Yeni Üyelik
37.
Bölüm

Rind-i Şeyda

@seydnrgrsu

Merhaba hoş geldiniz

 

Bölüm var ya acayiiip uzun. Benden demesi. O yüzden bu bölüm herkes en az on(10) yorum yapıyor okkkeeey. Yoksa vallah billah küserim.

 

Her satır arasına düşüncelerinizi mutlaka bekliyorum tamam mı guzularım. Tüm yorumlarınızı okuyorum, görüyorum ve dikkate alıyorum. Vaktim oldukça yorumlarınızı cevaplamaya da çalışıyorum. o yüzden satır aralarına gelmeyi unutmayın

 

 

 

 

'Mühür gözlüm seni elden sakınırım, kıskanırım'

 

Neşet ERTAŞ

 

 

🔥

 

 

 

 

 

 

2 ay sonra

 

Buz gibiydi hava. Her zamankinden daha soğuk. Halbuki dün biri 'yaz sıcaklarından bir gün yaşanacakmış' demişti. Kim demişti bilmiyorum ama yalan söylemişti bana kalırsa. Hissettiğim en soğuk hava, kaldığım en büyük ayazdı.

 

"...davacının davasının kabulüne..."

 

Tir tir titriyordu bedenim. Dizlerimde derman denen şeyden eser yoktu. Biri üflese düşecek, yığılacak hatta savrulup gidecek gibiydim.

 

"....Türk Medeni kanununun 166/1 maddesi gereğince tarafların..."

 

Parmak uçlarım uyuşuyordu. Görüntümde ise anlam veremediğim bir bulanıklık vardı. Sırtımın tam ortasındaki ağrı da neyin nesiydi böyle?

 

"...boşanmalarına karar verilmiştir."

 

Zihnimde ardı arkasınca yankılandı bu ses, bu cümle. O yankılandıkça tüm ruhuma hançerler saplandı.

 

Son kez değdi nefeslerimiz, son kez dokundu gözlerimiz birbirine.

 

Bitti...

 

İki imza arasındaki yaşadığımız her şey bitti. Altı ay geçti. Ama neden ömrümden altı asır gitti?

 

Hava şimdi daha çok soğumuş, bedenim her zamankinden daha fazla üşür olmuştu. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur vardı. Peki benim gözlerimden düşen o yağmurun damlaları mıydı?

 

Adımlarım buz gibi, sağanak yağmurun altını bulurken ellerimi cebime attım. Göz yaşlarımı silebilecek bir şeyler aradım. Avuçlarıma gelen şeyle göz yaşlarım daha da çoğalmıştı.

 

Bembeyaz küçük patikler...

 

Gözyaşlarım yağmurun damlalarına, kaybettiklerim rüzgarın hızına kapıldı o anda.

 

 

🔥

 

'Oh' dedi Ahmet. Derin bir oh çekerken elinde tuttuğu kahveye küçük bir gülümseme attı. Nöbetinin on dokuzuncu saatini devirirken hiç kahve içmediği için kendine acısa mı yoksa gurur mu duysa bilememişti. Çünkü bu bir hastane kuralıydı.

 

Ayakta kalmak için o kahve içilecek...

 

O gün acil yoğundu. Hastadan hastaya koştuğu değil tabiri caizse uçtuğu bir gün oluyordu ve on dokuz saattir ilk defa kahve alabilme şansını yakalamıştı.

 

Kahve şans olur muydu hiç? Olmuştu.

 

"Seni şimdi sakin sakin içeceğim." Dedi bardaktaki dumanı üzerinde tek şekerli kahvesine. Aromatik koku burnundan tüm hücrelerine usul usul yayılırken gülümsemesi genişledi. Ayağıyla yerdeki kovaları iteleyip büyük kutunun üzerine oturdu. Ortam o kadar sıkış tepişti ki dirseğiyle de yandaki kolileri itelemeye çalıştı. O iteleyince de diğer yanındaki dolabın üzerinden kafasına bir sarı bez düştü.

 

"Hoop hoop kurtardım seni!" dedi elindeki karton bardağı dikkatle havaya kaldırıp. Tozlu bez kafasına düşebilirdi. Hiç sorun değildi ama kahvesi asla zarar görmemeliydi.

 

Ahmet nerede miydi?

 

Ahmet hastanede tek boş kalabileceğine, kahvesini rahat rahat yudumlayabileceği tek yerin burası olduğuna inandığı temizlik malzemeleri ve ıvır zıvırların konulduğu küçücük odadaydı. Peki bir kahve için değer miydi?

 

Kesinlikle değerdi.

 

Çünkü on dokuz saattir poposu bir sandalye yüzü görmemişti. Yanında çalışan Ercan raporlu, İlhan da hangi deliğe girdiği belli olmadığından işin büyük bir kısmı kendisine kalmıştı. Yemeğe bile çıkamamıştı ama sağolsun her hafta düzenli olarak tansiyonu ve şekeri çıkan Zelal teyze sayesinde karnını da doyurmuştu. Ah onun tansiyonunu yükselten kocası Hamdi amca yok muydu ah! Allah ondan razı olsundu. Yoksa patatesli gözlemeleri nasıl yiyecekti.

 

Tekrar gülümsedi ve tüm benliğini, dikkatini elindeki bardağa çevirdi. Dudaklarını yavaşça dumanı tüten kahveye uzattı. Koku iyice keskinleşmiş, tüm hücreleri iyice uyarılmışlardı. Son üç, iki bir...

 

"Ahmet hocam yetişin Allah aşkına!" küçücük odanın kapısı arkasına güm diye öyle bir çarpmıştı ki elindeki kahve birazcık sıçrayıp gitti.

 

"Ulan Ersan..." diye mırıldandı memnuniyetsizce Ahmet. "Ne var Ersan?"

 

"Vallahi hocam acil!"

 

"Ne acil olan oğlum!" Ahmet dellenmişti. Dellenmeyip de ne yapacaktı peki! Bu acildeki tek doktor Ahmet miydi? O Arka Sokaklar Yavuz muydu!

 

"Hocam şöyle ki çok acil bir vaka geldi."

 

"Ulan Ersan..." diye mırıldanırken zar zor sığıştığı yerden kalktı. Elindeki kahve bardağını üzülerek çöpe attı. "Neymiş vaka!" dedi ters ters. Şu vakayı halleder halletmez İlhan'a mükemmel bir rektal muayene yapacaktı. Hem de en derininden.

 

"Hocam şimdi şöyle ki anlatsam inanmazsınız. Mıho beyin durumu çok farklı."

 

"Sen anlat da ben inanıp inanmamaya kendim karar vereyim Ersan!"

 

"Hocam kendi gözlerinizle görün. İşte bakın." O sırada hızlı adımlarla geldikleri kırmızı alanda üzerine bir sürü göz çevrilmişti.

 

"Ne oluyor Ersan?" diye mırıldanırken bakışlarını hafifçe kısıp karşısında ağlamaktan beter halde kendine bakan yüzlerde gezindi gözleri.

 

"Mıho beyin tam dört karısı varmış. Beşinciyi de almaya kalkınca tüm eşleri kendini Mıho beyin ellerine yapıştırmış."

 

"Vallah Roza ablamdan çıkmıştır bu fikir dohtor bey."

 

"Viii bağa diyene bakın hele! Yapıştırıcıyı kim getirmiştir he!"

 

"Benim heç suçum yohtur dohtor bey! Ben bana ne denilirse onu yaparım." Omzunu silkeleyen kadına uzanıp vurmaya çalışmıştı adı Roza olan kadın.

 

"Sen sus kız! Sen zaten sana denileni yapacaksın!"

 

"Ben bir şey yapmamışem!"

 

"Hele benim heç suçum yohtur!"

 

"Vallah tüm suç Roza ablamındır!"

 

Acil bir anda kadınların sesiyle inlerken yan tarafta serum için yatan hastalar bile meraklı ve bir o kadar şaşkın vaziyette bakıyorlardı bu manzaraya. Bu manzara tıp tarihine geçebilirdi. Makalelere konu olup yıllarca amfilerde ders niyetine işlenebilirdi.

 

"Ule dohtur oğlum yav beni kurtar ne olursun ya!" Olan ise bence dört karısının ortasında iki elleri de karılarına yapışık bir halde olan Mıho beye oluyordu. Çünkü adam ha ağladı ha ağlayacaktı. Bu dört kadınla zaten başına bela alan adam daha ne istiyor olabilirdi ki? Allah akıl versindi, fikir versindi ama önce utanma ve arlanma versindi.

 

"Tamam sakin olun!" diye kesti tüm sesi Ahmet. İki elleriyle kalabalığın sesini bastırmak ister gibi uğraşmıştı. "Eğer susarsanız işim daha kolay! O yüzden kimse konuşmasın!" Çünkü ses hindi sesi gibiydi. Eğer bir hindi çiftliğinde olsa kesin bu sesi duyardı. Sonra hızla Ersan'a döndü. "Hemen bir kahve istiyorum Ersan!"

 

"Yav doktor." Dedi çekingen bir sesle Mıho. "Sorması ayıptır. İşine karışmak gibi olmasın da kahveyle mi kurtaracaksın beni?" Gür kalın bıyıkları çenesine doğru uzanan adam şaşkınlıkla kırpıştırmıştı bakışlarını.

 

"Kahve beni kurtaracak. Sizin için de asetonlu su hazırlayacaklar şimdi. Ama konuşmak yok." Son cümlesini kadınlara bakarak demişti. "Anlaştık mı?" Geri geri adımlarken kadınların nasıl sus pus olduklarına bakıyordu bir yandan. Varıp ellerine eldiven geçirirken hemşire Nuran fısıldadı kısık sesle. "Ben bildim bunları Ahmet hocam. Uçkursuz Mıho derler bu adama." Civarın tüm dedikoduları Nurdan hemşireden sorulurdu. Uçan kuştan haber alır, her yerde kulağı vardı.

 

"Deme Nurdan abla. Eeee?" diye hafifçe gaz verince keyifle gülümseyip detaylara geçmişti Nurdan hemşire. Bir yandan da yardım ediyordu Ahmet'e.

 

İşte acil böyle bir yerdi. Utanması arlanması olmayan ve beşinci karısını almaya niyetlenen adamlardan tutun da kanlı yaralanmalı tüm vakalara kadar her şeye rastlanabilirdi. Alışmıştı Ahmet. Mesleğine de tutkun bir adamdı. Ama şu aralar sabır denen şeyden bir damlacık bile kalmadığından patlayacak yer arıyordu. Mesela insan niye kahve içemezdi ha! Mıho'nun bir elini kurtaracağım diye uğraşırken Ersan durup durup omzundan dürtüyor ve bir şeyler soruyordu. Sonra Nurdan hemşire gelip bir dedikodu veriyordu.

 

Sabır taşı çatlamış, patlamış, tuzla buz olmuştu.

 

"Ahmet hocam şekeri yükselen Nazım amcayı kantinin arkasında çikolata yerken görmüşler." Diyordu Nurdan hemşire. Gülmüştü Ahmet. Sinirden gülmüştü. Sabah bir koca kap pekmezi yedi diye getirilmemiş miydi bu adam hastaneye?

 

"Zelal teyzenin yine tansiyonu çıkmış. Getirmişler." Diye Gül hemşire gelmişti hemen ardından. Ah Hamdi amca acaba yine ne yapıp da kadının tansiyonunu çıkarmıştı? Gelen geçen tüm derdini ona anlatmaya çalışırken o dikkatle Mıho'nun parmaklarını temizliyordu. Bir yandan da içinden İlhan'a ana avrat düz gidiyordu. Arada bir içindeki küfürlerden Ersan da nasiplenirken omzu yine dürtülmüştü.

 

"Ne var!" diye yükseldi ama yükselmesiyle inmesi bir olmuştu. Eridi, pamuk şekere döndü saniyeler içinde. Karşısında gördüğü bir çift koyu kahve hare kalbini tekletti. Heyecandan dili tutuldu, önündeki bir kap dolu asetonlu suya eli hızla çarptı, yere devirdi.

 

"Hay Allah." Diye korkuyla geri çekildi Şilan. Karşısında panikleyen adamı görünce ne yapacağını bilemedi.

 

"Afedersiniz! Ben, şey! Döküldü! Su! Aseton! Beşinci karı!"

 

"Ne?" diye şaşkınca sordu Şilan karşısında kekeleyen adamın dediklerine.

 

"Aman!" dedi elini alnına vuran Ahmet. "Acil vakalar işte. Bir şey mi oldu Şilan hanım? Ne için geldiniz?" Telaşlanmıştı Ahmet.

 

"Kusura bakmayın ben girişte sordum burada olduğunuzu söylemişlerdi. Hani demiştim ya. Önlüğünüz." Elindeki poşeti çekingence uzatmıştı Şilan. Kreşe gidiyorum diye çıkmıştı evden bir saat kadar önce. Sırf dün özenle yıkayıp ütülediği önlüğü verebilmek için annesine yalan söylemişti. Aslında çekinmişti buraya gelmekten. Biri görüp yanlış anlamasın istemişti.

 

"Aa evet!" diye heyecanla ileri atıldı Ahmet. "Konuşmuştuk. Zahmet etmişsiniz. Yani ne gerek vardı."

 

"Gerek yok muydu?" diye elindeki poşete çevirmişti bakışlarını Şilan. Boşuna mı yıkayıp ütülemişti? Boşuna mı getirmişti? Ahmet neden öyle demişti?

 

"Vardı tabi gerek. Olmaz olur mu? Ben öyle demek istemedim. Yoruldunuz diye şey ettim."

 

"Yorulmadım." Utangaç bir biçimde varla yok arası gülümsemişti Şilan. Ama o gülümseme yok muydu o gülümseme. Akut miyokart enfarktüs geçirtirdi insana. Poşeti Ahmet'in yüzüne bakmadan uzatmıştı Şilan. Uzun kirpiklerin engel olduğu bakışları görebilmek içinse can atıyordu Ahmet. Poşeti yavaşça alırken parmakları temas etmişti. Aha dedi. Gidiyorum kalpten.

 

"Kolay gelsin o zaman sana." Dedi Şilan arkasını dönüp. "Ben böldüm işinizi."

 

"Bölünsün!" diye hızla atıldı Ahmet. "Ne olacak? Sizden önemli değil ya."

 

"Olsun kusura bakmayın. Kolay gelsin size." Dönüp arkasını çıktı Şilan. O çıktı ama arkasında onun saçlarına, konuşmasına, gözlerine hayran, vurulmuş Ahmet'i bıraktı. Zaman durmuştu Ahmet için. Onun saati 'Şilan' diye atarken tüm zaman durmuştu. Gece siyahı saçları, koyu kahve hareleri nasıl böyle içini yakmıştı? Etraftaki tüm sesler kesilmişti. Bir büyüydü bu. Kapıldığı çok güzel bir büyü.

 

"Hele dohtor bize bakasaan?" dedi tüm büyülü anı bozan Mıho'nun o cart sesi. Etraftaki sesler yeniden akmaya başladığında sinirle döndü Ahmet geri. Ulan kahve içememişti, sevdiğinin ardından hayal bile kuramıyordu. Şu işe bakındı hele! O anda bakışları kapıdan yeni hemşireleri etrafına almış kur yapa yapa gelen İlhan'a takıldı. Ellerindeki eldivenleri hızla çıkartıp ona doğru adımladı sertçe.

 

"Sana rektal muayene yapmamı istemiyorsan şu hastayı derhal devralıyorsun!" Elindeki eldivenleri onun göğsüne çarpıp çıktı acilden. Çıkarken de elindeki poşete bakıyordu. Onun yıkayıp ütülediği önlüğünün olduğu poşete. Önlüğü eline alırken poşetin içindeki küçük termos bardağı fark etti. İçi sıcacık kahve dolu termos bardak...

 

"Yaaa..." derken gözünden götünden kalpler fışkırmış, etrafı bir anda çiçek bahçesine dönmüştü. Duygusal bir toptu, aşık bir kediydi.

 

🔥

 

Açık mavi kabanının önünü düzeltirken sağına soluna baktı Leyla. Sonra da bakışlarını bileğindeki babasının işe girdiğinde hediye ettiği deri kayışlı 'Longines' saatine çevirdi. On dakikaya çarşıya yürümeliyim demişti kendi kendine. Tam dokuz dakika yirmi saniyede gelmişti. Pembe dolgun dudaklarına gülümseme yayılırken rüzgarın savurduğu saçlarını geri attı karşıdaki pastaneye doğru adımladı. Bakışları pastanenin köşesindeki iki genç çocuğa kaydı anlık olarak. Ama oralı olmadan taş zeminde topuklu botlarının çıkardığı sesle pastaneye yürüdü.

 

"Günaydın." Dedi kibarca. "Şu gözlemelerden istiyorum." İnce parmaklarıyla cam bölmenin ardındaki ıspanaklı gözlemeleri işaret etti. Şilan o sabah evden kahvaltı etmeden çıkmış ve işe büyük bir aceleyle gitmişti. Gidip ona güzel bir kahvaltı ettirecekti. Altmışlı yaşlardaki kadın üç tane ıspanaklı gözlemeyi alıp kağıda sardı ve güzelce poşetledi. Elindeki poşete gülümseyip pastaneden çıktı.

 

Hava güneşliydi ama soğuk soğuk esen rüzgar yüzünden zerre ısıtmıyordu. Gözleme poşetini bileğine geçirdikten sonra kolundan çantasını indirip güneş gözlüğünü aramaya başladı. Gözlük mühimdi.

 

"Ama Cihan inanamıyorum sana! Benim istediğim bu renk değildi ki!" O çantasından gözlük bulmak için uğraşırken duyduğu tanıdık sesle bakışlarını kaldırdı.

 

"Ama güzel gözlüm kalmamıştı senin dediğin ayakkabının o rengi." Cihan ve Şirin...

 

"Olabilir Cihan!" Sesi çarşının ortasında olmasına rağmen bir hayli yüksekti ve sanırım istediği bir şeyin yanlış alınmasından dolayı şikayet ediyordu. Leyla'yı görmemişlerdi ya da görüp görmezden gelmişlerdi. Kestirememişti Leyla ama şaşkınca bakmıştı ikisine. Demin onun çıktığı pastaneye girmişlerdi ama Şirin memnuniyetsiz bakışlar saçıyordu etrafına. Cihan ise onun tam tersi dört dönüyordu etrafında. Sandalyesini çekmiş, onu dikkatle oturtmuştu masaya.

 

'Ne kızlar var' diye geçirdi içinden. Dilan'a bir kere daha hak vermişti manzara karşısında. Sonra bana ne dercesine omzunu silkip çantasından bukduğu gözlüğü gözüne götürdü köşeye doğru yürürken. Ama gözlüğü takamadan kolundaki çanta hızla çekildi. 'Ne oluyor' diyemeden çığlığı basmıştı ama tek gördüğü kolundan kayıp giden çantasının az önce pastanenin önünde gördüğü iki genç tarafından gasp edildiğiydi. Hızla çekilmenin etkisiyle sendeleyivermişti de. Eğer kendini tutan bir el olmasa muhtemelen yeri de boylardı.

 

"Hanımefendi iyi misiniz?" dedi kendini tutan beden.

 

"Çantam..." diye mırıldandı ağlamaklı bir sesle Leyla. "Çaldılar..."

 

"Bekleyin." Kendini tutan beden onu dikkatle bırakıp koşar adım dönmüştü köşeyi. Tir tir titriyordu Leyla. Dizlerinin bağı çözülüverdiğinden kaldırıma çökmüştü yavaşça. Ne ağlayabilmişti ne de çığırıp yardım isteyebilmişti. Elini acıyan ayak bileğine attı. Gitmişti çantası. Çantasıyla birlikte içinde neyi var neyi yoksa çalınmıştı.

 

Eliiyle yüzünü kapatırken ağlamamak için dudaklarını dişledi.

 

"Hanımefendi?" Duyduğu sesle başını kaldırırken bulanık bakışları gözünün önündeki çantasını bulmuştu.

 

"Çantam!" dedi heyecanla ayağa fırlayıp. Ama bileğinin acısıyla dengede duramamıştı. "Geri alabilmişsiniz."

 

"Koşmayı beceremiyor şerefsiz. Hırsızlık yapmaya kalkışmış. Siz iyi misiniz?"

 

"Evet. Çok teşekkür ederim." Çantasını eline alırken minnetle bakmıştı karşısındaki adama. Ama onu bir yerden tanıyor gibiydi.

 

"Birilerine haber vermemi ister misiniz?" demişti bir yerlerden tanıdık gelen ve çantasını kurtaran adam. Kafasını hızla salladı Leyla 'gerek yok' diye.

 

"Siz?" dedi çantasını sıkı sıkı koluna geçirirken. "Sizi nereden tanıyorum?"

 

"İlkkan ben. Siz de Leyla hanım değil mi?" biçimli kaşları şaşkınlıkla kalkmıştı Leyla'nın. Tabi ya İlkkan'dı o. Elif hastanede yatarken tanışmışlardı. Hatta Elif'e kan vermişti.

 

"Aa evet." Diye mırıldandı Leyla şaşkınlıkla. "Kusura bakmayın tanıyamadım. Teşekkür ederim..."

 

"Önemli değil ama bir dahaki sefer daha dikkatli olun. Sizi gideceğiniz yere kadar bırakabilirim."

 

"Hiç gerek yok. Yakın zaten gideceğim yer. Tekrardan teşekkür ederm. Siz olmasanız çantam giderdi muhtemelen." Mahcup bir şekilde gülümsedi Leyla. Küçük bir baş selamı verip dönüp gitmişti İlkkan. O olmasa muhtemelen çantasını da hiç bulamazdı. Saniyeler içinde hırsızı yakalayıp getirmişti çantasını ona. 'Eee ne de olsa asker adam' diye geçirdi içinden. Hırsızı yakalamak onun için mesele bile değildi.

 

Çantasına bakıp gülümsedi. Sonra gülümsemesiyle İlkkan'ın yürüyüp gittiği kaldırıma baktı.

 

"İstiyorum Cihan. O ayakkabının o rengini istiyorum." Bakışları önünden yürüyüp giden Cihan ve Şirin'e takıldığında ise gülümsemesi daha da büyümüştü. Cihan'ın bir anlık kendisine bakışına bakmıştı öylece. Sonra Şirin'e dönüp kedi gibi miyavlamasına.

 

Çantasının sapını sıkı sıkı kavrayıp demin İlkkan'ın yürüdüğü kaldırımda attı adımlarını.

 

🔥

 

"Yumurtasını ben kırabilir miyim?" önümdeki kaba iki bardak şekeri boşaltırken Aker iki yumurtayı eline alıp kırpıştırdığı gözleriyle bakıyordu bana.

 

"Tabi. Ama dikkat et olur mu?" dedim. Büyük bir hevesle yumurtaları birbirine tokuşturup kırmıştı. Yapabildiği için gülümsemesi büyürken pembe yanağına küçük bir öpücük bıraktım.

 

"Neli olacak bu kek?" dedi heyecan ve merak dolu bir sesle.

 

"Çikolatalı." Dedim yumurta ve şekeri çırpmaya başlayıp.

 

"Vallahi içim eriyor her gün o hastaneden geldiğinde. Allah'ım yüzüme baksa da şu kız bir iyileşse." Ümmü hala arkamdaki sandalyede oturmuş ellerini yukarı kaldırmıştı. Dua ediyordu. Fatma abla da 'amin' diyerek eşlik ediyordu kendine.

 

"Tedavisi mümkün demişler. Öyle değil mi Ümmü abla."

 

"Öyle Fatma öyle."

 

"Murat nerede?" diye sormuştu demin kızına yaptırdığı kahvesini yudumlayan Rojbin hanım. Bugün salon yerine mutfağa oturmayı tercih etmişlerdi. Sütü koyması için bardağı Aker'e doğru uzattım. Çok hevesliydi.

 

"Vallahi iş için İstanbul'daymış."

 

"Böyle zamanda iş için bile olsa gidilir mi?" diye homurdanmıştı Rojbin hanım. Ona bir cümlesi için hak vereceksin deseler hayatta inanmazdım ama bu cümlesinde, sorusunda haklıydı. Ama gerçek şöyleydi ki, iş adı altında evden uzaklaştırılmıştı. Bunu onun Salim'le olan konuşmaları sırasında duymuştum.

 

"Valla bir günlük bir şeymiş. Baran yollamış."

 

"Ha o yolladıysa vardır bir bildiği." Diye de hemen çevir yanmasın moduna almıştı Rojbin hanım kendini.

 

"Bak Berfin!" dedi Aker heyecanla kapıdan giren Berfin'e doğru. "Ben kek yapıyorum Baran dayıma."

 

"Ne güzel ne güzel. Ama boşuna yapıyorsun Akercim. Baran dayın hamur işi yemiyor. Kek de yemez yani." Aker'in suratı düşerken kırpıştırdığı bakışlarını bana çevirmişti.

 

"Yemez mi gerçekten Elif?" dedi. Çırptığım kek hamurunu kalıba boşalttım bir yandan.

 

"Yer." Dedim gülümseyerek.

 

"Bak yermiş görüyor musun?" dedi Aker Berfin'e dönüp. Ama Berfin ona oralı bile olmamıştı.

 

"Baran nerede?" dedi Aker'i es geçip. "İyileşemedi değil mi daha? Nasıl iyileşsin ki?" Yanıma gelip yaslanmıştı tezgaha. Bir cevap vermemi bekliyor gibiydi ama yok sayacaktım. Çünkü cevap verdikçe azıtan biriydi. Ve bu huyunu annesinden aldığına emindim.

 

"Hadi fırına koyalım." Dedim ona bakmadan. Önceden ısıttığım fırına kek kalıbını dikkatle koyup kapattım kapağını.

 

"Baran dayım yok ki. İşe gitti." Dedi Aker. Sol yanağında un vardı.

 

"Hasta haliyle işe mi gitti bir de?" derin bir nefes alıp ellerimi yıkamaya geçtim.

 

"Ne o gelin hanım bugün okulun yok mu?" dedi Berfin'den hemen sonra çok sevdiğim annesi.

 

"Yok." Ellerimi kurulayıp mutfak kapısına doğru yöneldim. "Ben birazdan gelirim Fatma abla. Çıkarırım fırından." Dedim.

 

"Tüm aileyi karşına aldın ya. Vallahi bravo. Koskoca babamı bile ikna ettin okula gitmek için. Bozanların kızı koca aşireti parmağında oynatıyor bak hele."

 

Ne derlerdi; çirkefe taş atma üstüne sıçrar. O yüzden hafifçe gülümseyip dışarı yürüdüm. Cebimdeki telefonu çıkarıp Leyla'yı aramaya karar verdim çünkü bu saat olmuştu gelmemişti. Ama o çoktan mesaj atmıştı bana 'Kuzucuğum işim çıktı gelemiyorum' diye.

 

"Elif oynasak ya senle!" Telefonu cebime atarken koşarak bana gelen Aker'e döndüm. Ama bakışlarım hızla geri çarpan konağın kapısına çevrildi. Benim gibi Aker de korku dolu bakışlarını kapıya çevirmişti. "Baran dayı..." diye mırıldandı korkuyla. Ama o hiçkimseye bakmadan hızlı adımlarla çıktı yukarı.

 

"Maran!" dediğini duydum.

 

"Sen bekle burada Aker." Dedim onun yanağını sıvazlayıp. Bir şeyler oluyordu.

 

Hızlı adımlarla bir üst kata ulaştığımda bakışlarım açık kapının gerisinde hararetli bir şekilde tartışan Maran ve onun üzerinde kilitli kalmıştı.

 

"Sana tek seferde soracağım! Hazırladığım projenin taslağını sen mi verdin onlara!" Ses tonu epey yüksek, gözlerinde olduğum noktadan bile belli olan alevler vardı. Sesini ayarlama gereği bile duymuyordu. Bir de burnundan soluyordu.

 

"Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" dedi Maran. Onun aksine ses tonunda bariz bir şaşkınlık vardı.

 

"Verdin mi vermedin mi?"

 

"Vermedim tabi ki! Sen beni ne sanıyorsun Baran!" Elindeki kağıtları sertçe onun önüne çarparken ona doğru bir adım atmıştı.

 

"Senden başka bu taslağı gören, yerini bilen yoktu! Nasıl oldu da onların eline geçti o zaman!"

 

"Sen bana ne demeye çalışıyorsun Baran! Senin sözlerinin altındaki asıl niyet ne!" Eliyle onun omzuna hafifçe vurdu. "Sen beni ne sanıyorsun!"

 

"Kim verdi o zaman! Nasıl onların eline geçti bu belgeler! Ben ve senden başka kimin haberi var da o belgeleri onlara versin!"

 

"Ben verdim öyle mi! Sen beni suçluyorsun şu anda..." Maran'ın ses tonu düşerken elini sert denecek bir şekilde kağıtların ve dosyaların rastgele saçıldığı masaya vurdu.

 

"Maran! İkimizden başka kimse bilmiyordu diyorum! Neyini anlamıyorsun!"

 

"Belki sen verdin! Belki sen verdin de suçu benim üzerime atıyorsun!"

 

"Saçma sapan konuşma Maran! Günlerimi verdiğim o dosyayı ne diye gidip rakip şirkete vereyim! O kadar aptal mıyım ben!"

 

"Günlerini verdiğin..." Hafifçe gülmeye başladı tam o sırada Maran. Sinir gülmesiydi bu. "Sadece sen çalıştın zaten o dosyanın üzerinde. Sadece sen emek verdin. Ama suçlu Maran oldu öyle mi!"

 

"Sen şu an içine düştüğümüz sorunu görmüyor musun acaba! Konu bu mu?"

 

"Değil mi! Her şeyde en öndesin ya zaten! Her şeyde hep sen varsın ya zaten!"

 

"Maran! Kendine gel!" Bu sefer o dayanamayıp itelemişti onu omzundan geri.

 

"Ben kendimdeyim Baran! Ama ne var biliyor musun sen kendinde değilsin! Varsa yoksa sen! Varsa yoksa Baran! Senin bir adım gerinde durmaktan çok sıkıldım!"

 

"Senin içinde neler varmış ya...Dosya bahanemiz oldu. Anlat anlat!"

 

"Yalan mı! Sen yokken ben vardım! O şirkete, o ihalelere, o projelere senden daha çok emek verdim ben!" İki eliyle onun yakasını kavrayıp geri duvara yaslamıştı. "O projede de senden daha çok çalıştım! Ama ne var biliyor musun! Ben ne yaparsam yapayım hep sen alıyorsun benim payımı!"

 

"Öyle mi?" Bu sefer o gülmüştü.

 

"Sen hiçbir şeyi hak etmiyorsun aslında Baran! Sen sana sunulan, sana verilen hiçbir şeyi hak etmiyorsun!"

 

"Neyi hak etmiyorum mesela? Bu projenin başında olmayı mı?"

 

"Ne onu ne de diğer şeyleri! Sen var ya Elif'i bile hak etmiyorsun!" Adım bu hararetli kavganın içinde geçince gayriihtiyari açık kapıya doğru bir adım atmıştım. Ben tam olarak bu bahsettikleri dosyanın hangi kısmında kalıyordum? Alakam neydi? Yerimden sıçrayıp gitmeme neden olansa onun sertçe Maran'ın elleri altından kurtulup geri duvara yaslaması olmuştu.

 

"Ne diyorsun lan sen!"

 

"Hak etmiyorsun Baran!" Boğazına yaslanan eller yüzünden sesi boğuk çıkıyordu Maran'ın. "Sen o iyi kızı da, o evliliği de hak etmiyorsun!"

 

"Benim evliliğimden sana ne lan!"

 

"Yalan mı Baran! Yok gibi davranıyorsun ona! Görmezden geliyorsun! Bilmiyor muyum! Hak ettiğini mi sanıyorsun sen onu!"

 

"Konumuz gerçekten proje mi yoksa benim evliliğim mi!" Maran'ın boğazına yaslı elleri bastırıyor olacak ki Maran nefes almaya çabalıyordu.

 

"Hepsi! Hepsi tamam mı!"

 

"Ne istiyorsun sen! Ne istiyorsun Maran! GERÇEKTEN NE İSTİYORSUN!" sesi delirmiş gibi yükselmişti bir anda.

 

"SENİN YERİNDE OLSAYDIM DİYORUM TAMAM MI! HER ANLAMDA SENİN OLDUĞUN YERDE OLSAYDIM DİYORUM! SENİN YERİNDE OLSAYDIM DA ŞİRKET FALAN OLMASA DA OLURDU TAMAM MI!"

 

"ÖYLE Mİ!"

 

"Elif..." dedi bakışları beni bulunca Maran. Onun omzunun üzerinden görmüştü beni. O da bakışlarını omzunun üzerinden bana çevirdi ve Maran'ın boğazına yaslı ellerini çekip geri döndü.

 

"Ne yapıyorsunuz siz?" dedim onların epey yüksek tondaki seslerine nazaran kısık sesimle.

 

"Elif bak biz sadece konuşuyorduk. Baran'a hak etmediği şeyleri anlatıyordum." Neydi o hak etmediği şeyler?

 

Bakışlarımı gömleğinin yakasını düzeltmeye uğraşan Maran'dan çekip ona çevirdim. Göz kapaklarını ağır çekimde kapatıp açarken derin bir nefes aldı ve hızlı bir şekilde geri döndü. Döndüğü gibi de Maran'ın suratına kafa attı. Her şey saniyeler içinde olmuştu. Şoklar içine gark, şok üstüne şok oluyordum.

 

"NE YAPIYORSUN!" Şaşkınlıkla bakakalırken o hiçbir şey olmamış gibi geri döndü ve sağ elinin baş parmağıyla alnını ovalamaya başladı. Ağzından acı feryatlar dökülen Maran duvarın dibine çöküp ellerini burnuna bastırmaya başlamıştı. Parmaklarından kanlar sızıyordu. "Sen ne yapıyorsun ya!"

 

Ama demin Maran'a kafa atmasından daha hızlı bir şekilde önüme geldi ve birden bacaklarımdan tutup beni yukarı kaldırdı. Onun omzunun üzerinde havalanırken bağı çözülen saçlarım yere doğru dökülmüş ve ben onun sırtı ve yerle bakışır olmuştum.

 

"NE YAPIYORSUN SEN! BIRAK BENİ!" Ama ne bağırışlarımı duyuyordu ne de sırtına vurmalarıma oralı oluyordu. Debelenip inmeye çalışmam da onun bacaklarımı saran elleri yüzünden engelleniyordu.

 

"Bağırma." Sesi omzunda debelenen bir insanı taşıyan birine göre öyle sakindi ki.

 

"Manyak mısın! İndir beni!" Bir yandan da hızlı adımlarla merdiven basamaklarını inmeye başlamıştı. Ben durmadan sırtına vurup inmek için uğraşıyordum. "Bıraksana! Ya indir beni!"

 

"Aman! Baran! Ne oluyor böyle!" En alt kata gelmiştik sanırım çünkü sesler artmış ve benim kulağımda Rojbin hanımın sesleri yankılanır olmuştu.

 

"Oğlum bu ne hal!"

 

"Çekilin!" Ama ne önüne çıkan halasına ne de annesine aldırmadan ilerlemeye devam ediyordu.

 

"Bir şey yapsanıza!" dedim avaz avaz onun sırtında doğrulmaya çalışıp. "Ya bir şey desenize!"

 

"Abi nereye götürüyorsun yengemi!"

 

"Baran..." demişti bakışlarımın saniyelik olarak değdiği Berfin.

 

"Siz yukarı Maran'a bakın. Duvara kafa attı. Burnu kırılmış olabilir."

 

"NE!"

 

"Bırak beni ya! Bir şey deyin! İndirsin beni! Bıraksana be!" Sırtına bu sefer yumruklarımı vurmaya başlamıştım. Avludan geçip kapıya ulaşmış ve durduğunda beni omzundan savurur gibi kapısı açılan arabaya bindirip kemerimi sertçe takmıştı. Daha ben ne oluyor demeden, kemeri açamadan kendisi de arabaya binip basmıştı gaza.

 

"Manyak mısın! Ne yaptığını sanıyorsun sen!"

 

"Evet! Manyağım! Oldu mu!"

 

"Yanlış sordum kusura bakma! SEN VAR YA EN BÜYÜK MANYAKSIN! HATTA-"

 

"HATTA NE!"

 

"MANDASIN! SEN NE YAPIYORSUN YA!" Araba o kadar süratliydi ki eğer kemerim takılı olmamış olsa muhtemelen ön cama yapışık bir vaziyette gidiyor olurdum. Sırtım deri koltuğa son derece yapışmış, bir elimle de cama tutunmaya çalışıyordum. "NEREYE GİDİYORUZ!"

 

"SUS! SORU SORMA!"

 

"ALLAH'IN MANYAĞI NEREYE GİDİYORUZ! SEN NE YAPIYORSUN BUGÜN YA! BURNUNU KIRDIN MARAN'IN!"

 

"ÇOK MU ÖNEMLİ SENİN İÇİN!" Bakışlarını saniyeliğine yoldan çekip bana çevirmişti. Bu hamlesi korkumu daha da harlamıştı.

 

"BURNUNU KIRDIN DAHA NE OLSUN! KAFA ATTIN KIRDIN BURNUNU!"

 

"NE O ÇOK MU ÜZÜLDÜN!"

 

"ADAMIN BURNUNU KIRDIN KONU ÜZÜLMEK Mİ SENCE!" Yoldan kalkan tozlar arabanın önünde bir bulut oluştururken derin nefesler almaya çalışıyordum bir yandan. Hayatımın en hızlı araba yolculuğuydu ve ben bunun hayatımın son yolculuğu olmasından öyle korkuyordum ki.

 

Az sonra araba acı bir fren sıkarak durduğunda kemerim olmasına rağmen öne doğru savrulmuştum ki kendimi toparlamaya vakit bulamadan ve ne ara indiğini anlamadan gelip benim kapımı açtı ve kemeri hızla çözdü. Onu itelememe fırsat bile vermeden aynı konakta yaptığı gibi beni hızlıca çekti tekrar omzuna aldı. Oradan bakınca Keloğlanın çıkınına benzer bir halim mi vardı acaba!

 

"BIRAK YA BIRAK!"

 

"KES SESİNİ!"

 

"MANYAK HERİF NE YAPIYORSUN SEN YA!" saçlarım onun omzundan aşağı savrulurken sallanan görüntümde sırtı ve yerdeki çakıl taşları vardı. Sırtına vurduğum yumruklara oralı bile olmuyordu. Ayaklarımla debelenmek, bu sayede yere inmek istiyordum ama bacaklarımı öyle sıkı tutuyordu ki.

 

"Baran oğlum?" dedi ben onun omzunda debelenirken Havva ablanın şaşkın sesi. Çiftlik evinin içindeydik.

 

"Evi boşaltın!" dedi kadına kükrer bir şekilde. Kadın şaşkınlıktan olsa gerek biz basamakları çıkarken kem küm etmişti ama tekrar bağırdı. "SORU SORMAYIN! BOŞALTIN EVİ!"

 

"Bıraksana beni ya! Havva abla bir şey yap!" Onun omzunun üzerinden doğrulup hızlıca akıp giden Havva ablanın görüntüsüne doğru elimi uzattım bir umut. "Polisi falan ara!"

 

"Kes sesini!"

 

"Manyak herif bırak beni!" Sırtına kendi güçlü saydığım yumruklarını geçirmemin en ufak bir etkisi yoktu. Dayanamayıp gömleğinin tutabildiğim kısmıyla onu sarsmaya başladım ama bana mısın demedi. Hatta adımlarını daha da hızlandırıp sertçe kapının birini açtı ve açtığı gibi ayağıyla sert bir biçimde kapattı. Çığlıklar atıyordum 'beni bırak' diye. Tabi ki oralı olmadı.

 

"Ne yapıyorsun!" dememe kalmadan da omzundan beni savurarak bir yatağın üzerine indirmişti. "Ne yapıyorsun sen-" Sırtım sertçe yatağa çarparken bileklerimi kendi elleri arasında tutup hareketimi iyice kısıtlamıştı.

 

"Maran'a gerçekten çok mu üzüldün?" dedi ben şaşkınlıktan doğru düzgün nefes alamazken. Sert ve sinirli nefesleri çarpıyordu yüzüme. Burnunu kıran oydu, benim üzülüp üzülmediğimin ne önemi vardı?

 

"Burnunu kırdın..." Ses tonumu yükseltemiyordum da. Aldığım hızlı nefesler yüzünden dudaklarım kurumuştu bir anda. Alev saçılan öfkeli bakışlarındaydı bakışlarım.

 

"Üzüldün mü üzülmedin mi?" Ses tonunu düşürmüştü ama hâlâ sinirliydi. Çünkü dişlerinin arasından konuşuyordu.

 

"Manyak herif adama kafa atan sensin. Hem niye bana soruyorsun bunu?"

 

"Söyle! Üzüldün mü?"

 

"Sana ne!" dedim kafamı ona doğru biraz daha yakınlaştırıp. "Niye umurunda! İnsan sırf bunu sormak için apar topar böyle mi getirilir buraya!" Dudakları aralanırken ben tekrar bağıracak sandım ama o gerisin geri sımsıkı birbirine bastırdı dudaklarını. Derin bir nefes alırken sık ve uzun kirpiklerini açtı kapattı.

 

"Maran niye bu kadar düşkün sana?" Bileklerimi yatağa yaslayan ellerindeki baskı artmıştı. Sorduğu soruya kaşları çatılırken gözlerinin ta içine bakıyordum.

 

"Ne?" dedim fısıltı gibi çıkan sesimle.

 

"Sizin aranızda bir şey mi var?" Bileğimi elinin altından kurtarırken epey sert denecek tokadı sol yanağının üzerine attım hiç düşünmeden. Avcumun içinde önce soğuk bir dalga sonra bileklerime kadar yayılan alevler cereyan etti. Yanağında sönen tokadım odanın içinde yankılanıp gidivermişti. Kafası diğer tarafa anlık savruldu ama geri bakışlarını hızla bana çevirdi.

 

"SENİN NE DEDİĞİNİ KULAĞIN DUYUYOR MU!" dedim avazım çıktığı kadar. "SEN BENİ NE İLE İTHAM EDİYORSUN!" Diğer bileğimi de elinin altından kurtarırken sertçe ittim onu göğsünden ama milim kıpırdamadı. Öylece, ifadesizce bakıyordu gözlerimin içine. Ama kan beynime sıçramıştı bir kere. "SEN NE DİYORSUN!"

 

"Ben..." dedi ama gerisini getiremedi. Çekilmiyordu da.

 

"SEN NE!" Sertçe bir kez daha iteledim göğsünden onu. Ama yine kıpırdamadı. "SEN BANA NE DEDİĞİNİN FARKINDA MISIN HA! DERDİN NE SENİN! NE İSTİYORSUN! GİDİP ADAMIN BURNUNU KIRDIN ŞİMDİ GELMİŞ BANA NELER DİYORSUN SEN!" Ses tellerim acıyordu artık. İçimdeki öfke tüm bedenimi cayır cayır yakarken vereceği en ufak cevap umurumda bile değildi. Bana bunları nasıl diyebilirdi!

 

"Özür dilerim ileri gittim." dedi kollarını iki yanımdan çekip dizlerinin üzerinde doğrulurken. Ama tamamen kalkmamıştı. Ama benim öfke damarıma bir kere basmıştı.

 

"DEFOL GİT! DEFOL!" dedim yatakta geri çekilip onu tekrar göğsünden iterken. Sert hem de öyle sert vurdum ki göğsüne. Geri sendeledi. "DEFOL GİT! GİT BURADAN GİT!" diye haykırdım nefesim yettiğince. Bakışları asla bana çevrilemezken sürüdüğü adımlarıyla kapıyı yavaşça açtı ve gitti.

 

Ama benim içimde öfkeden bir volkan vardı. Her saniyede ise patlıyordu. Yanaklarıma süzülen yaşlarla yataktan doğruldum ama aldığım her nefes, attığım her adım kor olup yanıyordu bedenimde. Öfkem dolu dizgindi. Geçecek cinsten değildi.

 

Derin derin solurken ayağıma takılan küçük kilimi sinirle iteledim. Yetmedi yatağın üzerindeki ince yorganı sinirle yere çarptım. Ama öfkemi geçirmeye bırak azaltmadı bile. İlerideki masanın üzerinde duran küçük bibloları hızla kavrayıp onun çıkıp gittiği kapıya çarptım. Ama yine geçmedi. Ellerimi sinirle kapıya geçirdim. Ellerimden yayılan acı sinirimin yanında bir hiçti.

 

'Sizin aranızda ne var' demişti. Nasıl diyebilmişti bunu bana, nasıl yakıştırmıştı?

 

Hızla kapının koluna asılıp kendimi dışarı attım beni daraltan, nefes aldırmayan, üzerime üzerime gelen odadan.

 

"Elif kızım?" demişti ben basamakları pata küte inerken Havva abla. Salonun ortasında durmuş beni görünce de gözleri korkuyla açılıvermişti.

 

"Bırak..." diye mırıldanıp evin kapısından dışarı çıktım hızlı adımlarla. Gitmem lazımdı. Beni daraltan bu evden gitmem lazımdı. Hızlı adımlarla önümdeki basamakları da inerken bakışlarım ileride, çitlerin önünde duran ona takıldı. Bana bakıyordu. Bana doğru adım atacak oldu ama umurumda bile olmadığından söylene söylene arabaya doğru yürüdüm. Allah'tan anahtarı üzerindeydi. Kimseye bakmadan çalıştırıp hızla çıktım bahçeden.

 

🔥

 

Elimdeki biten sigarayı yere atıp ayakkabımın ucuyla çiğnerken ağzımdaki ekşi acı karışımı tadı zorla yutkunmaya çalıştım. Buraya gelene kadar içtiğim kaçıncı sigaraydı bilmiyordum çünkü saymayı bırakmıştım.

 

"Birayê min?" dedi geriden bir ses. Kafamı yavaşça omzumun üzerinden geri çevirirken elindeki yeni kırılmış odunlarla bana doğru gelen Ninos'a başımla hafifçe selam verdim. "Hayırdır? Hangi rüzgar attı seni?" Elindeki odunları bırakmadan tam yanıma gelip durdu. Yeşil sarı karışımı gözlerinde biraz şaşkınlık biraz da garipseme vardı. Beni beklemiyordu.

 

"Hiç." dedim öylece. Neden geldiğimi de bilmiyordum zaten. Elimle çıkmaya başlayan sakallarımı sıvazladım. İki gündür kesmeyi unutuyordum. Eve gidince ilk işim onları kesmek olacaktı.

 

"Geç içeri. Hava serin." Omzuyla tahta kapıyı iteledi ve girdi içeri. Eski kapı gıcırdamıştı rahatsız edici bir şekilde. Açılmasıyla da üstten sarkan küçük çan şıngırdadı. Arkasından içeri girerken gözüme ilk duvardaki geyik boynuzları çarptı. Bu bina ne kadar eskiyse bu geyik boynuzları da o kadar eskiydi.

 

"Babam yok." dedi Ninos elindeki odunlardan yeni yanmış şömineye bir iki tane atarken. Yanaklarını şişire şişire ateşi üflemişti daha da harlansın diye. Sonra diz çöktüğü yerden kalkmadan bana çevirdi bakışlarını. Kavruk buğday teni ateşin etkisiyle kızıllaşmıştı. "Sen iyi misin? Ne bu halin?"

 

"Bilmem." Omzumu salonun tam ortasındaki ağaç kolona yaslarken bakışlarım ahşap koyu zeminde dolaşmaya başladı. "Hiç bilmiyorum."

 

"Bilinmezlik iyi değildir. Ama senin ilacın bende. Şimdi çözeriz mevzu neymiş." Ahşap zemin onun adımlarında gıcırdarken mutfağa doğru gitmişti. Az sonra bir elinde iki bardak diğer elinde de rakı şişesiyle geldi. Şöminenin tam önündeki masaya elindekileri bıraktı ve sandalyenin birini çekti. "Gel bakalım. Bilinmezlikleri çözelim seninle."

 

Gülümsemeye çalışıp masaya doğru yürüdüm ve çektiği, elde yapma eski ağaç sandalyeye oturdum. Geri mutfağa gitti ve biraz sonra elindeki tepsiyle döndü bu sefer. Bir tabak peyniri masanın üzerine bıraktı. Şişenin kapağını açtı ve bardaklara azar azar bölüştürdü. "Sanırım bugün sek içsek daha iyi." dedi gülerek ve yarım bardakların üzerini tamamladı. Birini benim önüme uzattı ve kendininkini de alıp tam karşıma oturdu. Bakışlarım şimdi daha harlı yanan alevlerin üzerinde dolaşıyordu. Ve bu alevler bana öyle tanıdık geliyordu ki...

 

"Neymiş benim kardeşimi bu denli bilinmezliğe sürükleyen şey?" dedi rakısından bir yudum aldıktan sonra. Ben daha içmemiş, içmeye niyet bile etmemiştim. Parmağımı rastgele bardağın ağzında dolaştırıyordum.

 

"Sence benle Maran arasında ne fark var?" dedim kafamı kurcalayan sorulardan birini dile getirirken.

 

"Ne açıdan? Eğer birine örnek verirsen farkı söylemem daha kolay olur."

 

"Fark işte." dedim bakışlarımı ona kaldırıp. "Herhangi bir fark. Beni ondan ayıran ne var?"

 

"Sormak istediğin bu mu yoksa başka bir şey mi merak ediyorsun?"

 

"Sadece aramızdaki farkı." dedim bir çırpıda.

 

"Sadece aranızdaki farkı..." Cümleyi kendince uzatırken bakışlarını yanan odunlara çevirdi. "İnsan durduk yere biriyle arasındaki farkı merak etmez. Bir şey olması lazım."

 

"Maran benden daha mı iyi?"

 

"Sens kimin için soruyorsun bu iyiliği? Ya da bu farkı?" Yeşil bakışlarında kırmızı yansımalarla bana dönerken önümdeki bardağa uzandım ve epey büyük bir yudum aldım. Dilim, boğazım yanıp giderken yüzüm de buruşmuştu.

 

"Yavaş." dedi gülerek. "İyiliğini öğrenmeden yakacaksın kendini. Gün uzun kardeşim. Daha çok içeriz."

 

"Bilmiyorum ama Maran'dan ne farkım var çok merak ediyorum. Kendimi neden diye sorarken buluyorum."

 

"Peki cevabını verebiliyor musun bu 'neden' diye sormalarının?"

 

"Veremiyorum." Rakıdan bu sefer daha küçük bir yudum aldım. "Aynı yaştayız, aynı ailedeniz, aynı yerde yaşıyor, aynı işi yapıyoruz. Ama benden daha mı iyi kestiremiyorum."

 

"Peki senden iyi olsa ne olacak?"

 

"Bilemiyorum..." Afallamıştım. Benden iyi miydi bilmiyorum ama benden iyi olsa ne yapardım bunu hiç düşünmemiştim. Zaten kendimi onunla hiç kıyaslamamıştım da.

 

"Sen ondan iyi olmasan ne olacak? Ne yapacaksın o zaman?"

 

"Bilemiyorum..." dedim tekrar. Bunu kendime hiç sormamıştım ki. Ben bunu hiç sormamışken kafamı bu denli karıştıran bu şey neydi peki? "Ben bugün ilk defa kendime bunu sordum. Ve verecek cevabım yok. Bir de..."

 

"Bir de ne?"

 

"Çok öfkelendim bugün. Kendimi kaybedecek kadar. Maran'ın her zamanki haliydi ama benim değildi. İlk defa bugün Maran'a karşı bu kadar öfkelendim. Normalde umursamam bile onu. İlk defa bugün ben, ben gibi değildim."

 

"Ne yaptı Maran?" O da kadehinden büyük bir yudum alırken yüzü gerilmişti. Eliyle karmaşık sarı saçlarını daha da karıştırdı.

 

"Senin yerinde olmak isterdim dedi bana."

 

"Bunu zaten bilmiyor muyuz?" dedi imalı bir gülüş atarken. Ninos beni çok küçüklüğümden beri tanıyordu. Maran'ı da öyle. Ve ben her ne kadar umursamasam da görmezden gelsem de aramızda görünmez bir rekabetin olduğundan söz ederlerdi. Benim tarafımdan yapılan bir hamle yoktu. Ama bilen herkes Maran'ın böyle bir rekabet yarattığını söylerdi. Ben buna yıllardır inanmıyordum hatta deli saçması buluyordum ama bugün ilk defa sesli söyleyince böyle bir şeyin var olduğunu görmüş oldum.

 

"Dedi ama bilmiyorum Ninos. Çok saçma geliyor. Niye böyle düşünüyor ki?"

 

"Çok basit." Şaşkın bakışlarım hızla onu buldu. "Sen buraya temelli dönene kadar o vardı çünkü. 'İzolların' torunu dendiğinde herkes onu gösteriyordu. İşin başındaydı."

 

"Ondan mı bana olan bu öfkesi?"

 

"Belki." Hafifçe omuz silkti.

 

"Burnunu kırdım onun." Bardağı tekrar dudaklarıma götürürken içindeki rakının hepsini kafama diktim ve tekrar şişeye uzandım.

 

"Ooo!" Büyük bir kahkaha atmıştı Ninos. "İşler kızışmış."

 

"Bana senin yerinde olmak isterdim dedi. Ama her anlamda. Hiçbir şeye sahip olmasaydım da keşke senin yerinde olsaydım dedi. Bir de..."

 

"Bir de?"

 

"Sen o kızı hak etmiyorsun dedi bana."

 

"Elif'i mi?" Ninos'un kaşları havalanırken yüzüne hafif bir gülüş yayıldı.

 

"Ben de dayanamayıp kafa attım. Burnu kırıldı."

 

"Eee?"

 

"Bilmiyorum işte. Kendime bir türlü hakim olamadım. Öfkeliydim ama içimde bambaşka bir şey de vardı. Böyle içimi kemiriyordu sertçe." İçimdeki o tarifsiz duyguya bir tarif bulmaya çalıştım. Tekrar aynı duygunun karıncalanmalarını hissedince rahatsızca kıpırdandım olduğum yerde.

 

"Kıskanmışsın." dedi gülerek Ninos. "Kıskançlık derler buna."

 

"Maran'ı mı? Daha neler..." Kendimce alaycı bir kahkaha attım. Ben ömrüm boyunca onu kıskanmayı bırak bunu düşünmemiştim bile.

 

"Maran'ı değil. Karını."

 

Bakışlarım yavaşça ona çevrilirken ateşin kızıllığı dudaklarındaki tebessüme düşüyordu. "Bu öyle bir şey değil..." diye mırıldandım elimdeki bardağı yavaşça bırakıp.

 

"Yanılıyorsun kardeşim. Bu tam da öyle bir şey. Kabul etmek zor geliyor çünkü bu hisse yabancısın. Bilmiyorsun. Karmakarışıksın, diğer duygularınla bunu kıyaslayıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorsun ama anlayamıyorsun. Çünkü daha önce hiç yaşamadın. Değer verdiğin, gözünden sakındığın bir şeyin ellerinden kayıp gidecek olmasından deliler gibi korkuyorsun. Çalacaklar sanıyorsun. Senden alıp götürecekler."

 

"Hayır." Derken ayağa kalktım hızla. Ellerimi saçlarımın arasından geçirip çekiştirdim. "Ben Maran'ın abuk subuk konuşmalarına öfkeliyim sadece."

 

"Maran hep aynı Maran. Ama sen aynı Baran değilsin artık. Kendini bir dinle. Sonra bana hak vereceksin."

 

"Hep böyle bilge miydin yoksa sonradan mı oldun kardeşim?" dedim alayla. Çakır gözlerinde yanan odunların kızıllığı vardı. Uzanıp kendi rakısından bir yudum aldı.

 

"Ne yapacaksın şimdi?" dedi bana bakmadan.

 

"Bilmiyorum. Her şeyi bok ettim. Saçmaladım orada. Çekti gitti o da."

 

"Ee git bul." Bakışlarım hızla ona çevrildi. "Bakma öyle. Git bul." O öyle deyince elimi cebime atıp kapalı olan telefonumu çıkardım ve hızla açtım. Ekrana düşen bildirimleri es geçip Salim'in numarasını tuşladım. Bir kere çalmıştı. Hazırda bekliyor gibi de çalar çalmaz açtı.

 

"Nasuh'un Yeri denen bir meyhanede. Gelsen iyi olur." Daha ben sormadan, ne soracağımı bilmeden de soracağım sorunun cevabını vermişti.

 

"Geliyorum." Derken telefonu cebime atıp hızlı adımlarla çıktım Ninos'un kapısından.

 

"Bir şey değil kardeşim." Diye bağırdı ben arabaya ilerlerken Ninos arkamdan. "Her zaman dert dinlerim!"

 

Güldüm.

 

🔥

 

Burnumdaki keskin kokuya suratımı buruştururken kafamı biraz daha öne eğdim. Parmaklarımla önümde duran bardağı sıkı sıkı kavradım ve yavaşça geri yaslandım sandalyemde. Derin bir nefes çekerken bardağı dudaklarıma götürdüm zar zor. Boğazımı yakarak inen sıvı içimdeki ateşi söndürmek yerine her yudumda maşallah bir güzel harlıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Başlamıştık bir kere. Bitirmek zorundaydık. Ee ne demişlerdi? Vallahi ben de bilmiyordum ne dediklerini. Rakı edebiyatım:0...

 

Elimdeki bardağa bakıp gülümsedim. Bitirmiştim. Ne ara dibini görmüştüm hiç bilmiyordum. "Tüh..." diye mırıldanırken bardağı masaya koymaya çalıştım. Önümdeki tabakta duran balıktan bir parça koparıp ağzıma atmaya çalıştım ama çatalıma tam takamadığım balık lap diye düştü beyaz tabağa.

 

Ağlayasım geldi...

 

Gözümün önüne gerilen yaşları elimin tersiyle silmeye çalışırken boş bardak da devrilmişti pat diye. Güldüm bu sefer de. Ani değişen duygularım, sallanan masam ve tavanı dönen, içinde gezen insanların döndüğü bu yerde mükemmel bir akşam geçiriyordum.

 

Nerede miydim ben?

 

'Nasuh'un Yeri' diye bir meyhaneydim. Kendime bile inandırmak için epey uğraştığım bir mekan seçimi olmuştu ama ne yapalım biz de böyle bir şeydik işte. Sinir ve harp anlarımızda ani kararlar verip kendimizi bu meretin elinde bulabiliyorduk. Hayatında kaç kere bu meretin elinde buldun acaba kendini Elif?

 

"İki..." diye mırıldandım içimdeki hâlâ mantıklı konuşabilen sese. Çünkü ben o gün mantığımı kaybetmiştim. İçimde bir yerlerde halen mantık kırıntısı olduğunu bilmek ise daha da güldürdü beni.

 

İyi kızdım hoş kızdım ama sinirli zamanlarımda asla mantıklı düşünemiyordum. Mesela böyle zamanlarda amcamın aklına uymak hangi akla mantığa sığardı? Hiç!

 

"Hiç!" dedim gülmelerimin arasından içimdeki sese cevaben. Hangi koşulda olursa olsun kendime hak vermekten de asla geri duramazdım.

 

Uzanıp yarısını gördüğüm 'yetmişlik' rakıdan bardağıma döke saça doldurmaya çalıştım. Elimle bardağı kavradım ve havaya kaldırdım. Fonda Bergen abla vardı şimdi. Daha demin ise Yıldız abla siliyordu kulaklarımın pasını.

 

'Sen affetsen ben affetmem' diyordu içli içli.

 

"Ben de affetmem be Bergen abla!" dedim ona ithafen. "Ben de bana yapılanı affetmem..." Güldüm sonra. Böyle ağlamaklı bir şekilde güldüm. Sonra Bergen ablanın bahanesiyle acılarıma kaldırdığım bardağı dudaklarıma götürdüm. Etraftaki birkaç bakış da bana dönmüştü ama oralı olmadılar. Çünkü herkes kendi alemindeydi.

 

"Biraz hızlı değil misin be kızım?" dedi ben rakının boğazımı yakan tadıyla uğraşırken önümdeki boş tabakları alan amca.

 

"Adın ne?" demeye çalıştım bardağı dudaklarımdan ayırıp. Diyebilmiş miydim emin değildim ama. Dilimde tuhaf bir uyuşukluk vardı çünkü.

 

"Numan." Yüzü dönen yaşlı adama bakmaya çalıştım. Ama görüntüsü kayıp duruyordu gözümün önünde. Tek ayırt edebildiğim pamuk gibi beyaz saçlar ve aynı saçları gibi beyaz olan sakallarıydı.

 

"Bak Numan amca." Dedim elimdeki bardağı masaya koymaya çalışıp. "Aslında içmemem gerekirdi ama..." Büyük bir şaşkınlıkla omuzlarımı silktim. "İşte..."

 

"Aklındaki her kimse epey üzmüş seni belli. Bu masaya oturan öyle keyfinden gelmez. Derdi vardır illaki. Eh rakı da buna eşlikçidir."

 

"Üzdü..." dedim yüzümdeki gülüş yavaş yavaş solarken. "Hem de nasıl üzdü biliyor musun?" Hafifçe çenem titremişti. Ama üzüldüğüme oralı olmayacak biçimde arka fonda hareketli bir şeyler çalmaya başlamıştı. Hayatın beni ciddiye alması da sanırım böyleydi.

 

"Çok mu uzakta peki?"

 

"Cık..." dedim iki omzumu birden silkip. Bardağımdan bir yudum daha almaya çalıştım. Bulanık bakışlarım gelen giden olmadığı kapıya çevrildi. Gelmeyeceğini biliyordum. Umursamayacağını da. Hem niye umurunda olacaktım ki ben öyle değil mi?

 

"Biliyor musun Numan amca?" dedim rakımdan bir yudum daha alıp. "O, hayatımda gördüğüm en sinir bozucu insan. Dengesiz bir kere. Bir anı diğer anını asla tutmuyor." Zorla bir yudum daha almaya çalıştım. "Kaşları hep çatık. Sinirimi bozuyor sonra da 'ben ne yaptım ki' diyor. Böyle diyor biliyor musun? Böyle masum masum ben ne yaptım diyor."

 

Güldü hafifçe Numan amca. İlgisini çekmiş olacağım ki karşımdaki sandalyeye ilişivermişti. Zaten benim de birilerine bir şeyler anlatasım vardı. İyi olmuştu. Bardağımdan bir yudum daha aldım zar zor.

 

"Kurtulamıyorum da ondan. Ondan kaçarken gidip ona yakalanıyorum biliyor musun? Bütün yollar ona çıkıyor sinir oluyorum." Bakışlarımı yine kapıya çevirdim. Gelmeyişine baktım. Hiç gelmeyecek oluşuna.

 

"Kader..." diye mırıldandı Numan amca. "Kaderin..."

 

"Hay ben böyle kaderin..." derken bir yudum daha içtim. Kaçtım sandığım kaderim niye her seferinde onu çıkarıyordu karşıma? Attığım adımların sonunda neden hep o vardı? Ve ben neden bu denli öfkeliydim ona?

 

Sana çiftlik evinde dedikleri yüzünden? Diye araya girdi içimdeki ses.

 

"Ne yaptı biliyor musun bir de!" diye yükseldim sinirle. Numan amcanın gözleri şaşkınlıkla açılmıştı bu ani yükselişime. Ama aklıma gelen şey, içime dolan sinirle taşmak üzereydim. Elimi sertçe masaya indirdim. "Üzüldün mü ona dedi bana! Üzüldün mü dedi biliyor musun! Ben ondan nefret ederken bir de ona mı üzüleceğim! O var ya o! O şerefsiz benim bilekliğimi çaldı! Hırsızın teki! Ben üzülür müyüm hiç ona! Ama o manda herif ona üzüldün mü dedi bana! Sonra dedi ki..." Bardağıma uzanıp büyük bir yudum aldım. "Dedi ki..." Cümlemi toparlayamıyordum bir türlü. Sinirden mi yoksa rakıdan mı bilmiyorum ama kelimelerim de zihnim gibi dağılıp gitmişti.

 

"Yanlış anlamış seni?"

 

"Heeeh!" dedim haklılığına büyük bir tepkiyle. "Yanlış anlamak değil ama onunki. Mandalık! Manda herifin teki olduğundan oluyor bunlar hep!" sinirle boşalan bardağı çarptım masaya.

 

"Kıskanmış seni..." diye mırıldandı Numan amca. O böyle deyince şaşkın bakışlarımı kırpıştırdım. "Yani tabi sen daha iyi bilirsin kızım ama bana kalırsa kıskanmış. Ondan öyle davranmış."

 

"Bırak be Numan amca..." dedim gülerek. Uzanıp şişeden biraz daha rakı boşalttım bardağıma. "O manda herifin umurunda bile değilim ben. Duygusuz bir kere o! Duygusuz insan kıskanır mı!"

 

"O zaman o, senin umurunda." Yüzümdeki gülüş solarken şaşkın bakışlarımı Numan amcaya çevirdim. "Seni bu masada rakı içirtecek kadar sinirlendirdiğine göre. Doğru mu anladım?" omuz silktim hafifçe. Bakışlarımı gelen giden olmayan kapıya çevirdim. Gelenin olmayacağı kapıya. Sonra da bardağımı kavradım sıkıca. Burnumu çekip bardağın içindeki rakıyı diktim kafama.

 

'Hayır' der gibi kafamı salladım.

 

"Çok garip biri." Diye mırıldandım. "Hayatımda gördüğüm en garip insan. Çoğu zaman kestiremiyorum onu. Ama her hareketini ezbere de biliyorum. Mesela bir şey sinirliyse ki hep sinirli, bir şey demeden önce derin bir nefes alıyor. Hafifçe dudaklarını içini dişliyor. Çok az gülüyor hatta hiç gülmüyor biliyor musun? gülünce sol yanağı hafif çukurlaşıyor, gözleri kısılıyor ama manda ya gülmüyor işte. Takıntı derecesinde düzenli. Ortada bir poşet gördü diye dağınıksın demişti bana! Mal herif! Bende kafa attım ama hakkımı yemeyelim. Ekşi şeyleri sevmiyor, limondan nefret ediyor. Hatta kokusunu duyunca kusuyor." Güldüm. Saçlarımı kulaklarımın ardına kıstırdım. "Garip biri. Çok garip biri. Sol gözünün altında küçük bir suçiçeği izi var mesela. Düşünürken işaret parmağıyla sürekli ona dokunuyor ama fark etmiyor." Kendi parmağımla ben de sol gözümün altına dokundum. "Bir şey çözmeye çalışırken dudağının altını kaşıyor." Dudağımın altını kaşıdım.

 

"Bak ne kadar da umurunda. Umurunda olmasa bu kadar şeyi nasıl bileceksin?" Omuz silktim yine. Bakışlarımı artık kimsenin gelmeyeceğine emin olduğum kapıya kaldırma gereği bile duymadım.

 

"Gelmesini bekliyorsun değil mi?" diye sordu Numan amca. Benim bakmadığım kapıya çevirmişti başını. Kalktı oturduğu yerden yavaşça. Omzumu silktim yine. Bardağımı yukarı kaldırdım ve burnumu tekrar çektim. Diğer elimin tersiyle de gözümden düşmek üzere olan yaşı sildim sarsak bir biçimde. Dudaklarımda acı bir gülümseme, gözlerimde ise canımı yakan göz yaşları vardı. Ruhum karmaşık, aklım karmaşık ve en önemlisi duygularım arap saçıydı.

 

'Odamı kireç eyle

 

Yüzümü güleç eyle' diyordu fonda. Gülmeyen yüzümdeki acı gülümsemeyle içimi kemiren acılara kaldırdım bardağımı. Hafifçe mırıldanarak eşlik ettim ben de türküye.

 

'Yandım aşkın elinden

 

Gel bana ilaç eyle...'

 

O sırada türkünün kısık melodisine ahşap kapının üzerinde duran zilin sesi karıştı. Bulanık bakışlarım, dönen ortam ve akan zaman durdu bir anda.

 

"Ooo!" dedim bardağımı indirmeden. Bana doğru yürüyüşüne baktım. "Esmerlerin şahı..." Küçük bir kahkaha kaçtı dudaklarımdan. Geldi hızlı adımlarla. Belki de yavaştı adımları ama ayırt edemiyordum. Tam yanımda durdu.

 

"Ne yapıyorsun burada sen?" dedi bir eliyle sıkıca oturduğum tahta eski sandalyeyi kavrayıp. O tutunca tüm dünya birden dönmeye başlamıştı. Buna o da dahildi. Gülesim geldi. Ama ciddi bir şekilde bardağımı ona doğru sallayıp "Rakı balık." Dedim.

 

"İyi halt yedin." Dedi sinirli bir tonlamayla.

 

"Cık cık cık cık..." derken kafamı iki yana salladım. Bu başımı daha çok döndürmüştü. "Halt değil. Balık..." diye düzelttim. Niye her şeyi yanlış söylüyordu ki bu adam! Mesela Yiğit hocaya da Cahit diyordu. Aklı neredeydi!

 

"Kalk hadi." Dedi kolumu tutup. Ama bu yaptığı hoşuma gitmemişti. Kolumdaki elini iteledim sinirle. Niye gelip benim keyfimi kaçırmıştı ki şimdi bu! Hangi keyif? Diye araya girdi içimdeki ses. Onun çiftlik evinde bozduğu keyfin mi?

 

"Çekilsene be!" diye cırladım. "Gelmiyorum ben hiçbir yere! Sen git!" İşaret parmağımla sarsakça saatlerce gelmesini beklediğim kapıyı işaret ettim.

 

"Senin burada ne işin var Allah aşkına?" dedi bıkkın bir tonda. Bir dakika bir dakika o bıkamazdı çünkü ilk ben bıkmıştım.

 

"Sana ne!" diye cırladım bu sefer de. "Seni neden ilgilendiriyor! Gider misin!" demeye çalıştım ama kelimeler peltek peltek fırlamıştı ağzımdan. Önüme dönüp bardağımdan bir yudum daha almaya çalıştım ama dudaklarıma götürdüğüm bardağı elimden kapıp karşımdaki sandalyeye oturdu. "NE YAPIYORSUN BE!" diye yükseldim bu sefer. Bana dönen bakışlara oralı bile olmadım. Ama benim bağırmamı duymuyormuş gibi elimden kaptığı bardağı dikti kafasına ve sonra sertçe önüme koydu.

 

"Sen beni delirtmeye mi çalışıyorsun?" dedi dişlerinin arasından. "Sen nerede olduğunun farkında mısın?"

 

"Hı hı..." diye salladım başımı gayet bilge ve ciddi bir edayla. "Narus muydu Nasur muydu neydi?" Güldüm. "Bak sen gibi ismini karıştırdım gördün mü? Hani sen de Yiğit hocaya-"

 

"Siktirme Yiğit'ini!" diye tısladı dişlerinin arasından. Gülerken yapmacık bir şaşkınlıkla açtım gözlerimi.

 

"Ooo sen sinirli misin! Pardon! Sen sinirli olamazsın!" Elimle masaya vurdum. "Asıl ben sinirliyim tamam mı! Sana öyle öfkeliyim ki!"

 

"Sen de öfken geçsin diye kendini meyhaneye mi attın?" Bakışlarını kestiremiyordum çünkü yüzü dönüyordu ama çatık kaşlarının altından baktığına sarhoş olsam bile emindim.

 

"Yok ya..." dedim geri yaslanıp. "Aklımda yoktu. Geçerken tabelasını gördüm. Zaten hayatın kayık kızım aklın fikrin kaysa ne olur ki dedim." Güldüm hafifçe. Ama durduramadım kendimi. Hafif gülmelerim kahkahaya dönüştü. Dirseklerimi masaya yaslayıp ellerimle yüzümü kapattım kahkahalarım kesilsin diye. Kahkahalarım kesilmişti ama bu sefer de hıçkırıklarım kaçtı dudaklarımdan. Gözümdeki yaşlar ellerimden sızarken omuzlarım da sarsılmaya başladı.

 

"Hişşş..." dedi ben hıçkırıklarımın arasında boğulurken ıslanan elimin üzerine konan sıcak eli. Sonra diğer elini koyup ellerimi çekti yüzümden. "Ağlama..." dedi.

 

"Nasıl ağlamayayım!" dedim hıçkırıklarımın arasından. Göz yaşlarım yüzünden kör de olmuştum iyi mi! "Sen bana neler dedin ya neler! O it herifle aranda ne var dedin! Demedin mi!"

 

"İt herif demedim ama bundan sonra ben de it herif derim ona. Ağlama..." İnatla omuzlarımı silktim. O 'ağlama' dedikçe daha çok ağlayasım geliyordu. "Özür dilerim..." dedi.

 

"Dileme!"

 

"Gerçekten özür dilerim. Öyle demek istemedim."

 

"Ya ne demek istedin!" yanağımdaki ellerini sinirle indirdim. "Demedin mi! Dedin!" Kuvvetlice burnumu çektim. "Dedin işte!"

 

"Dedim evet. Dayanamadım çünkü onun dediklerine. Öfkelendim. Özür dilerim."

 

"Dileme tamam mı!"

 

"Niye?" dedi şaşkın şaşkın.

 

"Sümüklerim akıyor çünkü!" Güldü hafifçe. Gülünecek ne vardı bunda pardon! Ağlayınca insanın sümükleri akardı!

 

"Gel buraya yaklaş." Dedi masadaki peçetelikten peçete alıp. Burnumu çektim kuvvetlice ama bendeki sümükler de mübarek maşallahtı. Kuzu kuzu uzattım kafamı ona doğru. Peçeteyi burnuma dayadı.

 

"Hıh yap hadi..." O öyle deyince de gülesim geldi. Ağlamayı bırakıp gülmeye başladım ama ona sinirim hepsinden baskındı. Kuvvetlice eline vurdum. "Çek elini!" diye çemkirirken elinden peçeteyi alıp sarsakça burnumu silmeye çalıştım.

 

"Hadi kalk gidelim."

 

"I-ıh!" diye abartılı bir biçimde kafamı geri attım. "Sen git. Hatta." Derken 'a' harfini uzattıkça uzattım. "Defol git!" ama ne gitti ne de gitmeye teşebbüs etti. Elini yanağıma koydu yavaşça. Ben de başımın tüm ağırlığını onun avcunun içine yaslarken gözlerimi kapattım. "Çok öfkeliyim sana."

 

"Ben de..." diye mırıldandı. "Ben de bana."

 

"Niye öyle dedin ki? Neden?" İçli bir nefes çektim. Uykum geliyordu. Ve onun sıcak eli uykumu destekliyordu.

 

"Çok öfkelendim çünkü ona. Sürekli etrafında olmasına, sonra bana dediklerine. Çok öfkelendim. Ona kek ayırmana çok öfkelendim."

 

"Gerizekalı mısın!" dedim gözlerimi açıp. Bulanık bakışlarımı onun dönen yüzüne kaldırdım. Sonra elini iteleyip masada ona doğru eğilmeye çalıştım. "Ben sana yaptım o keki! Gerizekalı!"

 

"Biliyorum." Diye mırıldandı.

 

"Bilmiyorsun. Sen var ya hiçbir şey bilmiyorsun! Sen mesela o gün gö-" Ama sözlerimi tamamlayamadım. Büyük bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. Diyemedim 'o gün göletin yanında kollarına düşen kız bendim'. Beceremedim. Bir daha hıçkırdım.

 

"Kalk hadi gidelim." Masadan destek alıp kalktı ve yanıma dolaştı. "Hadi."

 

"İstemiyorum..." diye mırıldanırken rakı şişesine uzandım tekrar. Ama bardağımı hızlıca çekip aldı önümden. Olabilirdi. Bu hayatta her zaman engeller olacaktı. Madem bardakta içmeme engel oluyordu ben de şişeyi kafama dikerdim. Öyle de yaptım. Keşke yapmaz olaydım.

 

Yamuldum çünkü.

 

Eciş bücüş oldum. Zaten o da şişeyi elimden alırken beni de kaldırmıştı.

 

"Bugünlük bu kadar yeter. Yürü gidiyoruz." Elini belime sarıp 'olmaz, bu sarhoşluk burada bitemez' diyemeden beni kaptığı gibi çıkardı dışarı.

 

Soğuk hava tokat gibi tüm vücuduma çarparken titreyip gitmiştim. Dudaklarımdan da üşüdüğümü bildiren mırıltılar döküldü. Sırtıma ceketini örtüp önümü sıkıca geçirdi. Benim sürünen adımlarıma oralı bile olmadan beni hızla arabaya bindirdi ve kemerimi bağladı 'tak' diye. Yine o kemeri, koltuğu bozuk milyonluk arabayla gelmişti manyak herif! Bu mühendisler beni niye duymuyordu pardon!

 

Hızla diğer tarafa dolaştı ve koltuğa oturdu. "Şu hale bak..." diye söylenmeye başladı. Kafam dönüyordu hocaaaam! Kusasım vardı! "Şu hale bak!" Sinirle karışık güldü. "Nerelerden topluyoruz hanımefendiyi şu hale bak!"

 

"Seri ol şoför!" dedim onun sinirli söylenmelerine aldırmadan kahkahayla. Parmağımla yanağına dokundum. Sinirli bakışları bana çevrildi. Bağıracak diye bekledim ama bağırmadı. Ama sinirle güldü. Sol yanağı çukurlaştı gülünce. Gözleri kısıldı.

 

Ben de güldüm.

 

"Esmer ata atladı..." diye mırıldandım. "Tabancalar patladı..." Arabayı çalıştırmış hatta gaza da basmıştı. Midem bulanmıştı ama umurumda mıydı! Asla! Çünkü konserim asla yarım kalamazdı.

 

"Biliyor musun!" dedim kahkahayla karışık. "Benim sesim acayip güzeldir."

 

"Kesin." Dedi alayla.

 

"İnanmıyor musun? inanmazsan inanma! Sarışınlar çat!" dedim kafamı camdan dışarı çıkarıp. "Esmerin adı Oya. Benzer güneşe aya. Bir küser bir naz eder, öptürmez doya doya!"

 

Yol akıyordu, başım deli gibi dönüyor, içimde beni yakıp kavuran bir öfke vardı ama umurumda değildi! Hatta arada bir bulanan midem ağzıma ağzıma geliyordu. Kusmama ramak vardı bence.

 

Ama umursamadım.

 

Yol aktı, benim kafamdaki coşkulu konserde önüne gelen şarkısını söyledi.

 

"Esmerim biçim biçim..."

 

"Yürü hadi." Gözümün önünde amansızca akan görüntü durmuştu ama dönmesi kesilmemişti. Bulanık bakışlarımdan konağın büyük kapısını seçiyordum. Görkemli 'İzol Konağının' el işlemeli asırlık kapısı. Bir kapıdan daha fazla şey ifade ediyordu benim için.

 

"Ölürüm esmer için..." dedim gülmeyle karışık. Dönen görüntüsü tam önümdeydi. Kafamı uzattığım kapıyı açtı. O öyle yapınca yalpalamıştım. Uzanıp kemerimi açtı.

 

"Hadi kalk." Ama bir sorsaydı önce kalkmak istiyor musun diye. Sormadı. Öküzdü işte. Ultra öküz.

 

"Sen de ya!" dedim sinirle. "Ne diye her seferinde benim konserimi bölüyorsun! Çekil kendim inerim ben!" Sinirle ellerini iteleyip arabadan inmeye çalıştım. Ama bir adım demeden yeri boylayacaktım ki belimden kavradı sıkı sıkı. "Bırak bırak!" dedim belimdeki ellerine vurup. Ama bırakmadı. Hatta ayaklarım bir anlığına yerden kesilir gibi oldu. Kuvvetle çekti beni. Sertçe arabanın kapısını kapattı ve o ses beynimin her kıvrımında yankılandı.

 

"Yürü!" dedi sinirli bir tonla. Kollarının arasında çırpınıp kurtulmaya çalıştım ama nafileydi. Çuval tutar gibi tutuyordu mübarek.

 

"Bırak..." diye çırpındım tekrar ama bırakmadı. Belimdeki kolu daha da sıkılaştı.

 

"Önünüze bakın lan!" diye kükredi yandaki sekizizlere doğru. Onlar yine mi gelmişti ya? Şaşkınca onlara bakmaya çalışırken ayaklarım kesiliverdi birden. "Seninle mi uğraşacağım ben!"

 

"Vuhuuu!" dedim coşkuyla. Kafam onun kucağında geri düşerken yüksek sesle bir kahkaha attım. "Uçuyorum! Uçur beni manda pilot!" Yüzüme gerilen saçları zar zor iteleyip daha büyük bir kahkaha attım.

 

"Hale bak... Şu halimize bak..." diye homurdanıyordu üst kata çıkan basamakları hızla tırmanırken. Söylenemezdi! Ona sinirli olan bendim bir kere! Elimle ağzına vurmaya çalıştım susması için. "Dur kızım ya!" diye bana çevirdi sinirli bakışlarını. "Ne vuruyorsun!"

 

"Sinirimi bozuyorsun!"

 

"Bak herkes uyuyor. Kes şunu!" dedi yine ve yine sinirle. Bir daha vurdum ağzına. Bir şeyler mırıldandı ama asla anlayamadım. Anlamadığım için bir daha vurdum. "Yeter be yeter!" dedi odanın kapısını açıp beni hızla yatağa bırakırken. "Manyak mısın sen!"

 

"Soruyor musun!" dedim dengemi sağlamaya çalışırken. Oda dönüyordu odaaaaa! "Manyak manyağı her yerde tanır işte!" Ellerimi yatağa yaslayıp yatağın üzerinde ayağa kalkmaya çalıştım ama başım var ya dönme dolaptan halliceydi.

 

"Ben gidip ayılman için sana bir şeyler getireceğim. Uslu dur." O öyle deyince yalandan bir korku ifadesiyle elimi alnıma dayayıp asker selamı vermeye çalıştım. Ben öyle yapınca çatık kaşları yumuşadı. Hatta suratında gülmek ve gülmemek arasında bir ifade oluştu.

 

Hıçkırdım.

 

O söylene söylene dışarı çıkarken ben de güç bela yataktan inip balkon kapısına doğru yürüdüm. Ama ayağımdaki ayakkabılar o kadar ağırdı ki sinirlerim yine fırlamıştı.

 

"Ulan..." diye söylendim dönen ayakkabılarıma. "Başlarım sizin keyfinize." Zorla ayağımdan çıkarıp fırlattım rastgele. Sonra balkon kapısına asıldım ve zorla açtım. Soğuk hava yüzüme, vücuduma çarptığında ağzıma ağzıma çıkan midem bir anlığına rahatlamıştı. Derin bir nefes almaya çalışıp çıplak ayaklarımla balkona çıktım. Zar zor tırabzanlara ulaşıp ellerimle kavradım gözlerimi kapatıp esen rüzgarın tüm hücrelerime işlemesine izin vermeye çalıştım. Midemdeki bulantı çok şükür hafifliyordu.

 

"Ne yapıyorsun sen!" dedi arkamdaki ses ben rüzgarın esintisine dalıp gittiğimde. "Çekil şuradan!" Beni kolumdan tutup hızla geri de çekmişti. Göğsüne çarptım hızla.

 

"Ne o?" dedim peltek peltek. Gülmeye çalıştım. "Aşağı atlarım diye mi korktun?"

 

"Yürü hadi!" beni kolumdan çekip içeri yürüttü. Ama sarsak adımlarım yetişemiyordu ona. "İç şu kahveyi." Dedi komodindeki kahveyi alıp bana uzatırken. Burnumun önüne yaklaştırınca midem ağzıma gelmişti yine.

 

"Öf çek!" dedim elimi ağzıma gerip. "İçmem!"

 

"Kör kütük sarhoşsun. İç şunu kendine gel."

 

"Gelmem." Dedim elini itelerken. Kahve de bu bahaneyle dökülmüştü zaten. Yatakta geri doğru çekilip ayağa kalkmaya çalıştım. Kafamın içinde 'İbrahim Tatlıses' vardı elindeki halay mendiliyle. Acilen eşlik etmem lazımdı. Kahvenin sırası mıydı!

 

"Kara üzüm habbesi le le le canım!"

 

"İn şuradan düşeceksin." Diye homurdandı. Ama umursamadım.

 

"Gönlüm sevmez herkesi esmersen güzelsin!" Acil halay moduna geçmem lazımdı ama dengemi bir türlü sağlayamıyordum yumuşak yatağın üzerinde.

 

"İn!"

 

"Gelme biye küstüm siyeeee! Gelme biye küstüm siyeeeee!"

 

"Allah'ım sabır ver..." diye söylendi bu sefer.

 

"Bir öpücük vermediiiin vallah huylandım siyeeee!"

 

"İn şuradan." Dedi sakin sakin ama bana kalırsa sakin değildi. Delirmesine ramak vardı. Oh olsundu ona. Canıma değsindi. Yatağın üstünde türkü söyleyerek yürüyüp komodinin üzerinde duran bardağı aldım karşı tarafa fırlattım.

 

"GELME BİYE KÜSTÜM SİYE!" Sonra yastıklardan birini kavrayıp diğer tarafa fırlattım. "BİR ÖPÜCÜK VERMEDİN VALLAH HUYLANDIM SİYE!"

 

Güldü. Ama sinirden olduğu apaçık belliydi. Oturduğu yerden kalktı yavaşça. O kalkınca sanki yatak sallanıyor gibi olmuştu. Zaten olmayan dengem de sayesinde iyice kaydı gitti. Eğer belimden tutmasa ben de omuzlarını kavramasam muhtemelen yeri de boylardım.

 

"Saçmaladın iyice. Gece gece düşüp iş çıkaracaksın başıma!" Beni yavaşça tutup yatağa oturttu. "Ne vardı bu kadar içecek?" diye homurdanırken kendi de oturdu yanıma.

 

"Of..." diye memnuniyetsiz bir biçimde homurdandım. "Midem bulanıyor..."

 

"Kalk." Dedi kolumu tutup. "Yürü banyoda kus. Üstüme kusuyorsun sonra."

 

"Öf bırak." Dedim kolunu iteleyip. Öyle kusma şeysi değildi. Daral gelmişti. "Kusmayacağım. Öf!" dedim sinirle. Üzerimdeki ince triko kazak ateş bastırmıştı bir anda. Yakamı çekiştirdim oflayıp. Ama yetmedi. Terleyen saçlarımı iteledim geri. Olmadı. Tuttum kazağımın uçlarından sıkı sıkı çekiştirdim yukarı.

 

"Hop hop hop." Dedi ben çıkarmak için büyük bir uğraş içine girdiğimde bileğimden tutup. "Ne yapıyorsun sen?"

 

"Öf bırak. Sıcak bastı." Tekrar engelleyecek oldu ama eline sertçe vurduktan sonra beni daraltan, cehennem sıcağı yaşatan kazağı çıkarıp attım. "Ayy..." diye mırıldandım rahatlamayla karışık. "Çok sinirliyim sana..." dedim nefes nefese. "Sen..." Göğsüne vurdum. "Sen bana o evde neler dedin!" Durup durup içimde patlayan bir volkan vardı. Kendimi asla durduramıyordum. "Sen bana o it herifle aranda ne var dedin!"

 

"Sinirime yenildim."

 

"Başlarım senin sinirine!" daha sert vurdum bu sefer. Gömleğinin yakasını kavradım sertçe. "Sen bunu nasıl diyebilirsin ya! Ben öyle biri miyim! Gerizekalı! Gerizekalı bir aptalsın tamam mı! Mandasın! Öküzsün! Malsın!"

 

"Tamam yeter!" dedi göğsüne vurduğum elimi tutup. "Yeter... Öfkeden gözüm döndü tamam mı? Baştan beri onunla konuşabiliyor olmana sinirlendim. Onun gelip abuk subuk konuşmalarına sinirlendim. Oldu mu? ÖZÜR DİLERİM! DEMEMEM LAZIMDI AMA KENDİMİ TUTAMADIM!" Gözlerini açabildiği kadar açmış omuzlarımı sıkı sıkı kavramıştı.

 

"Aptalsın..." diye mırıldandım. "Hiçbir şeyi bilmeyen aptalın tekisin..." Uzanıp tekrar vurmaya çalıştım ama yapamadım. "O yalancı herifle aramda bir şey olabileceğine gerçekten nasıl inandın?"

 

"Kıskandım..." diye mırıldandı. "Oldu mu? Kıskandım." Alnını hafifçe alnıma sürttü. Gözlerimi yavaşça kapatırken ciğerime usul usul dolan kokusunu çektim. "Sadece burnunu kırdığıma dua etsin." Diye mırıldandı. Güldüm sonra.

 

"Ben de Berfin'i yolmak istiyorum." Bu sefer o güldü ama çok kısa. Anlık böyle. Bir elini sol yanağıma koyup baş parmağıyla hafifçe okşadı. "Her bir saç telini tek tek koparmak istiyorum..." diye mırıldandım dişlerimin arasından. "Onu kıyma yapasım var. Kıyma yaptıktan sonra kol böreği yaparım belki. İğrenç olur tadı." Yine güldü ama bu sefer deminkinden daha uzun. Derin bir nefes almaya çalıştım.

 

"Deneme bile." Diye mırıldandı. Başım felaketti. Gözlerimi tekrar kapattım onun elinin sıcaklığıyla.

 

"Beni nasıl buldun sen?" diye peltek bir şekilde mırıldandım. Arabayı alıp çekip gitmiştim. Sahi nasıl bulmuştu o beni?

 

"Ben bulurum..." Baş parmağı sol elmacık kemiğimin üzerindeydi.

 

"Allah Allah..." dedim alayla. Ama gözlerimi açamıyordum. Hatta dilim daha da peltekleşmişti. Benim dilim kesin balondu.

 

"Öyle..." dedi. Sesi sanki uzaklaşır gibiydi ama uzaklaşmadığını biliyordum. Ferah kokusunun genzime, ciğerlerime dolmasından emindim buna. Hatta sıcak nefeslerinin saçlarımın arasına ulaşmasından da. Peki bu beni niye hiç rahatsız etmiyordu? Rahatsız etmediği gibi aksine kendimi niye bu denli güvende hissediyordum ben?

 

Ne oluyordu?

 

Kafamı geri çektim hafifçe ama o ne elini yanağımdan çekti ne de bir adım geri gitti.

 

"Ben niye sarhoş oluyorum ya..." diye gülerek mırıldandım.

 

"Acaba niye?" dedi gülerek.

 

"Olmasaydım iyiydi..." Kafamı tutamıyordum. Ağır geliyordu vücuduma. Ama sağ olsun benim yerime o tutuyordu resmen kafamı. "Geçende de sarhoş oldum ya..." diye güldüm. Hatta küçük de bir kahkaha attım. "O gibi..." Uykum geliyordu. Bedenimde tatlı bir uyuşukluk vardı.

 

"Kusmuştun. Üzerime." Diye alt yazı geçince suratımı buruşturdum. Hatırlatması şart mıydı!

 

"Keşke ağzına kussaydım..."

 

"Bir an onu yapacaksın sanmıştım." Usulca tekrar okşadı yanağımı.

 

"Keşke yapsaydım..." diye mırıldandım birkaç santim uzağımdaki dudaklarına bakıp. Başını bana doğru eğerken parmağı hafifçe dudağıma dokunmuştu. Gözlerimi kapattım. Ne geri çekilebildim ne de onu iteledim. Bekledim. Neden beklediğimi bilmeden öylece bekledim.

 

"Sarhoşsun..." diye fısıldadı dudaklarıma doğru. Burnunu tam burnumun kenarına sürttü. İçime çektiğim nefesin nasıl verileceğinden bihaberdim şimdi. "Peki benim bu sarhoşluğum?" Burnunu tekrar sürttü yavaşça. Gözlerimi daha sıkı bastırdım birbirine.

 

Öpecek... diye utangaç bir biçimde mızıldandı içimdeki ses. Dakikalar geçti, zaman aktı. Ne öptü ne geri çekildi. Ben de nefessiz bir biçimde bekledim.

 

"Sabaha unutacaksın..." diye fısıldadı. Unutacağımı sanıyordu hatta emindi. Ama yanılıyordu. Unutmazdım. Bilincimi yitirecek kadar sarhoş olsam da unutmazdım. Sıcak parmaklarını dudaklarımdan çekti önce. Sonra kendi geri çekildi. Boşluğa düşer gibi oldum o an. "Uyu sen." Dedi yatakta biraz geri kayıp. Ama kalkmadı. Gitmedi. Ben de bacaklarımı yukarı çekip kafamı dizine yasladım. "Böyle mi uyuyacaksın?" diye sordu şaşkın bir tonlamayla.

 

"Hı hı..." diye mırıldandım. Atletimi çekiştirdikten sonra kolumu da bacağına sarmaya çalıştım.

 

 

 

 

 

"Niye böyle bir şeysin sen?" diye mırıldanırken saçlarımın arasında parmaklarını hissettim.

 

"Nasıl?" dedim uyku, sarhoşluk ve aptallığın çöktüğü sesimle.

 

"Bazen sana bakınca yaşından çok ama çok ileri birini görüyorum. Bazen de küçücük bir kız çocuğu. Ama ya bu halin? Niye böylesin sen? Niye akla zararsın?"

 

"Eyvallah..." derken gülmeye çalıştım ama beceremedim. Çünkü anlayamıyordum dediklerini. Algılarım gittikçe kapanıyordu. "Demin..." derken başımı kaldırmaya çalıştım. "Dudakların çok yaklaştı ya... Şey sandım..."

 

"Kör kütüksün. Hiçbir şey anlayamayacaktın."

 

"Hııı..." diye mızıldanırken kafamı geri dizine koydum. Utanmasam ağlayacaktım öpmedi diye.

 

"Yalnız her seferinde hatırı kalıyor haberin olsun."

 

"Gerizekalı..." derken kocaman esnedim. Göz kapaklarım iyice ağırlaşmıştı.

 

"Şu örtüyü de örtelim üzerine." Dedi ve yatağın örtüsünü çekti üzerime. Bedenim onun örttüğü örtüyle ısınırken kalbimde yanan bir kor vardı o gece. Öfke koru değildi.

 

Başka bir şeydi...

 

🔥

 

Ağrıyan alnımı ovuştururken önümdeki kitabı kapattım sertçe. Ayaklarımla yerden destek alıp oturduğum sandalyeyi iteledim ve ayağa kalktım. Kafam kazan gibiydi. İçindeki uğultuyu size tarif edemezdim. Midem deseniz berbattı. Sanırım bir soda içsem iyi olacaktı.

 

Sabahtan beri ağzıma bir lokma bir şey sürmemiştim. Ama en az yedi kere dişlerimi fırçalayıp dört kere de gargara yapmıştım rakının o berbat tadı ağzımdan gitsin diye.

 

Gitmiyordu mübarek.

 

Ama salaklık bendeydi. Ben kimdim ki kendimi meyhaneye atıyordum? Ben kimdim ki gidip rakı içiyordum? Neyimeydi? Ben nerenin aptalıydım acaba?

 

Öfkeliydin...diye mırıldandı içimdeki ses. Öfkeliydim eyvallah ama içmem şart mıydı? Hayır o şişeyi alıp onun kafasında kırmak varken içmek neydi?

 

Ben onun kafasını kıramamıştım ama o, Maran'ın burnunu kırmıştı. Sabahtan beri savaş alanına dönmüştü ortalık. Rojbin hanım esip gürlemişti. En son Hüseyin İzol kükremişti de sus pus olmuştu herkes.

 

O yüzdendir ki etrafta garip bir sessizlik vardı. Herkes sessizce bir köşeye çekilip birbirine karışmamayı tercih etmişti. Fırtına öncesi sessizlik...

 

Mutfağa indiğimde de kimse yoktu ortada. Salondan sesler geliyordu ama. Bildiğim kadarıyla Berfin, Maran ve Rojbin hanım buradaydı. Gülsüm hanım onları karşısına alıp konuşmak istemişti.

 

Buzdolabına varıp bir tane sodayı çıkardım ve dolaptan aldığım bardağa boşalttım. Bir yudum alırken yine ağzım yüzüm kaymıştı çünkü midem felakketti!

 

"Yenge?" dedi bahçe kapısından hızla giren Cihan. Az kalsın elimdeki bardak yere düşüyordu.

 

"Cihan?" dedim şaşkınca.

 

"Herkes nerede?" dedi telaşla etrafına bakınıp. "Annemler?"

 

"Herkes odasında. Bir şey mi oldu?" Bana cevap vermedi. Hızlı adımlarla merdivenlere yürüdü. Bir şey olmuştu. Hali hal değildi.

 

"Anne!" dedi yüksek sesle. "Anne neredesin!"

 

"Cihan?" Yukarı koşan Cihan'ı salondan çıkan Gülsüm hanım durdurmuştu. Gerisin geri hızla indi Cihan. "Ne oldu oğlum?""

 

"Anne..." derken sesi titremişti Cihan'ın. "Anne abim..."

 

"Abin mi?" Elini hızla göğsüne attı Gülsüm hanım. Dilan hızla koluna destek olmuştu. "Kalbime indirme Cihan? Ne oldu?"

 

"Babam..." Çenesi bir kez daha titredi Cihan'ın. "Şirket..." Kelimeleri toparlayamıyordu bir türlü.

 

"Cihan ne oldu abine?" diye atıldı Berfin. "Baran'a ne oldu?" Hızla yutkundu Cihan. Ellerini telaşla saçlarının arasından geçirdi. "Cihan!" diye kolunu sarstı Berfin.

 

"Babam abimi şirketten kovdu..." dedi kısık sesle.

 

"Ne? Ne demek kovdu?" Gülsüm hanım tuttu bu sefer kolundan.

 

"Abim... Mali dökümlerde bir anormallik çıktı. Abimin şirket hesabında normal olmayan girişler vardı."

 

"O ne demek Cihan?" dedi korkuyla tekrar kolunu sarsan Gülsüm hanım.

 

"Biz de anlamadık önce. Sonra baktık..." Sesi titremeye başladı. Kendine anlamayan gözlerle bakan bizde dolandı bakışları. "Bizim son ihale..." Yutkundu. "Otel ihalesi..." Bakışları Maran'a çevrildi. "Hani Demirkanların aldığı. Abimin hazırladığı dosyayla aldıkları." Tekrar yutkundu. "Halit Demirkan geldi. Dosyayı abim vermiş onlara. Satmış..."

 

"Ne? Ne demek abim satmış?" dedi Gülsüm hanım.

 

"Babam duyunca delirdi. Abimle birbirlerine girdiler. 'Çık git şirketten' dedi. 'Seni tüm işlerin başından alıyorum' dedi. Kovdu."

 

"Baran yapmaz..." diye mırıldandı yan tarafımdan Berfin. "Bir yanlışlık vardır."

 

"Abin nerede? Cihan, Baran nerede?" Gülsüm hanım Cihan'ın iki kolunu kavradı sıkıca. Cihan'ın gözleri dolu doluydu. "Cihan!" diye sarstı onu Gülsüm hanım.

 

"Gidiyor..." fısıltı gibi çıkmıştı Cihan'ın sesi.

 

"Nereye gidiyor?"

 

"Babam kovunca öfkeden deliye döndü. Kanada'ya gidecek sanırım. Pasaportunu aldı çıktı şirketten. Telefonda Kanada dediğini duydum çıkmadan. Abim gidiyor anne..."

 

Tam göğsümün ortasına bir anda ağırlık çökmüştü. Nefeslerim daraldı o anda.

 

'Gidiyor' demişti...

 

Gidecekti demek. Her şeyi, herkesi bir anda, ardına bile bakmadan bırakıp gidecekti. Hiç mi düşünmeyecekti...

 

 

 

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

 

 

 

Sizce yeni bölümde ne olacak?

 

Baran gitti mi??

 

Baran giderse ne olur?

 

Elif'in öfkesi?

 

Peki ya Elif'in sarhoşluğu😂(tüh be dediğinizi duyar gibiyim 😅)

 

Peki ya Baran'ın halleri?

 

Leyla?

 

Şilan-Ahmet?

 

 

Maran?

 

Berfin?

 

Yeni bölüm tahminleri buraya

 

Beğenmeyi, yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın e mi?

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%