkıntıyla çekiştirip çıkardı Ninos. Konu kardeşinden açılınca halden hale girmişti. Merak edilesi bir kardeşi vardı Allah var. "Ya İlkkan." Dedi bir zaman sonra. "O kadar geldin. Bir şu klarnete üflemeden mi gideceksin oğlum? Hazır oturmuşuz mis gibi silsene kulaklarımızın pasını."

 

"Şimdi? Yok ya..." diye kafasını geri attı İlkkan.

 

"Hadi be abicim ya." Diye ısrar etti Ahmet.

 

"Evet abi lütfen." Dedi Cihan.

 

"Klarnet mi çalıyorsunuz?" Diye merakla sordu Leyla. "Dinlemek isterim." Diye ekledi gülümseyerek. Sağına soluna bakındı İlkkan. Sonra yavaşça kalktı oturduğu tabureden.

 

"Bağlamanı çıkar." Dedi Ninos'a doğru. 'Hay hay' der gibi kafasını sallayıp hızla mutfağa doğru yürüdü Ninos.

 

Az sonra elinde siyah bir kutuyla geri döndü İlkkan. Önümüzdeki tabureye dikkatle koyup kutunun kapağını açtı ve parçalar halinde duran klarnetini çıkarıp takmaya başladı. O sırada Ninos da bağlamasını akort ediyordu.

 

"Hadi çalacağız da insanlar senin sesini mi dinleyecek İlkkan abi?" diye sordu şaşkınca Cihan.

 

"Ne varmış lan benim sesimde!"

 

"Estağfirullah abi. O ne demek? Yok yok yani." Diye çevir yanmasın moduna aldı hemen kendini.

 

"Elif'in sesi güzeldir." Dedi hemen yanı başımdaki Leyla. Elini şefkatle dizime koyuvermişti. İri iri açılan bakışlarımla ona 'olmaz' demeye çalıştım. "Aa ama kuzucuğum. Bir iki mırıldansan."

 

"Yok." Dedim kesin bir dille. "Söylemeyeyim."

 

"Hadi Elif." Dedi Leyla gibi Şilan da.

 

"Yenge. Valla sesin güzelse söyle. İlkkan abi yerine seni dinleyelim." Cihan öyle der demez klarnetin ucunu kafasına yedi. Acıyla yüzü buruşurken pustu olduğu yerde.

 

"Azıcık mırıldanırım. O kadar." Dedim oturuşumu düzeltip.

 

"Ne çalalım?" dedi Ninos.

 

"Akşam olur karanlığa kalırsın..." dedim. Kafasıyla beni onaylayıp ses verdi Ninos. Sonra çalmaya başladı. Uzun zamandır dinlemediğim bağlama melodisi kulaklarımı doldururken ciğerimde hafif de bir sızı oluşmuştu. Babam gelmişti aklıma. Akşamları duvardaki baba yadigarı bağlamasını alıp, beni karşısına oturttuktan sonra ölsem unutmayacağım sözleri mırıldanışı...

 

"Akşam olur karanlığa kalırsın

 

Akşam olur karanlığa kalırsın..."

 

Sonra abimin sevdasına olan, ona söylediği sözler gelmişti aklıma. Gözlerimi kapattığımda birer birer önüme düşen görüntüsü, kesik kesik hatıralar, çocukluğum...

 

"Derin derin sevdalara dalarsın

 

Oy gelin gelin

 

Sevdalı gelin

 

Öldürdün beni..."

 

Kaçmalarım gelmişti aklıma. Aklımdan, tutsaklığımdan, kaderimden ve nişanımdan kaçmalarım...

 

"Derin derin sevdalara dalarsın

 

Oy gelin gelin

 

Sevdalı gelin

 

Öldürdün beni..."

 

Göletin yanındaki o zifiri karanlık gece. Kaderimden kaçtım sandığım katran karası gün. Kaçtığım adımlarımın beni ona çıkarışı, kollarına düşüşüm...

 

"Ellerin elime değdiği zaman

 

Ellerin elime değdiği zaman

 

İster ölüm olsun ister ayrılık

 

Oy gelin gelin

 

Sevdalı gelin

 

Öldürdün beni...

 

İster ölüm olsun ister ayrılık

 

Oy gelin gelin

 

Sevdalı gelin

 

Öldürdün beni..."

 

Her kaçtığım yolun sonunda ona varışım, her çabamda kendimi onun kolları arasında buluşum...

 

"Beni koyup yad ellere varırsın

 

Beni koyup yad ellere varırsın..."

 

Ve ilk defa bu denli içimde yanan bir ateş. Kor kor, alev alev...

 

"Sana zulüm bana ölüm değil mi?

 

Oy gelin gelin

 

Sevdalı gelin

 

Öldürdün beni..."

 

Göz pınarlarıma biriken yaşlarla gözlerimi yavaşça açtım. Bağlama susmuş, klarnet susmuştu. Etrafı derin bir sessizlik kaplamıştı. Ta ki kapının üzerindeki zil tıngırdayana kadar. Bakışlarım omzumun üzerinden geri çevrilirken kapıdan gerisin geri çıkan onu buldu bulanık bakışlarım. Hızlıca pencerenin önünden geçti gölgesi sonra. Hemen ardından da arabasının sesi duyuldu.

 

"Abim miydi o?" dedi Cihan. Gelmişti. Gelmeyeceğine ikna olduğum anda gelmişti ama gerisin geri dönüp gitmişti. Peki niye gitmişti?

 

🔥

 

Sabahın ilk ışıkları konağın üzerini aydınlatırken her zamankinden daha güzel, daha ılık bir hava vardı. Kıştan bir gün demezdi kimse bu ılık havaya. Sanki bahar gelmişti. Hatta insanın derisini döven o sinirli rüzgar bile ılık havaya uyup yumuşak yumuşak okşuyordu insanın tenini.

 

"Baran oğlum hayırdır?" dedi Fatma telaşla mutfağa giren genç adama şaşkınca bakıp. "Bir şey mi arıyorsun?"

 

"Nerede?" demişti. Telaşlı bir ifade vardı suratında. Bu hali Fatma'yı korkutmuştu.

 

"Kim nerede?"

 

"Elif. Nerede?"

 

Sabah eve geldiğinde görememişti onu. Yatak hiç bozulmamış, sanki gece orada uyumamıştı. Nereye gitmişti?

 

"Çıktı o."

 

"Çıktı mı?" dedi Baran yine telaşla. "Nereye gitti? Demedi mi?"

 

"Valla göl dedi ama." Anladı Baran. Ne ceketini ne de telefonunu almadan fırladı dışarı. Önce konağın arkasına garaja doğru adımladı. Tüm gece çiftlik evinde kalmıştı. Kirpikleri bir saniye bile birbirine değmemişti. Sabah da Esmer'i kaptığı gibi dönmüştü konağa.

 

Garajın kapısına rastgele bağladığı hayvanın sırtına atlayıp hızla çıktı konağın avlusundan. Esmer de sanki bunu bekliyormuş gibi her adımını diğerinden daha hızlı atıyordu.

 

"Hadi oğlum..." diye Baran'ın mırıldanmaları hayvanı daha da hızlandırıyordu.

 

Koştu.

 

Koştu.

 

Ne kadar hızlı gidebilirse sınırını zorladı da zorladı. Bu hıza rağmen zerre üşümüyordu Baran. Belki hava çok iyiydi belki de göğsünün ortasındaki o harlı ateştendi üşümeyişi. Şimdi o ateş aklını kül etmek üzereydi.

 

Gölet pek yakın değildi buraya. Zamanı kısıtlı mıydı bilmiyordu ama tek bildiği bir an önce oraya varlıydı. Altındaki hayvan da bunun bilincinde atabildiği kadar hızlı attı adımlarını.

 

Gölete tırmanan patikaya geldiğinde de kesmemişti hızını. Dik bayırı düz yolda koşuyormuş gibi tırmandı genç hayvan. Tırmanınca da Baran'ın komutuyla yavaşladı. Hızla indi Baran üzerinden. Çünkü bakışlarına yerdeki küçük çalının dibine bırakılmış beyaz spor ayakkabılar ilişti. Buradaydı. Doğru gelmişti. Bu ayakkabılar onundu. Kendi ayakkabılarını da çıkarıp beyaz ayakkabıların yanına koydu. Çıplak adımlarını nemli toprağın üzerinde atarken çalıya iliştirilmiş fuları aldı eline. Koyu yeşil, çiçekli fular... Burnuna götürüp her yerde aradığı kokuyu çekti içine.

 

Yavaş ve dikkatli adımlarla gölete doğru adımlamaya devam etti. Dudaklarına ise bir gülümseme yerleşti göletin yanındaki kuru ağacı görünce. 'Peri kızı' oradaydı işte. Kuru zeytin ağacının üzerine çıkmış türkü mırıldanıyordu kendi kendine. Sırtı ona dönüktü. Görmüyordu kendisini.

 

Yürüdü ona doğru.

 

İnsan ne tuhaf varlıktı. Bazen öyle kör olabiliyordu ki. Bu yüzden kendine hep kızacaktı Baran. 'Nasıl bu kadar kör oldum' diye. Ama sonra 'iyi ki de kör olmuşum' diyecekti. 'İyi ki beni kör etmişsin'.

 

Dikkatle kuru ağacın yanına vardığında hâlâ fark etmemişti Elif kendini. Uzun kumral saçlarını okşayan o yumuşak rüzgarı kıskandı önce. Sonra da kokusunu kendine getirdiği için teşekkür etti. Tıpkı kendini buraya mahkum eden kaderine ettiği gibi.

 

Eğer babası ve dedesi bundan yıllar önce 'buraya döneceksin' diye ısrar etmese bunlar yaşanacak mıydı? Ya da ailesinin yıllardan beri sürdürdüğü o amansız düşmanlık olmasaydı?

 

Hiçbiri umurunda değildi Baran'ın. O bulmuştu. Peri kızını, İstanbul'daki altı yıl önceki o kokuyu bulmuştu. Şimdi bir adım uzağında, elini uzatsa tutacağı mesafedeydi. Halbuki hep yanı başında, kolları arasındaydı.

 

Belki de kaderin attığı en güzel düğümdü ömründe.

 

'Ateşten Düğüm'

 

"Kamer..." diye seslendi daha fazla dayanamayıp. Adı gibi ay ışığının ta kendisi, peri kızıydı. Elif hiç beklemiyordu bunu. Duyduğu sesle irkilirken sesin sahibine dönmek istedi. Sağ ayağı sol ayağına dolandı. Aynı kaderinin onun kaderine dolandığı gibi. Dengesini kaybetti. Aynı Baran'ın ona her baktığında dengesini kaybettiği gibi.

 

Küçük bir çığlık kaçarken dudaklarından geri savruldu hızla. Ama Baran hemen orada, her daim güvenip sığındığı kollarıyla yakalamıştı onu. Baran'ın bakışlarında huzur vardı. Her anlamda. Elif'in ela gözlerinde ise şaşkınlık. Biraz da korku.

 

"Buldum seni..." diye fısıldadı Baran. "Nihayet buldum."

 

"Ne?" diye şaşkınca biraz da kekeleyerek sordu Elif. Bakışları kendi ela gözlerine ışıl ışıl bakan koyu kahvelerdeydi.

 

"Peri kızı..." diye fısıldadı Baran. "Peri kızım..."

 

 

 

 

🔥

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Ay ay ay efeniiiiim çok heyecanlıyım bu bölümün sonunda

 

Nasıl buldunuz bu bölümü?

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Bölümde en çok nereyi sevdiniz?

 

Peki gelecek bölümde Elif ne yapacak?

 

Ya Baran?

 

Ne olacak?

 

Diğer merak ettiğiniz şeyler ne?

 

Yeni bölüm tahminleri buraya...

 

Sizi seviyorum allah'a emanet olun

Loading...
0%