Yeni Üyelik
53.
Bölüm

Ruhumdaki Sızı

@seydnrgrsu

Merhaba hoşgeldiiiiniiiizzzzz guzularım

 

2. Kısmı sizi sunmaktan şeref duyarım (alkış teması)

 

Bildiğiniz üzere geçen bölümde hikayemiz ilk kısmını final yaptı. Kaldığımız yerden ise asıl şimdi devam ediyoruz.

 

Yeni kısmın şerefine bol bol yorum yapmayanla küserim okkeyyymiii! hepinizden en az on yorum bekliyorum biline

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın

 

Yeni kısım için herkes buraya alev 🔥 emojisi bırakabilir mi acaba??

 

 

 

 

Ender Balkır-Ruhumda Sızı

 

Ayfer Vardar-Turnam Gidersen Mardin'e

 

Aydilge-Yalnızlık Masalı

Grup Abdal- Nenni Nenni

 

 

 

 

 

 

 

'Herkesin bir umudu vardır.

 

Bir savaşı, bir kaybedişi,

 

Bir acısı, bir yalnızlığı

 

Bir hüznü...

 

Çünkü herkesin bir gideni vardır,

 

İçinden bir türlü uğurlayamadığı.'

 

 

 

 

 

 

 

Aylar sonra...

 

 

 

 

Güneşin yorgun ama bir o kadar yakıcı ışıkları düşüyordu inci şehrin üzerine. Taşı altın, toprağı altın, havası altın bu şehir de artık küçük küçük uyanmaya başlamış, kara kıştan sıyrılmıştı. Hava her zamankinden daha güzel ve daha sıcaktı. Hava yumuşacıktan biraz daha sıcaktı. Etrafta sesler vardı. Kendini sokağa atan insanların sesleri. Çocuk cıvıltıları, bisiklet kornalarının sesleri, kedilerin miyavlaması. Her renkten ses, her tondan koku vardı etrafımda. En çok da taze süt mısırının kokusu.

 

Ilık rüzgar tenimi usul usul okşarken burnuma dolan mısır kokusunu daha da çektim ciğerlerime. 'Oh' dedim hafif bir gülümsemeyle. Ama devamını diyemedim. Yutkundum. Oysa öyle çekmişti ki canım şu mısırları, sırf çarşıdaki işimi bu mısırlar pahasına bahane etmiştim. Ama boğazıma bir şeyler dizilmişti. Yine...

 

Hani olurdu ya arada insana, böyle bir şeyler dizilirdi boğazına. Hani ayva yediğinizde bir şeyler kalırdı ya tam yutkunduğunuz noktada. İşte öyleydi. Tarifi imkansız ama herkesin bildiği. Belki benim ki biraz farklıydı. Herkesinki gibi olmayabilirdi. Daha sert ve daha acı vericiydi benimkisi...

 

Alabildiğim tek tat ise acıydı. Dümdüz acı... Hem de aylardır...

 

"Kaç tane olsun abla?" daldığım noktadan karşımdaki on dört bilemedin on beş yaşındaki sarışın ama güneşten yanmış kavruk tenli çocuk çıkarmıştı beni. Aralanan bakışlarım önce onun yüzündeki çillerde dolaşmış sonra da önündeki kazana çevrilmişti.

 

"Üç..." derken boğazımda yutkunmakta zorlandığım şeyi tekrar yutkunmaya çalıştım.

 

"Abla bu mısırlar var ya yeni hasat. Sakın aklın kalmasın ama hakiki süt mısırıdır bunlar. Diğerleri gibi dişe gelmez. Erir gider." Gülümsemeye çalışırken poşete koyduğu mısırları aldım ve parasını uzattım. Sağ elime poşeti geçirirken kese kağıdındaki ekmekleri de dikkatle tutmaya çalışıyordum. Bir yandan da sol bileğimdeki kahverengi deri kayışlı saate göz atmaya çalışıyordum.

 

"Hiii!" diye tepki vermem yaklaşık üç saniye sonra olmuş ve ben iri iri açtığım bakışlarımla sağıma soluma bakınmıştım. "Geç kaldım ya... Kolay gelsin sana."

 

Kollarımdaki poşetleri sıkıca tutup hızlı adımlarla arşınlamaya başladım dar taşlı sokakları. Vakit ikindiyi çoktan geçerken ılık rüzgar bile kavurucu güneşe engel olamıyordu. Bu saatte bile yakan güneş ışıkları krem renkli keten gömleğimden süzülüp tenimi dağlamaya yetiyordu. Ayağımdaki spor ayakkabılarım ayaklarımı pişirirken dizlerimin altındaki ince kumaş eteğim bacaklarıma dolanıyordu.

 

"Elif!" dedi ben canhıraş bir halde eve çıkan yokuşu tırmanırken Nesibe abla. "Nereden böyle hızlı hızlı?"

 

"Çarşı pazar." Derken ellerimdeki poşetleri ona göstermek için salladım hafifçe. Durursam terim soğurdu. En hasta olmak istemediğim zamandaydım.

 

"Ay her şey ateş pahası diyorlar!" Elindeki sermeye çıktığı çamaşırı omzuna atarken balkonun beton korkuluğuna da yaslanmıştı. "Öyle mi hakikaten?"

 

"Sorma sorma." Eğer durup onun sorularına cevap vermeye kalkarsam Manas Destanı misali uzardı bu muhabbet. Kırgızların yaşayan destanı Manas, bizim yaşayan soru bankamız Nesibe abla. Bir gün Kırgızlar Manas destanını yazmayı bitirirlerdi muhakkak ama Nesibe abla soru sormayı bitirmezdi.

 

Evi mahalleyi en iyi gören yerde konumluydu. O yüzden de kim nereye gitmiş, kim nereden gelmiş, kim ne zaman ne yapmış ondan iyi bilen olmazdı. Belki bu bilgeliğinde fazla merakı ve bunu çekinmeden yapması etken olmuş olabilirdi.

 

"Ay teyzen geliyormuş, Zeliha. Ne zaman gelecek peki?" Elimdeki poşetleri bir kuvvet aldıktan sonra yokuşu tırmanmaya devam etmeye başlamıştım.

 

"Belki yarın belki yarından da yakın." Dedim bağırarak.

 

"Ee amcan köydeki tarlaları kiralamış dediler!" Sesi benden uzaklaşırken bile sorularını sıralamaya devam ediyordu ama yapacak bir şey yoktu. Geç kalmıştım.

 

"Kız Elif?" dedi yokuşun başına nefes nefese geldiğimde bu sefer de en az Nesibe teyze kadar soru sorma kapasitesine sahip olan Lütfiye teyze. "Gelecek misin bu akşam benim toruna matematik çalıştırmaya?"

 

Tamamen aklımdan çıkan bir şeydi bu. "Aaa?" gibi küçük bir tepki verirken bakışlarını gözlüklerinin üzerinden çevirmişti bana.

 

"Unuttum deme Elif. Vallahi sınav senesi diye öyle stres içindeki. Bir sen anlıyorsun onun dilinden."

 

"Unutmadım elbette Lütfiye teyzem. Unutur muyum hiç? Sen söyle Sevda'ya ben akşam sekizde geleceğim mutlaka."

 

"Hay Allah senden razı olsun. O kadar işinin gücünün arasında yardım ediyorsun."

 

"Allah senden de razı olsun Lütfiye teyzem." Dedim gülerek. Kadın derin bir oh çekerek kapıdan geri girerken bana yine yokuşu tırmanmak kalmıştı.

 

Evet, artık boş zamanlarımı mahalledeki çocuklara gerek matematik gerek fizik gerekse başka dersler vererek geçiriyordum ama şu sıralar boş zamanım pek de olmuyordu. Yani bu dönemde boş vakit bulmam mucize gibi bir şeydi.

 

Çevremdeki her şey, herkes olağan akışındaydı ve ben sadece ayak uydurmaya çalışıyordum...

 

Bizim evin yanındaki evde kapının önüne oturan kadınlara selam verdim, çocukların oynadığı yakan topun arasından çok şükür top yemeden geçtim. Mahmut amcanın 'tansiyonuma bir ara bakıver' demelerini de 'birazdan uğrarım' diye cevapladım.

 

Evet ben; mahalledeki çocukların yarı zamanlı öğretmeni, amca teyzelerin tansiyon ölçen kişisi.

 

Nefes nefese, alnımdan, sırtımdan terler süzüle süzüle bizim evin bahçe kapısını ayağımla iteleyip içeri girerken artık kollarımın kopacağından son derece emindim.

 

"Ay..." diye nefeslendikten sonra beni nihayet eve getiren ayaklarıma ve kopmayan kollarıma şükredip mutfağa ilerledim. Meryem ocağın başında bir elini beline yerleştirmiş ve arkadan bakıldığında sanki sadece bedenen oradaymış gibi bir halde tenceredeki şeyi karıştırmakla meşguldü.

 

"Meryem hanım." dedim kendine gelmesi için. "Hayırdır bedenin burada ruhun nerede?"

 

"Geldin mi nihayet Elif? Ay şunu biraz sen karıştırır mısın?"

 

"Ne yapıyorsun ki sen?" içerisi de buram buram soğan kokarken ellerimdeki poşetleri masanın üzerine bırakıp onun yanına adımladım. "Ne bu?" dedim tenceredeki şeye bakıp. Yüzüm buruşmuştu.

 

"Soğan. Soğan yemeği. Artık yemek mi dersin çorba mı ama bak." Yaşaran gözleri, kırışan burnu ve bezgin suratıyla dönmüştü bana. "Rojda hanım istedi. 'Çok faydalı mutlaka akşam yemekte olsun' dedi." Dudaklarımı dişlerken Meryem'e gülsem mi ağlasam mı bilememiştim. Ama bu sıralar bu evde böyle durumlar fazlasıyla yaşanıyordu. "Süt yapacakmış güya."

 

"Allah sana kolaylık versin." Derken tenime yapışan gömleğimi çekiştirip hızlı adımlarla merdivenlere koştum. Soğan kokusuna maalesef tahammülüm yoktu.

 

"Elif kimin için yapılıyor acaba bu!" bağırmalarını es geçtim. Böyleydi Meryem. Her an her şeyden şikayet edebilme kapasitesi yüksek bir kızdı. Ama gerçi kim onun yerinde olsa böyle şikayet ederdi ya. Soğandı bu.

 

"Aman sessiz ol." diye uyardı ben odaya girmeden hemen önce annem. Koridorun başında görmüştü beni. "Aman kızım gözünü seveyim."

 

"Tamam tamam." derken onun bana bakışlarında tedirginlik vardı daha çok.

 

Annemin dediği gibi gayet sessiz bir şekilde üzerimi değiştirip kitaplarımı bir kolumun altına, tansiyon aletini de diğer elime alıp parmak uçlarımda çıktım odadan. Şilan ve Meryem canhıraş akşam yemeğini hazırlarken seslendim onlara "Mahmut amcanın tansiyonuna bakıp geleceğim," diye.

 

Hızlı adımlarla önce Lütfiye teyzelerin kapısına vardım. Elimdeki kitapları ona bırakıp hemen yan taraflarındaki Mahmut amcaya geçecektim. Beklerken bir yandan da akşam bakmam gereken dosyaları hatırlattım kendime. Birkaç gündür aklıma takılan belgeler vardı. Vakit kaybetmeden amcama anlatmam gereken belgeler, sormam gereken sorular.

 

"Ay Elif abla vallahi geliyorsun değil mi birazdan? Bak o kadar korkuyorum ki şu matematikten." Kapıyı açan ağlamaklı bir ifade ve yıkık bir duruşu olan Sevda bana birilerini hatırlatıyordu. Kendimi...

 

Bazı şeyler hayallerime ket vurmuştu, bazı yaşanmışlıklar geleceğimden bir şeyleri söküp almıştı. Ve ben bazı şeylere mecbur bırakılmıştım. Elimde kalan 'yıkık dökük Elif'le şimdi hayalleri olanlara yardım etmeye adamıştım ben de kendimi.

 

Bir şeyi yapamıyorsam olması için uğraşanlara destek oluyordum.

 

Ben bir şeylerden mahrum kalmış, mahrum bırakılmıştım ama başkalarının mahrum kalmasına müsaade etmeyecektim. Elimden ne geliyorsa yardım edecektim. Yapabildiğim en iyi şey de buydu bu dönemde.

 

Sevda'ya kitapları bıraktıktan sonra hemen yan taraftaki Mahmut amcaların evine geçtim. İki katlı odaları çok da ışık almayan taş bir yapıydı evleri. Ta dedesinin dedesinin bu evi kendi elleriyle ördüğünü anlatırdı her muhabbet açıldığında. Küçük de bir bahçeleri vardı evin önünde. Yaz kış mahallelinin uğrak yeri olan küçük ama büyük sohbetleri barındıran bir bahçe."

 

"Vallahi Elif kızım sen olmasan kim bakacak bizim bu tansiyonlara?" Taş evin önündeki elde yapma bankta oturuyordu Mahmut amca. 'Gelirim' dedim diye burada beklemeye başlamıştı. Hep de böyle yapardı. "Vallahi Allah senden razı olsun."

 

"Ne demek Mahmut amcam. Senden de razı olsun. Hem ben ne yapıyorum ki? Alt tarafı bir tansiyon ölçmek."

 

"Öyle deme öyle deme." diye yalandan bir serzenişte bulundu hemen geride yerdeki çiçekleri sulayan eşi Hatice teyze. "Bir senin ölçtüğün tansiyona güveniyor. Başkalarının düzgün bakamadığını söylüyor." Güldüm Mahmut amcaya doğru.

 

"Ama ne yapayım? Elif kızım en doğrusunu biliyor. Ötekiler hep yanlış bakıyor."

 

"Hadi hadi." Diye güldü arkadan Hatice teyze.

 

"Tansiyonun iyi. Ama ne demiştik, dikkat edeceğiz. Bir de kalp atışın normalden biraz hızlı. Aman gözünü seveyim Mahmut amca. Dikkat." Ben öyle uyarınca önce güldü. Sonra geri doğru bir bakış attı.

 

"Eh Hatice hanıma bakınca hızlandıysa demek ki." dedi kur yaparcasına. Tabi Hatice teyzenin yanaklar ısınıverdi, gördük buradan bile.

 

"İlahi bey." dedi elindeki hortumu bırakıp. "Bu yaşta sen de."

 

"Aaa ne varmış yaşınızda? Taze aşıklar sizi." dedim daha da utansın diye. Mahmut amcanın hoşuna giderken Hatice teyze yalandan 'cık cıkladı'.

 

"Yarın yine geleyim bakalım olur mu? Ben şimdi gideyim." dedim tansiyon aletini kutusuna yerleştirip.

 

"Dur dur Elif kızım." dedi ben kapıya doğru adımlarken Hatice teyze. Elindeki üzeri peçeteyle örtülmüş tabakla adımladı yanıma. "İncir tatlısı yaptıydım. Çok iyi gelir bu." Eğildi kulağıma doğru. "Süt yapar."

 

Elinden tabağı alırken kısaca teşekkür ettim.

 

"Şu sizin evin yanına birileri taşınıyormuş. Kimmiş kimlerdenmiş onlar?" bahçe kapısını omzumla iterken Mahmut amcanın sorduğu soruyla duraksadım. Bakışlarımı bizim konağın yanındaki büyük taş eve çevirdim. Yine önünde bir kamyon duruyordu. Yine bir şeyler yapılıyordu evde.

 

İki haftadır bir hareketlilik söz konusuydu sokağımızda. Yokuşu çıkamayan kamyonetler, yolu bulamayan, şehir dışından gelmiş inşaat işçileri... Yıllardır boş olan ve sahiplerinin yurt dışında yaşadığını öğrendiğimiz o taş ev iki hafta önce 'satıldı' diye merak uyandırmıştı tüm mahallede. Ben eski sahiplerini bilmezdim. Annemin dediğine göre de onlar evlenmeden önce bile gelip giden olmazmış. Mirasçıları da uğraşmak istemediğinden yıllardır satamıyormuş. E hal böyle olunca yıllardır kapısında koca bir kilitle dururdu bu taş ev.

 

"Bilmiyorum ki," derken kısaca omuz silktim.

 

"Ne biçim iştir anlamadım. Biz aldık, biz taşınacağız diye kimse de gelmedi iki haftadır."

 

"Tüh sana haber vermediler. Bak sen şu işe," diye takıldı Hatice teyze.

 

"Ben yarın yine uğrarım." Dedim bahçe kapısını kapatıp. Onları bu tatlı atışmalarıyla baş başa bırakırken bakışlarım bizim konağın hemen yanındaki o büyük taş evdeydi.

 

Eve vardığımda sofra çoktan kurulmuştu bile. Hava kararı kararmaz hemen hazır oluyordu soframız. Alışamadığım rutinlerden biri de buydu. Amcam ve hemen yemek istekleri işte.

 

Avluya kurulmuştu sofra. Havanın iyi olmasını fırsat bilip o gün orada yensin istemişti kesin yengem. Şilan eksikleri taşırken önce odama koşmuş sonra mutfaktan diğer kalanları alarak inmiştim aşağı.

 

"Hatice teyze ve Mahmut amcanın selamı var," dedim masadaki yerime otururken. Burası Şilan ve annemin ortası, Azad'ın tam karşısı oluyordu. "Tatlı göndermiş."

 

"Eline sağlık," diye mırıldandı annem. Bakışları Emir'in üzerindeydi. Sabah ettikleri top kavgasından sonra Emir süt dökmüş kedi gibi duruyordu masada. "Nasıllarmış, yine mi yükselmiş Mahmut amcanın tansiyonu?"

 

"Normal çıktı bugün. Ama dikkat etmesi lazım." Ekmeğimden bir parça koparıp ağzıma atarken önümdeki şehriye çorbasından bir kaşık aldım. Açlık ve susuzluk namına herhangi bir şey hissetmediğim dönemden ağır ağır bir şeyler yemeye başladığım döneme geçmiştim. Ama bu da alışkanlıklarımdan biri olmuştu sadece. Yoksa yine bir açlık falan hissetmiyordum. Hissedemiyordum. Hepsinin sorumlusu da ağzımdaki o acı tattı.

 

"Yok mu şu Mahmut amcanın evladı torunu falan? Yine mi gittin sen onlara?" Memnuniyetsiz bir başkaldırı gibi yükselmişti masada amcamın sesi. Hepimizin bakışları ona çevrilirken o ise bana bakmadan doldurduğu kaşığını hızlıca götürmüştü ağzına.

 

"Var. Olmaz mı?" bana sorulan soruyu ise benim yerime amcamın hemen sağında oturan yengem cevaplamıştı. Ama bu bir cevaptan daha çok can sıkmak için söylenen bir cümleydi.

 

"Ee o zaman bu kız ne diye gidiyor her Allah'ın günü?"

 

"Pardon amca?" dedim daha fazla dayanamayıp. Elimdeki kaşığı pek yumuşak olmayacak bir şekilde masaya bırakmama iri iri açtığı gözleriyle bakmıştı. "Bana mı diyorsun sen bunu?"

 

"Evet. Sana mı kaldı Elif hanım mahallelinin tansiyonu, hapı, iğnesi?"

 

"Peki bunu sorgulamak sana mı kaldı amca?" dedim dilimi tutamayıp. Zaten eski sakinliğimden pek eser kalmayan ben kimi ne zaman, nasıl kırdığımı da çok önemsemiyordum.

 

"Elif... Yapma kızım." Diye fısıltıyla uyaracak oldu annem.

 

"Yok milletin tansiyonu yok milletin çocuğunun sınavı!"

 

"Ee amca?" dedim sözlerini tamamlasın diye. Azad amcamın kolundan tutup sakinleşmesini istemişti ama durmayacağı aşikardı artık. Açmıştı bir kere ağzını.

 

"Bak yapıyorsun, sevabına giriyorsun eyvallah. Ama bu kadar ortalarda olman doğru değil." Babamla sadece kan bağı olan, zerre hiçbir şeyiyle ona benzemeyen adam yine beni bir şeylerle yargılamaya kalkmıştı.

 

"Ne?" diye küçük bir mırıltı döküldü dudaklarımdan. "Ne demek istiyorsun sen amca?"

 

"Bak kendi başına gittin boşandın, ses etmedik. Koca aşireti karşımıza aldın yine ses etmedik. Düşmanlığın ateşini harladın. Hadi ona da söz etmedik. Ama böyle kafana göre ulu orta dolaşman münasip değildir."

 

"Abi yapma. Gitme kızın üstüne. Karışma ne yaptığına." dediğini duydum annemin. Kulaklarımda isyan uğultuları vardı.

 

"Haklı ama," diye destekliyordu yengem de onu.

 

"Ne yapacağıma siz karışamazsınız." dedim dişlerimin arasından. "Kimse karışamaz." Hızlıca kalktım oturduğum sandalyeden. Kimseye bakmadan hızlı adımlarla masanın yanından geçtim ama amcamın dudaklarından dökülenlerle durdum. Daha doğrusu durmak zorunda kaldım.

 

"Dulsun sen! Hiç el alem ne der diye düşünmüyor musun? Hiç yakışık alıyor mu senin ulu orta dolaşman?"

 

"Abi yeter!" dediğini duydum kulaklarımdaki uğultunun arasından annemin. Ama ben zaten duyacağımı duymuştum. Göğsümün ortasına keskin bir acı saplanırken sarsak adımlarla yürüdüm içeri.

 

İşte bu kadar basitti kolumu kanadımı kırmak. Aylar sonra zar zor ayağa kalkan bedenim bir kelimede işte böyle sendeliyordu. Ama bu beni yıkmazdı. Daha sert darbeler inmişti benim göğsüme. Amcamın dedikleri mi neden olacaktı yıkılmama?

 

Kendimi sıka sıka, çenem dik bir şekilde çıktım üst kata. Koridorun sonundaki odama vardığımda boğazımda düğümlenen şey çıkmak için can atıyordu. Direndim ama. Göz pınarlarımı yakan yaşlara, boğazımı yine acıtan o şeye direndim. Ama göğsümdeki o acı yok mu o acı. İşte o sersem etmişti beni.

 

Nasıl bir acı içinde olursam olayım önceliğim dikkatli ve sakin olmaktı. Odanın kapısını da o sakinlik ve dikkatle açtıktan sonra yavaşça girdim içeri. Gözümden akmak üzere olan yaşlarla masamın kenarlarına dayadım ellerimi. Üzerinde sayısız notlarımın, kitaplarımın, acılarımın, kırıklıklarımın, ağlamalarımın olduğu masa...

 

Sonra derin bir nefes alıp hemen karşımdaki aynaya kaldırdım bakışlarımı. Benimle büyüyen 'Elif'ten çok uzak, babasının ve abisinin 'Kamer'inden çok uzak bir görüntü vardı karşımda. Bir yabancı...

 

Bakışlarında canlılığa dair tek bir iz olmayan, yüz hatlarının her birinde acı olan bir kadın duruyordu karşımda. Yüzü daha soluk ve daha inceydi. Yanakları çökmüş ve zayıflamıştı. Dudakları kuru ve çatlak, göz altlarında o yorgunluğun koyu halkaları vardı.

 

Alnıma dökülen kâküllerimi düzeltirken derin bir nefes aldım. Ama aldığım nefes bir hayli sesli çıkmış olacak ki hemen yatağımın yanı başından küçük hoşnutsuz bir mırıltı döküldü.

 

Hızlı adımlarla geri dönerken gözümden düşmek üzere olan yaşı sildim hızlıca. Küçük hoşnutsuz mırıltılar gelecek olan ağlamaların habercisiydi. Ve derhal müdahale edilmeliydi.

 

"Hişşş... Geldim. Buradayım." Beni görünce ağlamaktan vazgeçmişti. Dudaklarını büzüp yaşlar biriken iri yeşile çalan ela bakışlarını çevirdi bana. "Uyandırdım seni," dedim gülümsemeye çalışıp. "Özür dilerim."

 

Bir elimi dikkatle başının altından geçirdikten sonra diğer elimle de onu tutup yavaşça aldım kucağıma. Hafif hafif sallamaya başladım.

 

"Arîn..." diye fısıldarken dudaklarımı onun pamuktan daha yumuşak alnına dokundurdum. "Güzel kızım..."

 

Sakinleşmişti. Tabi onunla birlikte ben de sakinleşmiştim. Bu koku var ya bu koku... Unutturuyordu işte bana her şeyi.

 

Ama içimde haykıran, çığlık çığlığa ağlayan bir çocuk vardı. Onu her kucağıma aldığımda da o çocuk bir yerde ağlamaya başlıyordu. Unutuyordum ama acısı kesilmiyordu.

 

Ben onun kokusunda sakinleşmeye çalışırken o yine ve daha huysuz bir şekilde mızırdanmaya başlamıştı. Bir elini de yüzüme atmıştı.

 

"Acıktın bence." dedim gülmeye çalışırken. Sesim ağlamaklı bir tonda çıkmıştı. "Acıktın acıktın. Ama süt yok. Ne yapacağız? Gelmiyor süt anneye." Daha da ağlayasım geldi.

 

"Elif?" burnumu çekerken kapı hafifçe tıkırdamış sonra Şilan girmişti içeri. Ama dönmedim arkamı. "İyi misin?"

 

"Hı hı..." diye mırıldandım yalan olduğu her şekilde belli olan ağlamaklı sesimle.

 

"Babam yine saçmaladı. Valla bakma kusuruna diyemeyeceğim ben bile delirdim. Bakılmayacak gibi değil ki."

 

"Arîn aç." dedim ona bakmadan geri yatağa doğru adımlayıp.

 

"Tamam ben hemen mama hazırlayıp geleyim."

 

"Dur dur," dedim onun telaşla geri dönmesini engelleyip. "Sen tut onu. Ben kendim hazırlarım."

 

"Elif..." diyecek olmuştu ama dinlemeden Arîn'i dikkatle kucağına bırakıp mutfağın yolunu tuttum. Gülnur abla ve Meryem dokunulmamış, amcamın sağolsun hepimizin boğazına dizdiği yemekleri kaplara boşaltmakla uğraşıyordu. Ellenmemiş yemekler o gün karnımızın çok güzel doyduğunun göstergesiydi.

 

Gerçi aylardır bu konakta manzara buydu. Ortaya kurulan hiçbir sofra bitmiş bir şekilde kalkmıyordu. Hatta çoğu zaman sofra kurulmadığı bile oluyordu.

 

Ve hepsinin sorumlusu bendim. Huzurunu kaçırmıştım her şeyin. Sofranın da tadını tuzunu kaçırdığım gibi.

 

Kimse bunları yüzüme demiyordu ama içlerinden böyle geçtiğine de emindim. Yani amcam yüzüme her baktığında ki bu artık sayılı hale gelmişti bunu hissettiriyordu bana.

 

Yıllar önce, babam vefat ettiğinde de buna benzer bakar olmuştu yüzüme. Ama hiç bu kadar 'fazlalık' hissettirmemişti bana. şimdi birden fazlaydık. Fazlalık hissetmek için nedenimiz büyüktü.

 

"Elif kızım..." dedi ben hiçbir şeye bakmadan biberona mama ölçmeye çalışırken Gülnur abla. "Bir lokma bir şey yemedin. Zaten bir deri bir kemik kaldın. Güçten düşeceksin iyice. Bırak ben yapayım bunu. Sen bir şeyler ye."

 

"İştahım yok," diye mırıldandım sadece.

 

"Ağız tadı mı bıraktılar be kızım," dedi beni dinlemeyip biberonu elimden alırken. Fısıldamıştı. "Bak geç sen. En azından bir iki lokmacık ye." Annemden sonra bu evde bizi en çok düşünen kişiydi o. Evdeki herkesi kendi canından belleyip öyle de bakıyordu.

 

"Hiç yiyesim yok," Sesim hiddetli çıkınca aslında sinirimi yönelteceğim kişinin o olmadığını biliyordum da engel olamıyordum maalesef. "Gerçekten. Canım istemiyor," diye de ekledim ikna olsun diye.

 

"Ama olmaz ki be kızım. Senin kendine dikkat etmen lazım. Bünyenin en hassas olduğu dönem. Vallahi solup gidiyorsun kızım." Hafifçe burnunu çekince elimle kolunu okşadım usul usul.

 

"Sağ ol Gülnur ablam." Dedim biberonu elinden alıp.

 

"Arîn alacak mı dersin bu sefer bu biberonu?" Bakışlarım buzdolabına bir şeyler yerleştiren Meryem'e döndü. "Hayır kaçıncı oldu bu. Çocuk alışamadı bir türlü."

 

"Bilmiyorum," dedim çaresiz bakışlarımı elimdeki biberona çevirip. Umarım bu biberonu kabul ederdi.

 

"Anne sütünün yerini tutmaz tabi. Bir mi canım? Bence süt anne şart." Bakışlarım sinirle kalkarken daha bir şey demeden yukarı çıktım.

 

"Ver bana." dedim mızıldanan Arîn'i kucağında sallamakla uğraşan Şilan'a doğru. İkiletmeden kucağıma bırakırken sıcaklığını ölçtüğüm biberonu dikkatle küçük dudaklarına dayadım. Kabul etmek istemedi önce.

 

"Almayacak..." dedi ağlamaklı bir sesle Şilan. "Bunu da beğenmedi sanırım."

 

"Bilmiyorum Şilan," derken bir yandan da biberonu kabul etmesi için çabalamaya başlamıştım. Küçük pembe dudaklarını büzmüştü Arîn. Kafasını sağa sola çevirmeye başlamıştı.

 

"Hadi güzelim..." diye mırıldandım. "Karnın aç. Alman lazım." Israr etmek, onu zorlamak istemiyordum ama bir yandan da buna mecburdum. Açtı. Karnı doymuyordu anne sütü olmadığı için. Bu kabul etmediği kaçıncı biberondu ben saymayı bırakmıştım ama almak zorundaydı.

 

"Kaşıkla mı versek yine?" diye bir öneride bulundu Şilan. Telaşla bakıyordu yüzüme. "Annemlere mi söylesek ya da?"

 

"Hayır," diye hızlıca itiraz ettim. "Halledebilirim. Alacak." Biberonu tekrar dayadım dudaklarına hafif bir şekilde. "Hadi güzelim, hadi güzel kızım. Lütfen." Göz yaşlarım gözlerimin önüne gerilmişti o almadıkça. Ağlamamak için içimde büyük bir savaş vardı. "Hah!" dedim biberonu kabul ettiğinde. Heyecanla gülümserken sağ gözümden bir damla yaş kayıp gidivermişti.

 

"Oh çok şükür!" Şilan da ellerini yukarı açıp şükür etmişti. Dikkatle yatağın ucuna oturup onun karnını doyurmasına bakmaya başladık sessizce. Dudaklarından çıkan her heyecanlı lokma sesinde içim bir parça daha rahatlıyordu.

 

"Özür dilerim Şilan..." diye mırıldandım bakışlarımı Arîn'den çekmeden.

 

"Ne için?" o da yere oturmuş Arîn'in mamayı içmesine bakıyordu.

 

"Herkesin tadını kaçırdım. Her şeyin..."

 

"Saçmalama Elif. Babamın densizliği yüzünden sen özür dilemeyeceksin elbette. Asıl özür dilemesi gereken babam. Hem de her şey için." Sıcak elini dizime koymuştu.

 

"Dedikleri umurumda bile değil. Ben insanların arkamdan neler dediklerini biliyorum. Çarşıya çıktığımda yüzüme bakan herkesin içinden aynı şeyi geçirdiğine eminim."

 

"Sen utanılacak bir şey yapmadın Elif. Kim olsa aynı şeyi yapardı. Ve kimse senin yaşadıklarını yaşamak istemezdi."

 

"Ben senden özür diliyorum Şilan." Dedim bakışlarımı Arîn'den çekip ona doğrulturken. "Her şeyi mahvettiğim gibi Ahmet'le senin aranı da mahvettim. Benim yüzümden siz-"

 

"Senin yüzünden değil. Biz zaten olamayacaktık."

 

"Asıl siz olacaktınız." Dedim itiraz dolu bir sesle. "Ahmet öyle saf duygularla seviyordu ki seni." Düşen yüzüne rağmen sürdürdüm sözlerimi. "Ve eminim ben olmasam çok iyi bir aile olurdunuz."

 

"Saçmalama. Senle asla alakası yok." Dizimin üzerindeki elini çekerken parmaklarıyla oynamaya başladı. "Babamı bilmiyormuş gibi yapma Elif. Eğer 'biz' diye bir şey olacaksaydı bile bizim önümüzde babam gibi bir engel vardı. sence babam izin verir miydi?"

 

"Elbette verirdi. Beni sırf düşmanlığı bitirmek için zorladı. Ama sana bağları güçlendirmek için asla engel olmazdı."

 

"Aksine. En çok bize engel olurdu Elif." Buruk bir gülümsemeyle baktı yüzüme. "Babam onu asla kabul etmezdi. Etmeyecekti yani. O yüzden daha fazla bir şeyleri zorlamaya da gerek yoktu. Hem bak olacak olsa dinler miydi tüm bu olan biteni."

 

Her ne kadar senin yüzünden değil dese de benim yüzümdendi her şey. Parçalanan ilişkiler, içinde olduğumuz durum ve yeniden harlanan düşmanlık ateşi...

 

Koskoca İzollar benim onlara açtığım dava yüzünden tek tek yargılanmaya başlamış ve hepsi bu yüzden Kars'a taşınmak zorunda kalmıştı. Ahmet ise İstanbul'a Bircan ablanın tedavisi için gitmişti.

 

Ben tüm bu olan biteni her gün hararetle eve gelen amcam ve meraklı komşulardan öğreniyordum. Duymak istemesem de insanlar zorla duyuruyorlardı olan biteni bana.

 

"Hiç aramadı mı seni?" dedim mamanın çoğunu içtiği için keyfi yerine gelen Arîn'e bakarken.

 

"Hattımı değiştirdiğim için bilmiyorum. Babamı biliyorsun." Biliyordum. Ben elimde valizle döndüğüm o gece konağı başımıza yıkacak kadar delirmişti. Boşanmadan hemen sonra ise evdeki herkesin hattına varasıya kadar değiştirtmişti. Çünkü onun tabiriyle düşmanlık 'yeniden' başlamıştı.

 

Oysa hiç bitmemişti.

 

"Sen arasaydın." Dedim Arîn'i yatağa yatırıp altını değiştirmek için gerekli şeyleri almaya giderken.

 

"Boşver beni. Yardım edeyim ben."

 

"Gerek yok ben yaparım." Dedim elimdeki kremler ve bezle dönerken. "Sen Leyla'yı arasana. Yarın ona gidelim. Ya da o gelsin."

 

"Tamam," dedi buruk bir gülümsemeyle. "Ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim. Size iyi geceler." Arîn'in seyrek saçlarının arasına küçük bir öpücük kondurduktan sonra yavaşça çıktı odadan. Ben de karnı doyduğu için keyfi yerine gelen Arîn'in altını açtım, dikkatle bezini değiştirdim, bezelyeden küçük parmaklarını öptüm, gazını çıkardım. Üstünü de değiştirdikten sonra hazırdı artık uykuya.

 

Odanın ışığını kapatıp gece lambasını açtıktan sonra onu kucağıma alıp oturdum yatağa. İri, yeşile çalan ela gözleriyle bana bakarken gülümsüyordu keyifli keyifli. Uyku çökmüştü beyaz yüzüne. Yanaklarında tatlı pembelikler vardı.

 

"Senin de uykun geldi değil mi?" diye mırıldandım. İşaret parmağımla yanağını hafifçe okşadığımda memnun bir mırıltı dökülmüştü dudaklarından. "Hiçbir şeyden haberin yok ya olmasın da. Hep böyle tertemiz kalsın her şeyin. Hiç üzülme, hiç kırılma inşallah..." Dudaklarımı alnına bastırdım yavaşça. "Ninnini bekliyorsun değil mi?" dedim onun meraklı ama uyku dolu bakışlarına.

 

"Bebeğin beşiği çamdan

 

Yuvarlandı düştü damdan

 

Bey babası gelir Şam'dan

 

Nenni nenni

 

Nenni nenni

 

Nenni nenni

 

Nenni bebek oy..." bu sefer engel olmadım gözümden düşen yaşlara. Zaten bir tek de günün bu saatlerinde saklamıyordum göz yaşlarımı. Saklayamıyordum daha doğrusu.

 

"Çamlıbel'den çıktım yayan

Dayan ey dizlerimdayan

Kardeş atlı bacı yayan

 

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni bebek oy

 

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni bebek oy..." Usulca okşadım pamuktan yumuşak beyaz tenini. Uzun kirpikleri yavaşça değmişti birbirine. Huzur çökmüştü üzerine. Onu kucağımda hafif hafif sallarken günahsız yüzünü izledim bir müddet.

 

"Bebek beni del eyledi

Yaktı yıktı kül eyledi

Her kapıya kul eyledi

 

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni bebek oy

 

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni nenni

Nenni bebek oy..." Sona doğru kelimelerim hıçkırıklarımdan seçilmezken dikkatle kalktım yerimden onu yatağımın hemen yanındaki beşiğe yatırıp üzerindeki beyaz tül cibinliği çektim. Sonra başımı beşiğin kenarına yaslayıp sallamaya devam ettim.

 

🔥

 

"Bence sana en yakışan renk yeşil..." diye mırıldanırken ince gülüşüne ben de gülerek karşılık verdim. Yatağın üzerinde binbir uğraşla giydirdiğim açık yeşil tulumuyla bir mücevher gibi parlıyordu. "Ben de sana uygun giyindim bak." Dedim ona doğru dönüp cevap vermeyeceğini bilsem de. Üzerinde küçük yeşil çiçekler olan keten gömleğimi düzelttim elimle. Çantamı da omzuma atıp yatağın yanına yürüdüm.

 

 

 

 

 

"Gel bakalım." Dedim onu dikkatle kucağıma alırken. Bir eliyle sol omzumdan dökülen saçlarımı çekiştirmeye başlamıştı. Dirseğimle kapıyı açıp ayağımla kapattım.

 

"Yaa!" diye sevinçli ve heyecanlı bir çığlık koptu ben merdivenleri inerken aşağıdaki koltuklardan. "Kim uyanmış! Benim minik farem uyanmış!"

 

"Sakin mi olsan Leyla?" dedim yalandan bir sitemle.

 

"Ya bu güzellik karşısında sence sakin olunabilir mi! Şuna bak! Hiii! Yeşil nasıl da yakışmış. Valla anlıyorsun bu işten sanırım Elif. Uyumlu giydiriyorsun kuzucuğum."

 

"Ee anlamazsak sana danışırız." Dedim gülerek.

 

"Ben ne güne duruyorum zaten. Benim minik farem." Dedi aşık aşık kucağıma bakarken. Arîn onun bu ani çıkışlarına bir türlü alışamadığından önce afallamış sonra da gülerek karşılık vermişti.

 

"Bugün Arîn sana emanet." Dedim Arîn'i dikkatle onun kucağına verirken.

 

"Aa? Nasıl yani?" Şaşırmıştı. "Nasıl bana emanet?"

 

"Ben dershaneye uğrayıp geleceğim. Hem Arîn'e yeni biberon almam lazım. Dünkünü kabul etti sandım ama etmedi. Zaten annem burada. Yengem evde. Şilan izinli. Ben de yarım saate dönerim. İyi bak ona göre."

 

"Aaa?" dedi kucağındaki Arîn'le afallaşarak bakışıp. "Kız kaldık mı başbaşa? Ne diyor bu?"

 

"Size iyi eğlenceler. Aman Leyla dikkat et. Dışarı çıkmayın. Özellikle de ön bahçeye."

 

"Tamam." Dedi onu sıkıca sararken. "Merak etme. Biz takılırız evin içinde. Hadi sen git gel."

 

"Görüşürüz güzelim." Dedim kapıya doğru koşar adım giderken. "Acıktın biliyorum hemen geleceğim."

 

Koşarak attım kendimi bahçeye. Yengem çardakta Meryem'le bir şeyler konuşurken beni görünce durmam için el kol yapmıştı ama durmadım.

 

"Kız Arîn uyandı mı? Sen nereye?"

 

"Leyla var yanında. Hemen geliyorum."

 

"Amcanı duymadın mı sen!" dedi ben çoktan kapıdan çıkarken.

 

"Duydum!" dedim sinirle bağırarak. Sırf duyduğum için de inadına ne varsa yapacaktım.

 

İlk durağım aylardır uğramadığım dershaneydi. Bahçede insan olmamasından derste oldukları da belliydi. İçimdeki garip buruntuyla bahçeden binaya doğru adımlarken etrafa çok bakmamaya çalıştım. Zira her baktığım noktada garip bir hayal karşılıyordu beni.

 

Asansörlere bakmadan üst kata hızlı adımlarla çıktım. Memurların odası koridorun sonundaki odaydı. Biri elindeki dergiyle ilgilenirken diğeri de koltuğunda yayılmış telefonunla uğraşıyordu.

 

"Merhaba." Dedim kapıyı hafifçe tıklattıktan sonra. Sarışın genç olan telefondan bakışlarını hafifçe çekip 'ne var' dercesine salladı başını.

 

"Dün aramıştım sizi. Kayıt silmeyle ilgili. Evrakları hazırlayacaktınız."

 

"Haa..." dedi yavaşça oturuşunu düzeltip. "Elif Kamer İzol'du değil mi?"

 

"Bozan." Dedim vurgulu vurgulu. "Elif Kamer Bozan."

 

"Ama kaydında ismin Elif Kamer İzol diye yazıyor."

 

"Kimliğim değişti benim." Dedim zoraki bir yutkunmayla. 'Ha' dercesine kaşlarını kaldırdıktan sonra aheste aheste geri dönüp yerinden kalkmadan raftan bir dosya aldı ve bir şeyler yazmaya başladı. "Ne oldu ya?" dedi kağıtlarla uğraşırken. "Memnun mu kalmadın, niye ayrılıyorsun?"

 

Derin bir nefes aldım. "Tamam mı? Silindi mi?"

 

"Tamam." Dedi gönülsüz gönülsüz. "Ne diyelim."

 

"Kolay gelsin." Dedikten sonra elime verilen kağıtları çantama tıkıştırıp hızla attım kendimi dışarı. Zira bir tanıdık sima bile görmek istemiyordum.

 

Sonraki durağım buraya en yakın eczaneydi. Sacide abla beni görür görmez 'Yine mi' demişti burukça.

 

"Ne yapalım? Beğendiremiyoruz."

 

"Bazı bebekler böyle nazlı oluyor. Sonra daha önce denemediğimiz bir biberonu çıkarıp paketledi. Poşete koyduktan sonra hızlı adımlarla çıktım dışarı. Bir an önce eve gidip Arîn karnını doyurmalıydık.

 

Hızlı hızlı çarşı meydanından yürümeye başladım. Ama nefeslerim tıkanmıştı. Ve bu sıralar bu can sıkıcı bir şekilde tekrarlar olmuştu.

 

Durdum kenarda.

 

Derince çektim temiz havayı içime. Gerçi işe yaramadı. Aylardır içime çektiğim havanın bir işe yaramadığı gibi. Sadece bir alışkanlıktı bu. Aylardır yaptığım diğer şeyler gibi.

 

Kolumdaki çantayı sıkı sıkı tutarken omuzlarımdaki ağrı da başıma doğru tırmanmaya başlamıştı. Gün yirmi dört saat ama benim baş ağrım daha fazla sürüyordu.

 

Güneşli taraftan gölgeye geçmek için kaldırımdan yola indim. Keten gömleğim terleyen sırtıma yapışmıştı. Kalabalık insanların arasından bir an önce sıyrılıp gölgeye geçmezsem beynim burnumdan akıverecekti Allah korusun.

 

"Pardon..." diye mırıldanırken pazar arabasını yolun ortasına durdurmuş kadınlardan izin istedim. Derin bir sohbetin içindeyken çekilmek yerine ters ters bakmışlardı.

 

Umursamadım. Çantamı sıkı sıkı tutup geçmeye çalıştım. İleriden bir pazarcı bağırıyordu 'Elmalarım çıtır çıtır' diye. Az ilerideki badem şekercinin sesi bastırıyordu onu da.

 

Hava güzelleşti mi böyle olurdu buralar. Koca meydan insanlarla, satıcılarla dolup taşardı. Gelen turistler de cabasıydı. Adım attığınız her dar sokakta elinde telefon ya da makineyle fotoğraf çektiren insanlara rastlardınız.

 

İnci şehrin taş sokakları binlerce insanı ağırlardı.

 

Büyük meydanda gölgeye geçmek için insanları kibar kibar iterken adımlarım durdu. Daha doğrusu durmak zorunda kaldım. Bakışlarım meydanı geçen araba konvoyuna takılırken boştaki elimi istemsizce göğsüme atmış bulundum. Tam içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim o anda.

 

Yutkunmak zorunda kaldım.

 

"Dönmüşler," dedi yan tarafımdaki bir kadın. Diğeri hızla onayladı onu.

 

"Doğruymuş demek, dönmüşler," dedi diğer tarafımdaki amca. "İzollar topraklarına geri dönmüşler." Zaten aylardır zar zor aldığım nefeslerim sıkıştı. Göğsüme sert hem de çok sert bir darbe yemişim gibi oldu. Sanırım krizim tutacaktı.

 

"Ne olacaktı ya. Döneceklerdi elbette. Topraklarını bırakıp gider mi onlar?" Benim gibi o uzun konvoya bakan bir amca seslendi ileriden. Herkes işini gücünü bırakmış upuzun kuyruk oluşturan siyah araçlara bakıyordu.

 

Ama göğsüme her şeyden daha sert inen darbe ise arka tarafımdan bir kadının ağzından döküldü.

 

"Kız istemeye gideceklermiş. Düğün kuracaklarmış yakında. O zaman gör bak buraları. İzolların oğlu evlenecek kolay mı?"

 

Tam o noktada bitti nefeslerim. Göğsüm sanki bir duvar enkazının altında kalmış gibi sıkışırken bakışlarım karardı önce. Hemen ardından acı bir hırıltı çıktı boğazımdan.

 

'Evlenecek' demişlerdi. İzolların oğlu evlenecek...

 

"Arîn..." diye mırıldanmaya çalıştım nefessizliğime rağmen. "Arîn..."

 

Bacaklarımdan derman çekildi sonra, kollarımdan da. Nefessizliğimde boğuldum. Geçirdiğim tüm krizlerden şiddetli olduğunu ise tam kalbimi sızlatan acıdan anlıyordum. Bıçak sokmuş da yetmemiş hızla geri çekmiş gibi. Gözümün önünde dönen görüntü daha da kararırken sesler bir uğultu olmuştu zonklayan kulaklarımda.

 

Tutamadım daha fazla kendimi. Kalabalığın arasında sertçe çarptım taş zemine.

 

Tek görebildiğim etraftan havalanan beyaz güvercinler oldu.

 

Çığlıklar döndü sonra etrafımda, 'kıza bir şey oldu' feryatları. Bana olan zaten aylar önce olmuştu.

 

Bedenim acıyla kıvranmaya başladığında artık sona geldiğimi biliyordum. Bittiğini. Ama bu denli acı vereceğini hiç düşünmemiştim. Yanlış anlamayın, bedenimin acısını kast etmiyorum. Ruhumun acısı bu...

 

Tam 'bitti' dediğim noktada bedenimin havalandığını hissettim. Güçlü bir çift kolun beni sardığını, 'Sakin ol' diye de telkin ettiğini işittim uğultuların arasında. Ama göremedim kim olduğunu...

 

.....

 

Keskin bir ağrı, genzimi yakan bir koku vardı. Karanlıktı. Bir ışığın yarmaya çalıştığı karanlık vardı gözlerimin önünde. Kara bir dehlizin içinde yolumu arıyordum ve hangi yöne gideceğimi bilmiyordum.

 

Elimi güç bela burnuma gerilen şeye atarken bunun bir oksijen maskesi olduğunu anladım. Birbirine sanki zamkla yapışmış gibi olan kirpiklerimi güç bela araladım.

 

Bir hastane odasındaydım. Bedenim sere serpe bir hata yatağının üzerindeydi. Titreyen ellerimle ağzımdaki maskeyi çıkarmaya çalışırken aklıma gelen tek şey 'Arîn'di. Düşündüğüm tek şey.

 

Biberonunu verememiştim. Karnı açtı. Beni bekliyordu.

 

"Arîn," diye mırıldanırken sağ tarafıma çevirdim sersem bakışlarımı. O an bakışlarımı komodinin üzerinde duran 'yasemin' çiçekleri ilişti.

 

Bir demet yasemin çiçeği...

 

 

 

 

🔥

 

 

 

 

 

 

B Ö L Ü M S O N U

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

Sizce ne olacak bundan sonra?

 

Elif ne yapacak?

 

Elif'i kim buldu, kim hastaneye getirdi?

 

Şilan?

 

Leyla?

 

Not: Arîn 'Ateşten gelen' demek

 

Tahminleri buraya alayım

 

Sizi seviyorum Allah'a emanet olun

Loading...
0%