Yeni Üyelik
29.
Bölüm

Peri Kızının Gerçeği

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiniz

 

Nasılsınız?

 

Beğenmeyi ve bol ama çok bol yorum yapmayı unutmayın guzularım tamam mı??

 

Herkesten en az dört yorum bekliyorum okkkeeeeyyy

 

 

Yeni kapak yorumları alayım tam buraya

 

 

 

Şarkılar;

 

Şevval Sam- Gelevera Deresi

Mikail Aslan-Elqajiye

Dedüblüman-Mavzer Tabancas- En Dibine Kadar

 

 

🔥

 

 

 

 

 

"Koyverdun gittun beni oy

 

Koyverdun gittun beni..."

 

Küçük elleriyle topladığı odun parçalarını nenesinin yıllar önce ördüğü iple sıkı sıkı bağlayan Salim tam yedi kez gidip gelmişti aşağıdaki derenin yanına. Kara lastiklerinin içi iyice çamur dolduğundan artık bacakları ağırlamış, yürümesi zorlaşmıştı.

 

"Allahundan bulasun oy

 

Allahundan bulasun..."

 

Sıkı sıkı bağladığı ipi ıslandığından ötürü çözemeyince yaş otların üzerine çöküp dişleriyle zorlamış, çekiştire çekiştire açmıştı. Topladığı odun parçalarını diğerlerinin yanına bıraktıktan sonra sekizinci kez çıktığı patikayı inmek için ayağa kalkmıştı ama burnuna dolan 'karalahana' kokusuyla duraksamıştı.

 

Annesi ahşap iki göz evlerinin mutfağında karalahana pişiriyordu. Sevmezdi. O sevmezdi ama annesi de bir o kadar güzel yapardı. Her akşam önüne konan bir kase karalahana çorbasını da, sarmasını da sesini çıkarmadan yerdi. Annesi her yemeği güzel yapardı. Bastığı toprağı, eline aldığı her şeyi güzelleştirdiği gibi. Ama her akşam sofralarında karalahana olurdu. Her sabah da bir dilim sobada ısıtılmış ekmek ve birazcık peynirin olduğu gibi. Ekmeği annesi kendisi yapar, peyniri de arka bahçede yetişen karalahanaları pazarda sattıktan sonra komşudan aldıkları sütle yapardı.

 

Küçük arka bahçelerinde en çok karalahana yetişirdi.

 

Burnuna dolan kokuyla duraksayan Salim kafasını iki yana sallayıp dikkatini toplamış ve içi çamur dolu kara lastikleriyle koşarak inmişti nefes nefese çıktığı patikayı. Geçen gün komşuları Miço Dursun burada odun keserken ona yardım etmiş karşılığında da yerde kalan parçaları toplamasına izin vermişti. Yerde bir parça bile bırakmadan hepsini toplamalıydı. Kış geliyordu. Odunluktaki odunlar buraların soğuk kışlarında yetmeyebilirdi. Ne kadar çok odun o kadar sıcak bir kış demekti.

 

Acele etmeliydi. Acele edip yerdeki tüm odun parçalarını toplamalıydı. Hızlı olmalıydı.

 

'Ah!' diye küçük bir feryat kaçtı biraz sonra dudaklarından. Hızlı hızlı toplayayım derken avcunun tam ortasına bir odun kıymığı saplanmıştı. Ellerinin derisi inceydi. Odun parçaları ellerine daha büyük geliyordu ve acele ettiğinden koca bir kıymık parçası avcunun tam ortasına girivermişti. Oralı olmadı. Kanamasına, acımasına aldırmadı. Topladığı odun parçalarının arasına kuru dallardan da koydu. Nenesinin ördüğü iple sıkıca sarıp daha da ağırlaşan bacaklarına bir gayret yüklendi.

 

İpler avuçlarını acıttı.

 

İpler kıymık batan avcunu daha da kanattı.

 

Sekiz yaşındaki bir çocuğun elleri ne kadar kanarsa onunkiler de o kadar kanadı.

 

Aldırmadı.

 

Aldıramazdı.

 

"Kimse almasun seni oy

 

Kimse almasun seni..."

 

Eve vardığında annesinin dilinden yine aynı türkü sözleri dökülüyordu. 'Gelevera Deresi'... Annesi babası onları bırakıp gittiği günden beri her yalnız kalışında bunu söyler olmuştu. Odun parçaları sardığı ipi kenara bırakıp ahşap kapının gerisinden annesini izlemeye başlamıştı gizli gizli Salim. Annesinin ağlamaklı sesini duyunca da avcundaki o koca kıymığın acısını bile unutuvermişti.

 

"Yine bana kalasun..."

 

Bahar köylerine yeni yeni gelirken bir sabah ezanı vakti bırakıp gitmişti babaları onları. Buralara bahar çok zor gelirdi. Geç gelirdi. Babası gidince ise bir daha bahar hiç gelmemişti.

 

İşte annesi Fatma o günden beri hep bu türküyü mırıldanır olmuştu. Kocasının bir başına bıraktığı bu Karadeniz'in ıssız köyünde yalnız kaldığı her vakit dua eder gibi söylerdi bu sözleri. On yedisinde gelin geldiği bu köyde yirmi altısında terk edilmiş, oğlu ve yaşlı kayınvalidesiyle bir başına kalıvermişti.

 

Memleketiyle burasının arasında upuzun yollar vardı. Bir günden fazla yol gitmek gerekirdi. Buraya gelirken bunu hesap edememiş, gözü kendisini ve oğlunu bir an bile düşünmeden terk eden adamın sevdasıyla kör bir haldeydi.

 

'Gitme' demişti anası. Bilmediğin dağ başına bizi bırakıp gitme. Yol uzak, iz bilinmez, seni bir daha göremeyiz diye feryatlar etmişti ama sevdaydı bu. Kara sevda. Kara Halil'e duyduğu kapkara sevda. Berrak mavi gökyüzünde yeni uyanmış kuşlar uçarken, etrafta bahar yelleri eserken kapkara güne dönüveren kapkara bir sevda. Terk edildiği günden beri kapkara günler geçirten kapkara bir sevda.

 

Mardin uzaktı buraya. Memleket çok uzak. Hem elinde küçücük çocuğuyla geri nasıl dönecekti Fatma baba ocağına? Laf söz etmeyecekler miydi? Anasını babasını çiğneyip giden Fatma elin yabanlarında dul kalmış da gerisin geri dönmüş demeyecekler miydi?

 

Ne yapacaktı?

 

"Sen gene mu gitmedun mektebuna?" Elindeki acıyı annesinin sesiyle unutup giden Salim yaşlı nenesinin sesiyle olduğu yerde sıçrayıp gitmişti.

 

"Cık..." Omuz silkmekle yetinmişti. Gitmiyordu günlerdir okula. "Evde anama yardum edeyrum."

 

"Ha sıyırtık uşak!" Elindeki bastonu yalandan torununa vuran Saniye hanım kaşlarını çatabildiği kadar da çatmıştı. "Ettu gene bir laf. Mektebe gitmak senun işun. Ha bu uaşağu mektebe sen mi yollamaysun gelun!"

 

Eski topraktı Saniye hanım. Dediğim dedikti. Kaşları her daim çatık gezer ama bir o kadar da yufka yürekliydi. Belki de hırçın dalgalara, sarp kayalara teslim Karadeniz onu böyle yetiştirmişti.

 

"Olur mu ana?" diye telaşla çıkmıştı mutfaktan Fatma. Başındaki yemeniyi alelacele düzeltmişti. "Gene mi gitmedin Salim sen? Hani okula gidiyorum diye çıktıydın sabah evden?"

 

"Öyla çıktum. Ama gitmedum."

 

"Bak ettu gene bir laf! Doğru söyle gelun sen mu yollamaysun bu uşağu mekteba?" Mektep mühimdi. Saniye hanım torunu okusun diye ne lazımsa yapmaya dünden razıydı. Torunu okuyup büyük adam olmalıydı. Kendini bu kapkara talihten anca böyle kurtarabilirdi.

 

"Yok ana. Gidecem diye çıktı evden." Hışımla oğlunun kollarına asılmıştı Fatma. "Bana bak Salim neden gitmedin?" Niyeti oğlunu azarlamak falan değildi elbet ama aylardır siniri bozuktu. Kocası onları bıraktığından beri de kendine hakim olamaz olmuştu. Tam Salim'i omuzlarından sarsacaktı ki gözleri az öteye yığılmış odun parçalarına takıldı. Sonra da bakışları tepeden tırnağa çamura bulanmış oğlunun üstünde başında gezindi. Kara lastikleri çamur içindeydi. Bu lastikleri iki sene önce çay toplamaya gittiğinde komşuları Hacer hanım vermişti oğlan giysin diye. Bu kara lastikler Salim'in ilk ayakkabılarıydı. Üzerinde yamalı siyah bir önlük vardı. Komşularının oğlundan kalmaydı. Nenesi akşamları ateşin başında zar zor yamalamıştı delik yanlarını. Oğluna bu sefillik içinde hiç düzgün kıyafetler alamamıştı. Hep birilerinin eskileriyle idare etmek zorunda kalmıştı.

 

Ama hiç şikayet etmezdi Salim. Bir güne bir gün tutup da 'anne bundan istiyorum' dememişti. Çok anlayışlı bir çocuktu. Sekiz yaşına rağmen hep anasını ve evlerini düşünmüştü. Sırf bu yüzden gitmiyordu günlerdir okula. Kışlık hazırlığına yardım etmesi gerekiyordu. Annesi bunlarla tek başına baş edemezdi çünkü.

 

Bu yaşında yaşlı bir adam gibi kendilerini düşünmesi bir kez daha sızlattı Fatma'nın yüreğini.

 

Gözleri dolu dolu olmuştu Fatma'nın. Azarlamak için tuttuğu bedeni sıkıca bağrına basıp oğlunu kapkara saçlarına akıtmıştı göz yaşlarını.

 

"Karalahana da sardın mı?" diye fısıldamıştı Salim. Nefret etse de annesi yaptı diye yiyecekti.

 

O gece ocağa nenesi ateş yakıp eline yünlerini almış ve torunu için çorap örmeye başlamıştı. Bir tabak karalahana sarmasını sessizce yiyen Salim ise şimdi annesinin dizinde yarı uykulu bir halde çatır çatır yanan odunları izliyordu. Gecenin en çok bu saatlerini severdi. Yanan odunların karşısında anasının dizine yattığı zamanlar.

 

Yanan odunların kızıl alevlerine bakıp hayaller kurardı. Güzel ısınan koca bir evi olacaktı büyüyünce. Hiç üşümeyecekti. Sonra güzel bir mutfakları olacaktı. Çeşmesi içinde... Çünkü anası bulaşıkları soğuk sıcak demeden dışarıda yıkamak zorunda kalıyor ve hasta oluyordu. Elleri hep kırmızı kırmızı oluyordu.

 

Sonra çok parası olacaktı. Cepleri, cüzdanları hep para dolacaktı. Annesinin canı ne isterse hiç düşünmeden alacaktı. Belki çok parası olunca sadece karalahana yemek zorunda da kalmazlardı. O zaman mutfaklarında çeşit çeşit yemekler pişerdi. Annesinin gözünden babasının izlerini hep silecekti. Bir gün bile başını okşamayan babasını annesinin gönlünden defedecekti.

 

Büyüyüp büyük adam olacak, jilet gibi giyinecekti. 'Devlerin Aşkı' filmindeki Kadir İnanır gibi giyinecekti. Jilet gibi. Belki büyüyünce Türkan Şoray gibi biriyle de evlenirdi. Kara gözleri olan, kara saçlı dünyalar güzeli biri...

 

Avcundaki kıymığın acısına gülümsedi. Hayallerine yarı uykulu bir biçimde gülümsedi.

 

Ama hayallerin o yaşta kursakta kalmak için olduğunu bilmiyordu henüz. Öğrenecekti.

 

Kapıyı alacaklı gibi çalan ellerden öğrenecekti.

 

Bir güne bir gün amcalık yapmayan amcasından öğrenecekti.

 

Zaten ısınmayan evlerinden şakır şakır yağan yağmurun altına yaka paça atılınca öğrenecekti.

 

Hep yarı aç olan karnı günlerce sokakta yattıklarında hiç doymayınca öğrenecekti.

 

Öğrenmişti...

 

Dünyanın acımasız bir yer olduğunu sekiz yaşında öz amcası tarafından dövüle dövüle sokağa atılınca öğrendi. Ne acıyan yanaklarına ne de burnundan süzülen kana aldırmıştı. Tek düşündüğü sessiz sessiz ağlayan annesi ve ona bunu yapanlardı.

 

Babası onları terk ettiğinde büyümüştü.

 

Amcası onları sokağa attığında ise çocukluğu bitmişti.

 

1995'in aralık ayına girerken anasını ve babasını çiğneyerek kaçtığı topraklara elinde oğluyla terk edilmiş dul bir kadın olarak dönmüştü Fatma. Bir bohçayla çıktığı eve bir çocukla dönmüştü şimdi. Karadeniz'in engebeli bir köyünde günlerce sokakta yatmış memleketi Mardin'de ise yine günlerce baba ocağına kabul edilmemişti.

 

Hadi kendi neyseydi de sekiz yaşında küçücük bir oğlu vardı. Hem de günlerdir boğazından sadece birkaç lokmacık kuru ekmek ya geçmişti ya geçmemişti.

 

Yalvarmıştı, yakarmıştı, göz yaşı dökmüştü. Kendini değil oğlunu kabul etsinler diye uğraşmıştı. Ama inat etmişti babası. Kaçan, kendini çiğneyip geçen kızına artık evladım değilsin demişti. Öz torununa bile acımamıştı.

 

Günlerce Mardin sokaklarında sürünmüştü Fatma ve Salim. Günlerce aç biilaç sokaklarda uyumuşlardı. Salim'in avcundaki yara bile iyileşmiş, yanağındaki tokat acısı geçmişti. Ama en büyük acı gönlünde açılmıştı. Sekiz yaşındaki küçücük gönlünde dağların bile kaldıramayacağı bir acı vardı artık.

 

Kabul edilmemezliğin acısı...

 

Bir yere sığdırılamayışın acısı...

 

Babasının gönlüne bile sığmayan iki beden zaten nasıl sığardı koca dünyaya?

 

Babasının bile okşayıp kabul etmediği bu küçücük bedeni kim kabul ederdi öyle değil mi?

 

Ama düşündükleri gibi olmamıştı. On gün süren kabul edilmemezlik teyzesi Havva'nın yardımıyla son bulmuştu. O sıralar İzol Konağında çalışan kadın vefat edince yerine güvenilir biri aranır olmuştu. Zaten Havva ve eşi Çavuş o ailenin çiftliklerindeki işe baktıklarından bu durumda kardeşlerini önermişler ve sokaklarda geçen hayat son buluvermişti.

 

Artık Fatma çalışacak, para kazanacak ve oğlunu bu sefil hayattan kurtaracaktı. Tek derdi zaten oğluydu. Sessiz sessiz ağlamalarına devam etse de yüreği bir parça huzur bulmuştu. Oğlu artık üşümüyordu. Ama karnı halen açtı. Çünkü ağzına tek lokma koymamak için direndikçe direniyor bir kelime dahi etmiyordu. Her akşam annesinin dizine yatıp onun mırıldandığı türkülerle uyumaya devam ediyordu ama.

 

Kırgındı, küskündü. En çok da eksikti. Babasının yüreğine sığmayan bir çocuk ne ısınabiliyordu ne de doyabiliyordu. Şimdi de doğduğu topraklardan çok ama çok uzaklarda artık annesinin doğduğu memleketteydi.

 

Bir insanın memleketi neresiydi?

 

Memleket neydi?

 

Küçücük yaşında bunları düşünür olmuştu. Halbuki bu yaştaki bir çocuk bunları mı düşünmeliydi? Tek derdi bu mu olmalıydı?

 

Her sabah annesiyle birlikte kalkıyor, annesi konağın işlerini yaparken o da kaldırıma çöküp boş boş etrafı izliyordu. Kara gözlerindeki fer sönmüş, karınca gibi bir o yana bir yana giden çocuk kaybolup gitmişti. Bir hastalıktı bu. Adı sevgisizlik...

 

Derdini kimseye açamadığı gibi konuşmayı bile unutmuştu neredeyse.

 

Yine bir sabah boş boş aynı yerinde otururken omzuna bir el dokunmuştu. Korkuyla çevrilmişti bakışları geri. Karşısında kendi yaşlarında, siyah gür saçları beline uzanan iri gözlü bir kız vardı. Pembe dudaklarındaki gülümseme hayran olunasıydı.

 

"Ben Bircan." Demişti bir elini ona uzatıp. "Senin adın ne?"

 

Cevaplayamamıştı Salim. Utanmıştı belki. Kara lastik olan ayaklarını saklamaya çalışmıştı. Yırtık gömleğinin kollarından utanmıştı. Çünkü karşısındaki kız 'inci' gibi parlıyordu.

 

O utanmıştı ama Bircan geri adım atmamıştı. Onun yanındaki boşluğa oturup konuşana kadar kendini anlatmıştı.

 

Sekiz yaşında bir çocuk nasıl hayran olursa öyle hayran olmuştu Salim Bircan'a.

 

Belki de memleket buydu. Belki de memleket bir toprak değil de bir gönüldü. Bir gönle girmek, bir gönle ait olmaktı.

 

Salim kaderinin değiştiğini hissetmişti o gün. Değişen kaderinde gönlüne kazıdığı ismin Bircan olduğunu ise yıllar sonra anlamıştı.

 

Bu ev tümden hem Fatma'nın hem de Salim'in kaderini değiştirmişti. Bir baba şefkati görmeyen Salim'in başı ilk defa Mehmet ağa tarafından okşanmıştı. Bu evin evlatlarından bir gün bile ayrılmamış, onların gittiği okullara gönderilmiş, onlardan farklı asla tutulmamıştı.

 

Salim de buna karşılık hep emek vermişti. Eve, evin insanlarına... Üniversitede başarısını kanıtladığında Mehmet ağa kendi hayatını kurmayı teklif etmişti ama o kabul etmeyip konakta kalmak istemişti.

 

Dışarıdan bakan Baran'ın sağ kolu, adamı oldu derdi ama o Baran'a bir akıl hocası, bir abi olmuştu. Gözü karalığı ise onu bu konağın en değerlisi haline getirmişti. Çünkü keskin zekası ve gözü karalığı sayesinde kendinden ne uçan ne de kaçandı.

 

Yıllar Salim'in kaderinde çok şey değiştirmişti. Ama bir tek şeyi değişmemişti. Sekiz yaşında hayran olduğu gözlere yine hayran hayran bakıyordu. Ne kadar sert ve korkulası biri olsa da yüreğine kazınan sevdaya öyle narin davranıyordu ki... Dert ortağı olan Bircan, ilk arkadaşı Bircan, her şeyini paylaştığı Bircan, uykusunda Bircan, yürürken Bircan, yemek yerken Bircan. Her anında Bircan...

 

Onun kaderinin adı Bircan'dı. Ama Bircan'ın kaderinde o yoktu.

 

Hiçbir şeyden korkmayan, gözü kara Salim bir tek şeyden korkuyordu büyürken; serpilip güzelleşen Bircan'ın kendini görmemesinden.

 

Korktuğu da başına gelmişti.

 

Bir gün konağın kapısından bir yabancının elinden tutup girmişti. İşte o zaman yeni yeni toparladığı hayatı bir daha toparlanmamak üzere yıkılıp gitmişti. Bu sefer altında kaldığı enkazdan çıkamayacaktı.

 

Çok kızmıştı kendine. Ne sanmışt,ı ağa kızı kapılarında çalışan adama mı bakacaktı? Ne sanmıştı, beraber büyüdüğü inci kız gömleğinin kolları yırtık, babasının bile istemediği adama mı bakacaktı?

 

Bakmamıştı... Bircan kendini ilk gördüğü andan beri seven Salim'e bakmamıştı...

 

O günden sonra Salim sevdasını yüreğine gömüp duvar gibi birine dönüşmeyi tercih etmişti.

 

Parmaklarının arasındaki siyah miskete bakıyordu Salim. Sabahın erken vaktinde mutfağın bahçeye açılan kapısının önünde annesinin koyduğu çayı yudumlarken bakışlarını parmaklarının arasındaki siyah misketten ayıramıyordu.

 

'En sevdiğim misketim hangisi biliyor musun Salim?'

 

'Hangisi?'

 

'İşte bu. Siyah misketim en sevdiğim misketim.'

 

'Neden?'

 

'Çünkü aynı senin gözlerine benziyor. O yüzden en çok bu misketimi seviyorum.'

 

Belli belirsiz bir tebessüm belirdi Salim'in dudaklarında. İri parmakları arasındaki misketi okşadı usulca. Kendi gözlerine benzettiği için en çok sevdiği misketi bir an bile yanından ayırmayan Bircan onu kendi yüreğine almayınca misketten de vazgeçmişti.

 

Ama dert etmiyordu Salim. Derdi Bircan'ın gönlüne girebilmek değildi. Hiçbir zaman da öyle olmamıştı. Onun yüreği her zaman huzurlu ve mutlu olsundu. Varsın o gönüle girmesindi. Çünkü Bircan güldükçe Salim huzurlu oluyordu. Çünkü Bircan mutlu oldukça Salim de mutlu oluyordu.

 

Önceleri çok acı çekmişti. Bircan Murat'ın elinden tutup da konağa girdiğinde kalbine paslı bir bıçak sokulmuştu. Evlenmelerine müsaade edildiği gün ise o bıçak kanırta kanırta dönmüştü kalbinde.

 

Defolup gitmek, yok olmak istemişti. Ama yapamamıştı.

 

Kalbi hâlâ acıyordu ama bir güne bir gün öfke duymuyordu Bircan'a. O kendine bir yemin etmişti. Ne kadar acı çekse de yüreği kanasa da kalbindeki o sekiz yaşındaki masum aşkla ölecekti. Onu öldürecek şeyin bu aşk olduğundan da emindi ama varsın ölüm Bircan'ın elinden olsundu.

 

Okşadığı siyah misketi ceketinin iç cebine özenle koyduktan sonra eliyle düzeltti. Bu misketi bir gün olsun yanından ayırmamıştı.

 

"Halan aradı sabah." dedi annesi içeriden. İşi olmadıkça akıllarına gelmezdi. 'Hayrolsun' dedi içinden. "Nenen iyice delirtmiş bu günlerde onu."

 

"Aylığını yemek için bakacağım diye direten oydu." Sakin bir şekilde önündeki çay bardağına uzandı Salim. Bugün Baran ve Elif beraber çıktıktan sonra yapacak bir işi olmadığından kendini kafa dinlemeye çekmişti. Aslında iş her zaman vardı. O kadar da yoğun ve yorucu geçerdi bir günü. Dinlendiği, böyle boş kaldığı günler de nadir olurdu.

 

"Çok ayıp." dedi ellerinin köpüğüyle kapıya dikilen annesi. "Annesi onun."

 

"Bizi sokağa atarlarken de annesiydi. Ama o zaman bakmayı reddetti." Fatma esefle kafasını iki yana salladı. Oğlu her zaman böyle dobra olmak zorunda mıydı?

 

"Adını Salim koyarken çok yanlış ettim. Davut olmalıymışsın sen. Doğrucu Davut."

 

"Ben yalan söyleyemem. Söyleyeni de sevmem."

 

Öyleydi Salim. Eğer doğruluk bir insan olsa kesin Salim olurdu. Hem yalandan hem de yalancıdan ölesiye nefret ederdi. Tıpkı kapıdan giren Murat'tan nefret ettiği gibi. Bu adamı ilk gördüğü günden beri gözü tutmuyordu. Aldığı her nefesin bile yalan olduğuna kalıbını basardı. Yalanlarını ortaya çıkarmak ise çok zamanını almazdı ama söz vermişti bir kere kendine. Ne olursa olsun Bircan ve kurduğu aileye karışmayacaktı.

 

"Günaydınlar!" diye elindeki kocaman kırmızı gül buketiyle geldi yanlarına Murat. Kırılası ağzı kulaklarındaydı.

 

"Sikeyim sana ayan günü..." diye mırıldanıp çayını yudumladı Salim. Annesinin demlediği çay her zaman hayatında içtiği en güzel çay olurdu ama ağzının tadı öyle bir kaçmıştı ki içtiği bir yudum midesini bulandırmaya yetmişti.

 

"Efendim?" dedi güllerin arasından kafasını çıkaran Murat.

 

"Günaydın Murat oğlum. Hayırdır elin kolun dolu?" Fatma abla elindeki poşetleri almak için uğraşmıştı ama Murat izin vermedi.

 

"Bugün kahvaltı hazırlayacağım Bircan'a. Sürpriz. Sen bugünlük mutfağını bana devredeceksin. Olur mu?"

 

"Ben yardım etseydim ya..." dedi mahcup bir ifadeyle Fatma. Ama katiyen olmaz der gibi kafa salladı Murat.

 

"Güzeller güzeli karıma kendi ellerimle kahvaltı hazırlayacağım. Tek başıma yapayım olur mu?" Bir şey diyememişti bu isteğin karşısında Fatma. 'İyi bari' deyip kenara çekilmek düşerdi kendine.

 

"Sen de otogardan halanın yolladığı karalahanaları alıp gel bari oğlum. Hazır bir işin yokken."

 

"Sonra da bunun ağzına tıkayım değil mi?" diye homurdanıp yerinden hızla kalktı Salim. O gün nasıl bir gündü de nefret ettiği şeyler böyle üst üste geliyordu. Yalandan nefret ediyordu, kalıbına bastığı yalancı buradaydı. Karalahanadan da nefret ediyordu. Halası da durmadan karalahana gönderiyordu.

 

"Hadi ben vakit kaybetmeden başlayayım işime." diye ıslıkla bir melodi tutturdu o sırada Murat.

 

"Sikeyim senin ecdadını." diye homurdana homurdana çıktı gitti konaktan. Gitmeden önce de bakışları Bircan'ın penceresine takıldı. Koyu mor tüllerin kapalı olduğu penceresine... Bir güne bir gün o pencereden kendisine bakmayacağını adı gibi biliyordu.

 

'Yapma oğlum' dedi içinden. 'Bakma, gömdün onu sen, sakladın kalbinin en derinine, o yüzden bakma.'

 

Çekti bakışlarını. Kalbinin tam üzerine gelen miskete dokundu. Sevdasını hep böyle kalbinin üzerinde taşıyacaktı. Böyle yemin etmişti kendine.

 

🔥

 

Bedenimdeki titreme üşümekten miydi yoksa başka bir şeyden mi ben bilmiyordum. Belki de soğuk, sopsoğuk toprağın üzerinde öylece çöküverdiğimdendi. Babam ve abimi alan buz gibi toprak... Yıllardır beni onlardan ayıran buz gibi toprak... Beni bir başıma, kuru yaprak misali savrulmama neden olan soğuk buz gibi toprak...

 

"Kızacaksınız belki çok kızacaksınız bana..." Sol yanağımdan aşağı hızla düştü bir yaş tanesi. İki avcumda da kuru toprak vardı. "Ben söz verdim... Ne olursa olsun size söz verdim ben. Vazgeçemem. Amcam..." Hırslı bir nefes aldım. "Amcam bir kere elimden aldı ama bu sefer buna izin vermeyeceğim." Bir elim babamın soğuk mermerine dokundu. Elleri çok sıcak olmazdı ama hiç bu kadar da üşütmezdi beni.

 

Defalarca ağlayarak konuşmuştum burada onlarla. Defalarca hıçkırıklarımın arasında dökmüştüm içimi. Ama hiç bu kadar yıkık biz vaziyete düşmemiştim. Onun mermerinden destek almaya çalışırken içimden kopan hıçkırıklara engel olamadım. Omuzlarım hiç olmadığı kadar sarsılırken bir feryada dönmüştü artık kelimelerim.

 

"Vazgeçmeyeceğim baba. Ben buraya o önlüğü giyip geleceğim..." Şiddetle sarsılan omuzlarıma bir ağırlık çöktü aniden. Ferah bir parfüm kokusu doldu bir anda ciğerlerime. Bakışlarım omuzlarıma örtülen cekete döndü.

 

"Kalk hadi." dedi geriden. Kalkacak gram gücüm yoktu. Amcamın tokadı bu sefer yüzümde patlamamıştı ama hiç olmadığı kadar canım yanmıştı.

 

'Sen bunun için buradasın'

 

Bir 'hiç' olduğumu hiç çekinmeden bağıra bağıra vurmuştu yüzüme. Gözünü kırpmadan hayallerime ket vuran, beni yolumdan alıkoyan adam mı acıyacaktı bana?

 

"Gitmek istemiyorum..." diye mırıldandım güçsüzce. Bakışlarım beyaz mermerin üzerinde adı en acı şekilde kazılı babamdaydı. Aramızda bir toprak kadar mesafe vardı fakat ben ondan öyle uzaktım ki. Hele abim...

 

"Hava serin. Çok uzun zamandır buradasın." Hemen yanı başıma eğilmiş bir elini kolumun üzerine koymuştu. Bakışlarım kolumun üzerindeki eline kaydı. "Hadi."

 

Kalkamadım. Bakışlarımı ne babamın mezar taşından ne de abimin mezar taşından çekemedim. Ama o da gitmedi.

 

"Hadi." dedi bu sefer ellerimi tutup kalkmam için beni çekerken. Bakışlarımla veda ettim abim ve babama. İçimden defalarca 'söz' dedim.

 

Şimdi neresi olduğunu bilmediğim ama mezarlıktan daha serin rüzgarların estiği ve kimsenin olmadığı bir tepede karşımdaki küçücük görünen evleri izliyordum bulanık bakışlarımla.

 

"Al." dedi dizlerimin üzerine bıraktığı poşetten sonra. Hemen yanı başıma otururken dizlerimin üzerine bir de su şişesi bıraktı. "Sabahtır bir şey yemedin."

 

"Niye düşünüyorsun beni?" dedim hiç düşünmeden. Hafifçe burnumu çekmeye çalıştım.

 

"Bayılıp kalacaksın." Huysuz bakışlarımı ona doğru çevirdim. Kendi eline aldığı simitten bir parça koparıp ağzına attı. "Bayılman bir şey değil de seni taşımak zor."

 

"Allah Allah..." Sesim çatallaşmış bir şekilde çıkıyordu. Biraz da kısılmıştı. Sağolsun astımım ağlayınca boğazlarımda böyle geçici bir hasara neden oluyordu.

 

"O yüzden ye bence." Bakışlarımı önüme çevirip su şişesine uzandım. Kapağı yavaşça açıp zar zor bir iki yudum aldım.

 

"Neresi burası?" dedim bakışlarımı karşıya çevirip. Ben ki burada doğup büyümüş biri olarak asla buranın varlığını bilmiyordum. Belki de evden bu denli uzağa gitmediğim içindi.

 

"Yalnız kalmak istediğimde hep geldiğim bir yer." Bu sefer elindeki simitten daha büyük bir parça koparıp attı ağzına. Ben de usulca dizlerimin üzerindeki kağıda sarılı simidi açmaya başladım.

 

"Ne güzel bir yer..." diye mırıldandım kendi kendime. Sessiz, insanlardan uzak ve tek başına. "Ben de yalnız kalmak istediğimde hep gö-" Vazgeçtim sonra. Çünkü göletin orası bana aitti. Kimsenin bilmesine de gerek yoktu. "Teşekkür ederim." diye toparladım cümlemi. "Yani amcam... Amcama karşı..."

 

"Amcan niye bu kadar engel oluyor sana?" Yıllardır kendi kendime hep sorduğum bu soruyu sesli olarak dile getirmişti. Ağzıma attığım küçük simit parçasını iyice çiğnedim ve konuşmak için omuzlarımı dikleştirdim. Sonra hafifçe silktim.

 

"Aslında bilmiyorum. Ama eskiden beri hep böyle."

 

"Bir insan niye birinin eğitimine engel olmak ister ki?" Bir soru sorar gibi çıkmamıştı kelimeler ağzından. Daha çok kızar gibiydi.

 

"Bilmiyorum..." diyebildim mahcup bir tonda.

 

"Peki niye tıp?" Yanıma oturduğundan beri ilk kez çevirdi bakışlarını bana.

 

"Anlamadım." Zar zor kaldırdım ben de bakışlarımı ona.

 

"Niye ısrarla tıp okumak istiyorsun?"

 

"Verdiğim bir söz var. Tutmak zorunda olduğum bir söz."

 

"Kime? Yani kime verdin o sözü?"

 

"Abime..." Ona verdiğim sözü hatırlayınca belli belirsiz bir tebessüm yerleşti dudaklarıma. "Daha beş altı yaşlarındaydım. Okula başlamamıştım bile. Hani sorarlar ya çocuklara 'büyüyünce ne olacaksın' diye. Hiç bilmiyordum ne olacağımı. Ne olmak istediğimi. Bir de küçüğüm tabi. Bir gece çok hasta oldum. Astım krizim tuttu. Koşup yorulunca hep tıkanırdım ama o gece uykumdan nefes alamadığım için uyanmıştım. İlk defa nefessizlik neymiş öğrenmiştim o gece. Abim vardı yanımda. Hırıltılı nefeslerimi duymuş. Ben iyice tıkanınca da beni kapıp kimseyi beklemeden hastaneye koşmuştu. Ben bana serum takılırken ortalığı ayağa kaldırdım diye sırf susmam için kendine de serum taktırmıştı." Gözlerimin önüne gerilen yaşları ellerimin tersiyle silmeye çalıştım. O da dizlerimin üzerindeki şişenin kapağını açıp içmem için uzattı bana. Çünkü yutkunmaktan kelimeler zar zor çıkıyordu ağzımdan.

 

Ama devam ettim konuşmaya. Devam etmek istedim. Konuşmak, ne varsa içimde dökmek istedim. Belki de yıllardır ilk defa kelimelerime engel olmak istemiyordum.

 

"...Sırf ben sakinleşeyim diye bana doktorlar ne yapıyorsa kendine de yaptırdı. Bir an olsun bile elimi bırakmadı. Koca yeşil maskeden azğıma oksijen verildi tüm gece. 'Sihirli hava bu' demişti." Hafifçe kıkırdadım abimin dediklerine. "İnanmıştım. Doktorların böyle mucizeler yaptığını anlattı. Serum sıvısının sihirli su olduğunu, beni hemencecik iyi edeceğini ve artık vücudumda sihirli sıvının dolaşacağını söyledi. O gece canımı acıtan ne varsa hem abimin anlattıkları hem de gerçekten sihirli olduğuna inandığım için hepsini ses çıkarmadan kabul etmiştim. Doktorlar gözümde 'sihirli varlıklara' dönüşmüştü bir anda. Bir insanı iyi etmek için bu denli uğraşan insanlara o yaşımda anlatamayacağım kadar çok bir hayranlık duymaya başladım o gece. Ee abimin yardımı da büyüktü tabi bunda. Üç gün kaldığım hastane odası bir anda sihirli bir mekana dönüşmüştü. Tabi hemşireler ve doktorlar da dahil olmuştu bu oyuna." Durdum sonra. Dudaklarımdaki belli belirsiz tebessüm ve gözlerimde biriken yaşlarla durdum. Devam edemedim gerisine.

 

"Eee?" dedi sessizliğime. Ne yani dinliyor muydu beni? Ben kendi kendime konuşuyor gibiydim halbuki.

 

"Bir 'peri kızına' doktorluk çok yakışır dedi abim. İçime işledi. Günlerce evde doktorculuk oynadım. Üzerime geçirdiğim abimin gömleğini doktor önlüğü etmiştim kendime. Hiç sıkılmadım o oyundan. Sonra da..." Derin bir nefes almaya çalıştım. "Bir söz verdim abime. Çok iyi bir doktor olacağım dedim. Ben söz verdikten kısa bir süre sonra gitti abim." Gözümden bir damla yaş düşmek üzereydi. Hızla koluma sildim. "Sonra babama söz verdim; abime verdiğim sözümü tutacağım diye. Ama o da göremedi. O göremedi ama ben verdiğim sözü tutmak için çabaladım. Ama amcam engel oldu. Her şeyime karıştığı gibi hayatta en çok ve tek istediğim şeye engel oldu. O sadece eğitimime engel olduğumu sandı ama bu benim hayatımdı. Ben bu mesleği istiyorum. Hatta hayalim. Ama her şeyden önce söz verdiğim iki kişi var. Sözümü tutmak zorundayım. Mecburum."

 

Susmuş öylece bakıyordu yüzüme.

 

"Gidelim mi?" dedi oturduğu yerden yavaşça doğrulup. Üstün körü üzerine dökülen susamları silkeledi. Ben de kucağımdaki simit poşeti ve su şişemle takip ettim onu. Benden önce binmişti arabaya. Ben de elimdekilerle kapıyı yavaşça açtım ve yan koltuğa geçtim. "Kemerini tak." dedi bana bakmadan. Benim kıpırdamadan durduğumu görünce de uzandı ve benim yerime taktı kemeri. "Ne diyeceksin?"

 

"Anlamadım?"

 

"Bir şey demeye çalışıyor gibisin. Ne diyeceksin?" Arabayı çalıştırdı ama hareket etmedi.

 

"Teşekkür edecektim." dedim hafifçe üzerime geçirilmiş onun ceketinin kolunu çekiştirirken.

 

"Ettin ya demin."

 

"Yok amcam için değil. Dershane için." Hafifçe boğazımı temizleyip sesimi toparlamaya çalıştım. "Böyle bir şeyi yapmayabilirdin yani sonuçta bana ne diyebilir-"

 

"Verilen sözlerin tutulması gerekir."

 

🔥

 

"BENİM BUGÜN NİŞANIM VAAARRRR!"

 

Günlerdir daral geldiğimiz cümlede tek değişen günler oluyordu. Önce 'haftaya nişanım var' diye başlamıştı Cihan ortalarda gezmeye. Sonra 'dört gün kaldı, üç gün kaldı, iki gün kaldı' diye diye nihayet nişan gününü getirmişti. Onun geri sayımını sanırdınız ki uzaya roket fırlatıyoruz. O derece heyecanlıydı.

 

O böyle nişan için geri sayımını yüksek sesle dile getirirken hemen arkasından Dilan'ın da feryadı onun heyecanına eşlik ediyordu.

 

"GELDİ KARA GÜÜÜÜN!"

 

Tam bir hafta böyle geçmişti konağın içinde. Cihan resmen saniyeleri sayıyordu artık. O çok beklenilen, bir türlü yapılamayan nişan nihayet bu akşamüzeri İzol Çiftliğinde yapılacaktı.

 

Mardin'in en büyük salonunu istemişti Şirin ama Mehmet ağanın sağlık durumu daha tam iyi olamadığından karar çiftlik evinde son bulmuştu. Geçen akşamki yemekte istemeye istemeye kabul etmişti Şirin. Bana laf sokmayı da ihmal etmemişti onca telaşının arasından. Neymiş en azından bir nişanı oluyormuş. Varsın çiftlik evinde olsunmuş.

 

Ona güzelce cevap verme girişimim de sağolsun Bircan abla tarafından engellenmişti. Bakın daha avuçlarım ve tırnak diplerim kaşınıyor.

 

"Yetişmeyecek hiçbir şey!"

 

"Bunca iş nasıl bitecek!"

 

"Ya yetişmezse!"

 

Etrafımda dönüp duran bu ve türevi cümlelerden ise kusasım geliyordu ama asla kusma isteğimi dile getirmiyordum. Çünkü bu evde garip bir haberleşme ve anlama sistemi olduğundan her an her şey yanlış anlaşılabiliyordu. Durum öyle müsaitti işte.

 

'Kusmak yok' dedim içimden. Hele de 'kusma isteğini sesli dile getirmek yok'.

 

Çiftlik evindeydik. Büyük İzol Çiftliğinin üst katında aşağıda bir sağa bir sola koşuşturan kalabalığa takılıydı bakışlarım.

 

Ön bahçeye getirilen sandalyeler süsleniyordu. Etraf sarı ve beyaz tüllerle kaplıydı. Çünkü Şirin sarı kabarık etekli bir nişanlık giyecekti. O yüzden her şey onun giyeceği elbiseye uygun olarak düzenleniyordu. Yere serilen halılar bile elbisesinin rengine uymadığı için tam dört kez değiştirilmişti. Nişandan hemen sonra kesilecek beş katlı pasta, misafirlere dağıtılacak ikramlıklar, tabaklar, çatal bıçaklar, bardaklar, masaya konan çiçekler ve daha sayamadığım bir sürü şey sarı tonlarında, elbisesine uygun olarak hazırlatılmıştı. En son sabah etrafı kontrole gelen organizasyon müdürü Şengül hanımın 'ben hayatımda böyle bir şey görmedim' dediğini duymuştum.

 

Haklısınız Şengül hanım ben de görmedim.

 

Eğer size bahçede yapılan hazırlığı gösterebilme şansım olsaydı ne demek istediğimi anlardınız. Kraliyet ailesinden halliceydi hazırlıklar.

 

Bahçe peyzajında bile değişiklikler yapılmıştı. Etraftaki kırmızı pembe güller sökülüp arka bahçeye alınmış ve yerine sarı tonlarındaki güller ve çiçekler yerleştirilmişti. Gözü gibi sakındığı güllerinin müstakbel gelini tarafından değiştirilmesini isteyen Gülsüm hanım ise sessizce izlemişti güllerin sökülüşünü.

 

'Olacak o kadar, İzol ailesi kendine yaraşır bir gelin alıyor' diyordu her hazırlığa da Rojbin hanım. Yine yan kaynana rolüyle meydanlardaydı. Şirin'in ilettiği her bir isteğe 'nasıl yapılacak' dendiği anda itiraz edip 'Aaa olur mu, bir tanecik gelinimiz' diye karşı çıkıyordu. Çünkü konak ve aile kendilerine yakışır bir gelin alıyorlardı.

 

Bir tanecik gelinleri çok yaşasın.

 

Aşağıdaki hazırlıklara dudaklarımdaki alaycı gülümsemeyle bakarken odanın kapısı vuruldu iki kez. Hemen ardından Bircan abla uzattı kafasını içeri.

 

"Elif? Canım sen daha hazırlanmadın mı?"

 

"Hazırlanırım şimdi." dedim alaycı gülümsememi silip yerine daha içten bir gülümseme kondururken. O da bu sırada içeri girmişti. Üzerinde siyah uzun bir elbise vardı. Uzun siyah gür saçlarını ise tepeden sıkıca at kuyruğu yapmıştı.

 

"Misafirler birazdan gelmeye başlar. Cihan zaten şimdi başlasa ona razı da." Gözlerini devirerek güldü.

 

"Çok aşık. Tüm heyecanı ondan." Ben de güldüm.

 

"Onunki gereksiz bir heyecan canım. Ben böylesini görmedim. Sonları hayrolsun artık."

 

"Amin." dedim daha da gülüp. Aslında haksız sayılmazdı Bircan abla. Biz günlerdir gerek konakta gerekse çiftlik evinin hazırlıkları yapılırken Dilan'ı susturmak için çabalıyorduk ama bana kalırsa da Dilan haklıydı. Tamam Cihan Şirin'i seviyor olabilirdi ama sanki birazcık abartıyordu.

 

Biraz mı? diye araya girdi iç sesim. Tamam kabuldü biraz falan değildi.

 

"Hadi giyin. Hatta ben yardım edeyim sana." Pencerenin kulpuna asılı elbise çantasından giyeceklerimi eline aldığında dudaklarındaki gülümseme genişledi ve kahkahaya dönüştü.

 

"Ne oldu?" dedim bir ona bir de elinde tuttuğu elbiseme bakıp.

 

"Sözleşmiş gibi siyah giymişiz." Elbiseyi dikkatle yatağın üzerine bıraktı. Burası ikizlerin yatak odasıydı. "Hadi gel." dedi ellerimden tutup. "Eltin cırlamadan önce seni de hazırlayalım." Suratım ekşidi 'elti' kelimesine.

 

'Ay müstakbel elticiğim' diye geziyordu ortalarda Şirin bir haftadır çünkü. Bu yüzden de konağın hanımları arasında alay konusu olmuştum. Artık bu kelimeyi duyunca gözlerimi nereye devireceğimi şaşırıyordum. Devirecek yer kalmamıştı çünkü.

 

Elti aşağı elti yukarı.

 

#eltilerinsavaşı loading...

 

Ama madem bugün Şirin'e artık elti oluyordum layığıyla elti olmak lazımdı değil mi? Bıraktık kendimizi Bircan ablanın marifetli ellerine. Hiç makyaj yaptırmam falan demedim. Hatta 'bak bu yakışır' dediği ne varsa 'sür gitsin' dedim. Saçlarıma özenle yaptığı iri dalgalara da, elmacıklarımı belirginleştiren pembe allığa da, dudaklarıma sürdüğü ruja da zerre ses etmedim. Hatta geçen de savaşarak kollarıma ve boynuma takılan altınları kendi ellerimle taktım.

 

"Ay Elif." dedi ben giyinip boy aynasında saçlarımı düzeltirken arkamdan. "Ne güzel oldun böyle."

 

'Ee bahtımızın çirkinliğini boyayla kapatıyoruz' diyemedim. Onun yerine "Teşekkür ederim." dedim. O da benim yerime uzandı ve masanın üzerinde duran parfüm şişesini eline aldı ama kibarca reddettim onu. Ben kendi çantamda taşıdığım ve yıllardır değiştirmediğim 'yasemin kokulu parfümüm' dışında parfüm kullanmazdım.

 

Parfüm sıktım, krem stilettolarımı ayağıma geçirip dizlerimin biraz üzerinde biten eteğimi ve yukarı uzanan yırtmacımı düzelttim. Aynaya son bir bakış atıp Bircan ablanın peşinden çıktım.

 

Kalabalığın sesi ta üst katlara kadar gelirken aşağı indiğim her adımımda sesler çoğalıyordu. Ve evet karşımdaki kalabalık tahmin ettiğimden de fazlaydı. Bahçeye konan tüm masalar neredeyse dolmuş ve yemekler elden ele dolaşıyordu. Girişe yanaşan arabalar ve daha ucu bucağı görünmeyen diğer misafirleri saymıyordum bile. Ve tahmin edeceğiniz gibi bu kalabalık için sayısı epey de fazla olan bir polis grubu vardı insanların arasında.

 

"Hadi Elif." dedi sabırsızca elimden çekiştiren Bircan abla. Eyvallah koşardık da ayağımızdaki yüksek topuklular buna çok da müsait değildi.

 

Bircan ablanın elimi çekiştirmesiyle kendimi masalardaki davetlilere 'hoşgeldiniz' derken buluvermiştim bir anda. Kaç kişinin elini sıktığımı bir yerden sonra ise saymayı bırakmıştım. Bazıları elimi sıkmayı bırakıp ayağa kalkarak sarılıyordu.

 

Allah'ım neler oluyor bu aşşalık çiftlikte...

 

Sarıldım, el sıkıştım, tokalaştım, merhabalaştım. Hatta bunları yaparken bir yandan da arkamdan dönen fısıltılara kulak tıkadım.

 

'Bak bu büyük gelin...'

 

'Gördün mü diğer gelinleri de bu...'

 

'Bozanların kızı bu...'

 

Baygınlık geçirmeme ramak kala Bircan ablanın gösterdiği masalara halen daha 'hoş geldiniz' diyordum. Elime megafon alıp bağırsam yeriydi ama işte kendimizi masaları gezerken bulmuştuk. Fısıltılar, merhabalar, Allah tamamına erdirsinler ve daha neler neler...

 

"Oha Elif! bu sen misin! Tanıyamadım bir an!" Saatlerdir insanların arasında kollarımdaki şıngırdılar eşliğinde hoş geldiniz derken insanlıktan çıkmış olabileceğimden Şilan'ın beni tanımamış olması normaldi tabi. Sahi o ne zaman gelmişti?

 

"Sen ne zaman geldin?" dedim nefes nefese.

 

"Demin geldik. Yanına gelecek oldum ama insanların arasında olduğundan gelemedim yanına." Bakışlarım omuzlarının üzerinden ilerideki masada oturan amcam, yengem, Diyar abim ve Ezo'ya kaydı. Yorgun nefeslerime biraz da sinir eklendi bu sayede. Amcamın buraya nasıl hâlâ daha utanmadan geldiğini sorguladım kısa bir an. Sonra vazgeçtim. Yüzsüzlük böyle bir şeydi işte. Bir de yalakalık... Hüseyin İzol'un içine girecek neredeyse.

 

"Sorma. Bircan abla sağolsun bir iki tanıdığa 'hoş geldin' diyelim dedi. Ama iş bir iki tanıdıktan birkaç yüz tanıdığa çıktı. Benim de pestilim çıktı." Kıkırdadı böyle. Tabi ben de sinirle ofladım.

 

"Ee evin büyük gelini olmak kolay mı?"

 

"Şilaan..." dedim dişlerimin arasından. Bir yandan da sinirle kolundaki bir parça deriyi kıskaçlarım arasına aldım.

 

"Ne ya? Ben demiyorum insanlar diyor."

 

"Ne diyorlar Allah aşkına!" diye homurdandım sinirle.

 

"Ne diyecekler; maşallah tam da aileye yakışır gelin diyorlar arkandan. Hatta şu ilerideki mavi elbiseli kadın var ya." Hızla kolumu çekiştirip karşıdaki mavi elbiseli kadını işaret etti. demin hoş geldiniz demek için yanına gittiğimde sarılıp bırakmamıştı bir müddet. Zor kaçmıştım elinden. "Şirin'i ne diye aldılar bu gül gibi oğlana dedi."

 

"Sus çok ayıp." dedim koluna vurup. Ama oralı olmadı. Hatta hafifçe omzunu silkti. Açık bıraktığı saçlarını cilveli bir hareketle omuzlarından geri savurdu. Kendine hep özenirdi de bugün ayrı mı özenmişti ne?

 

"Valla ben demiyorum. Millet diyor. Git kendilerine sor." O beni ben onu çimdiklerken alkış sesi yükseldi bir anda. Masadaki insanlar hep birden ayağa kalkıp içeriden gelen Şirin ve Cihan'a bakmaya başladı.

 

Sarı kabarık elbisesi içinde gülümseyen Şirin ve ağzı kulaklarından da yukarı çıkan bir adet Cihan.

 

"Aa Elif seni arıyorum!" dedi yine Bircan abla koluma yapışıp. Kalabalığın arasından nefes nefese gelmişti yanıma. "Yüzükler takılacak. Tüm aile oraya geçeceğiz." Gitmek istemiyorum temalı yavru köpek bakışlarıma hiç aldırmadı. Hatta resmen sürüyerek insanların arasından beni nişan takılacak yere doğru götürdü.

 

Kendimi apar topar onun yanında bulurken tüm İzol ailesinin yan yana sıralandığını da görmüştüm. Hemen yan tarafımızda ise Şirin'in ailesi vardı.

 

Ama eksikti İzollar. Mesela sabah 'gelmem' diye ortalığı kaldıran ve en sonunda halasının zoruyla yapıştığı yataktan çıkan, tüm gün somurtarak mutfakta oturan Dilan yoktu. Seyhan da yoktu diyecektim ama nefes nefese geldi son anda. Şöyle bir bakınca bir taraf sözleşmiş gibi komple siyah giyinmiştik. Berfin hariç. Kıpkırmızı elbisesiyle epey dikkat çekici bir halde geziyordu ortalarda.

 

İzol ailesi...dedi zihnim. Sonra Benim burada ne işim vaaarrr! Diye haykırdı.

 

Önde Şirin ve Cihan, hemen yanlarında tepsiyi tutan Şirin'in kız kardeşi Dilin ve konuşma yapmak için hazır olda bekleyen Hüseyin İzol.

 

"Bugün burada bu iki güzel evladımızın hayatlarını birleştirme yolunda ilk adım için bulunmaktayız." Diye girdi söze. Devamındaki derin sessizlik, Cihan'ın heyecanlı nefesleri ve Şirin'in 'Bu kurdelenin rengi böyle olmayacaktı' feryatları sürdü gitti. Ama Cihan'ın güzel sözleriyle yatıştı hemen.

 

Fazla uzun sürmedi Hüseyin İzol'un sözleri. Sözlerini oğlu Mehmet ağa devraldı. Onunkiler babasına göre biraz daha uzun sürdü. İyi dilekleri doldu taştı. Hem dedesinin hem de babasının konuşmalarını hem ağzı kulaklarında hem de sabırsızca dinledi Cihan. Gözleri tepside duran alyanslardaydı. Ve nihayet parmağına geçince derin bir 'oh' çıktı ağzından.

 

Büyük alkış tufanı, tebrik faslı ve fotoğraf çekiminde bile artık sabırsızca durmuyordu Cihan. Çünkü evliliğe giden yolun en büyük adımını atmıştı az önce.

 

Bundan sonrasında bize sadece mutlu olmalarını temenni etmek kalıyordu.

 

Klasik fasıldan kenara kaçarken niyetim artık insanlarla daha fazla muhatap olmamaktı. Zoraki gülümsemeler, yüzdeki o garip maskeler en sevmediğim şeydi ve ben kendime zıt bir şekilde saatlerdir bu maskeyle dolanıyordum.

 

"Aferin." Dedi ben en kenara çekildiğimde bir anda koluma asılan amcam. Beklemediğimden afallayıp gidivermiştim. "Sözlerimden ders çıkarabiliyorsun."

 

"Bırak kolumu." Dedim dişlerimin arasından. Kolumu çekiştirdim ama oralı olmadı.

 

"Arkasına saklanacağın kocan da yok etrafta."

 

"Amca bırak!" Etrafımızdaki birkaç meraklı bakış bize çevrilmişti ama amcamın gülümseyen suratı önlerine dönmelerine de neden olmuştu.

 

"Sen normal bir aileye gelin olmadın Elif. şu etrafına bir bak." Kolumu biraz daha çekti kendine. Şu kulağıma fısıldıyordu. "Şu güce bir bak. Sence biz bunlarla nasıl baş ederiz? Sen beni dinle. Bırak şu sonu olmayan zırvalıkları."

 

"Senin zırvalık dediğin benim hayalim!" Kolumu sertçe çekip kurtardım elimden. "Bir kere engel oldun bir daha izin vermeyeceğim ama."

 

"Ne olacak Elif? Düşmanlık bitsin diye aldıkları kızı okutup her dediğini mi yapacaklar? Ne sanıyorsun sen?"

 

"Benim babamla abime bir sözüm var anladın mı?"

 

"Hani nerede baban, nerede abin? Bırak şu altı boş işleri artık Elif."

 

"Çekil git amca." Ciğerlerime almaya çalıştığım oksijen bana yetmezken tırnaklarımı batırdım avuçlarıma sırf sakinleşmek adına. Hızla döndüm arkamı.

 

"Sakin ol Kamer..." diye fısıldadım kendi kendime. "Sakin ol..."

 

Çiftliğin arkasına dolaştım sinirli adımlarımla. Akmak için bekleyen göz yaşlarıma kızdım bir tur. Çünkü ne olursa olsun artık amcam yüzünden akıtmayacaktım bunları. Derin nefesler alıp bahçenin en ucundaki büyük taş saksının kenarına iliştim. Bu tarafta kimsecikler yoktu. Bu iyiydi.

 

Sakinleşmek adına derin derin nefesler aldım, göz yaşlarım akmasın diye gözlerimi sımsıkı yumdum. Parmaklarım ise bileğimdeki boşlukta dolaşıyordu. Abimden kalan emaneti kaybettiğim boşlukta. Emanetine sahip çıkamadığım için boş kalan bileğimde...

 

Ne amcam umurumdaydı ne yüzüme takmak zorunda kaldığım maskelerim. Ben zaten eksiktim, yarımdım, yaralıydım.

 

Yorgun ve yaşların perdelediği bakışlarım gökyüzüne çevrildi. Işıklardan uzak olduğumdan az buçuk gökyüzündeki yıldızları seçebiliyordum.

 

"Abi..." diye mırıldandım. "Bilekliğimi geri alacağım. Ve ne olursa olsun bir daha kaybetmeyeceğim. Sana verdiğim sözü de tutacağım." Yorgun bir tebessüm yerleşti dudaklarıma. "Baba..." dedim sonra. Ama akıtmamak için direndiğim bir damlacık göz yaşıma engel olamadım.

 

Sonra yorgun sesimle mırıldanmaya başladım babamın benim gibi yorgun olduğu zamanlarda mırıldandığı türküyü.

 

'Elqajîye, Elqajîye

Wîy lemine Elqajîye

Elqajîye, Elqajîye

Wîy lemine Elqajîye...'

 

Duvardaki baba yadigarı bağlamasını eline alırdı bazen bunu söylerken. Aslında hüzünlü de bir hikayesi vardı. Hele de babamın sesinden dinlediğinizde insanın içi daha bir titrerdi.

 

'Ererê mawa to zalima

Ax, pîyê ta ra ez rajîyo

Wîy lemine derdo derdo

Derdê to zerê mi werdo...'

 

Her hikayenin kendince bir zalimi vardı. Bu türkünün hikayesindeki zalim kızın annesiydi. Karşı çıkılan bir aşk, kavuşamayan iki aşık...

 

Benim hikayemdeki zalim ölümdü ama canlı kanlı bir şekilde de karşımda duran amcamdı.

 

Ölüm benden küçücük yaşımda abimi ve sonrasında da babamı almıştı. Hayatının iki direği giden biri zaten ayakta duramıyordu ama en büyük darbe amcamdan gelmişti işte.

 

'Ererê mawa to zalima

Ax, pîyê ta ra ez rajîyo

Wîy lemine derdo derdo

Derdê to zerê mi werdo

 

Derd persena derdê yarî

To se kena persê sarî

Derd persena derdê yarî

To se kena persê sarî...'

 

Ben benim hikayemin zalimiyle sonuna kadar baş edecektim ama. Koymuştum kafama. Çünkü verdiğim sözler vardı. Tutmak zorunda olduğum sözler.

 

"Ererê mî vake bê şîme

To çaye dî- Maran?" dedim mırıldanmamı şaşkınlıkla keserken. Öyle dalmıştım ki karşımda dikilen Maran'ı son anda fark etmiştim.

 

"Durmasaydın keşke. Çok güzel söylüyordun." Toparlanmaya, gözümün önünde biriken yaşları alelacele silmeye çalıştım.

 

"Yok dalmışım öyle. Bir şey mi oldu?"

 

"Yoo bir şey olmadı. Kalabalıktan bunaldım. Biliyorsun sevmiyorum. Sanırım sen de kalabalıktan kaçtın?" güldü hafifçe. Amcamdan kaçtım diyemedim tabiki. Onun yerine 'Hı hı' diye onaylar bir mırıltı çıktı ağzımdan.

 

"Sesin... Yani çok güzel bir sesin varmış."

 

"Bilmem..." dedim sıkıntıyla parmaklarımı kütletirken. Gelip yanıma oturdu.

 

"Öyle öyle. Daha önce böyle bir ses duymamıştım."

 

"Kendi kendime mırıldanıyordum öyle." dedim sıkıntılı bir nefes alıp. Rüzgarın önüme getirdiği saçlarımı çekmeye çalıştım. Sustu, ben de sustum. Konuşmadık. Ben de daha fazla durmak istemedim burada. Kalkmak için niyetlendim ama bakışlarım onun elinde tuttuğu şeyi bulunca kalakaldım. Oturdum geri.

 

Hani aradığın şey dibinde olurdu ama zerre fark edemezdin ya. Defalarca geçerdin yanından hatta çarpardın bile. Göremezdin. Peki neden göremezdin? Niye perde inerdi insanın gözüne? Zoru neydi bunun?

 

Peki bir şeyleri böylesine gizlemenin, uzatmanın zoru neydi?

 

Neyin derdinde, neyin çabasındaydı?

 

Ben neyin derdi ve çabasındaydı bilmiyorum ama parmakları arasından sallanan bilekliğimin uçlarına bakıyordum öylece.

 

"O nedir?" dedim zar zor yutkunup. Oysa 'o benim' diye çekip almam lazım değil miydi? Neden diyemiyordum, neyi bekliyordum?

 

"Bu..." derin bir nefes aldı. Deminden beri bakışlarımı ayırmadığım parmaklarını araladı yavaşça. Bahçedeki uzakta kalan ışıkların loş bir biçimde aydınlattığı köşede karanlığa rağmen parıl parıl parlamıştı avucunun içinde.

 

"Bu çok uzun zamandır kim olduğunu bilmediğim ama deliler gibi aradığım birine ait." Bakışları bana çevrildi. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Ben ise bakışlarımı onun avcundaki 'bilekliğimden' zorla onun yüzüne kaldırabilmiştim.

 

"Kime?" dedim cılız bir şekilde. Oysa o 'benimdi'. Abimden bana kalan en değerli şeydi. O 'zifiri karanlıkta' kayıp gitmişti bileğimden. Oysa o güne kadar asla çıkmamıştı abimin taktığı bileğimden.

 

"Adını bilmiyorum..." güçlü bir şekilde yutkundu. "Ama çok yakınımda onu biliyorum."

 

"Nasıl biliyorsun?" dedim daha da cılızlaşan sesimle.

 

"Hissediyorum Elif. Çok güçlü bir şekilde hissediyorum. Çok yakınımda olduğunu hissediyorum. Ve bugün yarın onu bulacağıma eminim."

 

"Nasıl bu kadar eminsin?" Bakışlarımı tekrar bilekliğe indirdim.

 

"Kalbim... Böyle şeylere inanır mısın bilmiyorum ama kalbim hissediyor. Ve sanırım o gece bilekliğini düşüren o kızdan öyle etkilendim ki artık onun varlığını hissedebiliyorum."

 

"Maran..." dedim bakışlarımı avcunun içindeki bileklikten kaldırıp.

 

"Biliyor musun Elif? Bir ara bu bilekliğin sahibinin sen olduğunu sanmıştım." Küçük bir kahkaha çıktı dudaklarından. Zerre beni etkilemeyen bir kahkaha. "İnsan kim olduğunu bilmeyince herkesten şüphelenir oluyor biliyor musun? Acaba sen misin diye bile düşündüm."

 

"Peki gerçek sahibini nasıl bulacaksın?" dedim bakışlarımı halen daha bileklikten çekemeden.

 

"Bilmem..." Hafifçe omuzlarını silkti. "Yani o gece o gölete gelen kız kimdi hiç bilmiyorum."

 

"Gölete?" dedim zorla tekrar yutkunup. Nişan gecesinden bahsediyordu. Kendi nişanımdan kaçtığım gece...

 

"Evet. bunaldığım bir gündü. Kendimi tepenin oradaki gölete atmıştım atımla birlikte. Boş zamanlarımda ata binmeyi çok severim. Öyle saatlerce oturdum ama. Düşündüm kendi kendime, sonra düşüncelerimden, yorgunluklarımdan arınmaya çalıştım. Ben öyle dalmışken karanlık çökmüş. Fark etmemişim. Kaç saat oturdum bilmiyorum. Sonra bindim atıma. Gideyim dedim ama yol nasıl karanlık. Sonra o gelmiş. Onu da fark etmemişim. Attan ürktü. Düştü. Ben de düştüm. Görmedim kim olduğunu. Kaçtı gitti. Neden sonra yere düşen bilekliği fark ettim. O düşürmüştü. O gündür bu gündür de o bilekliği ve o geceki kızı arıyorum."

 

"Ben değilim." Dedim bir çırpıda yerimden kalkıp. "Benim bilekliğim değil." Yüzündeki gülümseme belli belirsiz bir şekilde solup kaybolurken o da kalktı ayağa. Kolumu tutmak için hamle yapacak oldu ama kendimi geri çekince öylece baktı suratıma.

 

"Maran!" diye bir ses yükseldi geriden. O biraz ilerimizde dikiliyordu.

 

"Baran?" dedi elindeki bilekliğimi alelacele ceketinin iç cebine koyan Maran. "Bir şey mi oldu?"

 

"Dedem herkesi bekliyor." Bakışları bana zerre değmedi. Döndü arkasını. Elini ensesine attığını ve hızla kaşıdığını gördüm atların ahırına doğru giderken.

 

"Elif..." dedi Maran ama ben de arkamı hızla dönüp nişan alanına giderken. Bedenime saplanan sayısız iğne vardı. Buz kesmiştim bir anda.

 

"Elif?" dedi ben kalabalığa yaklaştığımda kolumu tutan Şilan. "Bu suratının hali ne?"

 

"Ne?" Kulaklarımda garip bir uğultu vardı.

 

"Ne oldu sana? Cin çarpmış gibisin."

 

"Ben..." derin bir nefes almaya çalıştım. Hatta önümüzdeki masada duran suya uzandım ve garip bakışlara aldırmadan tek hamlede içtim.

 

"Elif? Bir şey mi oldu ne bu halin?" Korkmuştu Şilan. Gözleri korkuyla açılmıştı.

 

"Yalan söylüyor..." diyebildim.

 

"Kim? Kim yalan söylüyor?"

 

"Maran..."

 

"Anlamadım." Yüzünün ortasında kocaman bir soru işareti belirivermişti. "Ne yalanı?"

 

"O geceki atlı Maran değil. Bana yalan söylüyor."

 

"Nasıl yani ya? Nereden biliyorsun?" iki kolumu birden tutmuştu heyecanla.

 

"Demin yanıma geldi. Yine bilekliğim elindeydi. Aynı şeyleri zırvaladı durdu. Yok sahibini arıyormuş, yakınındaymış hissediyormuş bilmem ne?" Sinirle kollarımı göğsümde birleştirdim. Yetmedi kollarımı çözüp saçlarımı hırsla çekiştirdim.

 

"Nasıl anladın peki?"

 

"Anlattıklarından. Baştan sona yalan şeyler anlattı. Neymiş ben göletin yanında o otururken çıkagelmişim. Ürkmüşüm kaçmışım."

 

"Eee?" dedi merakla Şilan.

 

"Ne ee Şilan! Yalan söylüyor işte. Ben oradayken geldi o atlı her kimse. Ben orada otururken geldi. Maran değil yani o geceki. Yalan söylüyor." Bu sefer hırsla ben tuttum kollarını.

 

"İyi de niye? Niye yalan söylüyor? O geceyi nereden biliyor peki?"

 

"Bilmiyorum..." Ağlamaklı bir tını çökmüştü sesime. "Hiç bilmiyorum ama tek bildiğim yalan söylediği. Zaten baştan beri garip bir şekilde hoşuma gitmiyordu tavırları."

 

"Ne yapacaksın peki? Yani bilekliğin hâlâ onda ya? Onda değil mi?"

 

"Maalesef. Yanında gezdiriyor. Fırsat buldukça da gözüme sokar gibi eline alıyor." Saçlarımı bir kez daha çekiştirdim. Sinirim bu gece katlanarak değil de bir anda yükselivermişti.

 

"İyi de hâlâ anlamadım. O geceki atlı Maran değilse bilekliğin onda ne işi var? Yani Maran gerçek atlıyı biliyor o zaman. Başka açıklaması yok." Ben hiç bunu düşünmemiştim. Gerçi düşünmeye de zerre fırsatım olmamıştı ki sinirden. Kollarımı kımıldattıkça şıngırdayan altınlara baktım sinirle.

 

"Ben bir şunlardan kurtulup geleyim. Yoksa birinin kafasına atacağım tek tek." Sinirli adımlarımı geri eve doğru çevirdim. Bir topuklu ayakkabıyla ne kadar hızlı gidilirse limitleri zorlayıp o kadar hızlı gittim demin hazırlandığım odaya. Kollarımdaki, boynumdaki altınları sinirle, sanki Maran'ın kafasına çarpıyor gibi çıkarıp rastgele çantaya tıktım. Nasıl hızlı ve sinirle çıktıysam aynı şekilde kapıyı sertçe açıp çıkıyordum ki sinirim burnumun dibine bir anda çıkan Berfin'le daha da katlandı. Ağır makyaj yapılan gözlerini ağır ağır açıp kapadı.

 

"Neredesin sen Elif?"

 

"Çekil Berfin işim var." Dedim geçmek için yana doğru hamle yaptım ama o engel olmuştu. Kırmızı elbisesinin eteğini geri savurup kollarını bağladı önümde. "Ne istiyorsun?" dedim en ters halimle.

 

"Dedem yüzünden seni arıyorum iki saattir. Kayboldun bir anda ortalıktan. Peşinden koşuyoruz biz de. İnsan gibi dursana aşağıda. Ne koşuyorum ben senin peşinden?"

 

"Koşmasaydın Berfin." Bu sefer omzuna sertçe çarpıp basamaklara indim.

 

"Dedem çağırıyor." Diye yineledi. Ama dinlemedim. Dinleyecek halde de değildim.

 

Tüm aileyi toplamıştı Hüseyin İzol etrafına. Sinirlerimi bozan Maran da oradaydı. Kimseye bakmadan evin gerisine doğru yürüdüm.

 

"Başlayacağım Maran'ına da Berfin'inene de... Ne bitmez insanlarsınız Allah aşkına!" Hırsla ayağımı yere vurdum. "Derdin ne acaba derdin ne! Ne istiyorsun! Madem o geceki sen değilsin o bilekliğin sen de ne işi var! Kimsin sen ya!" Sinirle saçlarımı çekiştirdim. Hepsini tek tek yolsam sinirim bir gram bile hafiflemezdi. Çabam nafileydi yani. "Kaç gündür gelmiş 'yok sahibini arıyorum, yok yakınımda biliyorum' diyor bir de utanmadan. Pis yalancı! Kardeşi gibi değil demiştim ama ikisi de kendi dalında baya başarılılarmış. Biri yalancı biri gıcık! Var ya o saçlarını yolacağım bir gün o olacak! Allah'ın gıcığı' neymiş peşimden koşuyormuş! Kim dedi sana koş diye ya! Koşamazmış1 hanımefendiye bak! sen kimsin be! Kims-"

 

"Esmer...Oğlum..." Kendi kendime Berfin'le ettiğim kavgayı kulaklarıma giden sesle durduruvermiştim bir anda. Şaşkınca etrafıma bakındım. Atların ahırına gelmiştim. Ne ara ve nasıl geldiğimin farkında değildim aslında. "Evi alt üst ettim... Bulamıyorum..." O vardı içeride. Atıyla konuşuyordu. "Ondan kalan son şeyi kaybettim..." Kesik bir kişneme sesi gitti kulağıma. Neyi kaybetmişti? Neyi bulamıyordu? Bulamadığı şey yüzünden mi günlerce evi dağıtmıştı yani? "Sen de benim gibi merak ediyorsun değil mi?" Güldü... O gülünce at kesik bir şekilde bir daha kişnedi.

 

Kapının gerisindeydim. Eğer bir adım daha atsam belki de beni görürlerdi. Ama atamadım. Öylece kapının kenarına yapışıp kalmıştım.

 

"Sen de benim gibi merak ediyorsun değil mi?" Güldü tekrar. "O gece bizi afallatan peri kızını merak ediyorsun..." Bu sefer uzun bir şekilde kişnedi at. Bakışlarım karanlık gökyüzünü aydınlatan şimşeklere kaydı. Halbuki deminden beri havada tek bir bulut dahi yoktu.

 

"Kendime kızıyorum Esmer..." diye sürdürdü konuşmasını. "Nasıl olurda o bilekliği kaybettim diye kendime öyle kızıyorum ki..." Ses tonu alçalmıştı. Ama benim dikkatim tek bir kelimede kaldı. 'Bileklik'...

 

Ne demişti o?

 

"Bakma öyle Esmer ben de bilmiyorum nasıl bulacağımı. O kara gecede kollarıma düşen peri kızını artık nasıl bulurum bilmiyorum. Bilekliği kaybetmeseydim belki... Belki bulurdum ama..." Daha uzun kişnedi at. Sakinleşsin diye 'Hişşş' dediğini duydum.

 

"O karanlıkta... O gecede seni de büyüledi değil mi sesiyle? Sen de unutamıyorsun..." Güldü. "Ben o sese bir daha nasıl rastlarım bilmiyorum ama arada bir kokusunu duyuyorum. Acaba o mu diyorum, sonra yok öyle şey olur mu hiç diyorum kendime."

 

'Ne var biliyor musun?'

 

Nefeslerim sıkışmaya başladı.

 

'Çok tanıdık geliyorsun... Kokun... Aradığım kokunun aynısı...'

 

Gökyüzünde çakan şimşekler zihnime düştü birer birer. Ciğerlerim daha da sıkıştı.

 

"Üç küçük mavi taşlı bileklik... Peri kızından kalan son şeydi bize..." Dudaklarımdan kaçacak şaşkınlık tepkimi engellemek için elimi sıkıca ve hızla kapattım ağzıma.

 

"Günlerce aradık, bekledik göletin yanında. Gelmedi bir daha. Sonra bilekliği de kaybettik. Bir rüyaydı belki Esmer. Etkisi uzun, derin bir rüya. Unutamadığım bir koku unutamadığım bir ses... Kaybettim Esmer. Sahip çıkamadım onu bulmama yardım edecek tek şeye. Nasıl kaybettim bilmiyorum ama kaybettim işte. Kim aldı, neden aldı hiç bilmiyorum..."

 

'O gün bulduğumda çekmeceye koydum ama bir daha da almadım oradan. Her gün baktığımda oradaydı. Ama buhar oldu bir anda. Biri aldı.'

 

Tek tek oturdu yerine tüm taşlar. Bütün parçalar zihnimde bir anda birleşti. Bir anda tepetaklak oldu her şey. Zoraki bir şekilde nefes almaya çalıştım.

 

Oydu...

 

O gece kaçmaya çalıştığım ama kaçarken kollarına düştüğüm oydu...

 

Zifiri karanlıkta ayağıma dolanan kaderim ondan kaçarken onun kollarına düşürmüştü beni.

 

Maran değildi oydu...

 

Bilekliğim baştan beri ondaydı, o geceki atlı oydu...

 

Geri geri gidip yüzüme çarpan gerçekten kaçmaya çalıştım. Ama öyle afallamıştım ki ayağım yerde duran kovalara çarpmıştı. Her şey bir anda birbirine karıştı. Üst üste konmuş kovalar büyük bir gürültüyle yere saçıldı. Kovaların gürültüsüne şimşeklerin yüksek sesi karışırken nefes almaya çabaladım.

 

Ellerimi boğazıma attım ama beceremedim. Yüzüme düşen yağmur damlalarına çevirdim bakışlarımı. Boğazımı saran görünmez elleri çekiştirdim bir yandan. Dizlerimdeki, bedenimdeki tüm güç hızla çekilmiş, gözlerimin önüne karanlık bir perde gerilmişti.

 

"Dur dur dur!" Bulanık bakışlarım ahırdan bana doğru koşan onu bulduğunda ise çok geçti. Ama yere düşmeden yakaladı beni.

 

"Bil-"

 

"Tamam sakin ol." Beni bir koluyla tutmaya çalışırken diğer elini ceketinin iç cebine atıp ilacımı çıkardı.

 

"Bilek-" Kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzımdan. Dudaklarıma dayadığı fıs fısı sıktı iki kere. Ama fayda etmedi.

 

"Tamam bir şey yok..." Hızla kucağına aldı beni. Yağmur taneleri daha da hızlanmıştı. Başım göğsüne düşerken çabaladım bir kez daha.

 

'Bileklik benimdi, o geceki peri kızı bendim' demek istedim ama diyemedim. Nefeslerim yetmedi.

 

 

 

🔥

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

Nasıl buldunuz bölümü??

 

Dırırırırırım bakın kim gerçeği öğrendi!!

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Elif ne yapacak?

 

Baran??

 

Maran??

 

Sizce bu himayedeki Ali Cabbar kiiim??

 

Ee malum nişan oldu, sizce o ne olacak??

 

Hadi yeni bölüm tahminleriiiii

 

beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%